“Birlikte
yaşamanın temel koşulu olarak, çatışmacı dil dönemi, an itibarı ile sona ermesi
gereken bir dönemdir.”
Toplumlarda
kutuplaşmalar, kamplaşmalar bitmez. Bitmemesi de olağandır. Farklı bireylerin
farklı amaçları vardır ve her birey bu amaçlara saygı duyulmasını ister. Peki,
idare bu kutuplaşmaları, kamplaşmaları nasıl yönetmeli?
Yönetişimin
neredeyse her ülkede ve toplumda şeffaflaştığı, bireylerin devlet erkinin
doğrultmanlarından daha çok kendi taleplerini önemsediği ve bu talepler için
gönüllü olarak gruplaştığı günümüzde, sosyoloji ve siyaset kurumları toplam insanlık
geçmişine oranla görece daha rahat ve aynı zamanda çok daha hassas bir davranış
biçimi geliştirmek zorundalar.
İsrail, Yahudi/Talmut
şeriatine (kanunlarına) göre idare edilmeyi esas kabul eden büyük toplumun
direktifleriyle yönetilirken, İsrail’in çevresindeki müslüman arap ülkelerinin
demokratik yöntemlerle İslam Şeriatı’nı uygulama talepleri, İsrail ve Batı için
tehdit olarak algılanıp İsrail’in
kahraman ilan ettiği generaller aracılığı ile askerî darbelerle engellendiğinde,
idarelerin kendi toplumlarının taleplerinden etkilenebilmelerinin güçlü olup
olmamalarıyla ilgili olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz.
Bununla birlikte başka ülkelerin müdahalelerindeki çifte standardın bağlı olduğu temel faktörü de Bosna örneğinde olduğu gibi anlıyoruz.
Bununla birlikte başka ülkelerin müdahalelerindeki çifte standardın bağlı olduğu temel faktörü de Bosna örneğinde olduğu gibi anlıyoruz.
Güçlü devletler,
güçlü idareler, toplumlardaki olağan kamplaşmaları ve talepleri dikkate alma
gücüne de sahip oluyorlar. Güçlü devletlerin silahlanma endekslerindeki
yeri toplumların taleplerine verilen önemle doğru orantılı. Dünyamız iletişimin
önündeki engeller kalktıkça güçlü ya da güçsüz bütün ülkeler için her şeyin şeffaf bir şekilde gözlenebildiği bir yer hâline
geldi.
Kahire
Adeviyye meydanında 3 Temmuz’da başlayan 28 gündür süren direnişin dayandığı
asıl neden bu. Mısırlılar, güçlü ve gelişmiş ülkelerde bireyin ve toplumun
taleplerine yönelik hassasiyetlerin kendi ülkelerinde de gerçekleşmesini talep
ettiklerinde Batılı hegemonyayı çifte standartlarında durdurmaya
zorlayabileceklerini artık iyi biliyorlardı.
Mısırlıların
sembolize ettiği küresel direniş, yoksulların ve kukla idarecilerin profilinin
net bir şekilde anlaşılmasını sağlıyor. Gelişmiş ülkeleri tedirgin eden olgu, gelişmişliklerini
borçlu olduklarını ülkelerin farkındalık skalasının değişmesi. Toplumsal
taleplere saygı küresel akış grafiğinde gittikçe belirleyici bir unsur oluyor.
Mısır, baskı
altına alınmış özgürlüklerin ve İslam’ın bireyin ve toplumun hayatını düzenleyici
kanunlarının terörle ilişkilendirilerek yok edici perspektifle
değerlendirilmesine karşı alınmış askerî tedbirlerin sonuçlarını analiz
etmemize de yardım ediyor.
Ülkenin yarı
nüfusundan daha azı, diktatörlükle yönetiliyorken elde ettikleri haksız
konumları ve hayat standartlarını kaybetmek istemiyor, ezilmiş ve baskı altında
tutulmuş diğer yarıdan fazlası, haklarının iadesini talep etmekten vazgeçmiyor.
Oysa İsrail, laik ve fundamentalist
yahudileri demokratik bir sistemle, Talmud’un ve Tevrat’ın emirlerine uyarak
yönetirken herhangi bir stres yaşamıyor.
Mısır’dan
bütün Arap ülkelerine sıçrayan derin farkındalık, gelişmiş ülkelerdeki
bireylerin ve toplumların sömürüden kaynaklanan refahını da tehdit ediyor. Çin’in
insan kaynaklarını son on beş yılda çok düşük ücretlerle (30-150 dolar maaş)
sömüren küresel emperyalizm, Hindistan’a, Malezya’ya, Endonezya’ya ve Bangladeş’e
taşınırken geride kalanlar canlanmış/dirilmiş toplumsal talepler.
Kapitalizmin
sembolü Wall Street’i işgal eylemlerinden, Paris’te eşcinsel evliliklere karşı
protesto girişimlerine, İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden ayrılma
tartışmalarına ve ateist bir yazarın İngiltere’ye girişine yasak konulmasına
kadar yaşanan batılı refleksler bireylerin ve toplumların yaşadıkları ekonomik, sosyolojik, psikolojik
ve dinî sorunları aşma yönünde verdikleri
tepkilere örnek olarak sıralanırken demokratik bir perspektifle değerlendiriliyorlar.
Protesto eylemlerine
yönelik polis şiddeti de kamu güvenliği etiketiyle algılara enjekte ediliyor. Batıda
yaşanan protestolar da protestoların şiddet kullanılarak bastırılması da güçlü
devletlerce demokratik olarak tanımlanıyor.
Vatikan’da ,
kardinaller arasında Gay Lobisi olduğunu itiraf eden Papa I. Franciscus, iki
milyon Brezilyalı tarafından karşılanacağı ayini yönetmeye giderken uçakta ‘Tanrı’nın
Brezilyalı olduğunu’ söylerken de toplumsal taleplerin etkileyici gücünü
deklare ediyordu.
I. Franciscus, rahiplerin bireysel talepleri olan evlenme hakkını da tartışmaya açan bir isimdi. Talepler kiliseleri derinden etkilerken de, kiliseler bireyin ve toplumun hayat alanlarını düzenlerken de herhangi bir şekilde fundamentalist Hristiyanlardan söz eden olmuyordu. Çünkü karşısında eşcinsel evlilikleri, uyuşturucu kullanma haklarını talep ederek bu taleplerini gerçekleştiren toplum kesitleri vardı.
I. Franciscus, rahiplerin bireysel talepleri olan evlenme hakkını da tartışmaya açan bir isimdi. Talepler kiliseleri derinden etkilerken de, kiliseler bireyin ve toplumun hayat alanlarını düzenlerken de herhangi bir şekilde fundamentalist Hristiyanlardan söz eden olmuyordu. Çünkü karşısında eşcinsel evlilikleri, uyuşturucu kullanma haklarını talep ederek bu taleplerini gerçekleştiren toplum kesitleri vardı.
Rusya Devlet
Başkanı Putin, bir kişinin dört resmi evlilikten başka evlilik yapma hakkını
tartışırken ve LGBT’lerin protesto ve eylem yapma haklarını kısıtlarken Rus
halkının aile ve gelecek nesil kaygılarını gidermek için farklı stratejiler geliştirdi.
Rusya, diğer
batılı ülkeler gibi nükleer silahları olan güçlü bir ülkeydi ve güçlü ülkelerin
toplumların taleplerini yerine getirme amaçlı politikaları geniş toplumdan destek
buluyordu. Gelişmekte olan ve gelişmemiş olan ülkeler taleplerini gerçekleştirme
gücüne sahip değillerdi. Suriye geniş toplumun taleplerini gerçekleştirmek için
verdiği mücadelede yüz bin kurban ve milyonlarca göçmenle mümkün olan bütün
acılarla terbiye ediliyordu. Mısır büyük bir belirsizlikle meydanlardaydı.
Gelişmiş Batı’nın
özgürlükler ülkesi, Rönesansın lokomotifi Hollanda’da ise tarih tersine
işliyordu; ancak Başbakan’ın kullandığı dil, oluşan toplum sağlığı tehdidine
rağmen taleplere saygısızlık olarak algılanabilecek terimlere kapalıydı.
Hollanda'da "İncil
kuşağı" (Bible belt) adı verilen bölgede dindarların/Hrsitiyan
Fundamentalistlerin aşı kullanımını dinî değerlerine saygısızlık olarak
nitelemesiyle ortaya çıkan kızamık salgını, tehlikeli boyutlara ulaştığında Hollanda
Başbakanı Mark Rutte, polis zoruyla çocukları aşılamaya teşebbüs etmemiş, aksine
dinî diyalektik kullanarak aşı olmak için onlara nazikçe çağrıda bulunmuştu:
"Aşı olmak, Tanrı iradesine karşı gelmek değildir. Eğer her şey Tanrı
istediği için oluyorsa, aşının bulunması da Tanrı’nın bir isteğidir."
Rutte'nin
halkı aşı konusunda ikna etmelerini istediği rahipler, taleplerini açıkça
dillendirdiler:
“Politikacılar Tanrı’nın isteğine karışamaz. Aşıya gelene kadar pek çok zararlı konuda niye insanları zorlayarak bir şey yapmıyorsunuz?"
“Politikacılar Tanrı’nın isteğine karışamaz. Aşıya gelene kadar pek çok zararlı konuda niye insanları zorlayarak bir şey yapmıyorsunuz?"
Aşırı
dindarları taban alan ve inancı gereği kadın üye kabul etmeyen Siyasi Reform
Partisi (SGP) de hükumetin "aşı olun" çağrısını eleştirdi:
"İnsanların inançlarına saygı gösterin. Aşı çağrılarına son verin. Bırakın insanlar kendileri karar versin!"
"İnsanların inançlarına saygı gösterin. Aşı çağrılarına son verin. Bırakın insanlar kendileri karar versin!"
Gelişmiş
batılı ülkeler insan sağlığını doğrudan tehdit eden bu tür talepleri
Fundamentalist yargıyla kundaklamıyorlar, aksine uzlaşı diliyle sorunu çözmeye
çalışıyorlardı. Talep yüzlerce yıl geriye dönüşü Tanrı’nın varsayılan isteğine
bağlamak olsa bile.
Hollanda
Başbakanının kullandığı dil ve tercih ettiği yöntem, diğer gelişmiş ülkelerde
kullanılan dile ve yöntemlere benzemiyor ve şu an için kuşkusuz bir şekilde
örnek alınacak olan tek form bu.
Türkiye’de
Gezi Parkı adı altında toplanan talep başlıklarına ve idarenin verdiği
tepkilere bakıldığında Hollanda Başbakanının tercih ettiği yönetişim ve
iletişim formunun uygulanmasıyla nasıl bir sonuç çıkabileceğini tartışmamız
gerek.
Başbakan Erdoğan’ın
Hollanda’daki örnekle diğer batılı örnekleri karma bir konsepte taşıdığını ve farklı formları birlikte uyguladığını
söyleyebiliriz. Batılı ülkelerde yaşanan toplumsal talep merkezli eylemlerin
küresel organizasyon desteği yok görünüyor. Ve bu durum doğal olarak Gezi Parkı’ndaki
taleplerin masumiyetini zedeliyor. ABD’de,
AB’de ve Rusya’da uygulanan polis şiddeti herhangi uluslar arası bir demece ya
da baskıya neden olmuyor.
Türkiye, devletin
yüzyıllar süren sert taleplerini uygulamaya direnen bir sosyal yapıya sahip.
Mısır ve diğer gelişmemiş ülkelerdeki kutuplaşmalara benzer bir kutuplaşma
Türkiye toplumunda da mevcut. Kutuplaşmanın iki tarafı var; talepleri asla
dikkate alınmayan büyük çoğunluk ve kendi taleplerini devlet eliyle bütün bireylere
dayatan azınlık.
2002’de
başlayan büyük yönetsel değişimle çoğunluk
devletin âmir yapısını değiştirdi, kendi taleplerini değerli kılan tüm seçimlerde de ısrarcı olarak haklarından
vazgeçmedi. Dindar olma hakları yasaklanan büyük çoğunlukla dinsiz olma ya da
kendi inançlarını dayatma hakkı bulunan azınlık arasındaki fark belirginleşmeye
başladı.
Batı’da
Hollanda örneğinde olduğu gibi bu türden talepler hiçbir şekilde aşağılanmadığı
halde, Batı Türkiye’deki bu değişimi muhafazakarlaşma olarak tanımladı ve
İslamist (İslamcı) terörle ilişkilendirmekte çok istekli davrandı. Geçmişten bugüne
askerî darbelerle kendisine koşulsuz bağlı bulunan azınlığı besleyen ve koruyan
Batı’nın çifte standardı, değerler bileşimi olarak anılan Batı’yı ciddi bir
eleştiri sağanağına maruz bıraktı.
Ekonomik,
diplomatik, politik, akademik ve bürokratik potansiyellerin çoğunluk
tarafından kullanılmasıyla alanları daralan azınlık gelecek kaygısı ile
korkularını dillendirmeye çalıştı. Medya bu korkuyu şekillendirdi ve
somutlaştırdı.
Hiçbir
şekilde diyalog kurma gereği duymayan ve her zamanki aşağılayıcı, yok sayıcı
dili kullanan azınlık, batılı
destekçileri ile işbirliği hâlinde Gezi Parkı eylemlerini genişleterek hükümet
karşıtı bir düzleme taşıdığında, Başbakan Erdoğan’ın eylemleri kontrol etmek
için kullandığı dil ve yöntem, ABD, Rusya, İngiltere, Fransa, İtalya ve Almanya'daki
dilden ve yöntemlerden farklı değildi; ancak büyük tepki çekti, eleştirildi.
Yönetişim ve olumlu
etkileşim dili, ancak frekanslar karşılıklı olduğu zaman etkili olabilir. Azınlık tarafından doğmamış insanların
kürtajla hayatına son verilmesi gibi insan haklarına aykırı bir durumun sorgulanmasının ve yasalarla denetlenmesinin, alkol satış saatlerinin Avrupa Birliği standartlarına
taşınmasının hiçbir gerekçe olmadığı halde temel çatışma parametresi olarak ‘Yaşam
Biçimlerine Saldırı’ ya da ‘Yaşam Biçimlerine Müdahale’ olarak tanımlanması,
bir uzlaşı formunda değildi.
Doğal olarak
yüzlerce yıl kendi talepleri önemsenmeyen, aksine kendi özgün yapısını bozmaya
ve başka bir yaşam biçimi dayatılmasına maruz kalan çoğunluk bu çatışmacı dili
yadırgadı. Başbakan Erdoğan da abartılı
kamplaşma girişimlerine uzlaşmacı olmayan bir dille yaklaştı.
Medyadaki kan
değişimleri, daraltılmış yaşam alanlarının genişletilmesi adına algılanacakken
tam tersine diktatörlük kavramının etrafında hareketli kaslarla küresel bir
çatışma alanı oluşturuldu. Merkez medya, geçmiş darbelerin ve darbe
girişimlerinin en etkili organlarından
biriydi ve doğal olarak bunun bedelini ödeyecekti; tarihin akışı bununla ilgili
örneklerle doludur. Henüz yaşanan dünya tarihinde de Batılı ülkelerde medya
benzer değişimler yaşamaktadır.
Amerika'da
meslek hayatı boyunca dokuz başkan gören 20 Temmuz 2013'de 92 yaşında öldüğünde
işsiz olan ABD'li gazeteci ve muhabir Helen
Thomas (8 Ağustos 1920 - 20 Temmuz 2013), 1943 ile 2010 yılları arasında Beyaz
Saray muhabiri olarak çalışmış, İsrail karşıtı söylemleri nedeniyle işini
kaybetmişti.
Türkiye
değişen sosyolojik yapısına uygun olarak abartılmamış azınlık taleplerini
hoşgörü ve ikna üzerine kurulu bir
düzleme taşımak zorunda. Azınlığın sert söylemleri, idare üzerinde tedirgin
edici bir etki oluştursa da, idare daha yumuşak ve daha kaçınılmaz bir
formla tepki vererek etkili olabilir.
Birlikte
yaşamanın temel koşulu olarak, çatışmacı dil dönemi, an itibarı ile sona ermesi
gereken bir dönemdir. Haksız kazanımlarını korumaya kalkan otoriteryen
azınlıkların, her türlü taşkınlık amacı güden yaklaşımları serinkanlılıkla
analiz edilmeli ve Hollanda Başbakanı Mark Rutte’nin gelişmiş duruşuna benzer
bir diyalektik duruş sergilenmelidir; Türkiye bu dile ve yönteme Gezi Parkı
eylemlerinden sonra bir adım daha yaklaşmış olmalıdır.
Adil Çelik, Sonsuz Ark, 31.
07.2013