18 Nisan 2013 Perşembe

SA226/FT8: Perde Perspektifler, Sanat Militanları, Ahlâk ve Kolektif Namus Duygusu

“Politik iktidar bir gecede alaşağı edilebilir, fakat kültürel iktidarın değişimi öyle sandığın kadar kolay olmaz. An itibarıyla Türkiye'de yaşanan mücadele de budur."



Sanat tartışmalarının sürüp gittiği eski zaman dilimlerinde ‘sanat için sanat’ ya da ‘toplum için sanat’ diyerek çatışan iki grubun tartıştıkları şey aslında sanat değildi; ahlak temelli hayat felsefeleri ile ahlak karşıtı ideolojik perspektiflerin beslediği sosyal mühendislik projelerinin sanat yoluyla gerçekleştirilip gerçekleştirilemeyeceğine dair derin bir diyalektik çatışma  vardı ve bu çatışma en etkili savaş aracı olan sanat merkez alınarak yürütülüyordu. Bu tartışmalar 19. ve 20. yüzyılın ilk yarısına, toplum için sanat diyerek ahlakı savunanların etkileri yok olana kadar da sürdü.

21. Yüzyılın ilk çeyreği yaşanırken kazanan taraf ‘sanat için sanat’ diyen ahlak karşıtı militanlardı; berraklaşan da bu militanların sanat tartışmalarının arkasına sakladıkları ‘toplumu ahlaksızlaştırmak ve her türlü ahlak dışı düşünceyi, eylemi normalleştirmek için sanat’ düşüncesi idi. Küresel fotoğraf tamamlandığı için bu yaklaşımın bir komplo teorisi kapsamında değerlendirilmesi imkânsız.

2013 Nisan ayı istatistiklerine göre 12 ülkede eşcinsel evliliklerin yasal altyapıya ulaşması, normal evliliklerin gereksizleştirilerek sona ermesi, her türlü seks objesinin görsel materyallerle yaygın bir şekilde kullanılıyor olması, cinsel özgürlük adı altında her türlü ahlak dışı ilişkinin normalleştirilmesi, dinlerin –özellikle İslâm Dini’nin- terörün kaynağı olarak imaj saldırısına uğraması, artan ve yaygınlaşan alkol, uyuşturucu tüketimi, psiko-sosyal sorunların insanları yalnızlığa itmesi, şiddetin her türlü merhamet duygusunu yok ederek dünyaya egemen olması, yolsuzlukların, haksız kazancın ve illegal yollarla elde edilen servetin ürettiği yapay saygınlık, tüketicilerin aldatılması, bankalar ve diğer uluslar arası kuruluşlar eliyle soygun düzenekleri kurulması, vb sonuçlar toplamda ahlak temelli sosyolojik yapılanmaların sonunu getirdi.

‘Sanat için sanat’ perspektifi, çıplak kadın resimleri ve heykelleri ile başlayan, genel ahlak ilkelerini yıpratmak için kurgulanan romanların, şiirlerin, psikolojik kuramların, siyasetin, ekonominin, gazetelerin, dergilerin, sinema filmlerinin ve televizyon dizilerinin içine yerleştirilerek sürüklenen bütün bir insanlığın ahlaksızlaştırılması ve temelde tanrısız ve dinsiz bir forma yaklaştırılması için üretilen perde perspektiflerden sadece bir tanesi idi. Bilimsel tartışmalardan, sistem tartışmalarına ve ekonomi teorilerine kadar  esnetilen tüm alanlarda çok daha fazla perde perspektif vardı. Ancak sanat; görsel ve işitsel implantlar için çok daha etkileyiciydi.

Tanzimat dönemi ve hızla ilerleyen yıkılış sürecinde Osmanlı münevveri diye tabir edilen farklı ideolojik gruplardaki sanat tartışmaları da bu bağlamda batılı perspektiflerin kötü birer kopyası olarak yığıldılar ve imparatorluk çöktü. Cumhuriyetin ilk elli yıllık dönemine kadar ‘sanat için sanat’ köpükleri arasında gösteri yapanlar, kadınların ve erkeklerin cinsel polemiklerini güçlendirecek kalitesiz dedikoduları sanat diye pazarladılar, şiirlerde, romanlarda ve sinema filmlerinde ahlaka yapılan saldırılar sessiz itirazlara rağmen bir süre sonra yerlerini sağlamlaştırdılar. 

Ahlak binasına yapılan her türlü saldırıya karşı tavır alan Türkiye insanı ilkel, çağdışı diyerek püskürtüldü ve yapılan işin ahlakla ilgili olmadığı, sanatla, sanatın bileşenleriyle ilgili olduğu tezi işlendi. İnsan zaaflarının profesyonel stratejilerle kışkırtılması, karşı çıkan kalmadığı için artık sıradanlaşan bir olguydu. 

Bir romanın, şiirin, sinema filminin estetik değeri kadınların çıplaklığına ve cinselliğine endekslenmişti ve ahlak dışı ilişkilerdeki primitif çerçeveler modern-çağdaş bir konseptin parçaları olarak insanlara takdim edilirken; dans etmeyen, öpüşmeyen, bekâretini koruyan, içki içmeyen, erkekler ve kadınlar ilkel varlıklar olarak tasnif edildiler.

27 yıllık mesleğini sonlandırdığını açıklayan Yeni Şafak gazetesi sinema yazarı Ali Murat Güven, ‘Türk Sineması’nda Tüccar ve Sinema’ adlı kitabı için 6500 filmlik Türk Sinema Tarihi’ni yeniden gözden geçirdiğini, sinema tarihimizde 2500 civarında filmin eşler arasında aldatma üzerine kurulu olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Yeşilçam bu yönüyle hiç de masum değil; sinemadaki hâkim zihniyet toplumsal çürümede katkı sahibidir.” 

Sinemadaki ‘hâkim zihniyet’ dediği zihniyetin Muhsin Ertuğrul’un temsil ettiği, sabetayist ve masonik nitelikleri ayırt edici olan bir zihniyet olduğunu Ali Murat Güven’in 02.08.2012 tarihli yazısında anlattığı, Feleğin çemberinden defalarca geçip artık o çemberi başkalarına kiraya vermeye başlamış, ‘her şeyin farkında’ olan bir ‘ulusalcı’, askerlere yakın duran ve ülkede işlerin yeniden eskisi gibi yoluna girmesi (!) için "postal"dan medet uman ulusalcı bir yazar, iktidar döneminin özellikle ikinci yarısından sonra Ak Parti'nin gerek devlet gerekse toplum bazında "derin bir düşünsel dönüşüm" gerçekleştirmek üzere attığı bütün adımların amacı ve anlamının idrâki içinde “Pozitivist ideolojinin, çağdaş düşüncenin sonuncu bir kalesi daha var ki onu size asla teslim etmeyeceğiz. Çünkü, bu kalenin stratejik değeri politikadan da yüksek, ekonomiden de... Kültür ve sanat alanında kurulacak bir iktidardan söz ediyorum” diyen bir beyefendiye karşı verdiği tepki şu:

“Hem söylesenize, yalnızca Sabataycılar'ın ahkâm kestiği bir kültür-sanat arenasında izleyici olarak hayat mı geçer Allah aşkına? Bırakın da en azından aralarda farklı bazı renkler oluşsun!”

“Kendileri gibi düşünmeyenlerin ise bu meslekî örgütlenmeye(SİYAD) üye olabilmesi zaten mümkün değil... Oysa ki kültür-sanat ve medya alanındaki ideolojik despotizm, günümüzde artık iş dünyasında bile kalmadı. Gelin benim gazeteme, birbirinden bütünüyle farklı görüşlere sahip yüzlerce insanın omuz omuza çalıştığını görürsünüz. Fakat, ardından da gidin Hürriyet'e, Milliyet'e, Radikal'e, Show TV'ye, NTV'ye, farklı olanın ipini daha ilk haftasının sonunda çekmek üzere tetikte bir yönetici kitlesi... Tabiî, bu kurumlara taze işgücü pozisyonunda girebilmek için iş görüşmelerinde olmadık taklalar atılması, araya düzinelerce masonik referans konulması da çabası.

Ali Murat Güven’in adını vermediği sanat militanı beyefendi, sanat için sanat tartışmalarının arkasındaki ideolojik düşmanlığı bütün berraklığı ile anlatıyor:

“Bir ülkede gerçek hâkimiyetin kültür ve sanattan geçtiğinin farkındasın ki yazı dilindeki acelecilik ve öfke de yine buradan kaynaklanıyor. İslâmcılar 1960'lar ya da 1970'lerdeki gibi züğürt değiller... Tam aksine, sizinkilerde eşek yüküyle para pul var artık... Sokağa çıkıyorsun, arazi tipi pahalı araçlara binen türbanlıların sayısı çağdaş görünümlü kadınları üçe-beşe katlamış durumda... Fakat, bütün bu varsıllık içinden, ne taşrada, ne de büyük kentlerde İslâmî kesimden gerçek anlamda bir aydın refleksi, tutkulu sanat âşıkları çıkmaması seni öfkelendiriyor. Camiân ne sinemaya meraklı, ne tiyatroya, ne resme, ne müziğe, ne de başka bir güzel sanata... Bırak sanatı, milliyetçi-muhafazakâr kesimde satılan gazetelerin toplam satışları bir Hürriyet'in yanına bile yanaşamıyor. Tabiî, tirajdan kastım her kapıya tamamen beleşe üçer-beşer bırakılıp sonradan kesekâğıdına dönüşen naylon yayınlar değil; sahici bir okur iradesi ve sadâkatiyle bizzat bayiden satın alınıp takip edilen gazeteler... Bu anlamda, 50 binlik Cumhuriyet gazetesinin okurlarındaki o sağlamlık, sarsılmazlık, yekparelik, ideolojik bağlılık ve tutarlılık sizin hiçbir gazetenizin okurunda gözlenmiyor. Eh, bu kadar meraksız, heyecansız ve ilkesiz bir kitlenin parayı bulduğu ilk anda dağılacağının, ortada herhangi bir değerler sistemi kalmayacağının farkında olduğun için, doğaldır ki gidişât seni fena hâlde ürkütüyor. İnandığın düşünceleri topluma homojen bir biçimde yaymanın ve daha da önemlisi kalıcı olarak tutundurmanın tek yolunun kültür-sanat alanına hükmetmek olduğunu gördüğün için de kendi sektöründe bol bol iç ve dış düşman kazanarak, agresif bir 'kültürel cihad' yürütmeye çalışıyorsun. İşte, genç dindarlar için hararetli köşe yazıları yazmalar, kısa film yarışmaları düzenlemeler, sinema odaklı televizyon programlarıyla onları dürtükleyip aralarından yetenekli olanlara sahip çıkmaya çalışmalar falan... Ancak, para ve makâma bu kadar hazırlıksız yakalanmış, kültür ve sanatla tarihsel ilişkilerinde böylesine düşük profilli bir toplumsal çevreyi harekete geçirmeye uğraşırken, bir yandan da kendi trajedini yaşamaktasın. Çünkü, bu ta en başından kaybedilmiş bir mücadele... Sanat, dindarların hamurunda yok. Belki Endülüs ya da Selçuklu zamanlarında mimaride, gravürde falan belli ölçüde vardı; fakat en azından bir 400 yıldır artık hiç yok. Osmanlı'da da bu alanın egemen sınıfı değildiniz, şimdi de değilsiniz. Bu konuda köklü bir geleneğiniz oluşmadığından dolayı, sanatın sınırlarına ulaşamadan paranın sığ sularında kolayca boğulup gideceksiniz. Velhasıl dostum, senin adına üzgünüm. Fakat; şunu iyi bilmelisin ki sizlere bu kaleyi asla teslim etmeyeceğiz."

"Seni idealist bir insan olarak, birey olarak gerçekten seviyorum. Dâvâsında samimi ve coşkulu birisin. Fakat, beyninde taşıdığın bazı düşünceler ise benim düşmanımdır. Günü geldiğinde politik-bürokratik alana yönelik sızmalarınızı tek tek tespit edip, sizleri o yapılar içinden temizlemek çok kolay... Aynı şekilde, türedi zenginlerinizi yeniden köşeye kıstırıp etkisizleştirmek de... Ancak, kültürel-sanatsal iktidarı bir kez ele geçirirseniz, marijinal bir grup olmaktan çıkıp toplumu farklı bir ideolojiye doğru dönüştürmeye başlayacaksınız ki asıl hayatî tehlike bu noktada başlıyor. Benim durduğum yerden bakılınca, en önemli önceliğimiz söz konusu alana yönelik sızma girişimlerinize mümkün olan her şekilde karşı durmak... O yüzden, gerici sinemacıların cirit attığı bir sinema sektörü hayâllerini falan unut. Bu gibi bölgelere hiç giremeyeceksiniz. Ezkaza girmeyi başaranlarınızı da ya usulca dönüştüreceğiz, ya da aynen geri püskürteceğiz. Ha, en fazla ne olur? Aranızdan bir kaç cengâver oradan buradan borç bulup derme çatma üç-beş film yapar ancak... Onlar da sinema gibi sanat dallarının kendi mahallenizde kültürel bir karşılığı bulunmadığı için gişede iki seksen yatar. Size, ülkenin sanat piyasasında en fazla o ölçekte dans etme şansı tanınacaktır. Bundan hareketle ben de sana diyorum ki şimdiye kadarki bütün çırpınışların beyhudeydi. Kalemi keyif veren, dürüst biri olarak, yol yakın iken kulvarını değiştirmeye bak. Politik iktidar bir gecede alaşağı edilebilir, fakat kültürel iktidarın değişimi öyle sandığın kadar kolay olmaz. An itibarıyla Türkiye'de yaşanan mücadele de budur."

Sanat için sanat perspektifinin arkasına saklanan temel gerçeklerin bu kadar açık ve can yakıcı bir şekilde telaffuz edilmesi Ali Murat Güven’i üzecekti:

“Adam, benim kuşağımın ve ardımızdan gelen gençlerin sinema, tiyatro, müzik, resim, televizyon, yazılı basın, moda, reklâmcılık gibi elitist alanlarda söz sahibi olma mücadelesinin, bu gibi sektörlerde -halihazırdaki hayat felsefemiz gitgide deforme ve dejenere olmadan- sağlıklı bir bilinçle yer almamızın Türkiye'de ne gibi bir düşünsel dönüşüme yol açacağının dibine kadar farkındaydı çünkü... Öyle ki ülkeyi 2002'den beri yıldır yöneten iktidardan ve o iktidarın gölgesinde yeşerip palazlanmış bir zenginler kulübünden bile çok daha fazla farkındaydı vaziyetin... O yüzden de "kültürel-sanatsal iktidar" alanına bir tür "Çanakkale geçilmez" kararlılığıyla yaklaşıyordu.”

Ali Murat Güven 02 .10.2012 tarihinde ‘Sonuç itibarıyla, Yeni Şafak da, İslâmî basın da, sinema da, Tarkovski de, Mecidi de, Kim Ki Duk da, İslâmî kesim de onları çok sevenlerin olsun.  Ben, insanların birbirlerinden nefret ettikleri, her köşesi mide bulandırıcı bir gıybetle kaplanmış bu tımarhaneden aklımı daha fazla yitirmeden pılımı pırtımı toplayıp ayrılıyorum.” diyerek Yeni Şafak'tan istifa edecekti. Sabetayist ve masonik zihniyete karşı mücadelesinde yalnız kalmıştı

Emek Sineması yıkıldığı için yarım asırdır sürdürdüğü sinema yazarlığını “Emek yoksa ben de yokum” diyerek bıraktığını açıklayan Atilla Dorsay’ın Emek Sinemasının bulunduğu inşaat alanına zorla girmeye kalkması ile yaşadığı travmatik sıkışma, 350 sinema, dizi ve tiyatro oyuncusu ve yazarının destek açıklaması ile somutlaştı. Sinema ve sanat alanındaki iktidarlarını can siperâne korumaya çalışanların düşleri, İstanbul Şehir Tiyatrolarındaki tartışma ile yıkılmaya başlamıştı.

Oysa Dorsay yaşının verdiği rehavet ve doygunlukla çektiği resti, aldığı destekten  birkaç gün sonra geri almaya hazırdı. Dorsay’ın çelişkili tutumları alışıldıktı: 1997 yılında Remzi Kitabevi’nden çıkan kitabı ‘Sümbül Sokağın Tutsak Kadını’ında Türkan Şoray’ı anlattığı sözcüklerinde tam bir ahlak savunucusuydu:

"Elbette ben de modern görünümüm altında tipik bir Türk erkeğiyim. Belki tüm Türk erkekleri gibi kendime idol yaptığım Türkan Şoray'ın erdemli kalması, evinde oturması, medyaya malzeme olacak maceralardan uzak durması, her gün bir başka aşk dedikodusuna adının karışmaması benim kişisel ve kolektif namus duygumu tatmin ediyor. Yıllardır gönül bağı kurduğum bir oyuncunun kişisel ve duygusal yaşamında aşırı ve atılgan hiçbir şey olmaması bana hoş geliyor. Çünkü sonuç olarak ben de tipik bir Türk erkeğiyim. Böyle düşünmeme şaşılır mı?"

Atilla Dorsay, kolektif namus duygusunun tatmin edilmesi endişesine karşı sinema da ahlak endişesi olmaması gerektiğini, sinemanın etik değil estetik bir sorun olduğunu, kötü mesaj veren, sekse, kumara, şiddete teşvik eden filmlerin kötü filmler olamayacağını söyleyen ve sanatın insanları çok iyi yollara götürmesi gibi bir endişesi olamayacağını iddia eden bir sinema eleştirmeni. Kendisi için istemediği her şeyi, toplum için isteyebilen bir cesaretle savaş vermeye devam ediyor.

Türkiye, masonların ve sabetayistlerin egemenliğindeki sanat dükalığını yıkacak sistematik girişimlerden henüz uzak. İktidar Partisi’nin sanat tartışmalarında ortaya koyduğu vizyon, Muhteşem Yüzyıl dizisindeki görselliği etkilemişti, ancak köklü bir reform yapılacağına dair hiçbir iz yok.  Türkiye kolektif namus duygusunu yok eden her türlü sanat algısını ‘sanat için sanat’ çerçevesinden uzaklaştırıp ‘toplum için sanat’ trenine bindirmediği sürece, yetişen nesillerden, günlerini televizyon karşısında geçiren annelerden ‘ahlak’ temelli değişimler bekleme hakkına ne yazık ki sahip değil.

Faruk Tamer,  17.04.2013, Görsel Eleştiri - Visual Critique  XXXVIII



Ayşe Arman, Atilla Dorsay Röportajı, Kültür Konularında Ak Parti’ye Karşıyım

Seçkin Deniz Twitter Akışı