“Batı,
İslamlaştırılan bir Türkiye istemiyor. Ki bu Türkiye sadece boş oturmayacak,
aynı zamanda tüm Müslüman dünyasını birleştirecek.”
Jirinovski
Sonsuz Ark'ın Güncel Notu:
Brezilya'da sahneye konan istikrarsızlaştırma senaryosunu 22 Nisan 2016 tarihli
SA2789/TG188: Bir Stratfor Propagandası: "Brezilya Skandalı: Değişim İçin Bir Şans" başlıklı çeviride, 29 Nisan 2014 tarihli SA654/ KY11-TG17: Çift Taraflı Eski CIA Ajanı Raúl Capote ve Venezuelalı Öğrencilere İsyancı Eğitimi başlıklı çeviri'de de Küba ve Venezuela'daki CIA operasyonlarını, 2013 Mayıs-Haziran ve Aralık aylarında ortaya konan Türkiye hedefli aynı senaryonun uygulama aşamalarını, aşağıdaki analizde okuyabilirsiniz.
Seçkin Deniz, 23.04.2016
'Hayâl Şehir' İstanbul’un olağanüstü güzel lacivert boğazı, 2013 baharının son aylarında iki
derin gruplaşmanın alevlenen diliyle çatışırken, her şey her zamanki gibi
karmakarışıktı. Boğazın altından ve üstünden zıt yönlere ilerleyen su gibi,
insanlar ikiye ayrıldılar. Sürtündükleri yer Taksim Gezi Parkı’ydı. Şiddetli iki akıntıdan
daha da güçlenen dip akıntıydı; ancak itiraz eden birkaç yüzyıldır yüzeyden
giden akıntıydı. Sesleri farklıydı, amaçları farklıydı.
Sosyoloji, geçmiş yapısal sorunsallarından kurtulamamış profiliyle sorunun konumu ve çözümüne yönelik öncül bir kimlik kazanamadı; doğası gereği her zamanki gibi yine çözümsüzdü; Sosyal Medya’nın etkileşim gücünü sosyolojinin ilgi alanına çekmek ve sosyolojinin yönetişim alanında kullanılabilecek veriler üretmesini beklemek ne yazık ki mümkün olmayacaktı. Dildeki ayrışma akademik dünya da da yaygındı.
Gezi
Parkı’nda kitlesel özelliğe bürünen sesin fonetiği, daha geniş kitlenin
geçmişte ve günümüzde pek seslendirilmeyen sesi gibi analiz edilmedi. Sessiz
kitlenin, demokrasinin mevcut kurallarıyla tepki vererek değiştirmeye çalıştığı
sistemin ürünü ve sürdürücüsü olma özelliğine sahip ‘eski egemen’ diğer kitle,
Gezi Parkı’ndaki yaya geçiş düzenlemesini ‘bahane’ olarak kullanıp ‘çevreci’
bir kimlikle Gezi Parkı’ını işgal etti. Belirlenmiş ağaçların sökülüp başka bir
yere taşınmasına izin vermeyeceklerini söylediler.
İstanbul
Büyükşehir Belediyesi’nin ve Taksim Gezi Parkı’nın bulunduğu Beyoğlu
Belediyesi’nin sistematik bilgilendirme çalışması olmadığından, yapılmak istenen
düzenlemeler halk tarafından anlaşılmadı.
Başlangıçta,
İstanbul’un geçmiş yıllardan kalan çarpık kentleşme ve betonlaşma sorunlarına
tepkisel olarak bakan söz konusu kitle dışından sesler de, Gezi Parkı’ndaki
düzenlemeye olgusal olarak karşı çıktılar. Hemen hiç kimsenin yapılacak
düzenlemenin içeriğine dair bir fikri yoktu.
Büyükşehir ve
İlçe Belediyesinin sorumluluk alanında
bulunan sorun, enformasyon eksikliği nedeniyle gün geçtikçe genişleyen bir
taban buldu. İstanbul Büyükşehir Belediyesine bağlı zabıta ekibinden yedi kişi,
Gezi Parkı’ndaki protescu çadırlarını yaktı; kitlesel ayrışmanın somutlaştığı
önceki örnekler gibi basit bir sorun birdenbire somutlaştı ve İktidar karşıtı
bir eyleme dönüştü. İstanbul, Ankara, İzmir ve Adana gibi büyük şehirlerde
dört-beş haftalık nicelik olarak dar, ancak nitelik olarak taşkın kitlesel
eylemler yaşandı.
Güvenlik
güçlerine, eylemleri naklen vermeyen televizyon kanallarına ait araçlara,
İktidar Partisinin illerdeki binalarına, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul
Dolmabahçe’deki çalışma ofisine, İstanbul ve Ankara’daki ikametgâhına,
Başbakanlık Binasına, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne yönelik saldırı ve işgal
girişimleri gerçekleşti. Kısa bir süre önce Türkiye’nin bütün iç ve dış
politikalarına yönelik her türlü muhalif yapı İktidarı destekleyen geniş toplum
karşısına bir anda savaş algısı ile dikildi. Meskenlere sistematik olarak
yayılan tencere, tava ve korna çalma gibi minik ve ısrarlı eylemler, sosyolojik
ruhun tedirgin edilmesine yönelikti.
Gezi Parkı
gösterileri ve eylemleri oluşturdukları yarıkla toplumu ikiye böldüler.
Gösterileri destekleyenler ve gösterilere karşı çıkanlar. Ayrışma iyice
derinleştiğinde farklılıkların asıl nedenleri de ortaya çıktı.
Gösterileri destekleyenler, İktidar Partisi’nin 10 yıllık kesintisiz iktidar döneminde uyguladığı politikalardan çıkar amaçlı zarar görenlerdi. Yaşam koşulları yoksulluk seviyesinin altına hiç düşmemiş olan, sosyolojik, kültürel, bürokratik, ekonomik, siyasî yapının elitleri ve onlarla birlikte kurumsal ve bireysel güç elde eden destekleyiciler olarak bu grup öfkeliydi.
Gösterileri destekleyenler, İktidar Partisi’nin 10 yıllık kesintisiz iktidar döneminde uyguladığı politikalardan çıkar amaçlı zarar görenlerdi. Yaşam koşulları yoksulluk seviyesinin altına hiç düşmemiş olan, sosyolojik, kültürel, bürokratik, ekonomik, siyasî yapının elitleri ve onlarla birlikte kurumsal ve bireysel güç elde eden destekleyiciler olarak bu grup öfkeliydi.
28 Şubat, 12
Eylül darbelerinden ve son on yılda planladıkları darbe girişimlerinden
başarısız oldukları için yargılananlar ve onlarla eklemlenmiş bir şekilde hayat
süren sanatçılar, gazeteciler, yazarlar, hukukçular, akademisyenler, kurumsal
ve bireysel işletmeler ve sivil toplum kuruluşları ve hepsinin çocukları, bazı
dinsel argümanlar kullanan sol literatür eylemcisi gruplar, MLKP, PKK, DHKP-C gibi
illegal örgütler, CHP, BDP, SDP (ve başlangıçta destekleyen, tabandan gelen
tepkilerle desteğini çeken MHP) gibi partiler bu öfkeli grubun besleyenleri
idiler.
Ankara
Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 27 Haziran 2013 Perşembe günü medyada paylaşılan, Başkent’te 23
göstericinin tutuklanması için hazırlanan fezlekesine göre, “Eylemleri fırsat
bilen 10 terör örgütünün gösterilere katıldığı ve eylemleri bir kalkışma haline
getirerek etkin oldukları gözlemlenmiştir. Eylemleri kontrol altına alarak
kendi amaç ve ideolojisine kanalize eden terör örgütleri, şiddet eylemleri ile
tehdit unsuru haline gelmiştir.”(1)
Ek olarak
Başbakan’la ‘Otoriterleşme ve Diktatörlük’ başlıklı eleştiri sınırlarını aşan
bir çatışma alanı üreten Fethullah Gülen adlı mustafî bir vaizin etrafında
oluşan cemaatin ‘Gezi Parkı gösterilerini Erdoğan’ın zaaflarını gösterme aracı
olarak kullanma gayreti vardı. Sonsuz Ark yazarlarından Alper Selçuk, 11
Haziran 2013 tarihli, Çoğul Düşünce: 'Diktatör Gülen' başlıklı yazısında,
darbecilere karşı işbirliği yaptığı Erdoğan’a karşı strateji değiştiren
Gülen’i eleştirmişti : “Gülen, 31 Mayıs
2013’te kemikleşen Gezi Parkı terörüne yönelik hemen her gün bir açıklama
yapıyor ve Erdoğan’a yapıştırmaya çalıştığı Diktatörlüğü besleyip büyütüyordu.”(2)
Cemaatin
medya gücü Erdoğan karşıtı bir görüntü
sergilemekten çekinmemişti. Zaman Gazetesi yazarlarından Abdülhamid Bilici 1
Haziran 2013 tarihi ‘Ak Parti’nin dünü, bugünü?’ başlıklı yazısında İktidar partisini
orantısız bir eleştiri ile hedef tahtasına koymuştu “Ak Parti’nin ve
dolayısıyla Türkiye’nin yarınını ilgilendiren şu kritik sorular vardı
kafalarda: Eski vesayet geriledi ama yerine Ak Parti ne kadar demokrasi
vadediyor? Yüzde 58’lik başarıyı getiren farklı kesimleri kapsayan demokratik
çizgiden geri mi dönüyor?” (3)
28
Haziran’da gösteriler hızını kaybetmiş ve konu netleşmişken Fethullah Gülen’in
cemaatine ait Today’s Zaman yazarlarından Emre Uslu,uzun süredir eleştirdiği Ak
Parti’yi küresel yankıların netleştiği günlerde, Erdoğanizm başlıklı bir
yazısında son adıma yaklaştırmıştı.
Diktatörlüğü ifade etmek için "Türk
medyasının hükümetin ağır baskısı altında olduğu artık açıktır."(4)
diyecekti
Gösterilerin
ilk günlerinde göstericilerle kan bağı ya da özgeçmiş bitişikliği yaşayan NTV
ve CNNTürk, haber değeri kadar yer verdikleri yayınlardan dolayı
eleştirildiler. Sürekli canlı yayın yapmamış olmaları, göstericiler tarafından
şiddetle karşılandı. NTV Yayın aracı yakıldı ve CNNTürk ‘Penguen’ belgeseli
yayınlamış olmakla alaya alındı ve protesto edildi.
CNN’nin
olaylardan iki hafta önce canlı yayın araçları kiralamak için yerel medya ile
ilişki kurduğu bilgisi kamuoyuna yayıldığında, CNN olayların durulduğu günlerde
Taksim’den ve Gezi Parkı’ından kesintisiz 6-10 saat canlı yayın yaparak Türkiye’de bir Türk Baharı olduğundan
bahsediyordu. Canlı yayın konuklarından biri de yaptığı analizlerle ve manipülasyonlarla Ak Parti karşıtlığını saklamayan, neocon entstitülerin
analistlerinden -daha sonra da ABD Temsilciler Meclisi’ndeki Gezi konulu
oturuma katılan- Soner Çağaptay’dı.
Doğuş Yayın Grubu CEO'su Cem Aydın 4 Haziran’da yayın politikalarındaki stratejilerini açıklamaya çalıştı: 'Dengesizlikler içinde denge arayışı medyayı bu hale getirdi' (5). Cem Aydın’ın açıklamalarını dikkate alarak ‘endişelenen’ BBC, NTV’yi ortak yayın anlaşmasını askıya almakla tehdit etti ve sonuç aldı. BBC Küresel Haber Dairesi Başkanı Peter Horrocks baskı kurduğunu açıkça itiraf ediyordu:
Doğuş Yayın Grubu CEO'su Cem Aydın 4 Haziran’da yayın politikalarındaki stratejilerini açıklamaya çalıştı: 'Dengesizlikler içinde denge arayışı medyayı bu hale getirdi' (5). Cem Aydın’ın açıklamalarını dikkate alarak ‘endişelenen’ BBC, NTV’yi ortak yayın anlaşmasını askıya almakla tehdit etti ve sonuç aldı. BBC Küresel Haber Dairesi Başkanı Peter Horrocks baskı kurduğunu açıkça itiraf ediyordu:
“Türkiye'de
geçen hafta protesto gösterilerinin başlaması ardından BBC, NTV'den
programlarını herhangi bir müdahale olmaksızın ve eksiksiz yayınlamaya devam
edeceği konusunda güvence talep etmiş, bu güvenceler de BBC'ye ulaşmıştır. NTV,
protestolarla ilgili haberleri ilk günlerde yayınlamadığı için çalışanlarından
ve izleyicilerinden özür dilemiş; uluslararası gazetecilik standartlarına
bağlılığını hem izleyicilerine hem de BBC'ye yeniden teyit etmiştir. NTV şimdi
Türkiye'deki protestoları bütün boyutlarıyla izleyicilerine aktarmaktadır.”(6)
Sonraki
günlerde CNN ve BBC Reuters aracılığıyla
canlı yayınlarını sürdürdüler. NTV sahipliğini yapan şirketin bankalarına
yönelik baskıcı, tehdit edici eylemler sonunda, NTV gibi CNNTürk de baskılara
dayanamayarak sürekli canlı yayına başladı.
Ancak
bir hafta sonra NTV yayınlarını yetersiz bulan BBC Küresel Haber Dairesi
Başkanı Peter Horrocks, BBC Türkçe'nin ''Dünya Gündemi'' programını
yayımlamayan NTV'yle ortaklığın askıya alındığını açıkladı.(7)
HalkTV,
UlusalTV sürekli canlı yayınlar yapabildiler. Muhalif Medya, küresel medya ile
sıkı işbirliği içinde engellenmeksizin yayın yaptı. Buna karşılık Emre
Uslu’nun "Türk medyasının hükümetin ağır baskısı altında olduğu artık
açıktır." Önermesi,yanlış
olduğu kanıtlanmış bir teoriden öteye gidemeyecekti. Tam tersine Gezi Parkı ile
başlatılan bir operasyona destek vermeleri için büyük yayın grupları baskı
altına alınmış, ABD’de ve AB ülkelerinde Erdoğan karşıtı medya kampanyası
başlatılmıştı.
Almanya’da
Bild Gazetesi Başbakan için 'Beton kafalı' ifadesini kullandı. Gazete, Ertuğrul
Özkök'ün Gezi olaylarıyla ilgili yorumlarına yer verdi; Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üyeliği ile ilgili de anket başlattı. Focus
dergisinde Türkiye uzmanı Udo Steinbach, Başbakan Erdoğan'ı "Beton
kafalı" olmakla suçlayarak Esed'e benzer bir tavır gösterdiğini söyledi ve "Erdoğan yeni Hitler mi?" diye sordu. TAZ gazetesi Gezi
olaylarıyla ilgili haberinde "Yeni Osmanlı klişeleri. Despotun Estetik Merakı: Gezi Parkı'nın yerine neden kışla yapmak istiyor? Basbakanın paranoyaları" gibi tanımlar kullandı. Der Spiegel dergisi, Erdoğan'ın "dünyanın en büyük
ekonomilerinden birinin demokratik seçilmiş başbakanını değil, çıldırmış bir
despotu andırdığını" yazdı. Dergi, Erdoğan'ın konuşmasını genel olarak
"korkutucu, öfke dolu ve kutuplaştırıcı" olarak betimledi.
İtalya’da
La Repubblica gazetesi "Erdoğan, kaslarını gösterdi" yorumuna , La Stampa internet sitesi, "Sultan Recep Tayyip Erdoğan'dan yüz
binlerce gencin protesto hareketine demir yumruk" ifadesine yer verdi
Vatikan'da
günlük ekonomi gazetesi İl Sole 24 Ore internet sayfasında "İmparatorluk
rüyası gören Sultan", "Bu kez Erdoğan aldattı" diye yazdı.
Fransa’da
Le Monde: Erdoğan ülkenin tepesinde soyutlanıyor , Abdullah Gül krizden,
güçlenerek çıkabilir' demişti.
İngiltere’de
The Telegraph "Akıllı olma zamanı" başlıklı yazıda Erdoğan'a
"Aklını başına topla" çağrısı yaptı. The Economist Erdoğan’ın
Osmanlı’da ilk kurumsal reformları başlattığı için tahttan indirilen ve
öldürülen III.Selim tabanlı fotoğrafa Erdoğan’ı yerleştirerek, ona ‘Sultan’
dedi.(8)
BBC,
“Erdoğan 'sınıra' vardı” diyordu: “ 2011'den önce var olan ılıman siyasi
iklimin kötü yönde değişmesi onun için iyi olmadı. Başbakan'ın Türkiye için en
iyi olanın ne olduğunu kendisinin bildiğini düşündüğü ve muhalefete müsamaha
göstermediği algısı ekleniyor. Erdoğan, kendisine oy vermeyenlerin iradesi olmadan
yapabileceklerinin sınırına vardı. O hâlâ Türkiye'nin en popüler politikacısı.
Fakat ülkede kutuplaşma devam ederse, bu pek para etmeyebilir.” (9)
Wall
Street Journal, Gezi göstericileri ile Başbakan Erdoğan arasındaki ihtilafın
Türk ekonomisi için "ağır bir bedel" oluşturduğunu Erdoğan’ın taviz
vermesi gerektiğini yazdı.
Washington
Post, ABD'nin Türkiye'nin yardımına ihtiyacı olduğu bu dönemde
"protestolar tehdidiyle karşı karşıya" olan Erdoğan'ın Suriye
konusunda istediği gibi hareket edemeyeceğini öne sürdü. CHP Genel Başkanı
Yardımcısı Faruk Loğoğlu'nun Erdoğan'ın "kanatları kısılmış"
sözlerine de yer verdi.
"Erdoğan'ın
havası yok oldu" diyen gazete Lehigh Üniversitesi'nden Henri Barkey'nin
"Erdoğan ile ilgili algı, Avrupa ve ABD'de dramatik biçimde değişti"
yorumunu yaptı.
Beyaz
Türk dayanışmasına destek vermeyen akademisyen, sanatçı, işadamı, yazar vs gibi
ünlü kişiler ‘yandaş’ klişesi ile tehdit edilerek Gezi Parkı eylemlerine destek
vermeye zorlandılar. Baskı terörü sınır tanımıyordu. NTV ve bağlı şirketlerden
biri olan Garanti Bankası Genel Müdürü ‘Ben de Çapulcuyum’ diyerek, şiddet
üreten göstericileri ‘Birkaç Çapulcu’ diyerek niteleyen Başbakan Erdoğan’a
karşı konumlanmak zorunda bırakıldı.
Boyner Holding’in sahibi Cem Boyner gibi gönüllü taraf belirleyenler de
vardı. Taksim’de Koç Holding’e ait Divan Otel ise eylemcilere üs oldu ve lojistik
destek verdi.
Gösteri
grubunun ilk liderlerinden biri İktidar Partisi’nin 36 yıllık PKK terör
sorununu çözme iradesinin farkında olan ve bu iradenin gerçekleşmesi için aktif
olarak çalışan ve şiddet içeren göstericileri engellemek için kullanılan gazdan
etkilenen BDP istanbul Milletvekili idi.Ancak BDP’nin kendisini temsilcisi
olarak tanımladığı Kürtler kitlesel olarak bu eylemlerin içinde yoklardı.
Gösterilere
karşı çıkanlar da birkaç yüz yıldır çıkarları hiç gözetilmeyen, ancak Ak Parti
iktidarı tarafından önemsenen ve yaşam koşulları, satın alma güçleri gittikçe
iyileşen %50’lik kesimden daha fazlasıydı.
Göstericilerin
ve destekçilerinin yaşadığı travma on yıldır derinleşen bir tepkisellikle açığa
çıkmıştı. Demokratik yollarla ifade edemedikleri düşüncelerini büyük bir
coşkuyla darbe çağrısı yapan gösterilerle açığa vurmaktan, sık sık Başbakan’ı
idamla tehdit etmekten hoşlanıyorlardı. Ak Parti İktidarı her seçimde
arttırdığı oy oranı ile onları umutsuzluğa sürüklüyordu.
12 Eylül
2010’da yapılan referandumla
göstericilerin ellerindeki yargısal silahlar da normatif özelliklerine
kavuşunca, AB standartlarında yapılan her yasal düzenleme için tepkisel bir
karakter ürettiler. Bu karakter en küçük bir değişikliği şiddetle karşı çıkarak
ve konuyu uluslar arası kamuoyuna taşıyarak önlemeyi düşünen bir karakterdi.
Demokrasi’nin
tanımını kendileri yaptıkları halde bu tanımın yetersizliğini tartışmak
istiyorlardı. Göstericilereve destekleyen kitleye göre, plebisit, referandum ya da seçim bir çözüm olamayacaktı.
31 Mayıs ve 1
Haziran günlerinde göstericilerin destekçileri tarafından (gazeteciler ve
yazarlar) artık bir isyan olarak tanımlanan gösterilerin, Twitter ve
Facebook’da ingilizce, ancak manipülatif paylaşımlarla, Reuters,CNN ve BBC gibi
küresel medya uzantılarının gösteri destekçisi canlı yayınlarıyla, konu bir
demokrasi arayışına dönüştürülmeye çalışıldı. Gösterilerdeki şiddetin dozu
artarak yaygınlaşınca, gösterilerin masumiyeti sorgulandı. Bir tiyatro
oyuncusunun Twitter’daki kışkırtıcı
paylaşımı, gösterilerin örgütlü altyapısı olduğuna dair soruların
artmasını sağladı.
Memet Ali
Alabora’nın, “Ben Gezi Parkı’na 28 Mayıs’ta ağaçları ve İstanbul Kültürü’nü
korumak için gittim. Üst üste uygulanan şiddet sonucunda mesele, ifade
özgürlüğüne karşı uygulanan şiddeti protesto etmek haline dönüştü. Devamında da
oraya gelenler, kendilerini ifade edemediklerini düşündükleri diğer meselelerde
kendilerini ifade etmeye başladılar. Bu benim için de geçerliydi. Benim için
mesele Gezi Parkı kadar Emek Sineması’nın yok edilişi, Şehir Tiyatroları’ndaki
yönetmelik değişikliği, Devlet Tiyatroları’nın kapanmak üzere oluşu,
Kadıköy’deki Kuşdili Çayırı, Haydarpaşa Garı gibi birçok meselenin ifade
edilmesi haline geldi. Mesele “sadece” Gezi Parkı değil derken, bunu kast
ediyordum.” Diyerek (10) açıklamaya
çalıştığı paylaşım şöyleydi: "Mesele sadece Gezi Parkı değil arkadaş, sen
hala anlamadın mı? Hadi gel. #direngeziparkı"
Ankara
Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, Gezi Parkı olaylarının bir numaralı
aktörü olarak sanatçı Mehmet Ali Alabora’yı suçlamıştı. Mehmet Ali Alabora'nın
Sırbistan merkezli, Mısır, Tunus gibi ülkelerde de yönetimlerin devrilmesinde
aktif rol oynayan Otpor adlı örgüt temsilcisiyle İstanbul'da görüştüğünü ve
olayları planladığını öne süren Gökçek,: "Alabora, 2 yıl önce aynı konuyu
deneme olarak 'Ayaklan İstanbul' adı altında yaptı. Yani Gezi Parkı'ndaki bu
olayın daha küçüğünü, provalarını arkadaşlarıyla birlikte yapmış. Orada neler
istediklerini, aynı bugünkü gibi söylüyorlar. Kendisinden bu Gezi Parkı'ndaki
olayların olması için eğitim yapması isteniyor ve Alabora oynadığı 'Mi Minör'
oyununda Gezi Parkı eylemlerinin provasını yapıyor. Burada halkı işin içine
katıyorlar. Olaylar başlıyor ve CNN Alabora'yı buluyor, ekrana çıkartıyor.
Bunların tesadüf olması mümkün mü?" diye sormuştu.(11)
Mehmet
Ali Alabora’nın 11.11.2011’de Taksim Gezi Parkı’nı sahne olarak kullanıp çektiği ‘Ayaklan İstanbul’ adlı video sonradan
gelişen olaylarla birlikte protesto
gösterilerinin altyapısının varlığını kanıtlamak için kullanıldı. Kurulan bağ mantıksız değildi. (12)
Gene
Sharp’ın Diktatörlükten Demokrasiye adlı öğretisinin uygulaması olan The
Revolution Business - Devrim Eğitimleri
ile ilgili video ‘Ayaklan
istanbul’ videosu ile organik bir bağ olduğunu
kanıtlayan içeriklere de sahipti.(13) Gezi Parkı Gösterilerinde
uygulanan iktidarı temsil eden binaların
ve alanların işgali, göstericilerin arasına hızla sürülen araç, polise
gül verme, duran adam ve tiyatrocu Memet
Ali Alabora (14), (15) İktidar Partisi Ak Parti’nin Gezi Parkı olaylarının
araştırılması için Meclis Başkanlığı'na verdiği önergenin konusu olacaktı.(16)
Gezi
Parkı olaylarında TBMM’de basın toplantısı düzenleyen AK Parti’nin ‘resmi’
söyleminin dışına çıkarak dikkat çeken eski Kültür ve Turizm Bakanı, Ak Parti
Milletvekili Ertuğrul Günay: “Kuşkusuz ülkenin birçok yerinde sokağa dökülen
insanlar tümüyle o parkı, yeşil alanı, o ağacın isyanını bilmiyor. Ama her
birinin bir itirazı, hayatına başkasının karışmasından hoşnut olmadığı bir söz
bir durum var. Gezi Parkı, bütün bu hayata karışan, onu kuşatan söylem ve
ortama itiraz edenlerin, korkusuz bir toplumda özgürce yaşamak isteyenlerin
toplandığı bir alan. ‘Mesele Gezi Parkından ibaret değil arkadaş!’ mesajıyla
anlatılmak istenen de bu” diye konuştu. Ertuğrul Günay, gazetecilerin sorusu
üzerine Parti içinden bazı vekillerden eleştiri aldığını ancak istifasının
gündemde olmadığını söyledi.(17)
Fakat
yapılan karşılaştırmalar Gene Sharp Öğretisi ile Gezi Parkı Eylemleri’nin
örtüşmesi hemen her gün bir açıklama yapan Ertuğrul Günay’ı doğrulamıyordu.(18)
ABD
Temcilciler Meclisi’nde yapılan oturumda göstericilerin talepleri ‘İnce
Demokrasi Talepleri’ olarak lanse edilecekti. Gerçek öyle değildi ya da
değildi; göreceğiz. Sessiz Kitle’nin incesinden daha azına razı oldukları
demokrasi, ‘Sesli Kütle’nin ‘arzu konforu’na yetmiyordu.
Alkollü
içeceklerin 22:00-06:00 saatleri arasında marketlerde satışını yasaklayan
sıradan bir yasal düzenleme, yaşam alanlarına müdahale olarak algılandı.
Yansıtılan ‘Alkol yasaklanıyor’ şeklindeki abartılı tepkiler gerçekçi değildi.
Oysa bu düzenleme daha sert önlemler alan AB üyesi iskandinav ülkelerinden daha
yumuşaktı; Cumhuriyet’in Kuruluş kanunlarından biri olan Medenî kanunun
alındığı ülkelerden İsviçre’deki
standardın aynısı olma özelliğini taşıyordu.
Eylemler sürerken Sırbistan’ın Belgrad şehrinde, oteller dahil her yerde
22:00-06:00 saatleri arasında içki satışı yasaklandı.
Gezi
Parkı’nda biriken negatif energji, Kürtaj
ve Alkol Satış saatlerine ilişkin düzenleme, Beyoğlu Emek Sineması’nın
reformasyonu gibi konular ‘Beyaz Türk’ olarak tanımlanan gösterici
kitlenin dışavurum şeklini
değiştirmişti. İktidar gücünün el değiştirmesi
ile diledikleri sektörel değişiklikleri yapma güçleri ellerinden
alınmıştı.
Sessiz
kitlenin hayatına doğrudan müdahale eden, onlara, üstleik onları aşağılayarak
kendi hayat biçimlerini dayatan bir özgeçişe sahip bir kitleydi bu. Nesnel
olması beklenemeyen bir kitle. Hareket ettirici güç olarak ‘bencil’ talepleri
kullanan ve ‘öteki’nin hayat ve tercih hakkına asla izin vermeyi düşünmeyen bir
kitlenin kontrol kaygısı gütmeyen, pervasız tepkileri sosyolojik analizlerden
önce ‘Bireysel Psikoloji’nin alanına
girecek boyutlardaydı.
Başbakan
Erdoğan’ın kanatlarının kısılmasını ve istifaya zorlanmasını amaçlayan
gösterilerin, ilk ve son amacı arasında sistematik bir ilişki vardı. Çevreye
karşı duyarsız bir ‘Başbakan’dan, taleplere duyarsız, geniş tabanlı bir iktidar
partisinin lideri olmasına rağmen iktidardan zorla indirilmesi gereken bir
‘Diktatör’e.
Faiz Lobisi
kavramı devreye girdiğinde organizasyon şeması netleşti. AK Parti genel Başkan
yardımcı Hüseyin Çelik'in
"karşılamaya gitmeyin" açıklamasına rağmen Twitter üzerinden
#WeAreErdoğan hashtag'iyle örgütlenen onbinlerce kişi, 7 Haziran günü saat 02:30’da , Kuzey Afrika Gezisi’nden dönen
Başbakan Erdoğan'ı karşılamak için havalimanına akın etti. "Dik Dur
Eğilme, Türkiye Seninle" pankartları ve sloganları ile karşılanan Başbakan
Erdoğan: “Faiz lobisine rağmen buralara geldik. Faiz lobisi borsada
spekülasyona girmekle bizi tehdit edeceğini zannediyor!” diyerek meydan okudu.
Sessiz kitle,
Başbakan Erdoğan’a yönelik stratejileri sezmiş, Başbakan’ı Atatürk Hava
Limanı’nda coşkuyla karşılamıştı; AK Parti’nin düzenlediği Milli İradeye Saygı
Mitingleri Başbakan’ın Dünya’ya verdiği mesajların zemini olma özelliğini
kazandı.
Erdoğan seçmenlerince diktatör de değildi, istenmeyen bir adam olma özelliği de yoktu. Mitinglerde SP, MHP bayrakları taşıyan Erdoğan destekçileri dikkatlere doğrudan etki yaptı. Avrupa’da ABD’de, Balkanlar’da, Güney Asya’da, Filistin’de, Afrika’da Erdoğan’a destek gösterileri yapıldı. "Dik Dur Eğilme” gösterileri Erdoğan’ın dünya tarafından algılanma biçimine verilen açık bir düzeltme girişimiydi.
Kazlıçeşme Mitingi, 16.06.2013, Zeytinburnu/İstanbul
Erdoğan seçmenlerince diktatör de değildi, istenmeyen bir adam olma özelliği de yoktu. Mitinglerde SP, MHP bayrakları taşıyan Erdoğan destekçileri dikkatlere doğrudan etki yaptı. Avrupa’da ABD’de, Balkanlar’da, Güney Asya’da, Filistin’de, Afrika’da Erdoğan’a destek gösterileri yapıldı. "Dik Dur Eğilme” gösterileri Erdoğan’ın dünya tarafından algılanma biçimine verilen açık bir düzeltme girişimiydi.
Ekonomi
Bakanı Zafer Çağlayan, Başbakan’ın Faiz Lobisini hedef alan
açıklamalarının detaylarını, 11 yıllık
iktidarın kısa profilini çıkararak anlattı:
"Şöyle
bir kaç ay geriye dönün, Mayıs ayı, şükürler olsun Türkiye'nin dünya tarihine
damgasını bastığı bir ay oldu. Şöyle bir hatırlayın bakalım, bu olaylar
öncesinde Türkiye ne yaptı da neden bunlar oluştu? Bunlar öyle 3-5 ağaç için mi
oluştu? Mayıs ayında, Cumhuriyet tarihinde ilk kez IMF'ye borcumuzu sıfırladık.
IMF ile rollerimiz değişti. Yüzde 69 olan faizleri mayıs ayında yüzde 4,60'a
düşürdük. Eğer bu olaylar olmasaydı faizlerimiz yüzde 2,5'e düşecekti. Bu
rahatsız etti birilerini. Kimi rahatsız etti? Faiz lobisini rahatsız etti.
Sonuna kadar da biz faiz lobisini rahatsız etmeye devam edeceğiz, kimsenin
kuşkusu olmasın bundan. Çünkü bunlarda bir vampirlik, kan emicilik var,
alıştılar Türkiye'nin kanını emmeye. 2001 yılında toplanan her 100 liralık
verginin 86 lirası borcun faizine giderdi. Bugün ne oldu? Bugün toplanan her 100
liralık verginin 14 lirası faize giderken, 86 lirası millete hizmet olarak
gidiyor. Bu rahatsız etti, bu battı birilerine işte, olay bu. Faiz lobisi,
geçmişte emmeye alıştığı kanı ememiyor, sıkıntı bu. Bunların arkasında kimlerin
olduğunu tek tek biliyoruz."(19)
25-27.06.2013
Haziran’da Amerika Temsilciler Meclisi’ne bağlı bir alt komisyon, Gezi Parkı
olaylarıyla ilgili olarak Türk hükümetinin tavrını gündemine aldı. Temsilciler
Meclisi ‘Avrupa, Avrasya ve Yeni Gelişen Tehditler Alt Komisyonu’ Gezi Parkı
protestolarının bölge demokrasisi için ne anlama geldiğini görüştü. Komisyon,
‘Türkiye Kavşakta’ adlı toplantısına konuşmacı olarak ABD’nin eski Ankara
Büyükelçisi James Jeffrey, Washington Enstitüsü Türkiye Araştırmaları Programı
Direktörü Soner Çağaptay ile Al Monitor ve Milliyet gazetesi yazarı Kadri
Gürsel’i çağırmıştı.
Alt Komisyon
Başkanı Cumhuriyetçi Partili California Milletvekili Dana Rohrabacher oturumun
amacının, Türkiye’nin hem içeride hem de dışarıda karşılaştığı zorluklara yanıt
verip veremeyeceğine, bunların Amerika’nın çıkarlarına ve değerlerine yönelik
olası etkilerine bakmak olduğunu açıkladı.
Dış İşleri
Bakanı Davutoğlu’nun ABD’ye Wall Street Eylemlerini ve ölümlü polis şiddetini
hatırlatarak Türkiye’deki gösterilerin benzer gösteriler olduğunu söylemesinden
sonraki açıklamalar tamamen değişmişti. Komisyon toplantısında ifade edilenler,
Türkiye’den sert tepki almış ABD ‘nin yumuşamış görüşleriydi ve komisyona
çağrılanlar çok ciddi Erdoğan karşıtlarıydı.
Dana
Rohrabacher, Amerika’nın İsrail’le bağlarını şiddetle savunan bir
politikacıydı. Beyaz Saray’ın Gezi Eylemlerinin en sıcak günlerinde sık sık
Hükümete iktidara çağrısı yaptığı ve polis şiddetine dikkat çektiği günlerde
Dana Rohrabacher, Başbakan Erdoğan’ın
Kuzey Afrika ziyareti dönüşü İstanbul Atatürk Havaalanı’ndaki konuşmasında
ortaya attığı, daha sonra da 'Milli İradeye Saygı' mitinglerinde sıkça dile
getirdiği ‘Faiz Lobisi’ ifadesinin, Yahudi karşıtı bir slogan olduğu
görüşündeydi.
Rohrabacher,
Gezi Parkı eylemlerinde Yahudi Lobisi’yle, American Enterprise Enstitüsü’nün
(AEI) parmağı olduğu yönünde komplo teorilerine başvurulmasından rahatsızdı.
American Enterprise Enstitüsü, merkezi Washington’da bulunan, sağ görüşlü ve
serbest girişimcilikten yana bir düşünce kuruluşuydu. AEI aynı zamanda bir
önceki Başkan George Bush dönemindeki politikaları şekillendiren Yeni
Muhafazakarlar’ın (Neocons) etkili olduğu bir kuruluştu.
Türkiye’nin
bir NATO üyesi olarak jeostratejik önemine dikkati çeken Dana Rohrabacher, son
on yıl içinde Recep Tayyip Erdoğan idaresindeki İsrail karşıtı dış politika
eğilimini, ‘rahatsızlık verici’ diye yorumluyordu. Başbakan Erdoğan’ın Suriye
iç savaşı ve İran-Hizbullah ittifakının Suriye’ye müdahalesiyle birlikte Batı
kampına geri döndüğünü belirtiyordu.
Gezi Parkı
Eylemleri sürerken İsrail’den oluşan gerginliğin daha da uzun sürmeesine
yönelik açıklamalar ve mutluluk gülücükleri geliyordu. Hedefte Erdoğan vardı.
Erdoğan
hükümetinin kitlesel protesto eylemleri sonucu ‘sarsıldığını’ belirten
Rohrabacher, hükümetin muhalifleri bastırmak için ‘şiddete başvurduğunu
söylemiş, Rohrabacher, “Bu tarz taktikler, Erdoğan ve iktidar partisinin
karakteri konusunda soru işaretleri yaratıyor” açıklamasında bulunmuştu.
ABD’nin
Türkiye’den gördüğü sert tepkiyle eksen değiştirdiği gerçeği, Komite Başkanı
Dana Rohrabacher’in toplantının açılış konuşmasına yansıdı. Oturumun Türkiye'yi
"hırpalama" amaçlı bir oturum olmadığını, olaylara ve Türkiye'nin
gidişatına dair bazı kaygılarının bulunması nedeniyle bu toplantıyı
düzenlediklerini açıklamak zorunda kaldı. Gene Sharp, CIA ile çalışan bir
stratejistti ve Dünya’da ABD’nin istediği ülkelerde renkli devrimler yapmakla
ünlenmişti.
Milli İradeye
Saygı mitingleri ABD ve AB’yi geri adım atmaya zorlamıştı. Geçmişte İstanbul
boğazını yüzerek geçen Rohrabacher,
"yerel konularla alakalı kitlesel protestoların Erdoğan hükümetini
salladığını ve hükümetin muhaliflere karşı sert tedbirlere başvurmasının
toplumsal öfkenin yayılmasına katkı sağladığını" savunsa da açık bir U
dönüşüyle “Bir dost olarak Türklerin yanımızda olmasına ihtiyacımız var”dedi.
ABD Gezi Parkı’ndaki rolünü itirafa
mecbur kalmıştı.
Muhakkak
ki bu dönüşün somut nedenleri de vardı. 4 Haziran 2013’da diplomatik pasaportlu
11 kişi gözaltına alınmıştı . 4 ABD, 2 İngiltere, 2 İran, 1 Hindistan, 1 Fransa
ve 1 Yunan vatandaşı Gezi Parkı eylemlerinde kışkırtıcılık yaptıkları
gerekçesiyle İstanbul Vatan Emniyet Müdürlüğü’nde sorgulanıyorlardı.(20)
Washington
Institute'den ABD'nin eski Ankara Büyükelçisi James Jeffrey yaptığı konuşmada, Beyaz Saray’ın ‘kaygılı’
açıklamalarına "protestoların ve hükümetin onlara verdiği karşılığın,
Türkiye'nin giderek artan biçimde, birbirinden oldukça farklı iki siyasi gruba
ayrıldığını gösterdi. Bizlerde en fazla kaygı yaratan şey de bu" diyerek
açıklık getirmeye çalıştı.
"Göstericilerin
en azından bazılarının, radikal, şiddet yanlısı köklere sahip ve dünyanın en
büyük kentlerinden birindeki ana trafik merkezini haftalarca tıkamaya herhangi
bir hükümet sınırsız izin vermeyecektir. Ancak hem gözlemcileri hem de beni ve
ABD hükümetini rahatsız eden şey, bazı anlarda barışçıl protestolara görünürde
ayrım gözetmeden güç kullanılması. Belki daha da rahatsız edici olan yönü,
hükümet liderlerinden tümü değil ama bazılarının tavırları. Başbakan Erdoğan'ın protestocu heyetle
görüşmesi ve park meselesine çözüm bulmada akla yatkın bir poziyon
benimsemesine rağmen, Erdoğan da dahil olmak üzere bu liderler, genel anlamda
protestocuların tamamını kötü gösterdiler."
Başbakan
Erdoğan ile Cumhurbaşkanı Gül arasında net bir ayrım olduğu tezi eski
büyükelçinin açıklamalarından açıkça anlaşılabiliyordu. “Erdoğan gitsin Gül
gelsin” konulu teori de böylece yerleşeceği gerçeklik değerini bulmuştu.
Jeffrey, Milli İradeye Saygı mitinglerinden aldığı dersi de şöyle yorumlamıştı:
"Protestolar,
Erdoğan hükümetinin düşmesine yol açmaz, 2015 seçimlerinden önce kesinlikle
böyle birşey olmaz. Bence hükümet hala çoğunluk desteğe sahip."(21)
Davutoğlu’nun
ABD’ye tepkisi ve ABD’nin seri dönüşünün kısa öyküsü aşağıdaki gibiydi:
ABD,
Türkiye’ye seyahat edecek olan ve Türkiye’de bulunan vatandaşlarını uyardı.
Beyaz Saray ve ABD Dış işleri, Tunus Mısır, Libya ve Suriye’de olduğu gibi
kaygılarını ifade etti. ABD konuyu Arap Baharı perspektifinden
değerlendirdiğini açıklamalarıyla yansıttı. Yapay olarak oluşturulan Erdoğan
aleyhindeki küresel algıyı derinleştirdi.
Dışişleri Bakanı
Ahmet Davutoğlu’ 5 Haziran 2013’te ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin, Gezi
Parkı eylemlerine yönelik polisin sert müdahalesini ‘kaygı verici’ olarak
nitelemesine, sert cevap verdi “Türkiye’ye ikinci sınıf demokrasi diyemezsiniz!”
(22)
Aynı
gün ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü
Jen Psaki, ABD Dışişleri Bakanı
Kerry'nin Türkiye'yi hiçbir şekilde kategorize etme gibi bir çabasının
bulunmadığını söyledi. Psaki, "Ancak bazı kaygılar olduğunda da Bakan
Kerry ve bakanlıktaki diğer yetkililer çekimser duramaz ve geçtiğimiz birkaç
gündür polisin acımasızlığına yönelik kaygılarımız var ve barışçıl gösterilerin
onaylanmasına yönelik çağrımıza devam edeceğiz. Bu, bizim dünya genelinde
yaptığımız bir şey. Bakan Kerry'nin, yapılması gerekenler noktasındaki inancını
dile getirme, olaylarla ilgili sakinlik çağrısına desteğini ifade etme ve Bakan
Davutoğlu ile çok pozitif çalışma ilişkisine sürdürme dışında, Türkiye'yi
hiçbir şekilde kategorize etme gibi bir çabası yoktu" diye konuştu.
"Yani
Türkiye'yi ikinci sınıf demokrasi olarak değerlendirmiyorsunuz?" sorusuna
Psaki, "Hayır" yanıtını verdi. (23)
Ancak
CNNTürk haberine göre Türk Amerikan Konseyi, Türkiye'nin Amerikalı Dostları,
Türk Amerikan İş Konseyi ve Dış Ekonomik İlişkiler Konseyi'nin 32. yıllık
konferansında ABD Başkan Yardımcısı Joe
Biden, Türkiye’nin Ekonomik gelişiminin demokrasiyi gerilettiğini ima ederek,
Beyaz Saray’ın sert tutumunu sürdürmüştü:
"Türkiye’nin
geleceği Türkiye halkına aittir, başka hiçbir kimseye değil. Ama ABD sonuca
kayıtsız kalacak gibi görünmeyecektir. Bugünün Türkiyesi, seçimlerin galibini
kuvvetlendiren ama muhalifleri de koruma altına alarak, demokrasi ile ekonomik
gelişmenin arasında bir seçim yapılmasına gerek olmadığını gösterme şansına
sahiptir. Polisin aşırı güç kullanımının bazı esnalarda ortaya çıkmasından çok
endişeliyiz ve tam kapsamlı bir soruşturma çağrılarına destek veriyoruz. Aynı
zamanda Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve diğerlerinin durumu yatıştırmaya dönük
çabalarını memnuniyetle karşılıyoruz. Bunun ülkeye etkisinin olacağından
umutluyuz ve olumlu bir adım olduğunu düşünüyoruz."(24)
CNNTürk, Biden’in
konuşmasının keserek/seçerek vermiş, aynı
toplantıda konuşan Başbakan yardımcısı Ali Babacan’ın söylediklerini
atlamıştı.(25) Aynı Toplantının UsaSabah’taki haberi çok daha farklıydı.
Joe
Biden, Türkiye'nin ABD'nin hayati bir ortağı olduğunu belirterek, "Bir
müttefik ve stratejik, ekonomik ve demokratik ortağınız olarak sizin başarınız,
ABD'nin tamamen çıkarınadır. Türk halkı kendi geleceklerinin yazarları
olacaktır. Ancak şunu bilmeliler ki, Türkiye, Cumhuriyetin kuruluşunun 100.
yılını kutlarken, ABD de bu geleceğin daha güvenli, refah ve demokratik
olmasına yardım etmek için bir müttefik ve dost olarak yardıma hazırdır.
Ülkenizin gidişatına dair bir şüphem yok .Açık olan şu ki, sorunlarını sadece
Türkler kendileri çözebilir. Türkiye'nin geleceği, Türkiye halkına ait, başka
hiç kimseye değil" (26)
ABD’nin
Erdoğan’ı yalnızlaştırma girişimleri geri püskürtülürken Avrupa Parlamentosu'
ABD’ye paralel bir Erdoğan kuşatması planlıyordu. 13 Haziran’da Türkiye'de Gezi Parkı olayları
nedeniyle yaşanan gelişmelerin değerlendirildiği ortak rapor oy çokluğu ile
kabul edilmişti.
Raporda
31 Mayıs sabahından itibaren orantısız güç kullanıldığı, ateşlenen gaz
kapsüllerinin direk sivilleri hedef aldığı, ölüm ve yaralanmalara sebebiyet
verildiği belirtilirken protestoların halkın değişik kesimlerinden destek
bulduğu ve eylemlerde kadın-erkek oranının eşit olduğu, anayasanın ifade
özgürlüğünü garanti altına alan 26, 27 ve 28. maddelerinin de hatırlatıldığı
raporda, göstericilerin son dönemlerde azınlıkta kalan fikirlerin yeterince
temsil edilmemesi, otoriter şekilde hükümet etme, hukukun üstünlüğü ilkesinin
eksikliği ve adil yargılanma konularında seslerini yükselttikleri belirtilerek
bu serzenişler karşısında Türk medyasının kötü bir sınav vererek sessiz kalmayı
tercih ettiği ve bunun yanısıra twitter kullanıcılarının gözaltına alındığına
yer verilmişti.
AP’de
kabul edilen rapor Almanya, İngiltere, Fransa, Yunanistan, İspanya ve
İtalya’daki kamu yararını ve güvenliğini amaçlayan polis şiddetinden pek de
farklı olmayan Türkiye’deki polis şiddetini
temel kabul ederek açıkça Erdoğan’ı, Erdoğan’ın otoriterleşmesini hedef
alıyordu. AP Türkiye’yi uyarıyordu:
“Türk
hükümetini barışçıl eylemler karşısında daha sert önlemler almaması konusunda
uyarıyor, Başbakan'ın konu üzerinde gerginliği azaltıcı, birleştirici ve
uzlaştırıcı bir pozisyon almasını temenni ediyoruz. Türk hükümeti ve Başbakan Erdoğan'ın uzlaşma
adına geri adım atmak, özür dilemek veya halkın önemli bir kesiminin
reaksiyonlarını anlamaya çalışmak konusundaki isteksizliğini ve kutuplaşmaya
yol açan tepkilerini esefle karşılıyoruz. Cumhurbaşkanı Gül'ün yapıcı ve ılımlı
yaklaşımları ve açıklamalarından ayrıca Sayın Arınç'ın zarar gören vatandaşlarla
ilgili özür dileyen açıklamalarından memnuniyet duyuyor, onların başta Taksim
Platformu olmak üzere çeşitli temsilcilerle diyaloğa açık olması ve diyalog
çağrısı yapmasının öneminin altını çiziyoruz”
AP,
Hükümete saygısızca talimatlar da veriyordu:
“Basın hürriyeti ve medya çoğulculuğunun AB
değerlerinin temelini oluşturan ilkelerden olduğunu hatırlatıyoruz. İnternet
ortamı da dâhil Türk medyasındaki bozulma, kötüye gitme, artan otosansür
hakkında endişelerimizi dile getiriyoruz.
Medyanın büyük bir bölümünün çok farklı başka alanlarda ticari çıkarları
da olan az sayıda sermayaderin sahipliğinde olmasının doğurduğu sonuçlar
konusunda endişelerimizi yineliyor, medya sahipliği alanında yeni yasalar yapılması
çağrımızı da yineliyoruz."(27)
Aynı gün
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Avrupa Parlamentosu'nun Türkiye hakkında
aldığı kararın kabul edilemez olduğunu belirterek, Türkiye'ye iletildiğinde
aynen iade edileceğini söyledi:
"Avrupa
Parlamentosu'nun Türkiye söz konusu olduğunda böyle bir tutum sergilemesini
kabul edilemez buluyoruz. Üst bir dille Türkiye'ye yönelik uyarılar içeren ama
bu arada hiçbir şekilde, fikir ve gösteri hakkını kullanan samimi kitlelerle
şiddet kullanan marjinal gruplar arasında ayrım yapmayan bir üslup
benimsenmiştir. Türkiye hiçbir şekilde hiçbir ülkeden ya da ülke grubundan bu
konularda ders alma ihtiyacı olan bir ülke değildir".
Uluslararası
medyanın Türkiye'ye son günlerde bakışının oryantalist bir açı olduğunu dile
getiren Davutoğlu, "Türkiye'nin imajını uluslararası alanda olumsuz yönde
etkilemeye dönük çabalara da kesinlikle izin vermeyeceğiz. Son günlerde
uluslararası medyada ve bazı açıklamalarla Türkiye'nin yükselen profilini
düşürme ve bir imaj operasyonu yapma çabalarına da izin vermeyeceğiz"
Davutoğlu
Başbakan Erdoğan’ı da öne çıkaran tepkisi netti:
"Türkiye
Cumhuriyeti devleti bu temel ilkeleri hep benimsemiştir, benimsemeye de devam
edecektir. Eğer herhangi bir şekilde yanlış bir uygulama varsa hukuk devleti
içinde bunun da gereği yapılır. Zaten Sayın Başbakanımızın açıklamalarında da
bu konuda herhangi bir yanlış uygulama varsa gerekli denetimin gerekli teftişin
yapılacağı vurgulanmıştır. Bu işlem de yapılmıştır. Hukuk devleti ilkeleri
içinde Türkiye gösteri özgürlüğünü de koruyan, kaygılarını açık bir şekilde
ifade etmek isteyen herkese bu imkanı tanıyan tutumu sergilemeye devam edecek.
Ama kimsenin de ülkeyi bir kaos ortamına çevirmesi veya böyle bir görüntü ve
imaj oluşturma çabasına da izin vermeyeceğiz."
"Aynı
gün emniyet güçlerimizin Taksim'den çekildiği anlarda Frankfurt'ta da benzer
bir protesto gösterisinde benzer yöntemler kullanılmıştır. Bu açıklamanın içeriğine
bakıldığında son derece dengesiz bir biçimde sanki hiçbir şiddet kullanmayan
protestoculara dönük aşırı şiddet kullanılmış gibi bir hava verilmeye
çalışılmaktadır. Türkiye ve hükümetimiz her zaman özgürlükleri savunacaktır.
Gösteri özgürlüğünü hukuk devleti kuralları içinde yaşatmaya devam edeceğiz. Bu
anlamda Taksim Gezi Parkı'nda olan gençlerimiz, sivil toplum kuruluşu
temsilcilerimiz ile bu gösteri hakkını şiddete dönük olarak istismar etmek
isteyen marjinal gruplar arasına kesin bir çizgi koyuyoruz. Bizi rahatsız eden
şudur. 'Türkiye'deki gelişmelerden kaygılıyız' ifadesi rahatsız edicidir"
Başka
ülkelerde yaşanan benzer gelişmelerle ilgili olarak "kaygılıyız"
ifadesinin kullanılmamasını eleştiren Davutoğlu, Paris'in varoş bölgelerinde
2005 yılında yaşanan olayları anımsatarak, "Eğer o dönemde Fransa
demokrasisi için 'kaygılıyız' ifadesi kullanılmamışsa, Türk demokrasisi için de
kullanılamaz. Kim kullanırsa buna karşı mesajımız net ve açık olur. Türk
demokrasisi Fransız, İngiliz, Alman demokrasisi kadar olgundur ve kendi içinde
problemleri çözecek araçlara sahiptir. Türkiye hiçbir ülkeden ders de almaz,
yönlendirme de kabul etmez" (28)
Dışişleri
Bakanı Ahmet Davutoğlu, ABD ve AB’ye
yönelik eleştirilerini sürdürdü. 17 Haziran 2013’te Rixos Grand Ankara Hotel'de
düzenlenen Yurt dışı Vatandaşlar Danışma Kurulu Toplantısı'nın açılışında
yaptığı konuşmada,'”Yaşadığımız süreç de, bu gücün ve kudretin test edilme
çabasıdır. Bunu test etmeye de kimsenin gücü yetmeyecek, Her siyasi sorunu
aşarız, her kültürel meseleye çözüm buluruz, her ekonomik krizi aşarız, yeter
ki özgüvenimiz olsun. Yeter ki kendimize, ait olduğumuz millete, mensubiyet
hissettiğimiz medeniyete, vatandaşı olmaktan gurur duyduğumuz devlete güvenimiz
sarsılmasın. Aslında son 3 hafta içinde yaşananların eğer tek bir hedefi varsa,
bu özgüveni sarsmaktır.' demişti.
Türkiye'nin
son 10 yılda ekonomide ve dış politikada elde ettiği başarıları anlatan
Davutoğlu, bütün bu devrimlerin arkasında özgüvenin yattığını ifade ederek, “Şimdi
birileri bu özgüveni sarsmak istiyorsa, biz topluca, 76 milyon ve dışarıdaki
bütün vatandaşlarımızla birlikte 'Hayır' diyeceğiz. Bir kere bu milletin
damarlarına bu özgüven aşısı yapılmışsa hiçbir güç onu durduramaz. Hiçbir güç
bu özgüvenimizi kaybetmemize yol açacak şekilde bir psikolojik harekât yapamaz!”
demişti.(29)
Fransız
Yeşillerin üyesi, Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eş başkanı Helen
Flautre, 5 gün sonra 18 Haziran 2013
günü Brüksel'de AP Dış İlişkiler Komitesi üyeleri Türkiye ile yaşanan
gerginliği tartışırken, “Yargı ve temel haklar ile adalet, özgürlük fasıllarını
açmış olsaydık şimdi çok daha tutarlı olurduk ve kendimi daha iyi
hissederdim" " diyecekti. Davutoğlu ABD’yi ve Avrupa’yı ikiyüzlülüklerini
ve çifte standartlarını itirafa zorlamıştı.
Avrupa
Parlamentosu'nun (AP) birçok üyesi, yargı ve temel haklar ile adalet, özgürlük
ve güvenlik fasıllarının müzakerelere açılmamış olmasının Avrupa Birliği'ni
Türkiye karşısında "tutarsızlığa" düşürdüğü konusunda mutabık
kaldı. Flautre, her iki faslın açılmamış
ve daha da kötüsü açılış kriterleri dahi belirlenmemiş olmasının, AB'nin temel
hak ve özgürlüklerle ilgili Türkiye'ye yapacağı tavsiyelerin etkisini
azalttığını belirtti. Flautre, AB üyelerinin 26 Haziran'da açılıp
açılmayacağını tartıştığı Bölgesel Politikalar faslının da Türkiye'deki çözüm
süreci açısından önem taşıdığını, AB'nin bu dönemde Türkiye ile ilişkileri
zayıflatmak yerine güçlendirmenin yollarını araması ve diyalog kapısını açık
tutması gerektiğini ifade etti.
AFET
Başkanı Alman Hristiyan Demokrat Elmar Brok ise AP genel kurulunda geçen hafta
kabul edilen Türkiye kararıyla AFET heyetinin Türkiye'de temas ve incelemelerde
bulunmasının anlamının kalmadığını ve ziyaretin iptal edildiğini söyledi.
Brok, AFET heyetinin ziyaretiyle ilgili AB
Bakanı Egemen Bağış'la yaptığı telefon konuşmalarının "faydalı
olmadığını" belirtti. Brok, "Türkiye ile ilişkilerimizi
derinleştirmek istiyoruz. Mevcut durumda temasların sürmesinden ve Türkiye'nin
Avrupa perspektifinin gelişmeye devam etmesinden yanayız" dedi.(30)
Almanya Başbakanı Angela Merkel, Gezi Parkı
gösterilerinde polis şiddetini bahane ederek 26 Haziran'da açılması gereken
Bölgesel Politikalar faslını bloke ediyor, sonbahardaki seçimde Türkiye karşıtı
bir söylemle iç politikaya yatırım yapıyordu. AB’den sorumlu Bakan Egemen
Bağış, Merkel’e Sarkozy’nin Türkiye muhalifliğinin bedelini seçilemeyerek
ödediğini, Merkel’in de seçim sonrası balık tutmaya gidebileceğini hatırlatıp
alay etmişti. Alman Hristiyan Demokrat Elmar Brok, Egemen Bağışla bu yüzden
faydasız bir görüşme yapmıştı.
Gazeteci
Faruk Aslan ‘a göre Merkel’in ya da Almanya’nın başka amaçları da vardı: “Almanya’nın
yoğun Türkiye ilgisi, Ergenekon ile bağlantılarından kaynaklanıyor. Derin
Almanlar, uzun süredir vakıfları aracılığıyla, Türkiye`nin, etkin, dinsel ve
mezhepsel farklılıklarını ele alıyor, bu farklılıkları derinleştirerek ulus
devleti zaafa uğratmaya çalışıyorlar. Türkiye`de cumhuriyetin kuruluş felsefesi
olan Kemalizm’in iflas ettiğini ve bu haliyle Avrupa Birliği’ne
alamayacaklarını her fırsatta dile getiriyorlar. Türkiye`deki, yerel
yönetimlere işlerlik kazandırıp, federatif sistemi Türkiye`de tanıtmak ve yerleştirmek,
için çaba sarf ediyorlar. ‘Alevi İslamı’ adında müslümanlıktan soyutlanmış bir
Alevi kimliği oluşturma projeleri hızla devam ediyor. Militan Kürtleri
siyasileştirip Türkiye’nin başını ağrıtmaktan hoşlanıyorlar.” (31)
Merkel
yenilecek ve geri adım atacaktı. 25 Haziran 2013 ‘da Dışişleri Bakanı Ahmet
Davutoğlu, Türkiye'nin AB müzakere sürecindeki "Bölgesel Politika ve
Yapısal Araçların Koordinasyonu" başlıklı 22. faslın açılmasına ilişkin,
"Faslın geri dönülmez bir karar ile açılması teyit edildi'' dedi..
Davutoğlu, Almanya Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle ile yaptığı görüşme
sonucunda Avrupa Birliği adına Genel İşler Konseyi'nin Türkiye ile 22. müzakere
faslının açılmasına karar verdiğini öğrendiğini söyledi. Westerwelle ile son
birkaç gün içinde birçok kez görüştüğünü dile getiren Davutoğlu, dün gece
yaptıkları görüşmede bir metin üzerinde mutabık kaldıklarını, bu sabah da AB
Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton,
Genişlemeden Sorumlu Komiseri Stefan Füle, İsveç Dışişleri Bakanı Carl Bild ve
İtalya Dışişleri Bakanı Emma Bonino ile görüşerek metin çerçevesinde
gelişmelere katkıda bulunmalarını talep ettiğini söyledi. (32)
22. Faslın
açılması kesinleştikten üç gün sonra , 28 Haziran’da Avrupa Parlamentosu (AP)
milletvekili ve Romanya eski dışişleri bakanı Adrian Severin, Avrupa
Parlamentosu’nun Gezi Parkı olaylarına ilişkin Türkiye kararını eleştirerek
gerçeği teşhir etmişti: “Üye ülkelerdeki
duruma bakmadan Türkiye’yi kınamak iki yüzlülük ve ben bu çifte standarda
sessiz kalmayacağım!”
Romen
parlamenter, “Gezi parkı olayları sonrasında yaşananlarda dış mihrakların
parmağı olabilir mi?” sorusuna, “Bu
ihtimali dışarıda bırakamam. Suriye ve çevredeki benzeri ülkelere ve bölgedeki
jeopolitik çıkarlara bakıldığında bu tarz müdahalelerin tarihte ilk defa
olmadığını görürüz. Bazı ülkeler, hükümetler, siyasi aktörler bölgelerinde
ciddi roller oynayan ülkelerdeki problemlerden faydalanma yoluna geçmişte de
gitmiştir. Türkiye de herhangi bir ülke değil, jeopolitik rolü olan ve bunu
başarıyla oynayamaya çalışmış bir ülke.”diyerek cevap verdi.
Adrian
Severin dürüsttü:
“Türkiye’de
yaşananların Arap baharı ile karşılaştırılmasını da yanlış, Türkiye
demokrasinin eksiklikleri konusunda konuşabiliriz ama Avrupa ülkeleri dahil
hangi ülkede demokratik sıkıntılar yok ki” (33)
Rusya
temkinliydi. Rusya Federasyon Konseyi Dış İlişkiler Komitesi Başkan Yardımcısı
ve askeri uzman Valeriy Şnyakin, 05 Haziran 2013’te ,Türkiye’deki protesto durumunun giderek
istikrara döneceğini ve Arap Baharı senaryosunun yaşanmayacağını söylemişti:
“Türkiye, İslam dünyasının özel bir ülkesi. Laik ve demokratik bir devlet ve Erdoğan’ın durumu çözeceğini, protestoculara tavizde bulunacağını düşünüyorum.Son seçimlerde partisi en fazla oyu kazandı. Protestonun, farklı görüşte insanları, sağcıları, solcuları, milliyetçileri, liberalleri, demokratları, çevrecileri ve diğerleri birleştirdiği dikkat çekici.”
“Türkiye, İslam dünyasının özel bir ülkesi. Laik ve demokratik bir devlet ve Erdoğan’ın durumu çözeceğini, protestoculara tavizde bulunacağını düşünüyorum.Son seçimlerde partisi en fazla oyu kazandı. Protestonun, farklı görüşte insanları, sağcıları, solcuları, milliyetçileri, liberalleri, demokratları, çevrecileri ve diğerleri birleştirdiği dikkat çekici.”
Buna
karşılık Şnyakin tuhaf bir şekilde, TSK’yı kışkırtıyordu: “Ordu hiçbir şey yapmadı. Erdoğan’ın son
dönemlerde askeri eliti zayıflatmaya yönelik politika uyguladığı unutulmamalı.
Bununla birlikte, askerleri siyasetin dışına iterek bazı başarıları elde etmiş
olmasına rağmen, yine de askerlerin yaşananlara kayıtsız kalacağı söylenemez.”
Şnyakin,
Erdoğan karşıtı dile yatkın bir ayrıntıyı da sözlerinin arasına sıkıştırmıştı: “Başbakan Erdoğan, mantıklı ve akılcı bir
politikacı ve silah gücünü kullanmasının puanına darbe vuracağını ve önümüzdeki
yıllarda iktidarda kalma arzusuna son vereceğini çok iyi anlıyor. Ayrıca, böyle
bir senaryo, iktidar elitinin bölünmesine, tüm takip eden sonuçları ile
birlikte, yol açacak.”
Dış
faktörün de dikkate alınması gerektiğini söyleyen Şnyakin, ne bu ülkeyi
Ortadoğu’daki kilit müttefiki olarak gören ABD’nin, ne de Avrupa’nın
Türkiye’nin istikrarsızlaşmasını istemediğini söyleyerek ilginç bir analiz
yapmıştı: “Türkiye’deki durumun gelişmesi, ABD için tüm Ortadoğu politikasının
soru altında kalması anlamına gelir. Avrupa da bu ülkede durumun kötüleşmesini
istemiyor. Bu yüzden protesto etkinliğinin giderek sona ereceğini düşünüyorum.”
(34)
Oysa ABD ve Avrupa Türkiye’nin istikrarsızlaştırılması
ve Erdoğan’ın iktidardan uzaklaştırılması için çalışıyordu. Aynı gün aşırı
sağcı Rus Liberal Demokrat Partisi Başkanı Vladimir Jirinovski, Türkiye'de
"turuncu devrim" yaşandığını söylemekteydi: "Bir bakınız Türkiye'nin 48 kentindeki 90
eyleme. Amaç ne? Batı, İslamlaştırılan bir Türkiye istemiyor. Ki bu Türkiye
sadece boş oturmayacak, aynı zamanda tüm Müslüman dünyasını birleştirecek.
Batı'ya bu lazım değil! Batı'ya aynı zamanda yeni Osmanlı İmparatorluğu da
lazım değil. Rusya ve Çin'in de işine gelmez. Demokratların, sosyal
demokratların, hatta askerlerin geri dönmesi işimize yarar. Erdoğan'ın geleceği
yok!" (35)
Yukarıdaki
analize göre Gezi Parkı eylemlerinin tek amacının yerel ve küresel işbirlikleri
ile Başbakan Erdoğan’ı istifaya zorlamak olduğunu netleştirmiş oldum. Ancak
yine de bu gerçeğin karşı taraftan nasıl göründüğünü anlamaya ihtiyacımız var.
20
Haziran’da, Erdoğan’a ve AK Parti İktidarına muhalif olan Vatan
Gazetesi yazarı Reha Muhtar, kendisinden beklenmeyen bir açık yüreklilikle
yazdığı yazısında Ecevit’in
Başbakanlık’tan uzaklaştırılma senaryosunu anlatmış ve aynısının
Erdoğan’a da yapıldığını söylemişti:
“Sorun
iktidar değil, Ecevit” demekle, “Sorun AKP değil, Tayyip Erdoğan” demek
arasında hiç fark olmadığını, aslında aynı operasyonun, aynı stratejinin, aynı
taktiğin aynı tanıdık ve mahut çehreler tarafından senaryolaştırıldığını o
kadar iyi bilmekteyim ki... Gazetecilikten bahsedecekler şimdi elbette.. Etik
gazetecilikten değil mi?.. Sırtını ulusal ve uluslararası sermayeye dayayıp,
derin konsorsiyumların “etki ajanı” olarak görev yapacaklar... Sonra “ahlaklı
ve etik gazeteciler olarak”, toplumu operasyonlarla suni olarak
şekillendirdiklerinin tarihini yazmaya soyunacaklar, öyle mi?...
Tayyip
Erdoğan’ın birçok hataları bulunduğunu, otokratik bir kişiliğe meyyal olduğunu,
toplumun cumhuriyetçi ve laik kesimleriyle iyi diyalog kuramadığını
düşünüyordum... Cumhuriyetçi kesimler arasında iktidarının son döneminden çok
fazla “muzdarip”in varlığını fark ediyorum... Fark etmez Ecevit‘in de bir sürü
yanlışı ve hatası vardı ülkeyi yönetirken...
Bunların
hiçbiri bu insanların “derin operasyonlarla” seçimle geldikleri iktidardan,
abidik kubidik yöntemlerle düşürülmelerini gerektirmiyor... Operasyon yapanlar,
kendi rol aldıkları operasyonların kendi biçimlendirdikleri tarihini yazmaya
soyunuyorlar... Tayyip Erdoğan’la gönül
bağım olmadı hiç... Oysa şu anda yapanların ne anlama geldiğini bilecek kadar
şerbetliyim... Ecevit’e de aynısını yapmışlardı...
Hiçbir
şey sonsuza kadar gizli kalmıyor değil mi?.. Gün geliyor operasyonlar ve
hesaplar birer birer ortaya dökülüyor... Bülent Ecevit nire?.. Tayyip Erdoğan
nire?.. Fakat uluslararası paranın merkezleriyle takıştınız mı, istediklerini
yapmadınız mı adınızın önünde “Laik-İslamcı, Cumhuriyetçi-Osmanlı,
Bülent-Tayyip” yazmış, fark etmiyor... En yakınınızdakiler “öne sürülerek” sizi
bitirmek için operasyonun düğmesine basılıveriyor...” (36)
Yine 20
Haziran’da Star Gazetesinde hiç beklenmedik bir isimden hiç beklenmedik bir
röportaj yayınlandı. Eski TBMM Başkanı ,Gizemli yapısı ve kapalı
toplantılarıyla gündeme gelen Encümen-i Dâniş’in Başkanı Necmettin Karaduman, Başbakan
Erdoğan’a destek verdi:
“Hükümet özellikle ekonomik açıdan önemli
hamleler yapmış ve ülke güçlenmiştir. Bizi zayıf görmek isteyen devletler
ekonomik açıdan güçlü olmamızı arzu etmezler. Hükümetin PKK sorununu çözmesi
çok yerinde oldu ve desteklenmesi lazım. Bu süreç sona erdirilmek istenirken
olumlu bir neticeye vardırılması temin edilmeli. Bunlar Türkiye’yi hep
güçlendiren şeyle. AK Parti memleketin korunması açısından takdir edilecek
politikalar yürüttü. Muhalifler bunu görmek istemiyor. CHP, başarılı
görünmüyor” dedi.(37)
Gezi
Parkı eylemlerinin en şiddetli günlerinde The School for Advanced Studies in
the Social Sciences (EHESS) Paris’te çalışan sosyolog Nilüfer Göle’nin Today’s
Zaman’da yayınlanan analizi fantastik bir kurgunun detaylarıyla doluydu.
Nilüfer Göle, Tarihçi İlber Ortaylı’nın “kitap
okumuyorlar, koklaşarak iletişim kuruyorlar” diyerek özetlediği eylemcilere
yeni bir kuşak tanımı yapma kaygısı güdüyor, Erdoğan’ı hedef tahtasına koymakta
sakınca görmüyordu. Analizinin özü sosyolojik değil politik ve ideolojikti: “Kamusal
yaşam, tek pehlivanlı meydana dönüştü. Yeni bir vatandaşlığın provası
yapılıyor.”
Nilüfer
Göle, hareketi masumlaştırıcı bir yerden karşı taraftı, bakıyordu, tespitleri
de nesnel değildi:
“Gözümüzün
önünde yepyeni bir hareket doğuyor. Katılımcıların kendisi de hoş bir şaşkınlık
içinde. Kendi seslerini duymanın, eylemlerinin birleştirici gücünü görmenin
coşkusunu, sevincini yaşıyorlar. Tansiyon beş gün sonra bile halen yüksek.Tedirginlik
veren çatışma korkusu, polis baskısı, yaralılar, insan kayıplarına rağmen,
şenlik havası hakim. Bu hareket, tüm gözlemcilerin belirttiği gibi yeni bir
eşiğe işaret ediyor. Hareketin adını koymaya çalışıyoruz. ‘68 Fransız
başkaldırısını hatırlatanlar, Arap baharına gönderme yapanlar, occupy
wallstreet’i de kapsayan Avrupa “kızgınlar hareketi”ni kendine daha yakın
bulanlar var. Gezi meydan hareketi ise bunların hepsi ve hiçbiri. Hepsinden bir
unsur taşıyor. Hepsi gibi sokağa çıkma, meydanı işgal etme, vatandaşın nöbet
tutma hareketi. Ama hepsinden ayrılan bir özgünlüğü var. Fransa 68 gençlik
başkaldırı hareketi, uzun süren De Gaulle iktidarının yıpranması sonucu
kıvılcımlanan, “yeter” sloganıyla gençliğin sokakları işgali ve polisle
çatışması. Gezi meydan hareketi de, 68 hareketi gibi, on yıllık iktidarın
kişiselleşmesine “yeter” artık diyen bir başkaldırı hareketi.”
Göle,
neden-sonun ilişkilerinden yoksun analizinde paket kabul dayatması ile
meşguldü:
“İktidarın
biber gazı ve polis gücüyle müdahelesi kamusal alanın boğulduğunu,
zehirlendiğini gözler önüne serdi. Vatandaşın evinden işinden koşup, çoluk
çocuk, tencere tavalarıyla bu dalgaya katılması bu tespitin paylaşıldığını
gösteriyor. Gezi öncesi, kamusal alan daralıyordu. İfade özgürlüklerinin
kısıtlanması, gazetecilerin yargılanmaları, muhalif seslerin susturulmaları,
işten atılmaları, oto sansürün yaygınlaşması canımızı acıtan bir biçimde, en
son Hasan Cemal olayının ayyuka çıkardığı gibi, epey zamandır gündemde.”
Diğer karşıtlar gibi, sosyolojik alana kaydırılmış sosyolojik
krema tadında bakışını şöyle noktalıyordu Nilüfer Göle:
“Erdoğan’ın
kişiselleşen iktidarı, Kars’taki heykelden, İstanbul’daki AKM projesine kadar,
kendi zevkini, ufkunu dayatma alışkanlığı, insanların kendi hayatları,
çevreleri, kentleri konusunda iktidarsızlaşmasına sebep oldu. Kamusal yaşam,
tek pehlivanlı meydana dönüştü. Yeni bir vatandaşlığın provası yapılıyor.”(38)
Koç
Üniversitesi yapılırken kesilen binlerce
ağacın tartışıldığı o günlerde, ağaç katliamına yönelik eleştirilere,
gösterilere destek vermek amacıyla konuşan Yazar Orhan Pamuk farkında olmadan
ters katkı yapmış, CHP iktidarı’nda Taksim ve Gezi Parkı’nda yapılan ağaç
katliamını anlatmıştı:
“Taksim
Meydanı bütün İstanbul’un kestane ağacıdır ve korunmalıdır. İstanbul’da 60
yıldır yaşıyorum ve bu şehirde yaşayıp Taksim ile ilgili bir hatırası olmayan
birisini hayal bile edemiyorum. Alışveriş merkezine çevrilmek istenen eski
Topçu Kışlası’nın ortasında 1930’larda resmi maçların oynandığı mini bir futbol
stadyumu vardı. 1940 ve 1950’lerde İstanbul’un gece hayatının merkezi ünlü
Taksim gazinosu Gezi parkının bir köşesindeydi. Sonra bütün bu binalar yıkıldı,
ağaçlar kesildi, yenileri dikildi ve parkın kenarına bir dizi dükkan ve
İstanbul’un en ünlü resim galerisi açıldı. “ (39)
Nilüfer
Göle’nin dilindeki agresif akademik ayrışmanın anlattıklarından başka bir
akademisyenin dilindeki bakışı görerek Gezi
Parkı eylemlerinin ve kuşak histerikliğinin
sabitleşmesini sağlayalım. Ankara Strateji Entstitüsü’nden Prof. Dr. Halil İbrahim
Bahar, ‘Gezi Parkı'nda sosyolojinin kötüye kullanılması’ başlıklı analizinde:
“Gösteriye
katılan gençlerin doğum tarihlerinin aynı dönemlerde olması, onları 'sosyolojik
kuşak' yapmaz. Sosyolojik bir kuşağın olması için hükümet karşıtlığı da yeterli
değildir! Sosyolojik kuşağın olabilmesi için ortak bir ideolojinin, kültürün,
güçlü bağların, karşılıklı etkileşim kalıplarının ve iradenin olması gerekir.” diyerek
yaygınlaştırılmak istenen algıya itiraz ediyor ve:
“Gezi
Parkı gösterilerinin, park meselesinden, kitlesel bir siyasi muhalefete
dönüştürülmesi sürecinde, bazı çevreler sosyolojiyi kendi ideolojileri
çerçevesinde kötüye kullandılar. Sosyolojinin kötüye kullanılması geçmişte de
yaşandı. Kalitatif çalışmalardan kantitatif sonuçlar bile elde edilmeye
çalışılarak, sosyolojinin herkes tarafından bilinen genel kuralları yok
sayıldı. Kalitatif verilerden toplumsal genellemelerin yapılmasına ve politik
duruşlara, sosyolojik şemsiye altında meşruiyet sağlama çabalarına tanık olduk.”
diyordu.(40)
Sonuç
olarak Gezi Parkı Eylemlerinin ana hedefi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın
istifaya zorlanmasıydı. Bu başarılamazsa ardıl hedef, Erdoğan’ın kanatlarının
kısıtlanması ve böylelikle Türkiye’nin küresel güç olma hedeflerinin ve
ekonomik, siyasî, sosyolojik ve psikolojik gerçekleşmelerindeki toplam kalitenin
artmasını engellemeye yönelik hem yerel hem de küresel anlamda karşı kazanımlar
elde etmek olacaktı. Organize ilişkiler ağı ve yaşananlar ortadaydı. Faiz
Lobisi’nin şiddet ve terör günlerinde yaptığı işlemler de araştırılıyordu
zaten.
Gezi Parkı’ındaki
ağaçlar Taksim Kışlası’nın yapımındaki minik engeller olmuşlardı, ancak Ayasofya’nın
ibadete açılmasıyla ilgili sosyolojik hareketlilik gün geçtikçe hacmini
büyütüyordu. 1960 Askeri darbesi ile müzeye çevrilen Trabzon Ayasofya Cami 53 yıl
sonra ibadete açılmıştı. Recep Tayyip Erdoğan, Jirinovski’nin dediği gibi,
sadece kendisi değildi: “Batı, İslamlaştırılan bir Türkiye istemiyor. Ki bu
Türkiye sadece boş oturmayacak, aynı zamanda tüm Müslüman dünyasını
birleştirecek.”
Adil Çelik, Sonsuz Ark, 11.05.2013- 30. 06.2013
Not: İşte Gezi'de yer alan Mossad ajanları 20.11.2013
http://www.ahaber.com.tr/Gundem/2013/11/20/iste-gezide-yer-alan-mossad-ajanlari
Not: İşte Gezi'de yer alan Mossad ajanları 20.11.2013
http://www.ahaber.com.tr/Gundem/2013/11/20/iste-gezide-yer-alan-mossad-ajanlari
(20) http://www.timeturk.com/tr/2013/06/05/4-u-erasmus-ogrencisi-11-yabanciya-ajanlik-gozaltisi.html
(25) http://yenisafak.com.tr/ekonomi-haber/turkiyenin-yukselisi-herkesin-yararinadir-06.06.2013-529793
(33) http://www.trt.net.tr/trtavaz/apnin-turkiye-karari-icin-carpici-yorum--haber-detay,tr,91347.aspx
(38) http://www.todayszaman.com/news-317643-gezi-anatomy-of-public-square-movementby-nilufer-gole-.html
(39) http://www.cnnturk.com/2013/guncel/06/05/orhan.pamuk.hukumetin.buyuk.hatasi/710743.0/index.html
(40) http://yenisafak.com.tr/yorum-haber/gezi-parkinda-sosyolojinin-kotuye-kullanilmasi-25.06.2013-535221
Kavramlar:
Fonetik:
Ses bilgisi ya da fonetik sözcüğü, Yunanca “ses” anlamında olan phōnḗ
sözcüğünden türetilen ve “işitilen, duyulan” anlamına gelen phōnētikós
sözcüğünden gelmektedir. Ses Bilgisi, dilsel seslerin öğelerini araştırır. Ses
Bilgisi; Modern Dilbilim, Biyoloji, Akustik Bilimi, Sinir Bilimi, Tıp ve diğer
bilimlerle ilişkili olan kendine özgü, disiplinler arası bir alandır. Ses
Bilgisinin araştırma nesnesi, konuşulan dildir. İşlevsel Ses Bilgisi, Ses Bilim
gibi konuşulan dili farklı açılardan ele alır. Ses Biliminde “dil sistemindeki
ses birimlerin işlevleri”, Ses Bilgisinde ise sözlü ifadelerdeki özellikler söz
konusudur ve Ses Bilgisi, fen bilimlerinin yöntemlerini kullanır. Ses
Bilgisinin amacı görgül dil üretimi ve bu üretimin algılamasının imkân ve sınırlarını
araştırmaktır.
Postulat:
Kendiliğinden apaçık olan ve böyle olduğu için öteki önermelerin temeli ve ön
dayanağı olan temel önermeye belit , aksiyom ya da postulat denir.
Terör ya
da Terörizm: siyasal, dinsel ve/veya ekonomik hedeflere ulaşmak amacıyla
sivillere; resmî, yerel ve genel yönetimlere yönelik baskı, yıldırma ve her
türlü şiddet içeren yolun kullanımıdır. Terör uygulayan organize gruplara terör
örgütü; terör uygulayan şahıslara ise terörist denir.
Özgürlük:
En genel haliyle, özgürlük, bağlı ve bağımlı olmama, dış
etkilerden(etkenlerden) bağımsız olma, engellenmemiş ve zorlanmamış olma halini
dile getirmektedir. Buna paralel baska bir gündelik tanımı, insanın kendi
kararlarını kendi istemine ve düşüncelerine göre belirleyebilmesi, ve kendi
seçimlerini kendi iradesi ile yapabilmesi olarak belirir. Burada özgürlük bir
irade özgürlüğüdür. Türk Dil Kurumu, Güncel Türkçe Sözlük'de özgürlük sözcüğünü
şöyle tanımlamaktadır:
"1.
Herhangi bir kısıtlamaya, zorlamaya bağlı olmaksızın düşünme veya davranma,
herhangi bir şarta bağlı olmama durumu, serbestî.
2. Her
türlü dış etkiden bağımsız olarak insanın kendi iradesine, kendi düşüncesine
dayanarak karar vermesi durumu, hürriyet."
Siyasal
ve toplumsal alanda özgürlük kavramı daha karmaşık ve çok-anlamlı tanımlar ve
tartışmalar getirir beraberinde. Mesela, Liberalizm'de özgürlük ana prensiptir,
ancak burda kişisel özgürlükleri öyle bir abartılır hale getirirler ki sonuçta
bunun da adına özgürlük diyebilirler: Hâlbuki konu siyasi oldu mu bu tüm
toplumu ilgilendirir, dolayısıyla tekil özgürlüğün çoğul özgürlüğü kısıtlamaması
ve ona zarar vermemesi gerekir. Aynı şekilde ekonomide dışa bağımlı yollar
özgürlüğü kısıtlar, işte bütün bunlar oturması gereken kavramlardır. Felsefi
anlamda (düzlemde) ise kavram tamamen kuramsal boyutta değerlendirilir ve
düşünce tarihinin başlangıcına kadar uzanan bir geçmişe sahip olarak ortaya
çıkar. Hemen bütün öğretilerin bir özgürlük tanımlaması ve buna göre bir
özgürlük talebi vardır. Aydınlanmacılık ile berber özgürlük, felsefi ve
toplumsal bir ilke olarak formüle edilmeye girişildi. Modernizm, başlangıcından
itibaren mutlak bir özgürlük talebi ve iddiasi olarak ortaya konulmuştur.
İstenç
özgürlüğü, irade özgürlüğü, ifade özgürlüğü, düşünce özgürlüğü, bireysel
özgürlük, toplumsal özgürlük ve benzeri kavram ve kategoriler felsefi Özgürlük
nosyonu başlığı altında tartışılıp değerlendirilen ve siyasal içerimleri de
olan birkaç önemli kavramdır.
Hukuk,
birey, toplum ve devletin hareketlerini, birbirleriyle olan ilişkilerini;
yetkili organlar tarafından usulüne uygun olarak çıkarılan, kamu gücüyle
desteklenen, muhatabına genel olarak nasıl davranması yahut nasıl davranmaması
gerektiğini gösteren ve bunun için ilgili bütün olasılıkları yürürlükte olan
normlarla düzenleyen normatif bir bilimdir. Hukuk, birey-toplum-devlet
ilişkilerinde ortak iyilik ve ortak menfaati gözetir.
Şiddet
veya yeğinlik, temel dürtü ve varoluş gereği savunma veya karşı savunma harici
daha çok insanlarda ve topluluk halinde yaşayan hayvanlarda grup içi otorite
sağlamak için diğerinin varlığını tehdit unsuru görmek ve onu bu konuda denemek
daha doğrusu sindirmek için karşı tarafa uygulanılan zarar vermeye yönelik
psikolojik davranış türüdür.
Devlet,
toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasal bakımdan örgütlenmiş millet veya
milletler topluluğunun oluşturduğu tüzel varlık.
Hukukî
açıdan devlet, genellikle unsurlarından hareketle tanımlanır. Buna göre devlet;
"Ülke adı verilen belirli bir toprak üzerinde yaşayan insan
topluluklarının bir egemenlik anlayışı ve hukuku içinde bir siyasi iktidar
altında örgütlenmesidir." Bu tanımdaki unsurlar şunlardır:
İnsan
unsuru: Halk ya da millet unsuru olarak da adlandırılabilir. Belirli bir alanda
birlikte yaşayan ve çeşitli bağlarla ortak yaşama iradesi gösteren insan topluluğudur.
Bir devleti oluşturacak insanların sayısı hakkında bir alt sınır olmamakla
birlikte devletin niteliğine göre makul bir alt sınır kabul edilebilir. Modern
yaklaşıma göre millet unsurunun kurulabilmesi için manevi nitelikte bağlar
yeterli olup bu manada birlikte yaşama iradesinin doğması yeterlidir.
Egemenlik
unsuru: Siyasal iktidar unsuru olarak da adlandırılan bu unsur, Devletin esas
kurucu unsurudur. Belirli bir yeryüzü parçası üzerinde yaşayan insan
topluluğunun üstün irade çerçevesinde örgütlenmesidir. Egemenlik kavramı
otoriteden farklı olarak ülke içinde biricik meşru güç kaynağı olmayı ifade
ederken ülke dışında (uluslararası alanda) bağımsız olmak anlamına gelmektedir.
Ülke
unsuru: Ülke, coğrafi anlamda bir bütünlük teşkil eden ve sınırları
belirlenebilir bir kara parçasını ifade eder. Ancak devletin sınırları
konusunda bir tartışma bulunması mümkündür. Ancak devlet sınırları
öngörülebilir bir toprağa sahip olmalıdır. Devletin ülkesi kara ülkesi, deniz
ülkesi ve hava ülkesi olarak üçe ayrılır.
Güvenlik;
toplum yaşamında yasal düzenin aksamadan yürütülmesi, kişilerin korkusuzca
yaşayabilmesi durumudur.
İnsan
hakları, tüm insanların sahip olduğu temel hak ve özgürlüklere denir. İnsan
hakları, ırk, din, dil ve cinsiyet ayrımı gözetmeksizin tüm insanların yararlanabileceği
haklardır. Bu hakları kullanmakta herkes eşittir. Diğer yandan insan hakları
terimi bir ideali içerir. Bu terimi kullananlar, bu alanda olanı değil, olması
gerekeni dile getirirler.
İnsan
hakları, tüm insanların hak ve saygınlık açısından eşit ve özgür olarak doğduğu
anlayışına dayanır. İnsan hakları, her bir bireye bağımsız seçim yapma ve
yeteneklerini geliştirme özgürlüğü sağlar. Bu özgürlükler başkalarının
haklarına saygılı olmak ve bu hakları çiğnememe zorunluluğu ile
dengelenmektedir. Bir başka deyişle, birçok hakkın yanında bir sorumluluk da
bulunmaktadır.
“Bütün
insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana
sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşlik zihniyeti ile hareket
etmelidirler.”
1. Madde
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi (UDHR),