1 Temmuz 2013 Pazartesi

SA271/AÇ12: Taksim/Gezi Parkı Fonetiği: Kavramlar, Postulatlar, Teoriler ve Gerçek

“Batı, İslamlaştırılan bir Türkiye istemiyor. Ki bu Türkiye sadece boş oturmayacak, aynı zamanda tüm Müslüman dünyasını birleştirecek.” 
Jirinovski


Sonsuz Ark'ın Güncel Notu:
Brezilya'da sahneye konan istikrarsızlaştırma senaryosunu 22 Nisan 2016 tarihli
SA2789/TG188: Bir Stratfor Propagandası: "Brezilya Skandalı: Değişim İçin Bir Şans" başlıklı çeviride, 29 Nisan 2014 tarihli SA654/ KY11-TG17: Çift Taraflı Eski CIA Ajanı Raúl Capote ve Venezuelalı Öğrencilere İsyancı Eğitimi başlıklı çeviri'de de Küba ve Venezuela'daki CIA operasyonlarını, 2013 Mayıs-Haziran ve Aralık aylarında ortaya konan Türkiye hedefli aynı senaryonun uygulama aşamalarını, aşağıdaki analizde okuyabilirsiniz. 
Seçkin Deniz, 23.04.2016 


'Hayâl Şehir' İstanbul’un olağanüstü güzel lacivert boğazı, 2013 baharının son aylarında iki derin gruplaşmanın alevlenen diliyle çatışırken, her şey her zamanki gibi karmakarışıktı. Boğazın altından ve üstünden zıt yönlere ilerleyen su gibi, insanlar ikiye ayrıldılar. Sürtündükleri yer Taksim Gezi Parkı’ydı. Şiddetli iki akıntıdan daha da güçlenen dip akıntıydı; ancak itiraz eden birkaç yüzyıldır yüzeyden giden akıntıydı. Sesleri farklıydı, amaçları farklıydı.

Sosyoloji, geçmiş yapısal sorunsallarından kurtulamamış profiliyle sorunun konumu ve çözümüne yönelik öncül bir kimlik kazanamadı; doğası gereği her zamanki gibi yine çözümsüzdü; Sosyal Medya’nın etkileşim gücünü sosyolojinin ilgi alanına çekmek ve sosyolojinin yönetişim alanında kullanılabilecek veriler üretmesini beklemek ne yazık ki mümkün olmayacaktı. Dildeki ayrışma akademik dünya da da yaygındı.


Gezi Parkı’nda kitlesel özelliğe bürünen sesin fonetiği, daha geniş kitlenin geçmişte ve günümüzde pek seslendirilmeyen sesi gibi analiz edilmedi. Sessiz kitlenin, demokrasinin mevcut kurallarıyla tepki vererek değiştirmeye çalıştığı sistemin ürünü ve sürdürücüsü olma özelliğine sahip ‘eski egemen’ diğer kitle, Gezi Parkı’ndaki yaya geçiş düzenlemesini ‘bahane’ olarak kullanıp ‘çevreci’ bir kimlikle Gezi Parkı’ını işgal etti. Belirlenmiş ağaçların sökülüp başka bir yere taşınmasına izin vermeyeceklerini söylediler.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin ve Taksim Gezi Parkı’nın bulunduğu Beyoğlu Belediyesi’nin sistematik bilgilendirme çalışması olmadığından, yapılmak istenen düzenlemeler halk tarafından anlaşılmadı.

Başlangıçta, İstanbul’un geçmiş yıllardan kalan çarpık kentleşme ve betonlaşma sorunlarına tepkisel olarak bakan söz konusu kitle dışından sesler de, Gezi Parkı’ndaki düzenlemeye olgusal olarak karşı çıktılar. Hemen hiç kimsenin yapılacak düzenlemenin içeriğine dair bir fikri yoktu.

Büyükşehir ve İlçe  Belediyesinin sorumluluk alanında bulunan sorun, enformasyon eksikliği nedeniyle gün geçtikçe genişleyen bir taban buldu. İstanbul Büyükşehir Belediyesine bağlı zabıta ekibinden yedi kişi, Gezi Parkı’ndaki protescu çadırlarını yaktı; kitlesel ayrışmanın somutlaştığı önceki örnekler gibi basit bir sorun birdenbire somutlaştı ve İktidar karşıtı bir eyleme dönüştü. İstanbul, Ankara, İzmir ve Adana gibi büyük şehirlerde dört-beş haftalık nicelik olarak dar, ancak nitelik olarak taşkın kitlesel eylemler yaşandı.

Güvenlik güçlerine, eylemleri naklen vermeyen televizyon kanallarına ait araçlara, İktidar Partisinin illerdeki binalarına, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Dolmabahçe’deki çalışma ofisine, İstanbul ve Ankara’daki ikametgâhına, Başbakanlık Binasına, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne yönelik saldırı ve işgal girişimleri gerçekleşti. Kısa bir süre önce Türkiye’nin bütün iç ve dış politikalarına yönelik her türlü muhalif yapı İktidarı destekleyen geniş toplum karşısına bir anda savaş algısı ile dikildi. Meskenlere sistematik olarak yayılan tencere, tava ve korna çalma gibi minik ve ısrarlı eylemler, sosyolojik ruhun tedirgin edilmesine yönelikti.

Gezi Parkı gösterileri ve eylemleri oluşturdukları yarıkla toplumu ikiye böldüler. Gösterileri destekleyenler ve gösterilere karşı çıkanlar. Ayrışma iyice derinleştiğinde farklılıkların asıl nedenleri de ortaya çıktı.

Gösterileri destekleyenler, İktidar Partisi’nin 10 yıllık kesintisiz iktidar döneminde uyguladığı politikalardan çıkar amaçlı zarar görenlerdi. Yaşam koşulları yoksulluk seviyesinin altına hiç düşmemiş olan, sosyolojik, kültürel, bürokratik, ekonomik, siyasî yapının elitleri ve onlarla birlikte kurumsal ve bireysel güç elde eden destekleyiciler olarak bu grup öfkeliydi.

28 Şubat, 12 Eylül darbelerinden ve son on yılda planladıkları darbe girişimlerinden başarısız oldukları için yargılananlar ve onlarla eklemlenmiş bir şekilde hayat süren sanatçılar, gazeteciler, yazarlar, hukukçular, akademisyenler, kurumsal ve bireysel işletmeler ve sivil toplum kuruluşları ve hepsinin çocukları, bazı dinsel argümanlar kullanan sol literatür eylemcisi gruplar, MLKP, PKK, DHKP-C gibi illegal örgütler, CHP, BDP, SDP (ve başlangıçta destekleyen, tabandan gelen tepkilerle desteğini çeken MHP) gibi partiler bu öfkeli grubun besleyenleri idiler.  

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 27 Haziran 2013 Perşembe günü  medyada paylaşılan, Başkent’te 23 göstericinin tutuklanması için hazırlanan fezlekesine göre, “Eylemleri fırsat bilen 10 terör örgütünün gösterilere katıldığı ve eylemleri bir kalkışma haline getirerek etkin oldukları gözlemlenmiştir. Eylemleri kontrol altına alarak kendi amaç ve ideolojisine kanalize eden terör örgütleri, şiddet eylemleri ile tehdit unsuru haline gelmiştir.”(1)

Ek olarak Başbakan’la ‘Otoriterleşme ve Diktatörlük’ başlıklı eleştiri sınırlarını aşan bir çatışma alanı üreten Fethullah Gülen adlı mustafî bir vaizin etrafında oluşan cemaatin ‘Gezi Parkı gösterilerini Erdoğan’ın zaaflarını gösterme aracı olarak kullanma gayreti vardı.  Sonsuz Ark yazarlarından Alper Selçuk, 11 Haziran 2013 tarihli, Çoğul Düşünce: 'Diktatör Gülen' başlıklı yazısında, darbecilere karşı işbirliği yaptığı Erdoğan’a karşı strateji değiştiren Gülen’i eleştirmişti :  “Gülen, 31 Mayıs 2013’te kemikleşen Gezi Parkı terörüne yönelik hemen her gün bir açıklama yapıyor ve Erdoğan’a yapıştırmaya çalıştığı Diktatörlüğü besleyip büyütüyordu.”(2)

Cemaatin medya gücü  Erdoğan karşıtı bir görüntü sergilemekten çekinmemişti. Zaman Gazetesi yazarlarından Abdülhamid Bilici 1 Haziran 2013 tarihi ‘Ak Parti’nin dünü, bugünü?’ başlıklı yazısında İktidar partisini orantısız bir eleştiri ile hedef tahtasına koymuştu “Ak Parti’nin ve dolayısıyla Türkiye’nin yarınını ilgilendiren şu kritik sorular vardı kafalarda: Eski vesayet geriledi ama yerine Ak Parti ne kadar demokrasi vadediyor? Yüzde 58’lik başarıyı getiren farklı kesimleri kapsayan demokratik çizgiden geri mi dönüyor?” (3)

28 Haziran’da gösteriler hızını kaybetmiş ve konu netleşmişken Fethullah Gülen’in cemaatine ait Today’s Zaman yazarlarından Emre Uslu,uzun süredir eleştirdiği Ak Parti’yi küresel yankıların netleştiği günlerde, Erdoğanizm başlıklı bir yazısında  son adıma yaklaştırmıştı. Diktatörlüğü ifade etmek için  "Türk medyasının hükümetin ağır baskısı altında olduğu artık açıktır."(4) diyecekti

Gösterilerin ilk günlerinde göstericilerle kan bağı ya da özgeçmiş bitişikliği yaşayan NTV ve CNNTürk, haber değeri kadar yer verdikleri yayınlardan dolayı eleştirildiler. Sürekli canlı yayın yapmamış olmaları, göstericiler tarafından şiddetle karşılandı. NTV Yayın aracı yakıldı ve CNNTürk ‘Penguen’ belgeseli yayınlamış olmakla alaya alındı ve protesto edildi.

CNN’nin olaylardan iki hafta önce canlı yayın araçları kiralamak için yerel medya ile ilişki kurduğu bilgisi kamuoyuna yayıldığında, CNN olayların durulduğu günlerde Taksim’den ve Gezi Parkı’ından kesintisiz 6-10 saat canlı yayın  yaparak Türkiye’de bir Türk Baharı olduğundan bahsediyordu. Canlı yayın konuklarından biri de yaptığı analizlerle ve  manipülasyonlarla Ak Parti  karşıtlığını saklamayan, neocon entstitülerin analistlerinden -daha sonra da ABD Temsilciler Meclisi’ndeki Gezi konulu oturuma katılan- Soner Çağaptay’dı.

Doğuş Yayın Grubu CEO'su Cem Aydın  4 Haziran’da yayın politikalarındaki stratejilerini açıklamaya çalıştı:  'Dengesizlikler içinde denge arayışı medyayı bu hale getirdi' (5). Cem Aydın’ın açıklamalarını dikkate alarak ‘endişelenen’  BBC, NTV’yi ortak yayın anlaşmasını askıya almakla tehdit etti ve sonuç aldı. BBC Küresel Haber Dairesi Başkanı Peter Horrocks baskı kurduğunu açıkça itiraf ediyordu:

“Türkiye'de geçen hafta protesto gösterilerinin başlaması ardından BBC, NTV'den programlarını herhangi bir müdahale olmaksızın ve eksiksiz yayınlamaya devam edeceği konusunda güvence talep etmiş, bu güvenceler de BBC'ye ulaşmıştır. NTV, protestolarla ilgili haberleri ilk günlerde yayınlamadığı için çalışanlarından ve izleyicilerinden özür dilemiş; uluslararası gazetecilik standartlarına bağlılığını hem izleyicilerine hem de BBC'ye yeniden teyit etmiştir. NTV şimdi Türkiye'deki protestoları bütün boyutlarıyla izleyicilerine aktarmaktadır.”(6)

Sonraki günlerde  CNN ve BBC Reuters aracılığıyla canlı yayınlarını sürdürdüler. NTV sahipliğini yapan şirketin bankalarına yönelik baskıcı, tehdit edici eylemler sonunda, NTV gibi CNNTürk de baskılara dayanamayarak sürekli canlı yayına başladı. 

Ancak bir hafta sonra NTV yayınlarını yetersiz bulan BBC Küresel Haber Dairesi Başkanı Peter Horrocks, BBC Türkçe'nin ''Dünya Gündemi'' programını yayımlamayan NTV'yle ortaklığın askıya alındığını açıkladı.(7)

HalkTV, UlusalTV sürekli canlı yayınlar yapabildiler. Muhalif Medya, küresel medya ile sıkı işbirliği içinde engellenmeksizin yayın yaptı. Buna karşılık Emre Uslu’nun "Türk medyasının hükümetin ağır baskısı altında olduğu artık açıktır." Önermesi,yanlış olduğu kanıtlanmış bir teoriden öteye gidemeyecekti. Tam tersine Gezi Parkı ile başlatılan bir operasyona destek vermeleri için büyük yayın grupları baskı altına alınmış, ABD’de ve AB ülkelerinde Erdoğan karşıtı medya kampanyası başlatılmıştı.

Almanya’da Bild Gazetesi Başbakan için 'Beton kafalı' ifadesini kullandı. Gazete, Ertuğrul Özkök'ün Gezi olaylarıyla ilgili yorumlarına yer verdi; Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üyeliği ile ilgili de anket başlattı. Focus dergisinde Türkiye uzmanı Udo Steinbach, Başbakan Erdoğan'ı "Beton kafalı" olmakla suçlayarak Esed'e benzer bir tavır gösterdiğini söyledi ve "Erdoğan yeni Hitler mi?" diye sordu. TAZ gazetesi Gezi olaylarıyla ilgili haberinde "Yeni Osmanlı klişeleri. Despotun Estetik Merakı: Gezi Parkı'nın yerine neden kışla yapmak istiyor? Basbakanın paranoyaları" gibi tanımlar kullandı. Der Spiegel dergisi, Erdoğan'ın "dünyanın en büyük ekonomilerinden birinin demokratik seçilmiş başbakanını değil, çıldırmış bir despotu andırdığını" yazdı. Dergi, Erdoğan'ın konuşmasını genel olarak "korkutucu, öfke dolu ve kutuplaştırıcı" olarak betimledi.

İtalya’da La Repubblica gazetesi "Erdoğan, kaslarını gösterdi" yorumuna , La Stampa internet sitesi, "Sultan Recep Tayyip Erdoğan'dan yüz binlerce gencin protesto hareketine demir yumruk" ifadesine yer verdi

Vatikan'da günlük ekonomi gazetesi İl Sole 24 Ore internet sayfasında "İmparatorluk rüyası gören Sultan", "Bu kez Erdoğan aldattı" diye yazdı.

Fransa’da Le Monde: Erdoğan ülkenin tepesinde soyutlanıyor , Abdullah Gül krizden, güçlenerek çıkabilir' demişti.

İngiltere’de The Telegraph "Akıllı olma zamanı" başlıklı yazıda Erdoğan'a "Aklını başına topla" çağrısı yaptı. The Economist Erdoğan’ın Osmanlı’da ilk kurumsal reformları başlattığı için tahttan indirilen ve öldürülen III.Selim tabanlı fotoğrafa Erdoğan’ı yerleştirerek, ona ‘Sultan’ dedi.(8)

BBC, “Erdoğan 'sınıra' vardı” diyordu: “ 2011'den önce var olan ılıman siyasi iklimin kötü yönde değişmesi onun için iyi olmadı. Başbakan'ın Türkiye için en iyi olanın ne olduğunu kendisinin bildiğini düşündüğü ve muhalefete müsamaha göstermediği algısı ekleniyor. Erdoğan, kendisine oy vermeyenlerin iradesi olmadan yapabileceklerinin sınırına vardı. O hâlâ Türkiye'nin en popüler politikacısı. Fakat ülkede kutuplaşma devam ederse, bu pek para etmeyebilir.” (9)

Wall Street Journal, Gezi göstericileri ile Başbakan Erdoğan arasındaki ihtilafın Türk ekonomisi için "ağır bir bedel" oluşturduğunu Erdoğan’ın taviz vermesi gerektiğini yazdı.

Washington Post, ABD'nin Türkiye'nin yardımına ihtiyacı olduğu bu dönemde "protestolar tehdidiyle karşı karşıya" olan Erdoğan'ın Suriye konusunda istediği gibi hareket edemeyeceğini öne sürdü. CHP Genel Başkanı Yardımcısı Faruk Loğoğlu'nun Erdoğan'ın "kanatları kısılmış" sözlerine de yer verdi.

"Erdoğan'ın havası yok oldu" diyen gazete Lehigh Üniversitesi'nden Henri Barkey'nin "Erdoğan ile ilgili algı, Avrupa ve ABD'de dramatik biçimde değişti" yorumunu yaptı.

Beyaz Türk dayanışmasına destek vermeyen akademisyen, sanatçı, işadamı, yazar vs gibi ünlü kişiler ‘yandaş’ klişesi ile tehdit edilerek Gezi Parkı eylemlerine destek vermeye zorlandılar. Baskı terörü sınır tanımıyordu. NTV ve bağlı şirketlerden biri olan Garanti Bankası Genel Müdürü ‘Ben de Çapulcuyum’ diyerek, şiddet üreten göstericileri ‘Birkaç Çapulcu’ diyerek niteleyen Başbakan Erdoğan’a karşı konumlanmak zorunda bırakıldı.  Boyner Holding’in sahibi Cem Boyner gibi gönüllü taraf belirleyenler de vardı. Taksim’de Koç Holding’e ait Divan Otel ise eylemcilere üs oldu ve lojistik destek verdi.

Gösteri grubunun ilk liderlerinden biri İktidar Partisi’nin 36 yıllık PKK terör sorununu çözme iradesinin farkında olan ve bu iradenin gerçekleşmesi için aktif olarak çalışan ve şiddet içeren göstericileri engellemek için kullanılan gazdan etkilenen BDP istanbul Milletvekili idi.Ancak BDP’nin kendisini temsilcisi olarak tanımladığı Kürtler kitlesel olarak bu eylemlerin içinde yoklardı.

Gösterilere karşı çıkanlar da birkaç yüz yıldır çıkarları hiç gözetilmeyen, ancak Ak Parti iktidarı tarafından önemsenen ve yaşam koşulları, satın alma güçleri gittikçe iyileşen %50’lik kesimden daha fazlasıydı.

Göstericilerin ve destekçilerinin yaşadığı travma on yıldır derinleşen bir tepkisellikle açığa çıkmıştı. Demokratik yollarla ifade edemedikleri düşüncelerini büyük bir coşkuyla darbe çağrısı yapan gösterilerle açığa vurmaktan, sık sık Başbakan’ı idamla tehdit etmekten hoşlanıyorlardı. Ak Parti İktidarı her seçimde arttırdığı oy oranı ile onları umutsuzluğa sürüklüyordu.

12 Eylül 2010’da yapılan referandumla  göstericilerin ellerindeki yargısal silahlar da normatif özelliklerine kavuşunca, AB standartlarında yapılan her yasal düzenleme için tepkisel bir karakter ürettiler. Bu karakter en küçük bir değişikliği şiddetle karşı çıkarak ve konuyu uluslar arası kamuoyuna taşıyarak önlemeyi düşünen bir karakterdi.

Demokrasi’nin tanımını kendileri yaptıkları halde bu tanımın yetersizliğini tartışmak istiyorlardı. Göstericilereve destekleyen kitleye göre, plebisit,  referandum ya da seçim bir çözüm olamayacaktı.

31 Mayıs ve 1 Haziran günlerinde göstericilerin destekçileri tarafından (gazeteciler ve yazarlar) artık bir isyan olarak tanımlanan gösterilerin, Twitter ve Facebook’da ingilizce, ancak manipülatif paylaşımlarla, Reuters,CNN ve BBC gibi küresel medya uzantılarının gösteri destekçisi canlı yayınlarıyla, konu bir demokrasi arayışına dönüştürülmeye çalışıldı. Gösterilerdeki şiddetin dozu artarak yaygınlaşınca, gösterilerin masumiyeti sorgulandı. Bir tiyatro oyuncusunun Twitter’daki kışkırtıcı  paylaşımı, gösterilerin örgütlü altyapısı olduğuna dair soruların artmasını sağladı.

Memet Ali Alabora’nın, “Ben Gezi Parkı’na 28 Mayıs’ta ağaçları ve İstanbul Kültürü’nü korumak için gittim. Üst üste uygulanan şiddet sonucunda mesele, ifade özgürlüğüne karşı uygulanan şiddeti protesto etmek haline dönüştü. Devamında da oraya gelenler, kendilerini ifade edemediklerini düşündükleri diğer meselelerde kendilerini ifade etmeye başladılar. Bu benim için de geçerliydi. Benim için mesele Gezi Parkı kadar Emek Sineması’nın yok edilişi, Şehir Tiyatroları’ndaki yönetmelik değişikliği, Devlet Tiyatroları’nın kapanmak üzere oluşu, Kadıköy’deki Kuşdili Çayırı, Haydarpaşa Garı gibi birçok meselenin ifade edilmesi haline geldi. Mesele “sadece” Gezi Parkı değil derken, bunu kast ediyordum.” Diyerek (10)  açıklamaya çalıştığı paylaşım şöyleydi: "Mesele sadece Gezi Parkı değil arkadaş, sen hala anlamadın mı? Hadi gel. #direngeziparkı"

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, Gezi Parkı olaylarının bir numaralı aktörü olarak sanatçı Mehmet Ali Alabora’yı suçlamıştı. Mehmet Ali Alabora'nın Sırbistan merkezli, Mısır, Tunus gibi ülkelerde de yönetimlerin devrilmesinde aktif rol oynayan Otpor adlı örgüt temsilcisiyle İstanbul'da görüştüğünü ve olayları planladığını öne süren Gökçek,: "Alabora, 2 yıl önce aynı konuyu deneme olarak 'Ayaklan İstanbul' adı altında yaptı. Yani Gezi Parkı'ndaki bu olayın daha küçüğünü, provalarını arkadaşlarıyla birlikte yapmış. Orada neler istediklerini, aynı bugünkü gibi söylüyorlar. Kendisinden bu Gezi Parkı'ndaki olayların olması için eğitim yapması isteniyor ve Alabora oynadığı 'Mi Minör' oyununda Gezi Parkı eylemlerinin provasını yapıyor. Burada halkı işin içine katıyorlar. Olaylar başlıyor ve CNN Alabora'yı buluyor, ekrana çıkartıyor. Bunların tesadüf olması mümkün mü?" diye sormuştu.(11)

Mehmet Ali Alabora’nın 11.11.2011’de Taksim Gezi Parkı’nı sahne olarak kullanıp  çektiği ‘Ayaklan İstanbul’ adlı video sonradan gelişen olaylarla birlikte  protesto gösterilerinin altyapısının varlığını kanıtlamak için kullanıldı.  Kurulan bağ mantıksız değildi. (12)

Gene Sharp’ın Diktatörlükten Demokrasiye adlı öğretisinin uygulaması olan The Revolution Business - Devrim Eğitimleri  ile ilgili video  ‘Ayaklan istanbul’ videosu ile organik bir bağ olduğunu  kanıtlayan içeriklere de sahipti.(13) Gezi Parkı Gösterilerinde uygulanan iktidarı temsil eden binaların  ve alanların işgali, göstericilerin arasına hızla sürülen araç, polise gül verme, duran adam ve tiyatrocu  Memet Ali Alabora (14), (15) İktidar Partisi Ak Parti’nin Gezi Parkı olaylarının araştırılması için Meclis Başkanlığı'na verdiği önergenin konusu olacaktı.(16)

Gezi Parkı olaylarında TBMM’de basın toplantısı düzenleyen AK Parti’nin ‘resmi’ söyleminin dışına çıkarak dikkat çeken eski Kültür ve Turizm Bakanı, Ak Parti Milletvekili Ertuğrul Günay: “Kuşkusuz ülkenin birçok yerinde sokağa dökülen insanlar tümüyle o parkı, yeşil alanı, o ağacın isyanını bilmiyor. Ama her birinin bir itirazı, hayatına başkasının karışmasından hoşnut olmadığı bir söz bir durum var. Gezi Parkı, bütün bu hayata karışan, onu kuşatan söylem ve ortama itiraz edenlerin, korkusuz bir toplumda özgürce yaşamak isteyenlerin toplandığı bir alan. ‘Mesele Gezi Parkından ibaret değil arkadaş!’ mesajıyla anlatılmak istenen de bu” diye konuştu. Ertuğrul Günay, gazetecilerin sorusu üzerine Parti içinden bazı vekillerden eleştiri aldığını ancak istifasının gündemde olmadığını söyledi.(17)

Fakat yapılan karşılaştırmalar Gene Sharp Öğretisi ile Gezi Parkı Eylemleri’nin örtüşmesi hemen her gün bir açıklama yapan Ertuğrul Günay’ı doğrulamıyordu.(18)

ABD Temcilciler Meclisi’nde yapılan oturumda göstericilerin talepleri ‘İnce Demokrasi Talepleri’ olarak lanse edilecekti. Gerçek öyle değildi ya da değildi; göreceğiz. Sessiz Kitle’nin incesinden daha azına razı oldukları demokrasi, ‘Sesli Kütle’nin ‘arzu konforu’na yetmiyordu.

Alkollü içeceklerin 22:00-06:00 saatleri arasında marketlerde satışını yasaklayan sıradan bir yasal düzenleme, yaşam alanlarına müdahale olarak algılandı. Yansıtılan ‘Alkol yasaklanıyor’ şeklindeki abartılı tepkiler gerçekçi değildi. Oysa bu düzenleme daha sert önlemler alan AB üyesi iskandinav ülkelerinden daha yumuşaktı; Cumhuriyet’in Kuruluş kanunlarından biri olan Medenî kanunun alındığı  ülkelerden İsviçre’deki standardın aynısı olma özelliğini taşıyordu.  Eylemler sürerken Sırbistan’ın Belgrad şehrinde, oteller dahil her yerde 22:00-06:00 saatleri arasında içki satışı yasaklandı.

Gezi Parkı’nda biriken  negatif energji, Kürtaj ve Alkol Satış saatlerine ilişkin düzenleme, Beyoğlu Emek Sineması’nın reformasyonu gibi konular ‘Beyaz Türk’ olarak tanımlanan gösterici kitlenin  dışavurum şeklini değiştirmişti. İktidar gücünün el değiştirmesi  ile diledikleri sektörel değişiklikleri yapma güçleri ellerinden alınmıştı.

Sessiz kitlenin hayatına doğrudan müdahale eden, onlara, üstleik onları aşağılayarak kendi hayat biçimlerini dayatan bir özgeçişe sahip bir kitleydi bu. Nesnel olması beklenemeyen bir kitle. Hareket ettirici güç olarak ‘bencil’ talepleri kullanan ve ‘öteki’nin hayat ve tercih hakkına asla izin vermeyi düşünmeyen bir kitlenin kontrol kaygısı gütmeyen, pervasız tepkileri sosyolojik analizlerden önce  ‘Bireysel Psikoloji’nin alanına girecek boyutlardaydı.

Başbakan Erdoğan’ın kanatlarının kısılmasını ve istifaya zorlanmasını amaçlayan gösterilerin, ilk ve son amacı arasında sistematik bir ilişki vardı. Çevreye karşı duyarsız bir ‘Başbakan’dan, taleplere duyarsız, geniş tabanlı bir iktidar partisinin lideri olmasına rağmen iktidardan zorla indirilmesi gereken bir ‘Diktatör’e.

Faiz Lobisi kavramı devreye girdiğinde organizasyon şeması netleşti. AK Parti genel Başkan yardımcı Hüseyin Çelik'in  "karşılamaya gitmeyin" açıklamasına rağmen Twitter üzerinden #WeAreErdoğan hashtag'iyle örgütlenen onbinlerce kişi, 7 Haziran günü saat  02:30’da , Kuzey Afrika Gezisi’nden dönen Başbakan Erdoğan'ı karşılamak için havalimanına akın etti. "Dik Dur Eğilme, Türkiye Seninle" pankartları ve sloganları ile karşılanan Başbakan Erdoğan: “Faiz lobisine rağmen buralara geldik. Faiz lobisi borsada spekülasyona girmekle bizi tehdit edeceğini zannediyor!” diyerek meydan okudu.

Sessiz kitle, Başbakan Erdoğan’a yönelik stratejileri sezmiş, Başbakan’ı Atatürk Hava Limanı’nda coşkuyla karşılamıştı; AK Parti’nin düzenlediği Milli İradeye Saygı Mitingleri Başbakan’ın Dünya’ya verdiği mesajların zemini olma özelliğini kazandı. 


Kazlıçeşme Mitingi, 16.06.2013, Zeytinburnu/İstanbul

 
Erdoğan seçmenlerince diktatör de değildi, istenmeyen bir adam olma özelliği de yoktu. Mitinglerde SP, MHP bayrakları taşıyan Erdoğan destekçileri dikkatlere doğrudan etki yaptı. Avrupa’da ABD’de, Balkanlar’da, Güney Asya’da, Filistin’de, Afrika’da Erdoğan’a destek gösterileri yapıldı. "Dik Dur Eğilme” gösterileri Erdoğan’ın dünya tarafından algılanma biçimine verilen açık bir düzeltme girişimiydi.

Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan, Başbakan’ın Faiz Lobisini hedef alan açıklamalarının  detaylarını, 11 yıllık iktidarın kısa profilini çıkararak anlattı:

"Şöyle bir kaç ay geriye dönün, Mayıs ayı, şükürler olsun Türkiye'nin dünya tarihine damgasını bastığı bir ay oldu. Şöyle bir hatırlayın bakalım, bu olaylar öncesinde Türkiye ne yaptı da neden bunlar oluştu? Bunlar öyle 3-5 ağaç için mi oluştu? Mayıs ayında, Cumhuriyet tarihinde ilk kez IMF'ye borcumuzu sıfırladık. IMF ile rollerimiz değişti. Yüzde 69 olan faizleri mayıs ayında yüzde 4,60'a düşürdük. Eğer bu olaylar olmasaydı faizlerimiz yüzde 2,5'e düşecekti. Bu rahatsız etti birilerini. Kimi rahatsız etti? Faiz lobisini rahatsız etti. Sonuna kadar da biz faiz lobisini rahatsız etmeye devam edeceğiz, kimsenin kuşkusu olmasın bundan. Çünkü bunlarda bir vampirlik, kan emicilik var, alıştılar Türkiye'nin kanını emmeye. 2001 yılında toplanan her 100 liralık verginin 86 lirası borcun faizine giderdi. Bugün ne oldu? Bugün toplanan her 100 liralık verginin 14 lirası faize giderken, 86 lirası millete hizmet olarak gidiyor. Bu rahatsız etti, bu battı birilerine işte, olay bu. Faiz lobisi, geçmişte emmeye alıştığı kanı ememiyor, sıkıntı bu. Bunların arkasında kimlerin olduğunu tek tek biliyoruz."(19)

25-27.06.2013 Haziran’da Amerika Temsilciler Meclisi’ne bağlı bir alt komisyon, Gezi Parkı olaylarıyla ilgili olarak Türk hükümetinin tavrını gündemine aldı. Temsilciler Meclisi ‘Avrupa, Avrasya ve Yeni Gelişen Tehditler Alt Komisyonu’ Gezi Parkı protestolarının bölge demokrasisi için ne anlama geldiğini görüştü. Komisyon, ‘Türkiye Kavşakta’ adlı toplantısına konuşmacı olarak ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi James Jeffrey, Washington Enstitüsü Türkiye Araştırmaları Programı Direktörü Soner Çağaptay ile Al Monitor ve Milliyet gazetesi yazarı Kadri Gürsel’i çağırmıştı.

Alt Komisyon Başkanı Cumhuriyetçi Partili California Milletvekili Dana Rohrabacher oturumun amacının, Türkiye’nin hem içeride hem de dışarıda karşılaştığı zorluklara yanıt verip veremeyeceğine, bunların Amerika’nın çıkarlarına ve değerlerine yönelik olası etkilerine bakmak olduğunu açıkladı.

Dış İşleri Bakanı Davutoğlu’nun ABD’ye Wall Street Eylemlerini ve ölümlü polis şiddetini hatırlatarak Türkiye’deki gösterilerin benzer gösteriler olduğunu söylemesinden sonraki açıklamalar tamamen değişmişti. Komisyon toplantısında ifade edilenler, Türkiye’den sert tepki almış ABD ‘nin yumuşamış görüşleriydi ve komisyona çağrılanlar çok ciddi Erdoğan karşıtlarıydı.

Dana Rohrabacher, Amerika’nın İsrail’le bağlarını şiddetle savunan bir politikacıydı. Beyaz Saray’ın Gezi Eylemlerinin en sıcak günlerinde sık sık Hükümete iktidara çağrısı yaptığı ve polis şiddetine dikkat çektiği günlerde Dana Rohrabacher,  Başbakan Erdoğan’ın Kuzey Afrika ziyareti dönüşü İstanbul Atatürk Havaalanı’ndaki konuşmasında ortaya attığı, daha sonra da 'Milli İradeye Saygı' mitinglerinde sıkça dile getirdiği ‘Faiz Lobisi’ ifadesinin, Yahudi karşıtı bir slogan olduğu görüşündeydi.

Rohrabacher, Gezi Parkı eylemlerinde Yahudi Lobisi’yle, American Enterprise Enstitüsü’nün (AEI) parmağı olduğu yönünde komplo teorilerine başvurulmasından rahatsızdı. American Enterprise Enstitüsü, merkezi Washington’da bulunan, sağ görüşlü ve serbest girişimcilikten yana bir düşünce kuruluşuydu. AEI aynı zamanda bir önceki Başkan George Bush dönemindeki politikaları şekillendiren Yeni Muhafazakarlar’ın (Neocons) etkili olduğu bir kuruluştu.

Türkiye’nin bir NATO üyesi olarak jeostratejik önemine dikkati çeken Dana Rohrabacher, son on yıl içinde Recep Tayyip Erdoğan idaresindeki İsrail karşıtı dış politika eğilimini, ‘rahatsızlık verici’ diye yorumluyordu. Başbakan Erdoğan’ın Suriye iç savaşı ve İran-Hizbullah ittifakının Suriye’ye müdahalesiyle birlikte Batı kampına geri döndüğünü belirtiyordu.

Gezi Parkı Eylemleri sürerken İsrail’den oluşan gerginliğin daha da uzun sürmeesine yönelik açıklamalar ve mutluluk gülücükleri geliyordu. Hedefte Erdoğan vardı.

Erdoğan hükümetinin kitlesel protesto eylemleri sonucu ‘sarsıldığını’ belirten Rohrabacher, hükümetin muhalifleri bastırmak için ‘şiddete başvurduğunu söylemiş, Rohrabacher, “Bu tarz taktikler, Erdoğan ve iktidar partisinin karakteri konusunda soru işaretleri yaratıyor” açıklamasında bulunmuştu.

ABD’nin Türkiye’den gördüğü sert tepkiyle eksen değiştirdiği gerçeği, Komite Başkanı Dana Rohrabacher’in toplantının açılış konuşmasına yansıdı. Oturumun Türkiye'yi "hırpalama" amaçlı bir oturum olmadığını, olaylara ve Türkiye'nin gidişatına dair bazı kaygılarının bulunması nedeniyle bu toplantıyı düzenlediklerini açıklamak zorunda kaldı. Gene Sharp, CIA ile çalışan bir stratejistti ve Dünya’da ABD’nin istediği ülkelerde renkli devrimler yapmakla ünlenmişti.

Milli İradeye Saygı mitingleri ABD ve AB’yi geri adım atmaya zorlamıştı. Geçmişte İstanbul boğazını yüzerek geçen  Rohrabacher, "yerel konularla alakalı kitlesel protestoların Erdoğan hükümetini salladığını ve hükümetin muhaliflere karşı sert tedbirlere başvurmasının toplumsal öfkenin yayılmasına katkı sağladığını" savunsa da açık bir U dönüşüyle “Bir dost olarak Türklerin yanımızda olmasına ihtiyacımız var”dedi. ABD Gezi Parkı’ndaki  rolünü itirafa mecbur kalmıştı.

Muhakkak ki bu dönüşün somut nedenleri de vardı. 4 Haziran 2013’da diplomatik pasaportlu 11 kişi gözaltına alınmıştı . 4 ABD, 2 İngiltere, 2 İran, 1 Hindistan, 1 Fransa ve 1 Yunan vatandaşı Gezi Parkı eylemlerinde kışkırtıcılık yaptıkları gerekçesiyle İstanbul Vatan Emniyet Müdürlüğü’nde sorgulanıyorlardı.(20)

Washington Institute'den ABD'nin eski Ankara Büyükelçisi James Jeffrey  yaptığı konuşmada, Beyaz Saray’ın ‘kaygılı’ açıklamalarına "protestoların ve hükümetin onlara verdiği karşılığın, Türkiye'nin giderek artan biçimde, birbirinden oldukça farklı iki siyasi gruba ayrıldığını gösterdi. Bizlerde en fazla kaygı yaratan şey de bu" diyerek açıklık getirmeye çalıştı. 

"Göstericilerin en azından bazılarının, radikal, şiddet yanlısı köklere sahip ve dünyanın en büyük kentlerinden birindeki ana trafik merkezini haftalarca tıkamaya herhangi bir hükümet sınırsız izin vermeyecektir. Ancak hem gözlemcileri hem de beni ve ABD hükümetini rahatsız eden şey, bazı anlarda barışçıl protestolara görünürde ayrım gözetmeden güç kullanılması. Belki daha da rahatsız edici olan yönü, hükümet liderlerinden tümü değil ama bazılarının tavırları.  Başbakan Erdoğan'ın protestocu heyetle görüşmesi ve park meselesine çözüm bulmada akla yatkın bir poziyon benimsemesine rağmen, Erdoğan da dahil olmak üzere bu liderler, genel anlamda protestocuların tamamını kötü gösterdiler."

Başbakan Erdoğan ile Cumhurbaşkanı Gül arasında net bir ayrım olduğu tezi eski büyükelçinin açıklamalarından açıkça anlaşılabiliyordu. “Erdoğan gitsin Gül gelsin” konulu teori de böylece yerleşeceği gerçeklik değerini bulmuştu. Jeffrey, Milli İradeye Saygı mitinglerinden aldığı dersi de şöyle yorumlamıştı:

"Protestolar, Erdoğan hükümetinin düşmesine yol açmaz, 2015 seçimlerinden önce kesinlikle böyle birşey olmaz. Bence hükümet hala çoğunluk desteğe sahip."(21)

Davutoğlu’nun ABD’ye tepkisi ve ABD’nin seri dönüşünün kısa öyküsü aşağıdaki gibiydi:

ABD, Türkiye’ye seyahat edecek olan ve Türkiye’de bulunan vatandaşlarını uyardı. Beyaz Saray ve ABD Dış işleri, Tunus Mısır, Libya ve Suriye’de olduğu gibi kaygılarını ifade etti. ABD konuyu Arap Baharı perspektifinden değerlendirdiğini açıklamalarıyla yansıttı. Yapay olarak oluşturulan Erdoğan aleyhindeki küresel algıyı derinleştirdi.

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’ 5 Haziran 2013’te ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin, Gezi Parkı eylemlerine yönelik polisin sert müdahalesini ‘kaygı verici’ olarak nitelemesine, sert cevap verdi “Türkiye’ye ikinci sınıf demokrasi diyemezsiniz!” (22)

Aynı gün  ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Jen  Psaki, ABD Dışişleri Bakanı Kerry'nin Türkiye'yi hiçbir şekilde kategorize etme gibi bir çabasının bulunmadığını söyledi. Psaki, "Ancak bazı kaygılar olduğunda da Bakan Kerry ve bakanlıktaki diğer yetkililer çekimser duramaz ve geçtiğimiz birkaç gündür polisin acımasızlığına yönelik kaygılarımız var ve barışçıl gösterilerin onaylanmasına yönelik çağrımıza devam edeceğiz. Bu, bizim dünya genelinde yaptığımız bir şey. Bakan Kerry'nin, yapılması gerekenler noktasındaki inancını dile getirme, olaylarla ilgili sakinlik çağrısına desteğini ifade etme ve Bakan Davutoğlu ile çok pozitif çalışma ilişkisine sürdürme dışında, Türkiye'yi hiçbir şekilde kategorize etme gibi bir çabası yoktu" diye konuştu.

"Yani Türkiye'yi ikinci sınıf demokrasi olarak değerlendirmiyorsunuz?" sorusuna Psaki, "Hayır" yanıtını verdi. (23)

Ancak CNNTürk haberine göre Türk Amerikan Konseyi, Türkiye'nin Amerikalı Dostları, Türk Amerikan İş Konseyi ve Dış Ekonomik İlişkiler Konseyi'nin 32. yıllık konferansında  ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, Türkiye’nin Ekonomik gelişiminin demokrasiyi gerilettiğini ima ederek, Beyaz Saray’ın sert tutumunu sürdürmüştü:

"Türkiye’nin geleceği Türkiye halkına aittir, başka hiçbir kimseye değil. Ama ABD sonuca kayıtsız kalacak gibi görünmeyecektir. Bugünün Türkiyesi, seçimlerin galibini kuvvetlendiren ama muhalifleri de koruma altına alarak, demokrasi ile ekonomik gelişmenin arasında bir seçim yapılmasına gerek olmadığını gösterme şansına sahiptir. Polisin aşırı güç kullanımının bazı esnalarda ortaya çıkmasından çok endişeliyiz ve tam kapsamlı bir soruşturma çağrılarına destek veriyoruz. Aynı zamanda Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve diğerlerinin durumu yatıştırmaya dönük çabalarını memnuniyetle karşılıyoruz. Bunun ülkeye etkisinin olacağından umutluyuz ve olumlu bir adım olduğunu düşünüyoruz."(24)

CNNTürk, Biden’in konuşmasının keserek/seçerek  vermiş, aynı toplantıda konuşan Başbakan yardımcısı Ali Babacan’ın söylediklerini atlamıştı.(25) Aynı Toplantının UsaSabah’taki haberi çok daha farklıydı.

Joe Biden, Türkiye'nin ABD'nin hayati bir ortağı olduğunu belirterek, "Bir müttefik ve stratejik, ekonomik ve demokratik ortağınız olarak sizin başarınız, ABD'nin tamamen çıkarınadır. Türk halkı kendi geleceklerinin yazarları olacaktır. Ancak şunu bilmeliler ki, Türkiye, Cumhuriyetin kuruluşunun 100. yılını kutlarken, ABD de bu geleceğin daha güvenli, refah ve demokratik olmasına yardım etmek için bir müttefik ve dost olarak yardıma hazırdır. Ülkenizin gidişatına dair bir şüphem yok .Açık olan şu ki, sorunlarını sadece Türkler kendileri çözebilir. Türkiye'nin geleceği, Türkiye halkına ait, başka hiç kimseye değil" (26)

ABD’nin Erdoğan’ı yalnızlaştırma girişimleri geri püskürtülürken Avrupa Parlamentosu' ABD’ye paralel bir Erdoğan kuşatması planlıyordu.  13 Haziran’da Türkiye'de Gezi Parkı olayları nedeniyle yaşanan gelişmelerin değerlendirildiği ortak rapor oy çokluğu ile kabul edilmişti. 

Raporda 31 Mayıs sabahından itibaren orantısız güç kullanıldığı, ateşlenen gaz kapsüllerinin direk sivilleri hedef aldığı, ölüm ve yaralanmalara sebebiyet verildiği belirtilirken protestoların halkın değişik kesimlerinden destek bulduğu ve eylemlerde kadın-erkek oranının eşit olduğu, anayasanın ifade özgürlüğünü garanti altına alan 26, 27 ve 28. maddelerinin de hatırlatıldığı raporda, göstericilerin son dönemlerde azınlıkta kalan fikirlerin yeterince temsil edilmemesi, otoriter şekilde hükümet etme, hukukun üstünlüğü ilkesinin eksikliği ve adil yargılanma konularında seslerini yükselttikleri belirtilerek bu serzenişler karşısında Türk medyasının kötü bir sınav vererek sessiz kalmayı tercih ettiği ve bunun yanısıra twitter kullanıcılarının gözaltına alındığına yer verilmişti.

AP’de kabul edilen rapor Almanya, İngiltere, Fransa, Yunanistan, İspanya ve İtalya’daki kamu yararını ve güvenliğini amaçlayan polis şiddetinden pek de farklı olmayan Türkiye’deki polis şiddetini  temel kabul ederek açıkça Erdoğan’ı, Erdoğan’ın otoriterleşmesini hedef alıyordu. AP Türkiye’yi uyarıyordu:

“Türk hükümetini barışçıl eylemler karşısında daha sert önlemler almaması konusunda uyarıyor, Başbakan'ın konu üzerinde gerginliği azaltıcı, birleştirici ve uzlaştırıcı bir pozisyon almasını temenni ediyoruz.  Türk hükümeti ve Başbakan Erdoğan'ın uzlaşma adına geri adım atmak, özür dilemek veya halkın önemli bir kesiminin reaksiyonlarını anlamaya çalışmak konusundaki isteksizliğini ve kutuplaşmaya yol açan tepkilerini esefle karşılıyoruz. Cumhurbaşkanı Gül'ün yapıcı ve ılımlı yaklaşımları ve açıklamalarından ayrıca Sayın Arınç'ın zarar gören vatandaşlarla ilgili özür dileyen açıklamalarından memnuniyet duyuyor, onların başta Taksim Platformu olmak üzere çeşitli temsilcilerle diyaloğa açık olması ve diyalog çağrısı yapmasının öneminin altını çiziyoruz”

AP, Hükümete saygısızca talimatlar da veriyordu:

“Basın hürriyeti ve medya çoğulculuğunun AB değerlerinin temelini oluşturan ilkelerden olduğunu hatırlatıyoruz. İnternet ortamı da dâhil Türk medyasındaki bozulma, kötüye gitme, artan otosansür hakkında endişelerimizi dile getiriyoruz.  Medyanın büyük bir bölümünün çok farklı başka alanlarda ticari çıkarları da olan az sayıda sermayaderin sahipliğinde olmasının doğurduğu sonuçlar konusunda endişelerimizi yineliyor, medya sahipliği alanında yeni yasalar yapılması çağrımızı da yineliyoruz."(27)

Aynı gün Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Avrupa Parlamentosu'nun Türkiye hakkında aldığı kararın kabul edilemez olduğunu belirterek, Türkiye'ye iletildiğinde aynen iade edileceğini söyledi:

"Avrupa Parlamentosu'nun Türkiye söz konusu olduğunda böyle bir tutum sergilemesini kabul edilemez buluyoruz. Üst bir dille Türkiye'ye yönelik uyarılar içeren ama bu arada hiçbir şekilde, fikir ve gösteri hakkını kullanan samimi kitlelerle şiddet kullanan marjinal gruplar arasında ayrım yapmayan bir üslup benimsenmiştir. Türkiye hiçbir şekilde hiçbir ülkeden ya da ülke grubundan bu konularda ders alma ihtiyacı olan bir ülke değildir".

Uluslararası medyanın Türkiye'ye son günlerde bakışının oryantalist bir açı olduğunu dile getiren Davutoğlu, "Türkiye'nin imajını uluslararası alanda olumsuz yönde etkilemeye dönük çabalara da kesinlikle izin vermeyeceğiz. Son günlerde uluslararası medyada ve bazı açıklamalarla Türkiye'nin yükselen profilini düşürme ve bir imaj operasyonu yapma çabalarına da izin vermeyeceğiz"

Davutoğlu Başbakan Erdoğan’ı da öne çıkaran tepkisi netti:

"Türkiye Cumhuriyeti devleti bu temel ilkeleri hep benimsemiştir, benimsemeye de devam edecektir. Eğer herhangi bir şekilde yanlış bir uygulama varsa hukuk devleti içinde bunun da gereği yapılır. Zaten Sayın Başbakanımızın açıklamalarında da bu konuda herhangi bir yanlış uygulama varsa gerekli denetimin gerekli teftişin yapılacağı vurgulanmıştır. Bu işlem de yapılmıştır. Hukuk devleti ilkeleri içinde Türkiye gösteri özgürlüğünü de koruyan, kaygılarını açık bir şekilde ifade etmek isteyen herkese bu imkanı tanıyan tutumu sergilemeye devam edecek. Ama kimsenin de ülkeyi bir kaos ortamına çevirmesi veya böyle bir görüntü ve imaj oluşturma çabasına da izin vermeyeceğiz."

"Aynı gün emniyet güçlerimizin Taksim'den çekildiği anlarda Frankfurt'ta da benzer bir protesto gösterisinde benzer yöntemler kullanılmıştır. Bu açıklamanın içeriğine bakıldığında son derece dengesiz bir biçimde sanki hiçbir şiddet kullanmayan protestoculara dönük aşırı şiddet kullanılmış gibi bir hava verilmeye çalışılmaktadır. Türkiye ve hükümetimiz her zaman özgürlükleri savunacaktır. Gösteri özgürlüğünü hukuk devleti kuralları içinde yaşatmaya devam edeceğiz. Bu anlamda Taksim Gezi Parkı'nda olan gençlerimiz, sivil toplum kuruluşu temsilcilerimiz ile bu gösteri hakkını şiddete dönük olarak istismar etmek isteyen marjinal gruplar arasına kesin bir çizgi koyuyoruz. Bizi rahatsız eden şudur. 'Türkiye'deki gelişmelerden kaygılıyız' ifadesi rahatsız edicidir"

Başka ülkelerde yaşanan benzer gelişmelerle ilgili olarak "kaygılıyız" ifadesinin kullanılmamasını eleştiren Davutoğlu, Paris'in varoş bölgelerinde 2005 yılında yaşanan olayları anımsatarak, "Eğer o dönemde Fransa demokrasisi için 'kaygılıyız' ifadesi kullanılmamışsa, Türk demokrasisi için de kullanılamaz. Kim kullanırsa buna karşı mesajımız net ve açık olur. Türk demokrasisi Fransız, İngiliz, Alman demokrasisi kadar olgundur ve kendi içinde problemleri çözecek araçlara sahiptir. Türkiye hiçbir ülkeden ders de almaz, yönlendirme de kabul etmez" (28)

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu,  ABD ve AB’ye yönelik eleştirilerini sürdürdü. 17 Haziran 2013’te Rixos Grand Ankara Hotel'de düzenlenen Yurt dışı Vatandaşlar Danışma Kurulu Toplantısı'nın açılışında yaptığı konuşmada,'”Yaşadığımız süreç de, bu gücün ve kudretin test edilme çabasıdır. Bunu test etmeye de kimsenin gücü yetmeyecek, Her siyasi sorunu aşarız, her kültürel meseleye çözüm buluruz, her ekonomik krizi aşarız, yeter ki özgüvenimiz olsun. Yeter ki kendimize, ait olduğumuz millete, mensubiyet hissettiğimiz medeniyete, vatandaşı olmaktan gurur duyduğumuz devlete güvenimiz sarsılmasın. Aslında son 3 hafta içinde yaşananların eğer tek bir hedefi varsa, bu özgüveni sarsmaktır.' demişti.

Türkiye'nin son 10 yılda ekonomide ve dış politikada elde ettiği başarıları anlatan Davutoğlu, bütün bu devrimlerin arkasında özgüvenin yattığını ifade ederek, “Şimdi birileri bu özgüveni sarsmak istiyorsa, biz topluca, 76 milyon ve dışarıdaki bütün vatandaşlarımızla birlikte 'Hayır' diyeceğiz. Bir kere bu milletin damarlarına bu özgüven aşısı yapılmışsa hiçbir güç onu durduramaz. Hiçbir güç bu özgüvenimizi kaybetmemize yol açacak şekilde bir psikolojik harekât yapamaz!” demişti.(29)

Fransız Yeşillerin üyesi, Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eş başkanı Helen Flautre, 5 gün sonra  18 Haziran 2013 günü Brüksel'de AP Dış İlişkiler Komitesi üyeleri Türkiye ile yaşanan gerginliği tartışırken, “Yargı ve temel haklar ile adalet, özgürlük fasıllarını açmış olsaydık şimdi çok daha tutarlı olurduk ve kendimi daha iyi hissederdim" " diyecekti. Davutoğlu ABD’yi ve Avrupa’yı ikiyüzlülüklerini ve çifte standartlarını itirafa zorlamıştı.    
            
Avrupa Parlamentosu'nun (AP) birçok üyesi, yargı ve temel haklar ile adalet, özgürlük ve güvenlik fasıllarının müzakerelere açılmamış olmasının Avrupa Birliği'ni Türkiye karşısında "tutarsızlığa" düşürdüğü konusunda mutabık kaldı.  Flautre, her iki faslın açılmamış ve daha da kötüsü açılış kriterleri dahi belirlenmemiş olmasının, AB'nin temel hak ve özgürlüklerle ilgili Türkiye'ye yapacağı tavsiyelerin etkisini azalttığını belirtti. Flautre, AB üyelerinin 26 Haziran'da açılıp açılmayacağını tartıştığı Bölgesel Politikalar faslının da Türkiye'deki çözüm süreci açısından önem taşıdığını, AB'nin bu dönemde Türkiye ile ilişkileri zayıflatmak yerine güçlendirmenin yollarını araması ve diyalog kapısını açık tutması gerektiğini ifade etti.

AFET Başkanı Alman Hristiyan Demokrat Elmar Brok ise AP genel kurulunda geçen hafta kabul edilen Türkiye kararıyla AFET heyetinin Türkiye'de temas ve incelemelerde bulunmasının anlamının kalmadığını ve ziyaretin iptal edildiğini söyledi.

 Brok, AFET heyetinin ziyaretiyle ilgili AB Bakanı Egemen Bağış'la yaptığı telefon konuşmalarının "faydalı olmadığını" belirtti. Brok, "Türkiye ile ilişkilerimizi derinleştirmek istiyoruz. Mevcut durumda temasların sürmesinden ve Türkiye'nin Avrupa perspektifinin gelişmeye devam etmesinden yanayız" dedi.(30)

Almanya Başbakanı Angela Merkel, Gezi Parkı gösterilerinde polis şiddetini bahane ederek 26 Haziran'da açılması gereken Bölgesel Politikalar faslını bloke ediyor, sonbahardaki seçimde Türkiye karşıtı bir söylemle iç politikaya yatırım yapıyordu. AB’den sorumlu Bakan Egemen Bağış, Merkel’e Sarkozy’nin Türkiye muhalifliğinin bedelini seçilemeyerek ödediğini, Merkel’in de seçim sonrası balık tutmaya gidebileceğini hatırlatıp alay etmişti. Alman Hristiyan Demokrat Elmar Brok, Egemen Bağışla bu yüzden faydasız bir görüşme yapmıştı.

Gazeteci Faruk Aslan ‘a göre Merkel’in ya da Almanya’nın başka amaçları da vardı: “Almanya’nın yoğun Türkiye ilgisi, Ergenekon ile bağlantılarından kaynaklanıyor. Derin Almanlar, uzun süredir vakıfları aracılığıyla, Türkiye`nin, etkin, dinsel ve mezhepsel farklılıklarını ele alıyor, bu farklılıkları derinleştirerek ulus devleti zaafa uğratmaya çalışıyorlar. Türkiye`de cumhuriyetin kuruluş felsefesi olan Kemalizm’in iflas ettiğini ve bu haliyle Avrupa Birliği’ne alamayacaklarını her fırsatta dile getiriyorlar. Türkiye`deki, yerel yönetimlere işlerlik kazandırıp, federatif sistemi Türkiye`de tanıtmak ve yerleştirmek, için çaba sarf ediyorlar. ‘Alevi İslamı’ adında müslümanlıktan soyutlanmış bir Alevi kimliği oluşturma projeleri hızla devam ediyor. Militan Kürtleri siyasileştirip Türkiye’nin başını ağrıtmaktan hoşlanıyorlar.” (31)

Merkel yenilecek ve geri adım atacaktı. 25 Haziran 2013 ‘da Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Türkiye'nin AB müzakere sürecindeki "Bölgesel Politika ve Yapısal Araçların Koordinasyonu" başlıklı 22. faslın açılmasına ilişkin, "Faslın geri dönülmez bir karar ile açılması teyit edildi'' dedi.. Davutoğlu, Almanya Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle ile yaptığı görüşme sonucunda Avrupa Birliği adına Genel İşler Konseyi'nin Türkiye ile 22. müzakere faslının açılmasına karar verdiğini öğrendiğini söyledi. Westerwelle ile son birkaç gün içinde birçok kez görüştüğünü dile getiren Davutoğlu, dün gece yaptıkları görüşmede bir metin üzerinde mutabık kaldıklarını, bu sabah da AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton, Genişlemeden Sorumlu Komiseri Stefan Füle, İsveç Dışişleri Bakanı Carl Bild ve İtalya Dışişleri Bakanı Emma Bonino ile görüşerek metin çerçevesinde gelişmelere katkıda bulunmalarını talep ettiğini söyledi. (32)

22. Faslın açılması kesinleştikten üç gün sonra , 28 Haziran’da Avrupa Parlamentosu (AP) milletvekili ve Romanya eski dışişleri bakanı Adrian Severin, Avrupa Parlamentosu’nun Gezi Parkı olaylarına ilişkin Türkiye kararını eleştirerek gerçeği teşhir etmişti:  “Üye ülkelerdeki duruma bakmadan Türkiye’yi kınamak iki yüzlülük ve ben bu çifte standarda sessiz kalmayacağım!”

Romen parlamenter, “Gezi parkı olayları sonrasında yaşananlarda dış mihrakların parmağı olabilir mi?” sorusuna,  “Bu ihtimali dışarıda bırakamam. Suriye ve çevredeki benzeri ülkelere ve bölgedeki jeopolitik çıkarlara bakıldığında bu tarz müdahalelerin tarihte ilk defa olmadığını görürüz. Bazı ülkeler, hükümetler, siyasi aktörler bölgelerinde ciddi roller oynayan ülkelerdeki problemlerden faydalanma yoluna geçmişte de gitmiştir. Türkiye de herhangi bir ülke değil, jeopolitik rolü olan ve bunu başarıyla oynayamaya çalışmış bir ülke.”diyerek cevap verdi.

Adrian Severin dürüsttü:

“Türkiye’de yaşananların Arap baharı ile karşılaştırılmasını da yanlış, Türkiye demokrasinin eksiklikleri konusunda konuşabiliriz ama Avrupa ülkeleri dahil hangi ülkede demokratik sıkıntılar yok ki” (33)

Rusya temkinliydi. Rusya Federasyon Konseyi Dış İlişkiler Komitesi Başkan Yardımcısı ve askeri uzman Valeriy Şnyakin, 05 Haziran 2013’te ,Türkiye’deki protesto durumunun giderek istikrara döneceğini ve Arap Baharı senaryosunun yaşanmayacağını söylemişti: 

“Türkiye, İslam dünyasının özel bir ülkesi. Laik ve demokratik bir devlet ve Erdoğan’ın durumu çözeceğini, protestoculara tavizde bulunacağını düşünüyorum.Son seçimlerde partisi en fazla oyu kazandı. Protestonun, farklı görüşte insanları, sağcıları, solcuları, milliyetçileri, liberalleri, demokratları, çevrecileri ve diğerleri birleştirdiği dikkat çekici.”


Buna karşılık Şnyakin tuhaf bir şekilde, TSK’yı kışkırtıyordu:  “Ordu hiçbir şey yapmadı. Erdoğan’ın son dönemlerde askeri eliti zayıflatmaya yönelik politika uyguladığı unutulmamalı. Bununla birlikte, askerleri siyasetin dışına iterek bazı başarıları elde etmiş olmasına rağmen, yine de askerlerin yaşananlara kayıtsız kalacağı söylenemez.”

Şnyakin, Erdoğan karşıtı dile yatkın bir ayrıntıyı da sözlerinin arasına sıkıştırmıştı:  “Başbakan Erdoğan, mantıklı ve akılcı bir politikacı ve silah gücünü kullanmasının puanına darbe vuracağını ve önümüzdeki yıllarda iktidarda kalma arzusuna son vereceğini çok iyi anlıyor. Ayrıca, böyle bir senaryo, iktidar elitinin bölünmesine, tüm takip eden sonuçları ile birlikte, yol açacak.”

Dış faktörün de dikkate alınması gerektiğini söyleyen Şnyakin, ne bu ülkeyi Ortadoğu’daki kilit müttefiki olarak gören ABD’nin, ne de Avrupa’nın Türkiye’nin istikrarsızlaşmasını istemediğini söyleyerek ilginç bir analiz yapmıştı: “Türkiye’deki durumun gelişmesi, ABD için tüm Ortadoğu politikasının soru altında kalması anlamına gelir. Avrupa da bu ülkede durumun kötüleşmesini istemiyor. Bu yüzden protesto etkinliğinin giderek sona ereceğini düşünüyorum.” (34)

 Oysa ABD ve Avrupa Türkiye’nin istikrarsızlaştırılması ve Erdoğan’ın iktidardan uzaklaştırılması için çalışıyordu. Aynı gün aşırı sağcı Rus Liberal Demokrat Partisi Başkanı Vladimir Jirinovski, Türkiye'de "turuncu devrim" yaşandığını söylemekteydi:  "Bir bakınız Türkiye'nin 48 kentindeki 90 eyleme. Amaç ne? Batı, İslamlaştırılan bir Türkiye istemiyor. Ki bu Türkiye sadece boş oturmayacak, aynı zamanda tüm Müslüman dünyasını birleştirecek. Batı'ya bu lazım değil! Batı'ya aynı zamanda yeni Osmanlı İmparatorluğu da lazım değil. Rusya ve Çin'in de işine gelmez. Demokratların, sosyal demokratların, hatta askerlerin geri dönmesi işimize yarar. Erdoğan'ın geleceği yok!" (35)

Yukarıdaki analize göre Gezi Parkı eylemlerinin tek amacının yerel ve küresel işbirlikleri ile Başbakan Erdoğan’ı istifaya zorlamak olduğunu netleştirmiş oldum. Ancak yine de bu gerçeğin karşı taraftan nasıl göründüğünü anlamaya ihtiyacımız var.

20 Haziran’da, Erdoğan’a ve AK Parti İktidarına muhalif olan Vatan Gazetesi yazarı Reha Muhtar, kendisinden beklenmeyen bir açık yüreklilikle yazdığı yazısında Ecevit’in  Başbakanlık’tan uzaklaştırılma senaryosunu anlatmış ve aynısının Erdoğan’a da yapıldığını söylemişti:

“Sorun iktidar değil, Ecevit” demekle, “Sorun AKP değil, Tayyip Erdoğan” demek arasında hiç fark olmadığını, aslında aynı operasyonun, aynı stratejinin, aynı taktiğin aynı tanıdık ve mahut çehreler tarafından senaryolaştırıldığını o kadar iyi bilmekteyim ki... Gazetecilikten bahsedecekler şimdi elbette.. Etik gazetecilikten değil mi?.. Sırtını ulusal ve uluslararası sermayeye dayayıp, derin konsorsiyumların “etki ajanı” olarak görev yapacaklar... Sonra “ahlaklı ve etik gazeteciler olarak”, toplumu operasyonlarla suni olarak şekillendirdiklerinin tarihini yazmaya soyunacaklar, öyle mi?...

Tayyip Erdoğan’ın birçok hataları bulunduğunu, otokratik bir kişiliğe meyyal olduğunu, toplumun cumhuriyetçi ve laik kesimleriyle iyi diyalog kuramadığını düşünüyordum... Cumhuriyetçi kesimler arasında iktidarının son döneminden çok fazla “muzdarip”in varlığını fark ediyorum... Fark etmez Ecevit‘in de bir sürü yanlışı ve hatası vardı ülkeyi yönetirken...

Bunların hiçbiri bu insanların “derin operasyonlarla” seçimle geldikleri iktidardan, abidik kubidik yöntemlerle düşürülmelerini gerektirmiyor... Operasyon yapanlar, kendi rol aldıkları operasyonların kendi biçimlendirdikleri tarihini yazmaya soyunuyorlar...  Tayyip Erdoğan’la gönül bağım olmadı hiç... Oysa şu anda yapanların ne anlama geldiğini bilecek kadar şerbetliyim... Ecevit’e de aynısını yapmışlardı...

Hiçbir şey sonsuza kadar gizli kalmıyor değil mi?.. Gün geliyor operasyonlar ve hesaplar birer birer ortaya dökülüyor... Bülent Ecevit nire?.. Tayyip Erdoğan nire?.. Fakat uluslararası paranın merkezleriyle takıştınız mı, istediklerini yapmadınız mı adınızın önünde “Laik-İslamcı, Cumhuriyetçi-Osmanlı, Bülent-Tayyip” yazmış, fark etmiyor... En yakınınızdakiler “öne sürülerek” sizi bitirmek için operasyonun düğmesine basılıveriyor...” (36)

Yine 20 Haziran’da Star Gazetesinde hiç beklenmedik bir isimden hiç beklenmedik bir röportaj yayınlandı. Eski TBMM Başkanı ,Gizemli yapısı ve kapalı toplantılarıyla gündeme gelen Encümen-i Dâniş’in Başkanı Necmettin Karaduman, Başbakan Erdoğan’a destek verdi:

 “Hükümet özellikle ekonomik açıdan önemli hamleler yapmış ve ülke güçlenmiştir. Bizi zayıf görmek isteyen devletler ekonomik açıdan güçlü olmamızı arzu etmezler. Hükümetin PKK sorununu çözmesi çok yerinde oldu ve desteklenmesi lazım. Bu süreç sona erdirilmek istenirken olumlu bir neticeye vardırılması temin edilmeli. Bunlar Türkiye’yi hep güçlendiren şeyle. AK Parti memleketin korunması açısından takdir edilecek politikalar yürüttü. Muhalifler bunu görmek istemiyor. CHP, başarılı görünmüyor” dedi.(37)

Gezi Parkı eylemlerinin en şiddetli günlerinde The School for Advanced Studies in the Social Sciences (EHESS) Paris’te çalışan sosyolog Nilüfer Göle’nin Today’s Zaman’da yayınlanan analizi fantastik bir kurgunun detaylarıyla doluydu. Nilüfer Göle,  Tarihçi İlber Ortaylı’nın “kitap okumuyorlar, koklaşarak iletişim kuruyorlar” diyerek özetlediği eylemcilere yeni bir kuşak tanımı yapma kaygısı güdüyor, Erdoğan’ı hedef tahtasına koymakta sakınca görmüyordu. Analizinin özü sosyolojik değil politik ve ideolojikti: “Kamusal yaşam, tek pehlivanlı meydana dönüştü. Yeni bir vatandaşlığın provası yapılıyor.”

Nilüfer Göle, hareketi masumlaştırıcı bir yerden karşı taraftı, bakıyordu, tespitleri de nesnel değildi:

“Gözümüzün önünde yepyeni bir hareket doğuyor. Katılımcıların kendisi de hoş bir şaşkınlık içinde. Kendi seslerini duymanın, eylemlerinin birleştirici gücünü görmenin coşkusunu, sevincini yaşıyorlar. Tansiyon beş gün sonra bile halen yüksek.Tedirginlik veren çatışma korkusu, polis baskısı, yaralılar, insan kayıplarına rağmen, şenlik havası hakim. Bu hareket, tüm gözlemcilerin belirttiği gibi yeni bir eşiğe işaret ediyor. Hareketin adını koymaya çalışıyoruz. ‘68 Fransız başkaldırısını hatırlatanlar, Arap baharına gönderme yapanlar, occupy wallstreet’i de kapsayan Avrupa “kızgınlar hareketi”ni kendine daha yakın bulanlar var. Gezi meydan hareketi ise bunların hepsi ve hiçbiri. Hepsinden bir unsur taşıyor. Hepsi gibi sokağa çıkma, meydanı işgal etme, vatandaşın nöbet tutma hareketi. Ama hepsinden ayrılan bir özgünlüğü var. Fransa 68 gençlik başkaldırı hareketi, uzun süren De Gaulle iktidarının yıpranması sonucu kıvılcımlanan, “yeter” sloganıyla gençliğin sokakları işgali ve polisle çatışması. Gezi meydan hareketi de, 68 hareketi gibi, on yıllık iktidarın kişiselleşmesine “yeter” artık diyen bir başkaldırı hareketi.”

Göle, neden-sonun ilişkilerinden yoksun analizinde paket kabul dayatması ile meşguldü:

“İktidarın biber gazı ve polis gücüyle müdahelesi kamusal alanın boğulduğunu, zehirlendiğini gözler önüne serdi. Vatandaşın evinden işinden koşup, çoluk çocuk, tencere tavalarıyla bu dalgaya katılması bu tespitin paylaşıldığını gösteriyor. Gezi öncesi, kamusal alan daralıyordu. İfade özgürlüklerinin kısıtlanması, gazetecilerin yargılanmaları, muhalif seslerin susturulmaları, işten atılmaları, oto sansürün yaygınlaşması canımızı acıtan bir biçimde, en son Hasan Cemal olayının ayyuka çıkardığı gibi, epey zamandır gündemde.”

Diğer  karşıtlar gibi, sosyolojik alana kaydırılmış sosyolojik krema tadında bakışını şöyle noktalıyordu Nilüfer Göle:

“Erdoğan’ın kişiselleşen iktidarı, Kars’taki heykelden, İstanbul’daki AKM projesine kadar, kendi zevkini, ufkunu dayatma alışkanlığı, insanların kendi hayatları, çevreleri, kentleri konusunda iktidarsızlaşmasına sebep oldu. Kamusal yaşam, tek pehlivanlı meydana dönüştü. Yeni bir vatandaşlığın provası yapılıyor.”(38)

Koç Üniversitesi yapılırken kesilen  binlerce ağacın tartışıldığı o günlerde, ağaç katliamına yönelik eleştirilere, gösterilere destek vermek amacıyla konuşan Yazar Orhan Pamuk farkında olmadan ters katkı yapmış, CHP iktidarı’nda Taksim ve Gezi Parkı’nda yapılan ağaç katliamını anlatmıştı:

“Taksim Meydanı bütün İstanbul’un kestane ağacıdır ve korunmalıdır. İstanbul’da 60 yıldır yaşıyorum ve bu şehirde yaşayıp Taksim ile ilgili bir hatırası olmayan birisini hayal bile edemiyorum. Alışveriş merkezine çevrilmek istenen eski Topçu Kışlası’nın ortasında 1930’larda resmi maçların oynandığı mini bir futbol stadyumu vardı. 1940 ve 1950’lerde İstanbul’un gece hayatının merkezi ünlü Taksim gazinosu Gezi parkının bir köşesindeydi. Sonra bütün bu binalar yıkıldı, ağaçlar kesildi, yenileri dikildi ve parkın kenarına bir dizi dükkan ve İstanbul’un en ünlü resim galerisi açıldı. “ (39)

Nilüfer Göle’nin dilindeki agresif akademik ayrışmanın anlattıklarından başka bir akademisyenin dilindeki bakışı görerek Gezi  Parkı eylemlerinin ve kuşak  histerikliğinin sabitleşmesini sağlayalım. Ankara Strateji Entstitüsü’nden Prof. Dr. Halil İbrahim Bahar, ‘Gezi Parkı'nda sosyolojinin kötüye kullanılması’ başlıklı analizinde:

“Gösteriye katılan gençlerin doğum tarihlerinin aynı dönemlerde olması, onları 'sosyolojik kuşak' yapmaz. Sosyolojik bir kuşağın olması için hükümet karşıtlığı da yeterli değildir! Sosyolojik kuşağın olabilmesi için ortak bir ideolojinin, kültürün, güçlü bağların, karşılıklı etkileşim kalıplarının ve iradenin olması gerekir.” diyerek yaygınlaştırılmak istenen algıya itiraz ediyor ve:  

“Gezi Parkı gösterilerinin, park meselesinden, kitlesel bir siyasi muhalefete dönüştürülmesi sürecinde, bazı çevreler sosyolojiyi kendi ideolojileri çerçevesinde kötüye kullandılar. Sosyolojinin kötüye kullanılması geçmişte de yaşandı. Kalitatif çalışmalardan kantitatif sonuçlar bile elde edilmeye çalışılarak, sosyolojinin herkes tarafından bilinen genel kuralları yok sayıldı. Kalitatif verilerden toplumsal genellemelerin yapılmasına ve politik duruşlara, sosyolojik şemsiye altında meşruiyet sağlama çabalarına tanık olduk.” diyordu.(40)

(Claudia Roth, Taksimde)

Sonuç olarak Gezi Parkı Eylemlerinin ana hedefi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın istifaya zorlanmasıydı. Bu başarılamazsa ardıl hedef, Erdoğan’ın kanatlarının kısıtlanması ve böylelikle Türkiye’nin küresel güç olma hedeflerinin ve ekonomik, siyasî, sosyolojik ve psikolojik gerçekleşmelerindeki toplam kalitenin artmasını engellemeye yönelik hem yerel hem de küresel anlamda karşı kazanımlar elde etmek olacaktı. Organize ilişkiler ağı ve yaşananlar ortadaydı. Faiz Lobisi’nin şiddet ve terör günlerinde yaptığı işlemler de araştırılıyordu zaten.

Gezi Parkı’ındaki ağaçlar Taksim Kışlası’nın yapımındaki minik engeller olmuşlardı, ancak Ayasofya’nın ibadete açılmasıyla ilgili sosyolojik hareketlilik gün geçtikçe hacmini büyütüyordu. 1960 Askeri darbesi ile müzeye çevrilen Trabzon Ayasofya Cami 53 yıl sonra ibadete açılmıştı. Recep Tayyip Erdoğan, Jirinovski’nin dediği gibi, sadece kendisi değildi: “Batı, İslamlaştırılan bir Türkiye istemiyor. Ki bu Türkiye sadece boş oturmayacak, aynı zamanda tüm Müslüman dünyasını birleştirecek.”




Adil Çelik, Sonsuz Ark, 11.05.2013- 30. 06.2013


Not: İşte Gezi'de yer alan Mossad ajanları 20.11.2013


http://www.ahaber.com.tr/Gundem/2013/11/20/iste-gezide-yer-alan-mossad-ajanlari





Kavramlar:

Fonetik: Ses bilgisi ya da fonetik sözcüğü, Yunanca “ses” anlamında olan phōnḗ sözcüğünden türetilen ve “işitilen, duyulan” anlamına gelen phōnētikós sözcüğünden gelmektedir. Ses Bilgisi, dilsel seslerin öğelerini araştırır. Ses Bilgisi; Modern Dilbilim, Biyoloji, Akustik Bilimi, Sinir Bilimi, Tıp ve diğer bilimlerle ilişkili olan kendine özgü, disiplinler arası bir alandır. Ses Bilgisinin araştırma nesnesi, konuşulan dildir. İşlevsel Ses Bilgisi, Ses Bilim gibi konuşulan dili farklı açılardan ele alır. Ses Biliminde “dil sistemindeki ses birimlerin işlevleri”, Ses Bilgisinde ise sözlü ifadelerdeki özellikler söz konusudur ve Ses Bilgisi, fen bilimlerinin yöntemlerini kullanır. Ses Bilgisinin amacı görgül dil üretimi ve bu üretimin algılamasının imkân ve sınırlarını araştırmaktır.
Postulat: Kendiliğinden apaçık olan ve böyle olduğu için öteki önermelerin temeli ve ön dayanağı olan temel önermeye belit , aksiyom ya da postulat denir.

Terör ya da Terörizm: siyasal, dinsel ve/veya ekonomik hedeflere ulaşmak amacıyla sivillere; resmî, yerel ve genel yönetimlere yönelik baskı, yıldırma ve her türlü şiddet içeren yolun kullanımıdır. Terör uygulayan organize gruplara terör örgütü; terör uygulayan şahıslara ise terörist denir.
Özgürlük: En genel haliyle, özgürlük, bağlı ve bağımlı olmama, dış etkilerden(etkenlerden) bağımsız olma, engellenmemiş ve zorlanmamış olma halini dile getirmektedir. Buna paralel baska bir gündelik tanımı, insanın kendi kararlarını kendi istemine ve düşüncelerine göre belirleyebilmesi, ve kendi seçimlerini kendi iradesi ile yapabilmesi olarak belirir. Burada özgürlük bir irade özgürlüğüdür. Türk Dil Kurumu, Güncel Türkçe Sözlük'de özgürlük sözcüğünü şöyle tanımlamaktadır:

"1. Herhangi bir kısıtlamaya, zorlamaya bağlı olmaksızın düşünme veya davranma, herhangi bir şarta bağlı olmama durumu, serbestî.
2. Her türlü dış etkiden bağımsız olarak insanın kendi iradesine, kendi düşüncesine dayanarak karar vermesi durumu, hürriyet."

Siyasal ve toplumsal alanda özgürlük kavramı daha karmaşık ve çok-anlamlı tanımlar ve tartışmalar getirir beraberinde. Mesela, Liberalizm'de özgürlük ana prensiptir, ancak burda kişisel özgürlükleri öyle bir abartılır hale getirirler ki sonuçta bunun da adına özgürlük diyebilirler: Hâlbuki konu siyasi oldu mu bu tüm toplumu ilgilendirir, dolayısıyla tekil özgürlüğün çoğul özgürlüğü kısıtlamaması ve ona zarar vermemesi gerekir. Aynı şekilde ekonomide dışa bağımlı yollar özgürlüğü kısıtlar, işte bütün bunlar oturması gereken kavramlardır. Felsefi anlamda (düzlemde) ise kavram tamamen kuramsal boyutta değerlendirilir ve düşünce tarihinin başlangıcına kadar uzanan bir geçmişe sahip olarak ortaya çıkar. Hemen bütün öğretilerin bir özgürlük tanımlaması ve buna göre bir özgürlük talebi vardır. Aydınlanmacılık ile berber özgürlük, felsefi ve toplumsal bir ilke olarak formüle edilmeye girişildi. Modernizm, başlangıcından itibaren mutlak bir özgürlük talebi ve iddiasi olarak ortaya konulmuştur.

İstenç özgürlüğü, irade özgürlüğü, ifade özgürlüğü, düşünce özgürlüğü, bireysel özgürlük, toplumsal özgürlük ve benzeri kavram ve kategoriler felsefi Özgürlük nosyonu başlığı altında tartışılıp değerlendirilen ve siyasal içerimleri de olan birkaç önemli kavramdır.
Hukuk, birey, toplum ve devletin hareketlerini, birbirleriyle olan ilişkilerini; yetkili organlar tarafından usulüne uygun olarak çıkarılan, kamu gücüyle desteklenen, muhatabına genel olarak nasıl davranması yahut nasıl davranmaması gerektiğini gösteren ve bunun için ilgili bütün olasılıkları yürürlükte olan normlarla düzenleyen normatif bir bilimdir. Hukuk, birey-toplum-devlet ilişkilerinde ortak iyilik ve ortak menfaati gözetir.
Şiddet veya yeğinlik, temel dürtü ve varoluş gereği savunma veya karşı savunma harici daha çok insanlarda ve topluluk halinde yaşayan hayvanlarda grup içi otorite sağlamak için diğerinin varlığını tehdit unsuru görmek ve onu bu konuda denemek daha doğrusu sindirmek için karşı tarafa uygulanılan zarar vermeye yönelik psikolojik davranış türüdür.
Devlet, toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasal bakımdan örgütlenmiş millet veya milletler topluluğunun oluşturduğu tüzel varlık.

Hukukî açıdan devlet, genellikle unsurlarından hareketle tanımlanır. Buna göre devlet; "Ülke adı verilen belirli bir toprak üzerinde yaşayan insan topluluklarının bir egemenlik anlayışı ve hukuku içinde bir siyasi iktidar altında örgütlenmesidir." Bu tanımdaki unsurlar şunlardır:

İnsan unsuru: Halk ya da millet unsuru olarak da adlandırılabilir. Belirli bir alanda birlikte yaşayan ve çeşitli bağlarla ortak yaşama iradesi gösteren insan topluluğudur. Bir devleti oluşturacak insanların sayısı hakkında bir alt sınır olmamakla birlikte devletin niteliğine göre makul bir alt sınır kabul edilebilir. Modern yaklaşıma göre millet unsurunun kurulabilmesi için manevi nitelikte bağlar yeterli olup bu manada birlikte yaşama iradesinin doğması yeterlidir.

Egemenlik unsuru: Siyasal iktidar unsuru olarak da adlandırılan bu unsur, Devletin esas kurucu unsurudur. Belirli bir yeryüzü parçası üzerinde yaşayan insan topluluğunun üstün irade çerçevesinde örgütlenmesidir. Egemenlik kavramı otoriteden farklı olarak ülke içinde biricik meşru güç kaynağı olmayı ifade ederken ülke dışında (uluslararası alanda) bağımsız olmak anlamına gelmektedir.

Ülke unsuru: Ülke, coğrafi anlamda bir bütünlük teşkil eden ve sınırları belirlenebilir bir kara parçasını ifade eder. Ancak devletin sınırları konusunda bir tartışma bulunması mümkündür. Ancak devlet sınırları öngörülebilir bir toprağa sahip olmalıdır. Devletin ülkesi kara ülkesi, deniz ülkesi ve hava ülkesi olarak üçe ayrılır.
Güvenlik; toplum yaşamında yasal düzenin aksamadan yürütülmesi, kişilerin korkusuzca yaşayabilmesi durumudur.
İnsan hakları, tüm insanların sahip olduğu temel hak ve özgürlüklere denir. İnsan hakları, ırk, din, dil ve cinsiyet ayrımı gözetmeksizin tüm insanların yararlanabileceği haklardır. Bu hakları kullanmakta herkes eşittir. Diğer yandan insan hakları terimi bir ideali içerir. Bu terimi kullananlar, bu alanda olanı değil, olması gerekeni dile getirirler.

İnsan hakları, tüm insanların hak ve saygınlık açısından eşit ve özgür olarak doğduğu anlayışına dayanır. İnsan hakları, her bir bireye bağımsız seçim yapma ve yeteneklerini geliştirme özgürlüğü sağlar. Bu özgürlükler başkalarının haklarına saygılı olmak ve bu hakları çiğnememe zorunluluğu ile dengelenmektedir. Bir başka deyişle, birçok hakkın yanında bir sorumluluk da bulunmaktadır.

“Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşlik zihniyeti ile hareket etmelidirler.”
1. Madde Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi (UDHR),


Seçkin Deniz Twitter Akışı