A- Yüksek Sesli Bir Dokunuş
AA- Başlıkla İlişik Düşünceler:
Bir haftalık İstanbul gezimin zihnimin özel bir odasında biriktirdiğim notlarını yazmaya başlarken başlığın içerikle bir bütün oluşturması, içeriğe dair kesin, net bir intibâ vermesi gerektiğini düşünüyordum. Ki; netice itibarı ile notlarımı okuyarak zaman kaybedeceklerini düşünenler ilk anda ayrışsın - zaten onların canlarını sıkacak bir içerikle karşılaşacaklardı- ve notlarımı merak edenler de ne okuyacaklarına dair bir fikre sahip olsunlar istiyordum. Terkib ettiğim dual başlık, yazının sarmal içeriğini bir bakıma olduğu gibi özetleyen iki ayrı önermeden oluşuyor.
Başlığın ilk önermesi, Gri İstanbul Gölgeleri; İstanbul'un Gölgeleri'nin Gri olduğunu iddia ediyor. Gölgeler metaforik olarak, ışığın, eşyanın arkasına düşürdüğü eşyaya dair ışıksız bölgeler; ve ben bu gölgelerin gri olduğunu söylerken, İstanbul ışığının yeterince güçlü olmadığını da söylemiş oluyordum. Yeterince güçlü ışık varsa ve ışık doğru bir açı ile geliyorsa, gölgeler daha koyu ve eşyanın şekline daha yakın bir niteliğe bürünürler. Işık ve gölge doğru olarak konumlanır; gölge ışığa dair bir fikir verebilir. Hemen ilişikteki düşüncede göstermeye çalışacağım da tam olarak bu: İstanbul'un ışığı güçlü değil ve gölgeleri de koyu değil, ışıkla-eşya gerçeği yansıtmaktan uzak ve aslında İstanbul bunu isteyenlerin yaşadığı bir şehir. Ne güçlü bir ışık istiyorlar ne de koyu bir gölge... Teknik olarak hakikate dair bilgi câri ve tercihli paydalarla uzlaşmayı kabullenmez ve uzlaşmayı temsil eden gri de bu anlamda istenen gölge tonu olmak zorunda.
Başlığın ikinci önermesi de ilk önermeye bağlı olarak mevcut İstanbul'un zihnini tanımlıyor: Medeniyet Çıkmazı Câri İstanbul. Yani şöyle düşünüyordum; Gölgelerde uzlaşarak -ışığın en zayıf olduğu ya da istenmeyen bir açı ile geldiği durumlarda- gölgenin gri olmasını seçen 'Mevcut İstanbul' yeni bir medeniyet üretemez ve bu anlamda, şu andaki kapasitesi ile tam bir çıkmaz... Medeniyet çıkmazı... İnsanlar bu çıkmazdan büyük ve ikna edici bir söylem üretmek gibi bir beklentiye sahip olmasınlar; bunun farkında olsunlar ve başlarının çaresine baksınlar.
AB- İkna Koşulu ve Gerekçeler:
Sonsuz Ark'ın oluşum döneminde yazdığım 'Sözün Ahlâk'la ilişkisi, Gelenekselleşen Baskı Biçemlerine Başkaldırı ve Sonsuz Ark Manifestosu'(1) başlıklı yazıda şunları söylemiştim: "Bu çalışma ve bu site bu anlamda, hâkim olan, maslahata uygun olan ve adına kirli uzlaşma dediğim sessiz ihanete karşı duran bir zihnin ürünüdür ve bir baş kaldırıdır; Sonsuz Ark, mezkur soruyu sorduktan sonra, soruya icrâ-ı faaliyet alanında geniş bir şekilde cevap arayacak, nefsimizde ve nefslerde, insana ve iblise ait, Allah'ın yolunda birer taşa, kayaya veya sete dönüşmüş ne varsa ortadan kaldırmaya çalışacaktır ve ortadan kaldırdığı şeylerin yerine Kur'an'la beslenen bir aklın ürettiği merhamete endeksli kavramlar ve kurumlar üretecektir. Bu büyük bir iddiadır ve kuşkusuz, gelenekselleşen her tür baskı biçemlerine karşı da açık bir savaş ilânıdır."
Bu aslında zihinlerde ve eylemlerde bir dükalık olarak tavsif ettiğim İstanbul'a gezime de neden olan Sonsuz Ark'ın gerekçesi, ancak ikna koşulu değil... İkna koşulunu her insanın kendi tecrübelerine emanet etmenin daha akıllıca olduğunu düşünüyor ve bu sorumluluğu okuyucuya veriyorum. O kendisinin sorumluluğu ve hâlen bu notları okumaktan vazgeçme hakkına sahip. Sonsuz Ark zorundalığı,hakikatin akılla-aklın hakikatle ilişkisinde arıyor; başkaca derdi yok.
Yine de bir kaç ikna değişkeni kullanmakta yarar var... Faruk Tamer'in,
“Türkiye’de derin bir eleştiri kıtlığının sancıları duyuluyor. Bununla beraber eleştiri kelimesine tahammülsüz ama bir o kadar da “üreten bir zekâ”nın etkili olduğunu görüyoruz. Elbet buna “eleştiren akıl”ın özgüven eksikliğini ve yaşanan kavram karmaşasından doğan kusurları da eklemek gerekiyor. İlkine kısa vadede bir tedavi bulmak pek mümkün görünmüyor, çünkü hem tahammülsüz hem de üretim içindeki bir zekâ söz konusu ve işin kötüsü üretim de zekâ da önyargılarla yüklü. Elbet eleştiren aklın tümünü böylesine net bir şekilde ifade etmek de kolay değil, zira işin bu yanında azda olsa hem tahammülsüzlükten beri durabilen hem de üretebilen bir zekâ ve çabanın varlığını da kabul etmek gerekiyor. Ekseni geniş, özgür ve tarafgir olmayan bir özgüvenle, kargaşa ve karmaşadan uzak bir sadeleşme, en başta elde edilmesi gereken kazanımlar olarak görülmeli, eğer bu yapılabilir bu özgüven ve bu sadelik sağlanabilirse son tahlilde, Türkiye’de üretilen edebiyatın niteliği artacaktır.”
diyerek Ayraç Dergisi'ni çıkaran ilk Genel Yayın Yönetmeni Şahin Torun'a ve İstanbul Dükalığı'na/Derebeyliğine/Derebeylerine ilişkin 'Yazınsal Eleştiri Ahlâkına Ayraç İliştiren Dergi; Ayraç Dergisi' (2) başlıklı yazısında,
"Anadolu’nun bu edebiyat delisi, teni kavruk adamının kanında dolaşan delikanlılığın İstanbul’un damarlarına yabancı geldiği aşikâr. Profesyonel çetelerin cirit attığı, kan emdiği ve hatta bile bile katlettikleri dergilerin cenaze törenlerinde timsah gözyaşları döktüğü herkesin mâlumu. Amatör ruhun Anadolu özverisiyle ürettiği Ayraç için endişeleniyor Şahin Torun; ilk sayısından itibaren derebeylerinin dikkatini çeken ve her sayısında daha da genişleyen, sağa, sola, aşağıya, yukarıya bakan herkesi kendi ışığında dinlenmeye bırakan Ayraç’ın kendi ayakları üzerinde durabilmesini hayal ediyor; profesyonel wampirlerin ilkesiz dönüşleriyle dergiler mezarlığına kurban vermek istemiyor uğruna gecelerini, gündüzlerini harcadığı bebeğini. O basit bir şey istiyor aslında: ” Derli toplu bir edebiyat lezzetini, hem yerel kökleri hem de evrensel bağlantıları açısından ortaya koyabilmek” Korkusu yok, Şahin Torun’un. Derebeylerinin şatolarından pompaladıkları kibirle de işi yok. Resti çekiyor, profesyonel çarkların soğuk nefesine..."
Şeklinde ifade ettiği korkusuzluğun, İstanbul Derebeyleri tarafından ağır bir şekilde cezalandırıldığını söylemek, çirkin ayak oyunları ile Ayraç Dergisi'nden kopmak zorunda bırakılmasını anmak, ikna koşullarına yardımcı olabilir.
Ya da Alper Selçuk'un 'Her Kast Ayaktakımıdır İstanbul’da' (3) başlıklı yazısında
"İstanbul, göremeyen, duyamayan ve söyleyemeyenlerin bir arada, her gün didişip durur gibi görünüp aslında birbirlerinin küllerinden beslenenlerin şehridir. Diğerinin külü, artığı, nedameti ötekinin gıdası, eksiği ve hayalîdir. İtkilerin boylarının her gün kısalıp, kişiyi kendi içine hapsedecek kadar korku ile beslediği bu yerde bir ihtiyâr, bir çocuk kadar ihtiyârına hâkim değildir. Öğrenilmiş çâresizlikler içinde, her bir artık, itibârî maslahatların kapışılarak elde edilen lütfûdur. Kastlar şehridir İstanbul; her bir kastın diğerini her an altta bırakmaya çalıştığı şehir…"
Diyerek anlattığı bir Bizans geleneğini ikna koşuluna dâhil edebiliriz... Her neyse biz yolculuğumuza dönelim. Aktarım planım aşağıdaki gibidir:
B- Gezi'nin Başlangıcı ve Yolculuk:
C- Cuma - İlk Gün:
D- Cumartesi - İkinci Gün:
E- Pazar - Üçüncü Gün:
F- Pazartesi - Dördüncü Gün:
G- Salı - Beşinci Gün:
H- Çarşamba - Altıncı Gün:
I- Perşembe - Yedinci Gün:
İ- Dönüş:
Seçkin Deniz, 01.08.2012, Sonsuz Ark, İstanbul Gezi Notları
Seçkin Deniz Yazıları
Takip et: @Seckin_Deniz
SA20/SD2: Gri İstanbul Gölgeleri / Medeniyet Çıkmazı Câri İstanbul 1
SA21/SD3: Gri İstanbul Gölgeleri / Medeniyet Çıkmazı Câri İstanbul 2
SA22/SD4: Gri İstanbul Gölgeleri / Medeniyet Çıkmazı Câri İstanbul 3
SA25/SD6: Gri İstanbul Gölgeleri / Medeniyet Çıkmazı Câri İstanbul 4
SA27/SD7: Gri İstanbul Gölgeleri / Medeniyet Çıkmazı Câri İstanbul 5
SA30/SD8: Gri İstanbul Gölgeleri / Medeniyet Çıkmazı Câri İstanbul 6
SA35/SD9: Gri İstanbul Gölgeleri / Medeniyet Çıkmazı Câri İstanbul 7
SA40/SD10: Gri İstanbul Gölgeleri / Medeniyet Çıkmazı Câri İstanbul 8
SA41/SD11: Gri İstanbul Gölgeleri / Medeniyet Çıkmazı Câri İstanbul 9 (Son)
1- http://sonsuzark.blogspot.com/2012/07/sa11sd1-sozun-ahlakla-iliskisi.html