“Renginden ötürü kırbaçlananların
iniltileri, cinsiyetinden ötürü horlananların haykırışlarıydı içindeki yangını
körükleyen.”
-2-
610 yılının Ağustos ayıydı. 40 yaşlarında bir adam bir
dağa doğru yürüyordu. Daha öncede gitmişti o dağa. Dağı tırmanmış, dağın ev
sahipliği yaptığı Hira’da gecelemişti. Dıştaki sesleri boğmadan içindeki sese,
seslere kulak vermişti. Nurdağı, Hira bu gizemli konuğu geri çevirmemişti.
Gizemliydi bu konuk. İçinde yankılanan sesler kendisi
için değildi. İçi kendisi için dile gelmiyordu. Gözyaşları kendisi için
akmıyordu. Dağı tırmanırken kendisi için atmıyordu adımlarını. Gizemliydi bu
konuk. Salt insanların değil, salt hayvanların değil, dağın taşın, toprağın
hakkını soruyordu. Hakkını arıyordu. Ne Nurdağı ne Hira böylesi bir konuk hiç
ağırlamamıştı daha önce. Dağ ve Hira sevince boğulmuştu.
Habil miydi bu gelen? Hani insanların arkaik bir
söylen bildiği o kaskatı gerçeklik miydi kendilerine konuk olan? Hani kendisini
öldürmek için gelene “Beni öldürmek için el kaldırsan; seni öldürmek için ben
el kaldırmam. Ben varlıkların sahibi Allah’tan korkarım.” diyen. Bu sözü, bu
karşı duruşu insanlar hariç her bir varlık duymuştu. İşte bu duyuştu onların
umutlarını diri tutan.
Dağın, taşın, toprağın içlerinde büyüttükleri özlemdi
Habil. Bu gizemli konuk Habil miydi? Yok! Habil’in getirdiği bayrağı ötelere
taşıyacak olandı bu Konuk. Habil'in taşıdığı bayrağı bıraktığı yerden ilkin
İdris aldı. Bir öteye götürdü, Nuh'a
teslim etti. Nuh Hud'a, Hûd Salih'e, Salih İbrahim'e, İbrahim Lut'a, Lut
İsmail'e, İsmail İshak'a, İshak Yakub'a, Yakup Yusuf'a, Yusuf Eyybu'a, Eyyub
Şuayb'a, Şuayb Musa’ya, Musa Harun'a, Harun Süleyman'a, Süleyman İlyas'a, İlyas
Zülkifl'e, Zülkif Yunus'a, Yunus Zekeriya'ya, Zekeriya Yahya'ya, Yahya İsa'ya
teslim etti o bayrağı.
Taşınılan bu bayrağın gölgesinde ne rahattı canlı
cansız her bir şey. Ve fakat bu bayrak kirlenmiş, bu bayrağın gölgesi ateş. Bu
bayrağın yemişi zakkum. Bu bayrağın gölgesinden doğan ırmaklar adeta irin.
Gökler bile, evet gökler bile irin sunmakta yeryüzüne. Her bir şey şaşkın. Her
bir varlık bitkin, yorgun. O bayrağın bir zamanlar dirilten soluğu artık küflü.
Bir daha diriltmeyecek mi? Bir daha adaletin, hakkın
güneşi yükselmeyecek mi? Yetimlerin, öksüzlerin, hem yetim hem öksüz olanların
gözyaşları silinmeyecek mi bir daha? Hep Kabiller, Firavunlar, Nemrutlar,
Karunlar, Belamlar, Hamanlar, Kisralar, Sultanlar mı hüküm sürecekti? Mabetler
hep kan üzerine mi yükselecekti? Çalınan terle mi yükselecekti mabetler?
Hayır! Habil’in duruşu, Habil’in karşı çıkışı yeniden
ete kemiğe bürünecekti. Bu bir özlemdi. Her bir canlının ta derinlerinde taşıdıkları
bir özlemdi artık. Taşınan ve üzerine titrenilen bir özlemdi. Dağın taşın,
toprağın, zulme uğramış kadınların, erkeklerin, çocukların, gençlerin,
yaşlıların, hastaların, güçsüzlerin beklediği bir özlemdi, içlerini yakıp
kavuran bir özlemdi. Umut eken, umut yetiren bir özlemdi.
Nurdağı ve Hira bu gizemli konuğun o soldurulmuş, o
örselenmiş, o dönüştürülmüş bayrağın sahibi olduğunu sezdi daha ilk gelişinde.
Ve hep bekledi yeniden gelsin diye. Bekledi. Günlerce beklediler. Aylarca
beklediler. Yüzlerce yıllık bekleyişin yanında bir şey değildi bu bekleyiş ama
bir kez görmüşlerdi onu. Susuzluktan ölmek üzere olanın suya rastladığını yaşar
olmuşlardı. Haykırdılar çölün içinden. Sesini duysun istediler. Sesini duydu Emin
olan. Sahi duymuş muydu? Duymuştu ve Nurdağı’na Hira’ya doğru yürüyüşe geçti.
610 yılının Ağustos ayıydı. Kırk yaşlarında bir adam
Nurdağı’na doğru gidiyordu. Nurdağı’na doğru yürüyordu. Ama bu gidiş, bu
yürüyüş farklıydı. Bu gidiş, bu yürüyüş bambaşkaydı. Sanki bu kere Dağ onu
çağırıyordu. O’nu çağırmıştı sanki Nurdağı. Hira’nın ev sahibi Nurdağı
haykırmıştı sanki bu kere adını. Bu gidiş bambaşkaydı sanki. Evet, bambaşkaydı
çünkü Dağ’ın sesini duyar gibi olmuştu. Dağ konuşmuştu sanki.
“Gel!” demişti sanki.
“Gel artık! Gel!” demiş gibiydi.
Dağ konuşuyor, konuşmuş gibiydi. Dağ çağırıyor,
çağırmış gibiydi. Gibi değil tam tamına konuşmuş, tam tamına çağırmıştı. Adıyla
seslenmişti:
“Yeter , kalabalıkların bataklığında debelendiğin!”demişti
sanki.
Dağ konuşur mu? Bir dağın, bir taşın, bir otun, bir
böceğin dili olabilir miydi? Dağlar, taşlar her hangi bir dile sahip olabilir
miydi? Evet, Nur dağının ve diğer tüm varların bir dili vardı. O, varların,
dağların ve Nurdağı’nın dilini biliyor gibiydi. Gibi değil! Tam tamına
biliyordu. Dağın taşın, otun, böceğin, kurdun kuşun, aslanın, tilkinin, çiçeğin
dilini bilmekten kolay ne vardı? Onların var olduğunu bilen, gören dillerini de
bilirdi.
O, kendisinden başka var olanların da ayrımındaydı.
Hem kendisi, hem kendisi olmayanların ayrımındaydı. Hem kendisi hem kendisi
olmayanı ayrımsamayan nasıl bilebilir ki her hangi bir dili? Nasıl kulak
kesilebilir ki söylenenlere? Söyleyenlere? Kendisi ve kendisi olmayanı bilmeyen
başka her hangi bir dili bilebilir mi? Başka bir dilin söylediğini anlayabilir
mi? Başka bir dili duyabilir mi? O kendisi ve kendisi olmayanın ayrımındaydı.
Duydukları kendi sesinin yankısı değildi. İşittikleri kendi sözcüklerinin kendisine
yansıması değildi. Öksüzdü; öksüzlerin dilini bildi. Yetimdi; yetimlerin dilini
bildi. Yoksuldu; yoksulların dilini bildi. Mazlumdu; mazlumların dilini bildi.
Kendini bildi. Kendi olmayanları ayrımsadı. Kendi olmayanların varlığına
tanıklık etti.
610 yılının Ağustos ayıydı. Karanlık çökmüştü.
Karanlıkta yürüyordu. Daha önceleri de yürümüştü Nurdağı’na doğru. Gecenin
sessizliğini bozan ayak sesleri daha önce de yankılanmıştı bu yolda. Yalnızdı o
zamanlarda da. Yalnızlığını kimseler ayrımsayamadı. Bu yalnız yürüyüşün
görkemine tanık olarak bir ay vardı bir de yıldızlar. Onlar da anlamamış
sezmekle yetinmişlerdi. Fakat bu kere bir başkaydı. Bu kere bambaşkaydı bu
gidiş, bu yürüyüş. Yürüyüşünde bir başkalık vardı insanların Emin diye
çağırdığının. Yürüyüşünden emindi unvanı gibi.
Yalnızdı bu yürüyüşünde de. Diğerlerinde olduğu gibi
bu kere de yalnız başına yürüyordu Nurdağı’na doğru. Bir kendisi duymuş
olmalıydı çağrısını dağın. Başka duyan da var mıydı? Olsaydı katılmaz mıydı bu
yürüyüşe? Kendisinden başkası, başkaları da bilse onlar da katılırdı elbet bu
yürüyüşte O’na.
Ama kimsecikler yoktu. Yalnızdı. Bir bineği bile
arkadaş edinmemişti bu yürüyüşte. Herhangi bir yoldaşı yoktu bir ağaç
parçasından yaptığı asasından öte. Tıpkı Musa’dır yürüyen. Şuayb’ın koyunlarını
güden Musa gibidir elindeki asayla. Musa’ya ateş seslenmişti. Musa ateşin
dilini bilmişti. Ateşin çağrısını işitmişti. Musa da ateşin çağrısını duyan
kulağa sahipti. O da dağın dilini bilmişti. Dağın çağrısını duyan kulağa
sahipti.
610 yılının Ağustos ayıydı. Güneş çoktan batmıştı. Ve
fakat gündüz kadar sıcaktı. Dağa yürüyen yalnız adamın sırtında sıradan bir aba
vardı. Sırılsıklamdı. Dışarıdaki sıcaklığın etkisi miydi içindeki ateşin etkisi
miydi onu böylesine yoran, tere boğan? Dıştan bir etki miydi? İçten olan mıydı?
İçten olandı. İçindeki ateşti onu tere boğan. Kulaklarında çınlayan diri diri
gözü henüz açılmış bebelerin feryatlarıydı onu tere boğan. Bir kor gibi
yakıyordu bu feryatlar onun içini.
Yorulmuştu. Yorgunluğu bu yalnız yürüyüşten değildi
ama. Yol yürünmek içindi. Yürünen yol yormaz insanı. Onu yoran, onu tere boğan
içindeki ateşti. O’nu böylesine yoran, tere boğan bir yanardağ gibi kükreten
içindeki lavdı. Renginden ötürü kırbaçlananların iniltileri, cinsiyetinden
ötürü horlananların haykırışlarıydı içindeki yangını körükleyen. İçindeki lavı
büyüten.
Kimse bilmedi içinde olup biteni. Kimse duymadı O’nun
içinde yankılananı. Nasıl duyabilirlerdi ki? Daha yanı başlarındaki çığlıkları
duymayan, duyamayan bir insanın içte yaşadığı depremleri nasıl bilebilirdi ki?
Dışta olup biteni görmeyen, görmezden gelen, duymayan, duymazdan gelen, dışta
olup biteni bütün çıplaklığıyla bütün dehşetiyle görüp ve bu görüşle aklın güç
yetirdiğine elinin güç yetiremiyor olmasını fark edenin acısını anlayabilir mi
vurdumduymaz kişi? Böyle bir acının her hangi bir anlamı olabilir mi duymazdan,
görmezden gelende?
O duymuştu. O
bütün çıplaklığıyla görmüştü. Görenlerle birlikte olmuştu. Hılf’ul Fudul’a hiç
düşünmeden katılmıştı. Yağmaya, tecavüze, kıyıma karşı olduğunu, karşı
olanlarla birlikte olduğunu haykırmıştı. Ve daha Hılf’ul Fudul’a katılmadan
önce tüm Mekke O’nu Muhammed’ül Emin diye çağırır olmuştu. Böyle bir grup
oluşmadan önce tek başına Hılful Fudul’du O. Her insanın olabileceği ve fakat
hiç kimsenin akletmediği. Ya da bu zor olandı, insanlar kolayı seçti.
Değil mi ki insan hep kolayına kaçar. Kolayı seçer.
Kendisine kolay görüneni ister. Kolay olanı seçmektir uymak. Uyumsuzluk zor
olandır. Uyumsuz olan haykırabilir ancak “Kral çıplak!” diye. “Bu yaptığınız
zulümdür!” demek, diyebilmek zor olanı seçmektir. O bu zor olanı seçti. Bu
seçiş O’na Muhammed’ül Emin dedirtti.
Daha henüz risaleti üstlenmemişti. Daha henüz herhangi
bir ilahi buyrukla doğrudan muhatap olmamıştı. Yine de Mekke O’na Muhammed’ül
Emin demişti. Büyük-küçük, yaşlı-genç, kadın-erkek, zengin-yoksul,
asilzade-yalınayak, köle-efendi, kısaca bütün çöl O’nu Emin bilmişti. Emindin.
İçtenliğin doğruluğun nasıl olması gerektiğini öğretendin. İçtenlik ve doğruluk
ete kemiğe bürünmüştü Seninle. Bu yüzden Muhammed’ül Emin’di adın.
İçten olmak, doğru olmak olağanüstü bir şey değildi.
İçten olmak, doğru olmak bir fevkaladelik değildi. Olması gerekendi. Sen olması
gerekeni henüz risaleti yüklenmeden gösterdin. Göğü avuçlamış olsan, yerden
Musa gibi asanı vurup ırmaklar akıtsan, İsa Mesih gibi soluğunla ölüleri
diriltseydin daha mı az fevkalade olurdu Seninle savaşan, Seni öldürmeye kalkan
düşmanının bile Sana eşyalarını emanet bırakması?
Bundan daha büyük bir mucize olabilir mi? Bundan daha
fevkalade bir fevkaladelik olur mu? Yıldızları avucunda toplasaydın bundan daha
yüce bir mucize göstermiş olmazdın. Güneşi batıdan doğurup doğudan batırsaydın
bunun neresi mucize olurdu ki Seni öldürmeye gelenin Sende dirilmesi yanında?
610 yılının Ağustos ayıydı. Gece çökmüştü. Karanlıktı.
Bir adam yalnız başına diriliş için yürüyordu. Dirilişin çağrısını duymuş yola
koyulmuştu. Dirilmeyi anlamadılar. Diriliği anlayamadılar. Bu yalnız yürüyüşü
anlamadılar. Anlayamadılar. Bu yüzden yalnız yürüyordu. Nurdağı’nın sesini
duyan o sese ayarlı kulakları olan bir O’ydu. Ve bu yüzden yalnız başına yürüyordu. Dağ hazırdı. Hira
hazırdı. Her bir şey hazırdı. Ya gizemli konuk? O hazır mıydı? O hazır olacak
mıydı?