"2002 yılına kadar, tanzimattan sonra tasarlanan masonik saldırılar gözlerinden ve kulaklarından girerek insanların ruhlarını tâciz ettiler."
‘İkna’, insanların yönetilmeleri ile ilgili tüm süreçlerin ilk
adımıdır; doğal olarak ‘ikna’nın mümkün olması için -kaçınılmaz olarak- bütün
tasarımların önceden hazırlanmış olmaları gerekir. Tipik mimarî bir eser
üretiminde olduğu gibi, gerekli olan argümanlar tasarlanmalı ve kurgulanan sistemdeki
ayrıntılar ikna koşullarına uygun olarak hem tek tek hem de bütün olarak
titizlikle üretilmelidir. ‘İkna’ gerçekleştikten sonra tasarımlar, sağlanan
engelsiz arazilerde hızla inşa edilirler.
II.Abdulhamid’in, Tanzimatçılardan aldığı en büyük ders, matbuat ve matbuata bağlı olarak yayılma alanı bulan şiir, roman, gazete, dergi ve bütün bunlardan daha yüksek bir ‘ikna’ gücü olan tiyatronun, toplumun hareket noktalarına yaptığı baskının toplumsal sonuçlarından aldığı derstir. II.Abdulhamid, masonların ısrarlı stratejileri ile katledilen amcası Abdulaziz’in ölümünü tepkisiz kalarak onaylayan ‘ikna edilmiş bir toplum’ görmüştür ve aynı toplum, açtığı okullara, yaptığı çağdaş yeniliklere karşı kendisinin tahttan indirilmesine yine tepkisiz kalmıştır.
II. Abdulhamid’in cehalete karşı tarihin en kapsamlı reformlarını yapmış olması, İstanbul toplumuna, ölümünden sonra gizlice Divan yolundaki II. Mahmud Türbesine götürülen tabutunu davlumbazlı pencerelerden gözetleyen kadınların açlık kokulu sızlanışlarından ve ‘birkaç pişman olmuş mücrim’in gözyaşından başka teselli edici bir tepki kazandıramamıştır. İstanbul ikna edilmiştir III. Selim’den sonra dergâhlar, ocaklar, mahfiller, cami kürsüleri ve matbuat tarafından ikna edilmiştir; tarla sürülmüş ve zehirli tohumlar ekilmiştir. Toplumun ar damarı üzerinde yürütülen görsel ve işitsel implant operasyonları başarılı olmuş, yüz yıllık büyük bir tasarım süreci tamamlanmış ve 1908’de yeni ve kişiliksiz bir toplumun inşâsına sinemanın ikna gücü desteğiyle başlanmıştır.
Tiyatroların
görsel ve işitsel implant etkisinin V. Murad’ın tahta çıkışı ve inişi ile olan
ilişkisi, II.Abdulhamid’in tiyatrodan daha güçlü olduğuna inandığı yeni aracı, sinemayı
erkenden saraya almasına neden olmuştu. 1894 yılında Thomas Alva Edison’un
“Kinetoskop” adlı bir cihaz icat ederek kısa film sunumları yapmasından iki yıl
sonra, 28 Aralık 1895’te Louis
ve Auguste Lumiere kardeşlerin Sinematograf adını verdikleri bir âletle Paris‟te Grand Cafe’de halka açık
ilk gösteriminden bir kaç ay sonra Jamin adlı bir Fransız tarafından
sinematograf Osmanlı ülkesine getirilmişti.
Eylül 1896’da Osmanlı Devleti’nin resmi kurumları tarafından yeni icat “sinematograf” hakkında verilen raporda, sinematograf, ilmin yayılmasında insanlık için önemli bir araç olarak nitelendirilmiş, bu rapora binaen Bertrand adlı bir Fransızı saraya çağıran II. Abdulhamid, 1896’da, Saray’da özel gösterimler yaptırarak sinemanın gücünü kullanmayı tasarlamıştır.
Eylül 1896’da Osmanlı Devleti’nin resmi kurumları tarafından yeni icat “sinematograf” hakkında verilen raporda, sinematograf, ilmin yayılmasında insanlık için önemli bir araç olarak nitelendirilmiş, bu rapora binaen Bertrand adlı bir Fransızı saraya çağıran II. Abdulhamid, 1896’da, Saray’da özel gösterimler yaptırarak sinemanın gücünü kullanmayı tasarlamıştır.
Son İmparator, sinemanın
İTC’li masonlar tarafından illüzyon aracı olarak kullanılacağını çok iyi
bildiği için, örneği tanzimat romancılarınca bol bol sergilenen cinsel kökenli
yayınların gücünü dikkate alarak 1903 yılında “Sinema Nizamnâmesi”
yayınlamıştır. Nizamnâmenin on altıncı maddesinde “yabancı ülkelere ait olay ve
görüntülerden edebe ve ahlâka aykırı olmayanlar -sayısı günlük programdaki resimlerin
yarısını geçmemek üzere- büyük şehirlerdeki özel yerlerde halka
seyrettirilebilecek, fakat hurafeye dayalı, faydasız ve münasebetsiz
manzaraların gösterilmesinden uzak durulacağı” ifade edilmiştir. Ayrıca
filmlerin gösterilebilmesi için devlet memurlarının onayı şart koşulmuştur.
Ancak ne
Osmanlı ne de Cumhuriyet döneminde toplumun tepkileri belirgin bir olgunluğa
erişememiş; ABD’deki gibi ne bir Hays Yasası endişesi taşınmış ne de 1934’te
kurulan ‘İffet Cemiyeti’ gibi bir cemiyet açılmıştır. Abdulhamid’in halli ve
sonrasında parçalanan Osmanlı, ar ve hayânın da gömüldüğü bir mezar olmuştur.
Cumhuriyet
dönemiyeni birey ve toplum dizaynında İslam’ı ve ahlakı çok uzak bir fenomen
olarak algılamayı tercih edenlerin yönettiği bir süreç vardır. Erkekleri
savaşlarda yok olmuş, darmadağınık, dullardan ve yetimlerden oluşan bir toplum
için geçerli olan tek sorun aç kalmama sorunuydu. Bu toplumun itiraz edebilecek hiç kimsesi kalmadığı
için, geleneksel yollardan gelen ve kadınların zihninde korunan ahlak yasaları,
kadınların bedenleri üzerinden yürütülen ahlaksız bir savaşla savrularak
zayıflatılmışlardır, çünkü amaç budur ve hâsıl olmuştur.
Osmanlı’da
“müstehcenlik” gerekçesiyle bir filmin yasaklandığı belgelenebilen ilk olay,
Ekim 1908’de Abdulhamid’in kontrolünün bittiği anda yaşanmıştır. Beyoğlu
İstiklal Caddesi’ndeki Odeon Tiyatrosunda gösterilen bazı filmler müstehcen sahneler
içerdiği için bazı seyircilerin şikâyeti ile yasaklanmıştır. 1939'a kadar da sinemanın ürettiği ahlaksızlara karşı resmî bir engel oluşmamıştır
Fransız
firması Pathé’nin temsilcisi Romanya uyruklu Polonya Yahudisi Sigmund Weinberg,
II. Abdulhamid’in tahttan zorla
indirilmeden bir yıl önce, II. Meşrutiyetin ilanı sonrasında hemen 1908’de, Türkiye’deki
ilk sinema olan Pathé Sineması’nı yaptırmıştır. -Pathé veya Pathé Frères -Pathé
Kardeşler- Fransa'da 1896 yılında
kurulmuş ve 1900'lü yılların başında dünyanın en büyük film ekipman ve üretim
şirketi olarak 1908 yılında, uzun metrajlı bir filmi gösterime sokmuştu-
İlk Türk sinema
gösterimi Cevat Boyer ile Murat Bey’in Şehzadebaşı’ nda 19 Mart 1908 de
başlattığı gösterimdir. Şakir Seden ile Fuat Uzkinay, Türk
sinemasının açılışını 6 Temmuz 1910’da gerçekleştirirler. Birinci Dünya
Savaşı’nda yedek subay olan Fuat Uzkinay, 14 Kasım 1914'te Türk sinema tarihinin
ilk belgesel filmini çeker. Ayastefanos'taki Rus Abidesinin Yıkılışı” adı
verilen belgesel film 150 metre uzunluğunda ve İTÜ arşivindedir. Ordu Sinema
Dairesi Başkanlığı'na getirilen Fuat Uzkinay, 1918’den sonrada ‘hizmeti’ne
devam eder. Sonra17 yıllık müthiş dönem ahlaktan arındırma dönemi başlar ve Türk
sineması Muhsin Ertuğrul ve Kemal Film ile firmalaşır.
Marmara Üniversitesinden
Bilal Yorulmaz, ‘Dünya Sinemasında Manevî Değerlere Saygı, Hollywood, Türk ve
İran Sineması Örneği’ başlıklı çalışmasının özet sunumunda Bu durumu şöyle anlatıyor:
“1896 yılında ortaya
çıkan ve bir kaç ay sonra Osmanlı ülkesine ulaşan sinema, diğer İslam ülkelerinde
olduğu gibi Türkiye’ye de gayr-i müslim unsurlar ve yabancılar tarafından
getirilmiş ve ilk filmler bunlar tarafından çekilmiştir. Bu durum Müslüman halkın
sinemaya mesafeli durmasına sebep olmuştur. Cumhuriyet döneminde ise Muhsin
Ertuğrul yeni rejimin tek yönetmeni konumuna yükselmiş ve yeniyi ikame etme
adına eskiyi-Osmanlı ve kaçınılmaz olarak İslam’ı kötüleyen filmler üretmiştir.
Türk sinemasında sonraki yıllarda sıkça kullanılan din ve dindara ait olumsuz
klişelerin çoğu bu dönemde ortaya çıkmıştır. 1960’lı yıllarda Türk sinemasında
Marksist etkinin artmasıyla bu klişelere kitlelerin afyonu din, köylüyü, işçiyi
ezen ya da ezenlerin yanında yer alan dindar klişeleri de eklenmiştir. Dinin ve
dindarın hakarete uğramadığı ilk filmler 1960-1970’li yıllarda ortaya çıkan
Hazretli filmler furyası ile ortaya çıkmış, saygı duyduğu manevi şahsiyetleri
perdede gören insanlar sinema salonlarına akın etmiştir. Fakat bu filmler sırf
ticari gayelerle ve özensiz bir şekilde üretildiklerinden itikadi, fıkhi, tarihi
hatalarla dolu yapımlar olmuşlardır. Ticari amaçlardan uzak, dini kaygılarla
çekilen ilk filmler milli sinema akımı sayesinde gündeme gelmiştir.”
Yahudilerin, daha doğrusu Siyonist Yahudilerin kuklası olan masonların yönettiği Hollywood’un yaydığı şiddet ve cinsellik içerikli filmler, manevî değerlerini korumaya yönelik toplumsal tepkilerle karşılaştılar. Osmanlı’da olan her yerde oluyordu. Sinema’nın kadınları henüz bütün dünyayı kasıp kavurmuyorlardı. ABD savaşta yıpranmamıştı ve henüz dine saygısı olan bir topluma sahipti; direnebilecek araçları vardı.
1920’de Amerikalı rahip W.F.Crafts, Amerikan Sinema Endüstrisini, Şeytan’ın ve 500 adet Yahudi’nin elinden kurtarmak için senatoya ve kiliseye çağrıda bulunmuştu. Paniğe kapılan Hollywood yapımcıları ve dağıtımcıları, hızla bir dernek kurmuş ve derneğin başkanlığına da 100 bin dolar maaşla Presbiteryen Kilisesi Temsilcisi W.H. Hays’ı başkanlığa getirerek tepkileri yok etmeyi başarmışlardı.
1924 yılında yapımcılar çekecekleri filmlerin konu özetlerini Hays’e göndermekle sorumlu tutulmuşlardı; 1926’da kurulan SRC (Studio Relations Committe/ Stüdyo İlişkileri Komitesi) tarafından “Hays Code/Hays Yasası” ya da “Production Code/Üretim Yasası” olarak da bilinen film üretim yasası hazırlanmıştır. Tüm stüdyolar tarafından kabul edilen, ancak1968’de Amerikan mahkemesi tarafından konuşma özgürlüğü kanununa uymadığı için kaldırılan yasayı, 1930 yılında, Motion Picture Herald dergisinin yönetmeni Martin Quigley ile Cizvit Rahip Daniel A. Lord üç genel ilke üzerine bina etmişti:
Yahudilerin, daha doğrusu Siyonist Yahudilerin kuklası olan masonların yönettiği Hollywood’un yaydığı şiddet ve cinsellik içerikli filmler, manevî değerlerini korumaya yönelik toplumsal tepkilerle karşılaştılar. Osmanlı’da olan her yerde oluyordu. Sinema’nın kadınları henüz bütün dünyayı kasıp kavurmuyorlardı. ABD savaşta yıpranmamıştı ve henüz dine saygısı olan bir topluma sahipti; direnebilecek araçları vardı.
1920’de Amerikalı rahip W.F.Crafts, Amerikan Sinema Endüstrisini, Şeytan’ın ve 500 adet Yahudi’nin elinden kurtarmak için senatoya ve kiliseye çağrıda bulunmuştu. Paniğe kapılan Hollywood yapımcıları ve dağıtımcıları, hızla bir dernek kurmuş ve derneğin başkanlığına da 100 bin dolar maaşla Presbiteryen Kilisesi Temsilcisi W.H. Hays’ı başkanlığa getirerek tepkileri yok etmeyi başarmışlardı.
1924 yılında yapımcılar çekecekleri filmlerin konu özetlerini Hays’e göndermekle sorumlu tutulmuşlardı; 1926’da kurulan SRC (Studio Relations Committe/ Stüdyo İlişkileri Komitesi) tarafından “Hays Code/Hays Yasası” ya da “Production Code/Üretim Yasası” olarak da bilinen film üretim yasası hazırlanmıştır. Tüm stüdyolar tarafından kabul edilen, ancak1968’de Amerikan mahkemesi tarafından konuşma özgürlüğü kanununa uymadığı için kaldırılan yasayı, 1930 yılında, Motion Picture Herald dergisinin yönetmeni Martin Quigley ile Cizvit Rahip Daniel A. Lord üç genel ilke üzerine bina etmişti:
1. Seyircilerinin ahlâkî
standardını düşürecek hiçbir film çekilmemelidir. İzleyici suça, günaha, kötülüğe
sempati duymamalıdır.
2. Sadece dramın gereklerine uygun doğru yaşam örnekleri sunulmalıdır.
3. Doğa ya da insani yasalarla alay edilmemeli. Bunların ihlaline sempati uyandırılmamalıdır.
2. Sadece dramın gereklerine uygun doğru yaşam örnekleri sunulmalıdır.
3. Doğa ya da insani yasalarla alay edilmemeli. Bunların ihlaline sempati uyandırılmamalıdır.
Yapılmayacaklar:
“Kutsal şeylere
saygısızlık: (Uygun dinsel törenlerle bağlantılı saygıdeğer bir biçimde
kullanılmadığı sürece) Tanrı, Rab, İsa vb. sözcüklerin saygısız ve kaba
ifadelerle kullanılması.Her tür
müstehcen çıplaklık: Gerçek görüntüsüyle ya da siluet halinde ve filmdeki
diğer kahramanlar tarafından her hangi bir şehvet duygusuna yönelik hovardaca
bir yaklaşım. Yasadışı uyuşturucu trafiği. Herhangi bir cinsel sapıklık iması. Beyaz
kölelik. Irk karışımı (beyaz ve siyah
ırklar arasında cinsel ilişkiler) Seks hijyeni ve zührevi hastalıklar.. Çocuk
doğurma sahneleri- gerçek görüntüsü ya da siluet halinde-. Çocukların cinsel
organları. Din adamlarıyla alay etme. Herhangi bir ulusa ırka ya da inançlara
kasıtlı hakaret”.
Ve dikkat edilecekler:
“Bayrağın kullanılması, Uluslar arası
ilişkiler (başka bir ülkenin dinini, tarihini,
kurumlarını, önde gelen insanlarını ve vatandaşlarını uygunsuz bir biçimde
göstermekten sakınma), Kundakçılık, Ateşli silahların kullanılması, Hırsızlık,
soygunculuk, güvenliği bozma, trenleri, madenleri, binaları vb. dinamitleme
(bunlarla ilgili çok ayrıntılı betimlemelerin aptallar üzerindeki etkileri unutulmamalıdır.),
Zalimlik ve olası iğrençlik, Herhangi bir yöntemle cinâyet işleme tekniği,
Kaçakçılık yöntemleri, Zorla bilgi alma yöntemleri, Suçun karşılığı yasal ceza
olarak asma ya da elektrikli sandalye yoluyla idamlar, Suçlular için sempati
uyandıracak durumlar, Kamusal kahramanlara ve kurumlara yönelik tutum, Kışkırtıcılık,
Çocuklara ya da hayvanlara yönelik zalimce davranışlar, İnsanları ya da
hayvanları dağlama, Kadın ticareti ya da namusunu satan bir kadın, Tecavüz ya
da tecavüz girişimi, Gerdek gecesi sahneleri, Yatakta erkek ve kadın
birlikteliği, Kızları kasıtlı baştan çıkartma, Evlilik müessesesi, Cerrahi
operasyonlar, Uyuşturucu kullanımı, Yasa uygulamaları ya da yasayı uygulayan
görevlilerle ilgili sahne ya da isimler, Aşırı ya da şehvetli öpüşme; (özellikle
kötü kahramanlardan biri söz konusuysa)”
Birey ve toplum yapısını
korumayı amaçlayan Hays Yasası’nı kaldırtan başkan da J.F. Kennedy’nin suikastle
öldürülmesinden sonra yardımcısı olarak yerine geçen, Kıbrıs sorununda
Yunanistan’dan yana tavır alan, ünlü Johnson Mektubu’nun sahibi, Vietnam
katliamının asıl sorumlusu mason başkan Lyndon B. Johnson’dur.
Hollywood, 1968’de
Hays Yasası’nın önüne koyduğu engeller kaldırılır kaldırılmaz, yasaklanan ve
dikkat edilecek olan ne varsa hepsini büyük bir hızla gerçekleştirecekti.
Şiddet, soft cinsellik, porno ve ve benzeri her türlü zaaf kışkırtıcısı faktör sinema salonlarında zevkle izlendi. Yeşilçam’ın Sedat Simavi; Ahmet Fehim, İsmet Fahri Gülünç ve Muhsin Ertuğrul’dan beri böyle bir sıkıntısı yoktu.
Şiddet, soft cinsellik, porno ve ve benzeri her türlü zaaf kışkırtıcısı faktör sinema salonlarında zevkle izlendi. Yeşilçam’ın Sedat Simavi; Ahmet Fehim, İsmet Fahri Gülünç ve Muhsin Ertuğrul’dan beri böyle bir sıkıntısı yoktu.
Senaristliğini ve yönetmenliğini
Sedat Simavi’nin yaptığı, Müdafa-i Milliye Cemiyetinin güya gelirlerini artırmak
için 1917 yılında çekip izleyiciyle buluşturduğu “Pençe” filminde, evliliğin insana acı veren
bir pençe olduğu fikri işlenmiş ve serbest aşkın övgüsü yapılmış ve nikâhın
insanı sıkan bir pençe olduğu teması işlenmiştir. Kocasını aldatan Feride ve
her önüne gelen erkekle düşüp kalkan Leman tipleri, Türk sinemasının ilk seksi
kadın karakterleri olarak kabul edilmişlerdi.
Ahmet Fehim’in
yönettiği, 1919’da İstanbul’daki Fransız işgal kuvvetlerinin komutanı General
Franchet’in şehvet düşkünü, düşük ahlâklı bir Fransızı görünce “Fransızlar
küçük düşürülüyor” diyerek yasaklattığı “Mürebbiye”
de balıketli yapısıyla, kolları ve göğsünün üst kısmını açıkta bırakan
elbiseler giyen Rus asıllı Madam Kalitea, Dehri Efendi’nin konağında
çalışırken, erkekleri baştan çıkarır.
1919’da Yusuf Ziya Ortaç’ın
“Binnaz” adlı eserinden uyarlanıp, Ahmet Fehim tarafından yine Malul Gaziler
Cemiyeti adına çekilen filmde, ilk defa bir göbek dansı sahnesi sinema da
görülmüş, 1919 yılında Osmanlı Donanma Cemiyeti adına çekilen üçüncü yerli film
ise İsmet Fahri Gülünç’ün yönettiği Fuat Uzkınay’ın görüntü yönetmenliğini
yaptığı “Tombul Aşığın Dört Sevgilisi” olmuştu.
1922 yılında Mösyö
Anderes adındaki bir Fransızın yönettiği “Esrarengiz Şark” filminde ilk defa
bir Türk kadın oyuncu Nermin Hanım- rol almıştır. Yabancı iki maceraperestin
iki Türk kızıyla yaşadıkları aşkı anlatan film Beyoğlu’nda kapalı gişe
oynamasının yanında; başta Fransa ve Almanya olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde
gösterilmişti.
Türk sinemasını 1922’den
1939’a kadar tek başına çekip çeviren dönemin tek temelli ve önemli tiyatro
topluluğu olan “Dar-ül Bedayi”nin (sonradan İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatrosu) başındaki Muhsin
Ertuğrul‟dur. Böylelikle yönetmeni, senaryocusu, oyuncu kadrosu ve “repertuvarı”yla bir tiyatronun
on yedi yıl bir sinema üzerinde egemenlik kurarak ahlak ve din bombardıman
altında bırakılmıştı.
Muhsin Ertuğrul’un
sansasyonel, halktan kopuk, kışkırtıcı tavırlarından dolayı Türk sineması, bir
filmin çekilmesine yönelik ilk saldırı ve baskın gibi, olayları İstanbul’da Bir Facia-i
Aşk-1922 filmini çekerken yaşadı. Sansasyon düşüncesiyle ele aldığı filmlerden
biri de “Boğaziçi Esrarı” adlı film, Yakup Kadri’nin “Nur Baba” romanından uyarlanan,
bir Bektaşi Şeyhi’nin kadın müritleriyle olan uygunsuz ilişkilerini konu edinen
bir filmdi. Ancak film –belki Ertuğrul’un da umduğu gibi- halktan büyük bir
tepki almıştı.
Eyüp Camii avlusunda çekim yaparlarken saldırıya uğradıkları
için film polis gözetiminde tamamlanan, ilk adı Nur Baba olan film “dinci
çevrelerin tepkilerinden kurtarmak amacıyla” Boğaziçi Esrarı adıyla gösterime
girdi. 1932 yılında çektiği “Bir Millet Uyanıyor” filmindeki “Molla Said”
karakteri ise işgalci güçlerle işbirliği yapan hain bir din adamı olarak
sunulmuştu.
Muhsin Ertuğrul’a göre; ‘Sinema,
halkı hem eğlendiren hem de eğiten, izlenmesi daha kolay ama aynı zamanda tam
da bu kolaylıktan dolayı toplumsal kodların değiştirilmesinde/modernleştirilmesinde
daha pratik yollar içeren işlevsel bir sanattır.’
Muhsin Ertuğrul,
Abdulhamid’in önleyemediği sinemanın
ikna gücünü kullanarak, gözlerden ve kulaklardan bireylerin ve toplumun ruhuna
akıyor ve orada önceden tasarlanmış olan ve özellikle insan zaaflarına
endekslenen bir tür inşâ ettiğini çok biliyordu. Ertuğrul 1933 yılında “Karım Beni Aldatırsa” filminde ilk kez tek
parça mayolu Türk kızlarını yan yana dizip Can Can dansözleri gibi bacaklarını
sağa sola sallayıp sonra havaya kaldırtarak herkese izletmeyi başarmıştır.
‘Karım Beni Aldatırsa’ “Söz Bir Allah Bir” filmlerinde kahramanlar modern karakterlerdir; görünümleri, ilgi alanları, yaşadıkları mekânlar ve kurgulanan davranışlar yeni Türkiye’nin hedeflenen batılı yüzünü temsil etmektedirler. Kadın erkek ilişkileri 1930’lar Türkiye’sinin en modern kesimleri için bile “aşırı serbest” ilişkilerdir. Bir deniz sporları dershanesinde kürek hocası ile kadınlar arasında yaşanan ilişkiler, arkadaşının karısını, sevgilisini ayartan erkekler ve kocasını, nişanlısını aldatan kadın karakterler, dekolte giysilerle dans eden revü kızları Hays Yasası’na takılma şansını yakalayamamışlardı.
‘Karım Beni Aldatırsa’ “Söz Bir Allah Bir” filmlerinde kahramanlar modern karakterlerdir; görünümleri, ilgi alanları, yaşadıkları mekânlar ve kurgulanan davranışlar yeni Türkiye’nin hedeflenen batılı yüzünü temsil etmektedirler. Kadın erkek ilişkileri 1930’lar Türkiye’sinin en modern kesimleri için bile “aşırı serbest” ilişkilerdir. Bir deniz sporları dershanesinde kürek hocası ile kadınlar arasında yaşanan ilişkiler, arkadaşının karısını, sevgilisini ayartan erkekler ve kocasını, nişanlısını aldatan kadın karakterler, dekolte giysilerle dans eden revü kızları Hays Yasası’na takılma şansını yakalayamamışlardı.
Muhsin Ertuğrul Tek Parti’nin
resmi sinemacısı olarak’Ulusal bilinç ,Cumhuriyet etrafında bir araya gelme’
hayaliyle yaşamaktadır ve günden güne artan sinemanın kadınlarının gücünü
kullanmaya devam etmiştir. Tek Parti
dönemi filmleri devletin resmî ideolojisini hakim kılmak gibi bir maskeyle,
geçmişe ait ne varsa eleştiriyor, onunla alay ediyor, aşağılıyor ve herkese
sınırsız cinsel özgürlük alanı açıyordu.
17 yıllık egemenlik Muhsin
Ertuğrul’un saldırganlığını azdırmıştı. “Aynaroz Kadısı”nın oluşturduğu sansasyon dalgaları meclise ulaşarak, Muhsin Ertuğrul filmlerinin
İslam düşmanlığını saklamayan cinsel açlığı körükleyen görüntülerinin tartışılmasına
neden oldu.
1939 yılı bütçesi Bütçe Komisyonu’nda görüşülürken, bazı
komisyon üyeleri bu filmin, halkın ar ve hayâ duygularını incittiğinden bahsedip,
hazırlanmakta olan tüzüğün bir an önce yürürlüğe konulması gerektiğini belirtmişlerdir.
Özellikle bu filmdeki Aynaroz Kadısı Yakup Efendi’nin Afroditi adlı bir Rum dilberine
şarap içirerek güya ergen olup olmadığını anlamak üzere yaptığı deneme
dolayısıyla gösterilen sahne, onun kötü niyetlerinin ortaya çıkmasına yol
açtığı için, gerek sarf edilen sözler, gerekse Rum kızı rolündeki oyuncunun
(Şevkiye May) giysileri ve tavrının genel ahlâka aykırı olduğu, yeni tüzükte bu
gibi durumların önlenmesi talep edilmişti
.
Cinsellik yeterli bir
din giyotini değildir. 1928 yılında asker emeklisi Tüccar Naci'nin Milletvekili Mahmut Bey'e gönderdiği bir raporda, açık
saçık kadınların bulunduğu filmlerle, Yahudilik ve Hıristiyanlık propagandası
yapan çok sayıda filmin bin türlü hilelerle Türkiye’ye sokulduğu ifade edilecekti…
2002 yılına kadar,
tanzimattan sonra tasarlanan masonik saldırılar gözlerinden ve kulaklarından
girerek insanların ruhlarını tâciz ettiler. Saldırılar bitmedi; ancak
arkasındaki devlet desteği kesildi. İnsanlar, ikna koşuluna uygun olarak
gerçekleştirdikleri ‘modern’ kurgularda utanma duygusunu yitirmiş olsalar da,
doğal Hays Yasası kendisini tekrar üretti.
Masonik çeteler, sinemanın bilime
hizmet etmesini de engelleyemediler, II. Abdulhamid’in hayali gerçekleşti ve bugün
kendi torunları, ‘yeni icat’la kendi filminin hazırlıklarını yapıyorlar.
Elbette, insanların
sinema ve televizyon sunularıyla ikna edilerek yeni bir hayat yeni bir ruh
arayışları sona ermeyecek. Türkiye, hem kendi adına hem de sınırları dışında
yaşayan insanlar için, ulaştıracağı taptaze mesajları Kur’an’dan üretmek ve
yaymak adına büyük sorumluluklar taşıyor.
Faruk Tamer, 17.02.2013, Görsel Eleştiri - Visual Critique XXXVI
Okuma
Parçası: Rockefeller
ve İngiliz Kültür Heyeti bursları ile ABD ve İngiltere’de tiyatro araştırmaları yapan Müşfik Kenter: