17 Şubat 2013 Pazar

SA182/FT6: Sinema’da İkna Koşulu, II.Abdulhamid, Hays Yasası ve Muhsin Ertuğrul Faciası

"2002 yılına kadar, tanzimattan sonra tasarlanan masonik saldırılar gözlerinden ve kulaklarından girerek insanların ruhlarını tâciz ettiler."


İnsanları etkilemenin nasıl mümkün olduğunu bilenler, genellikle toplumların nasıl bir yapıda olması gerektiğini düşünenlerdir. Muhafazakârlık ya da muhafazakârlık karşıtı tüm postulatlar, insanların herhangi bir istendik davranışa yöneltilebilmeleri için öncelikle ikna edilmeleri gerektiğini bilen bir bilinç tarafından üretilmiştir. 

‘İkna’, insanların yönetilmeleri ile ilgili tüm süreçlerin ilk adımıdır; doğal olarak ‘ikna’nın mümkün olması için -kaçınılmaz olarak- bütün tasarımların önceden hazırlanmış olmaları gerekir. Tipik mimarî bir eser üretiminde olduğu gibi, gerekli olan argümanlar tasarlanmalı ve kurgulanan sistemdeki ayrıntılar ikna koşullarına uygun olarak hem tek tek hem de bütün olarak titizlikle üretilmelidir. ‘İkna’ gerçekleştikten sonra tasarımlar, sağlanan engelsiz arazilerde hızla inşa edilirler.

II.Abdulhamid’in, Tanzimatçılardan aldığı en büyük ders, matbuat ve matbuata bağlı olarak yayılma alanı bulan şiir, roman, gazete, dergi ve bütün bunlardan daha yüksek bir ‘ikna’ gücü olan tiyatronun, toplumun hareket noktalarına yaptığı baskının toplumsal sonuçlarından aldığı derstir. II.Abdulhamid, masonların ısrarlı stratejileri ile katledilen amcası Abdulaziz’in ölümünü tepkisiz kalarak onaylayan ‘ikna edilmiş bir toplum’ görmüştür ve aynı toplum, açtığı okullara, yaptığı çağdaş yeniliklere karşı kendisinin tahttan indirilmesine yine tepkisiz kalmıştır. 


II. Abdulhamid’in cehalete karşı tarihin en kapsamlı reformlarını yapmış olması, İstanbul toplumuna, ölümünden sonra gizlice Divan yolundaki II. Mahmud Türbesine götürülen tabutunu davlumbazlı pencerelerden gözetleyen kadınların açlık kokulu sızlanışlarından ve ‘birkaç pişman olmuş mücrim’in gözyaşından başka teselli edici bir tepki kazandıramamıştır. İstanbul ikna edilmiştir III. Selim’den sonra dergâhlar, ocaklar, mahfiller, cami kürsüleri ve matbuat tarafından ikna edilmiştir; tarla sürülmüş ve zehirli tohumlar ekilmiştir. Toplumun ar damarı üzerinde yürütülen görsel ve işitsel implant operasyonları başarılı olmuş, yüz yıllık büyük bir tasarım süreci tamamlanmış ve 1908’de yeni ve kişiliksiz bir toplumun inşâsına sinemanın ikna gücü desteğiyle başlanmıştır.

Tiyatroların görsel ve işitsel implant etkisinin V. Murad’ın tahta çıkışı ve inişi ile olan ilişkisi, II.Abdulhamid’in tiyatrodan daha güçlü olduğuna inandığı yeni aracı, sinemayı erkenden saraya almasına neden olmuştu. 1894 yılında Thomas Alva Edison’un “Kinetoskop” adlı bir cihaz icat ederek kısa film sunumları yapmasından iki yıl sonra, 28 Aralık 1895’te Louis ve Auguste Lumiere kardeşlerin Sinematograf adını verdikleri  bir âletle Paris‟te Grand Cafe’de halka açık ilk gösteriminden bir kaç ay sonra Jamin adlı bir Fransız tarafından sinematograf Osmanlı ülkesine getirilmişti.

Eylül 1896’da Osmanlı Devleti’nin resmi kurumları tarafından  yeni icat  “sinematograf” hakkında  verilen raporda, sinematograf, ilmin yayılmasında insanlık için önemli bir araç olarak nitelendirilmiş, bu rapora binaen Bertrand adlı bir Fransızı saraya çağıran II. Abdulhamid, 1896’da, Saray’da özel gösterimler yaptırarak sinemanın gücünü kullanmayı tasarlamıştır.

Son İmparator, sinemanın İTC’li masonlar tarafından illüzyon aracı olarak kullanılacağını çok iyi bildiği için, örneği tanzimat romancılarınca bol bol sergilenen cinsel kökenli yayınların gücünü dikkate alarak 1903 yılında “Sinema Nizamnâmesi” yayınlamıştır. Nizamnâmenin on altıncı maddesinde “yabancı ülkelere ait olay ve görüntülerden edebe ve ahlâka aykırı olmayanlar -sayısı günlük programdaki resimlerin yarısını geçmemek üzere- büyük şehirlerdeki özel yerlerde halka seyrettirilebilecek, fakat hurafeye dayalı, faydasız ve münasebetsiz manzaraların gösterilmesinden uzak durulacağı” ifade edilmiştir. Ayrıca filmlerin gösterilebilmesi için devlet memurlarının onayı şart koşulmuştur.

Ancak ne Osmanlı ne de Cumhuriyet döneminde toplumun tepkileri belirgin bir olgunluğa erişememiş; ABD’deki gibi ne bir Hays Yasası endişesi taşınmış ne de 1934’te kurulan ‘İffet Cemiyeti’ gibi bir cemiyet açılmıştır. Abdulhamid’in halli ve sonrasında parçalanan Osmanlı, ar ve hayânın da gömüldüğü bir mezar olmuştur.

Cumhuriyet dönemiyeni birey ve toplum dizaynında İslam’ı ve ahlakı çok uzak bir fenomen olarak algılamayı tercih edenlerin yönettiği bir süreç vardır. Erkekleri savaşlarda yok olmuş, darmadağınık, dullardan ve yetimlerden oluşan bir toplum için geçerli olan tek sorun aç kalmama sorunuydu.  Bu toplumun itiraz edebilecek hiç kimsesi kalmadığı için, geleneksel yollardan gelen ve kadınların zihninde korunan ahlak yasaları, kadınların bedenleri üzerinden yürütülen ahlaksız bir savaşla savrularak zayıflatılmışlardır, çünkü amaç budur ve hâsıl olmuştur.

Osmanlı’da “müstehcenlik” gerekçesiyle bir filmin yasaklandığı belgelenebilen ilk olay, Ekim 1908’de Abdulhamid’in kontrolünün bittiği anda yaşanmıştır. Beyoğlu İstiklal Caddesi’ndeki Odeon Tiyatrosunda gösterilen bazı filmler müstehcen sahneler içerdiği için bazı seyircilerin şikâyeti ile yasaklanmıştır. 1939'a kadar da sinemanın ürettiği ahlaksızlara karşı resmî bir engel oluşmamıştır

Fransız firması Pathé’nin temsilcisi Romanya uyruklu Polonya Yahudisi Sigmund Weinberg,  II. Abdulhamid’in tahttan zorla indirilmeden bir yıl önce, II. Meşrutiyetin ilanı sonrasında hemen 1908’de, Türkiye’deki ilk sinema olan Pathé Sineması’nı yaptırmıştır. -Pathé veya Pathé Frères -Pathé Kardeşler-  Fransa'da 1896 yılında kurulmuş ve 1900'lü yılların başında dünyanın en büyük film ekipman ve üretim şirketi olarak 1908 yılında, uzun metrajlı bir filmi gösterime sokmuştu-

İlk Türk sinema gösterimi Cevat Boyer ile Murat Bey’in Şehzadebaşı’ nda 19 Mart 1908 de başlattığı gösterimdir. Şakir Seden ile Fuat Uzkinay, Türk sinemasının açılışını 6 Temmuz 1910’da gerçekleştirirler. Birinci Dünya Savaşı’nda yedek subay olan Fuat Uzkinay, 14 Kasım 1914'te Türk sinema tarihinin ilk belgesel filmini çeker. Ayastefanos'taki Rus Abidesinin Yıkılışı” adı verilen belgesel film 150 metre uzunluğunda ve İTÜ arşivindedir. Ordu Sinema Dairesi Başkanlığı'na getirilen Fuat Uzkinay, 1918’den sonrada ‘hizmeti’ne devam eder. Sonra17 yıllık müthiş dönem ahlaktan arındırma dönemi başlar ve Türk sineması Muhsin Ertuğrul ve Kemal Film ile firmalaşır.

Marmara Üniversitesinden Bilal Yorulmaz, ‘Dünya Sinemasında Manevî Değerlere Saygı, Hollywood, Türk ve İran Sineması Örneği’ başlıklı çalışmasının özet sunumunda Bu durumu şöyle anlatıyor:

“1896 yılında ortaya çıkan ve bir kaç ay sonra Osmanlı ülkesine ulaşan sinema, diğer İslam ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’ye de gayr-i müslim unsurlar ve yabancılar tarafından getirilmiş ve ilk filmler bunlar tarafından çekilmiştir. Bu durum Müslüman halkın sinemaya mesafeli durmasına sebep olmuştur. Cumhuriyet döneminde ise Muhsin Ertuğrul yeni rejimin tek yönetmeni konumuna yükselmiş ve yeniyi ikame etme adına eskiyi-Osmanlı ve kaçınılmaz olarak İslam’ı kötüleyen filmler üretmiştir. Türk sinemasında sonraki yıllarda sıkça kullanılan din ve dindara ait olumsuz klişelerin çoğu bu dönemde ortaya çıkmıştır. 1960’lı yıllarda Türk sinemasında Marksist etkinin artmasıyla bu klişelere kitlelerin afyonu din, köylüyü, işçiyi ezen ya da ezenlerin yanında yer alan dindar klişeleri de eklenmiştir. Dinin ve dindarın hakarete uğramadığı ilk filmler 1960-1970’li yıllarda ortaya çıkan Hazretli filmler furyası ile ortaya çıkmış, saygı duyduğu manevi şahsiyetleri perdede gören insanlar sinema salonlarına akın etmiştir. Fakat bu filmler sırf ticari gayelerle ve özensiz bir şekilde üretildiklerinden itikadi, fıkhi, tarihi hatalarla dolu yapımlar olmuşlardır. Ticari amaçlardan uzak, dini kaygılarla çekilen ilk filmler milli sinema akımı sayesinde gündeme gelmiştir.”

Yahudilerin, daha doğrusu Siyonist Yahudilerin kuklası olan masonların yönettiği Hollywood’un yaydığı şiddet ve cinsellik içerikli filmler, manevî değerlerini korumaya yönelik toplumsal tepkilerle karşılaştılar. Osmanlı’da olan her yerde oluyordu. Sinema’nın kadınları henüz bütün dünyayı kasıp kavurmuyorlardı. ABD savaşta yıpranmamıştı ve henüz dine saygısı olan bir topluma sahipti; direnebilecek araçları vardı.

1920’de Amerikalı rahip W.F.Crafts, Amerikan Sinema Endüstrisini, Şeytan’ın ve 500 adet Yahudi’nin elinden kurtarmak için senatoya ve kiliseye çağrıda bulunmuştu. Paniğe kapılan Hollywood yapımcıları ve dağıtımcıları, hızla bir dernek kurmuş ve derneğin başkanlığına da 100 bin dolar maaşla Presbiteryen Kilisesi Temsilcisi W.H. Hays’ı başkanlığa getirerek tepkileri yok etmeyi başarmışlardı.

1924 yılında yapımcılar çekecekleri filmlerin konu özetlerini Hays’e göndermekle sorumlu tutulmuşlardı; 1926’da kurulan SRC (Studio Relations Committe/ Stüdyo İlişkileri Komitesi) tarafından “Hays Code/Hays Yasası” ya da “Production Code/Üretim Yasası” olarak da bilinen film üretim yasası hazırlanmıştır. Tüm stüdyolar tarafından kabul edilen, ancak1968’de Amerikan mahkemesi tarafından konuşma özgürlüğü kanununa uymadığı için kaldırılan yasayı, 1930 yılında, Motion Picture Herald dergisinin yönetmeni Martin Quigley ile Cizvit Rahip Daniel A. Lord üç genel ilke üzerine bina etmişti:

1. Seyircilerinin ahlâkî standardını düşürecek hiçbir film çekilmemelidir. İzleyici suça, günaha, kötülüğe sempati duymamalıdır.
2. Sadece dramın gereklerine uygun doğru yaşam örnekleri sunulmalıdır.
3. Doğa ya da insani yasalarla alay edilmemeli. Bunların ihlaline sempati uyandırılmamalıdır.

Yapılmayacaklar:

“Kutsal şeylere saygısızlık: (Uygun dinsel törenlerle bağlantılı saygıdeğer bir biçimde kullanılmadığı sürece) Tanrı, Rab, İsa vb. sözcüklerin saygısız ve kaba ifadelerle kullanılması.Her tür  müstehcen çıplaklık: Gerçek görüntüsüyle ya da siluet halinde ve filmdeki diğer kahramanlar tarafından her hangi bir şehvet duygusuna yönelik hovardaca bir yaklaşım. Yasadışı uyuşturucu trafiği.  Herhangi bir cinsel sapıklık iması. Beyaz kölelik.  Irk karışımı (beyaz ve siyah ırklar arasında cinsel ilişkiler) Seks hijyeni ve zührevi hastalıklar.. Çocuk doğurma sahneleri- gerçek görüntüsü ya da siluet halinde-. Çocukların cinsel organları. Din adamlarıyla alay etme.  Herhangi bir ulusa ırka ya da inançlara kasıtlı hakaret”.

Ve dikkat edilecekler:

“Bayrağın kullanılması, Uluslar arası ilişkiler (başka bir ülkenin dinini,  tarihini, kurumlarını, önde gelen insanlarını ve vatandaşlarını uygunsuz bir biçimde göstermekten sakınma), Kundakçılık, Ateşli silahların kullanılması, Hırsızlık, soygunculuk, güvenliği bozma, trenleri, madenleri, binaları vb. dinamitleme (bunlarla ilgili çok ayrıntılı betimlemelerin aptallar üzerindeki etkileri unutulmamalıdır.), Zalimlik ve olası iğrençlik, Herhangi bir yöntemle cinâyet işleme tekniği, Kaçakçılık yöntemleri, Zorla bilgi alma yöntemleri, Suçun karşılığı yasal ceza olarak asma ya da elektrikli sandalye yoluyla idamlar, Suçlular için sempati uyandıracak durumlar, Kamusal kahramanlara ve kurumlara yönelik tutum, Kışkırtıcılık, Çocuklara ya da hayvanlara yönelik zalimce davranışlar, İnsanları ya da hayvanları dağlama, Kadın ticareti ya da namusunu satan bir kadın, Tecavüz ya da tecavüz girişimi, Gerdek gecesi sahneleri, Yatakta erkek ve kadın birlikteliği, Kızları kasıtlı baştan çıkartma, Evlilik müessesesi, Cerrahi operasyonlar, Uyuşturucu kullanımı, Yasa uygulamaları ya da yasayı uygulayan görevlilerle ilgili sahne ya da isimler, Aşırı ya da şehvetli öpüşme; (özellikle kötü kahramanlardan biri söz konusuysa)”

Birey ve toplum yapısını korumayı amaçlayan Hays Yasası’nı kaldırtan başkan da J.F. Kennedy’nin suikastle öldürülmesinden sonra yardımcısı olarak yerine geçen, Kıbrıs sorununda Yunanistan’dan yana tavır alan, ünlü Johnson Mektubu’nun sahibi, Vietnam katliamının asıl sorumlusu mason başkan Lyndon B. Johnson’dur. 

Hollywood, 1968’de Hays Yasası’nın önüne koyduğu engeller kaldırılır kaldırılmaz, yasaklanan ve dikkat edilecek olan ne varsa hepsini büyük bir hızla gerçekleştirecekti.

Şiddet, soft cinsellik, porno ve ve benzeri her türlü zaaf kışkırtıcısı faktör sinema salonlarında zevkle izlendi. Yeşilçam’ın Sedat Simavi; Ahmet Fehim, İsmet Fahri Gülünç ve Muhsin Ertuğrul’dan beri böyle bir sıkıntısı yoktu.

Senaristliğini ve yönetmenliğini Sedat Simavi’nin yaptığı, Müdafa-i Milliye Cemiyetinin güya gelirlerini artırmak için 1917 yılında çekip izleyiciyle buluşturduğu  “Pençe” filminde, evliliğin insana acı veren bir pençe olduğu fikri işlenmiş ve serbest aşkın övgüsü yapılmış ve nikâhın insanı sıkan bir pençe olduğu teması işlenmiştir. Kocasını aldatan Feride ve her önüne gelen erkekle düşüp kalkan Leman tipleri, Türk sinemasının ilk seksi kadın karakterleri olarak kabul edilmişlerdi.

Ahmet Fehim’in yönettiği, 1919’da İstanbul’daki Fransız işgal kuvvetlerinin komutanı General Franchet’in şehvet düşkünü, düşük ahlâklı bir Fransızı görünce “Fransızlar küçük düşürülüyor” diyerek yasaklattığı  “Mürebbiye” de  balıketli yapısıyla,  kolları ve göğsünün üst kısmını açıkta bırakan elbiseler giyen Rus asıllı Madam Kalitea, Dehri Efendi’nin konağında çalışırken, erkekleri baştan çıkarır.

1919’da Yusuf Ziya Ortaç’ın “Binnaz” adlı eserinden uyarlanıp, Ahmet Fehim tarafından yine Malul Gaziler Cemiyeti adına çekilen filmde, ilk defa bir göbek dansı sahnesi sinema da görülmüş, 1919 yılında Osmanlı Donanma Cemiyeti adına çekilen üçüncü yerli film ise İsmet Fahri Gülünç’ün yönettiği Fuat Uzkınay’ın görüntü yönetmenliğini yaptığı “Tombul Aşığın Dört Sevgilisi” olmuştu.

1922 yılında Mösyö Anderes adındaki bir Fransızın yönettiği “Esrarengiz Şark” filminde ilk defa bir Türk kadın oyuncu Nermin Hanım- rol almıştır. Yabancı iki maceraperestin iki Türk kızıyla yaşadıkları aşkı anlatan film Beyoğlu’nda kapalı gişe oynamasının yanında; başta Fransa ve Almanya olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde gösterilmişti.

Türk sinemasını 1922’den 1939’a kadar tek başına çekip çeviren dönemin tek temelli ve önemli tiyatro topluluğu olan “Dar-ül Bedayi”nin (sonradan İstanbul Belediyesi  Şehir Tiyatrosu) başındaki Muhsin Ertuğrul‟dur. Böylelikle yönetmeni, senaryocusu,  oyuncu kadrosu ve “repertuvarı”yla bir tiyatronun on yedi yıl bir sinema üzerinde egemenlik kurarak ahlak ve din bombardıman altında bırakılmıştı.

Muhsin Ertuğrul’un sansasyonel, halktan kopuk, kışkırtıcı tavırlarından dolayı Türk sineması, bir filmin çekilmesine yönelik ilk saldırı ve baskın gibi, olayları İstanbul’da Bir Facia-i Aşk-1922 filmini çekerken yaşadı. Sansasyon düşüncesiyle ele aldığı filmlerden biri de “Boğaziçi Esrarı” adlı film, Yakup Kadri’nin “Nur Baba” romanından uyarlanan, bir Bektaşi Şeyhi’nin kadın müritleriyle olan uygunsuz ilişkilerini konu edinen bir filmdi. Ancak film –belki Ertuğrul’un da umduğu gibi- halktan büyük bir tepki almıştı. 

Eyüp Camii avlusunda çekim yaparlarken saldırıya uğradıkları için film polis gözetiminde tamamlanan, ilk adı Nur Baba olan film “dinci çevrelerin tepkilerinden kurtarmak amacıyla” Boğaziçi Esrarı adıyla gösterime girdi. 1932 yılında çektiği “Bir Millet Uyanıyor” filmindeki “Molla Said” karakteri ise işgalci güçlerle işbirliği yapan hain bir din adamı olarak sunulmuştu.

Muhsin Ertuğrul’a göre; ‘Sinema, halkı hem eğlendiren hem de eğiten, izlenmesi daha kolay ama aynı zamanda tam da bu kolaylıktan dolayı toplumsal kodların değiştirilmesinde/modernleştirilmesinde daha pratik yollar içeren işlevsel bir sanattır.’

Muhsin Ertuğrul, Abdulhamid’in önleyemediği  sinemanın ikna gücünü kullanarak, gözlerden ve kulaklardan bireylerin ve toplumun ruhuna akıyor ve orada önceden tasarlanmış olan ve özellikle insan zaaflarına endekslenen bir tür inşâ ettiğini çok biliyordu.  Ertuğrul 1933 yılında  “Karım Beni Aldatırsa” filminde ilk kez tek parça mayolu Türk kızlarını yan yana dizip Can Can dansözleri gibi bacaklarını sağa sola sallayıp sonra havaya kaldırtarak herkese izletmeyi başarmıştır.

‘Karım Beni Aldatırsa’ “Söz Bir Allah Bir” filmlerinde kahramanlar modern karakterlerdir; görünümleri, ilgi alanları, yaşadıkları mekânlar ve kurgulanan davranışlar yeni Türkiye’nin hedeflenen  batılı yüzünü temsil etmektedirler. Kadın erkek ilişkileri 1930’lar Türkiye’sinin en modern kesimleri için bile “aşırı serbest” ilişkilerdir. Bir deniz sporları dershanesinde kürek hocası ile kadınlar arasında yaşanan ilişkiler, arkadaşının karısını, sevgilisini ayartan erkekler ve kocasını, nişanlısını aldatan kadın karakterler, dekolte giysilerle dans eden revü kızları Hays Yasası’na takılma şansını yakalayamamışlardı.

Muhsin Ertuğrul Tek Parti’nin resmi sinemacısı olarak’Ulusal bilinç ,Cumhuriyet etrafında bir araya gelme’ hayaliyle yaşamaktadır ve günden güne artan sinemanın kadınlarının gücünü kullanmaya devam etmiştir.  Tek Parti dönemi filmleri devletin resmî ideolojisini hakim kılmak gibi bir maskeyle, geçmişe ait ne varsa eleştiriyor, onunla alay ediyor, aşağılıyor ve herkese sınırsız cinsel özgürlük alanı açıyordu.


Muhsin Ertuğrul, “Aynaroz Kadısı‟ (1938) ve “Bir Kavuk Devrildi” (1939) filmlerinde Osmanlı adalet kurumunu ve bu kurumu temsil eden din adamlarını alaya alırken dinle cinselliği örtüştürerek aşağılık bir performans sergilemişti. Sinematografik özellikleri çağdaşlarına göre çok yetersiz olan filmleri, rakip sıkıntısı çekmeyen filmlerdi.

17 yıllık egemenlik Muhsin Ertuğrul’un saldırganlığını azdırmıştı. “Aynaroz Kadısı”nın oluşturduğu  sansasyon dalgaları  meclise ulaşarak, Muhsin Ertuğrul filmlerinin İslam düşmanlığını saklamayan cinsel açlığı körükleyen görüntülerinin tartışılmasına neden oldu.  

1939 yılı bütçesi  Bütçe Komisyonu’nda görüşülürken, bazı komisyon üyeleri bu filmin, halkın ar ve hayâ duygularını incittiğinden bahsedip, hazırlanmakta olan tüzüğün bir an önce yürürlüğe konulması gerektiğini belirtmişlerdir. Özellikle bu filmdeki Aynaroz Kadısı Yakup Efendi’nin Afroditi adlı bir Rum dilberine şarap içirerek güya ergen olup olmadığını anlamak üzere yaptığı deneme dolayısıyla gösterilen sahne, onun kötü niyetlerinin ortaya çıkmasına yol açtığı için, gerek sarf edilen sözler, gerekse Rum kızı rolündeki oyuncunun (Şevkiye May) giysileri ve tavrının genel ahlâka aykırı olduğu, yeni tüzükte bu gibi durumların önlenmesi talep edilmişti
.
Cinsellik yeterli bir din giyotini değildir. 1928 yılında asker emeklisi Tüccar Naci'nin Milletvekili Mahmut Bey'e gönderdiği bir raporda, açık saçık kadınların bulunduğu filmlerle, Yahudilik ve Hıristiyanlık propagandası yapan çok sayıda filmin bin türlü hilelerle Türkiye’ye sokulduğu ifade edilecekti…

2002 yılına kadar, tanzimattan sonra tasarlanan masonik saldırılar gözlerinden ve kulaklarından girerek insanların ruhlarını tâciz ettiler. Saldırılar bitmedi; ancak arkasındaki devlet desteği kesildi. İnsanlar, ikna koşuluna uygun olarak gerçekleştirdikleri ‘modern’ kurgularda utanma duygusunu yitirmiş olsalar da, doğal Hays Yasası kendisini tekrar üretti. 

Masonik çeteler, sinemanın bilime hizmet etmesini de engelleyemediler, II. Abdulhamid’in hayali gerçekleşti ve bugün kendi torunları, ‘yeni icat’la kendi filminin hazırlıklarını yapıyorlar.

Elbette, insanların sinema ve televizyon sunularıyla ikna edilerek yeni bir hayat yeni bir ruh arayışları sona ermeyecek. Türkiye, hem kendi adına hem de sınırları dışında yaşayan insanlar için, ulaştıracağı taptaze mesajları Kur’an’dan üretmek ve yaymak adına büyük sorumluluklar taşıyor.



Faruk Tamer,  17.02.2013, Görsel Eleştiri - Visual Critique  XXXVI

Okuma Parçası: Rockefeller ve İngiliz Kültür Heyeti bursları ile ABD ve İngiltere’de  tiyatro araştırmaları yapan Müşfik Kenter:

Seçkin Deniz Twitter Akışı