20 Eylül 2013 Cuma

SA416/KY1-CÇ55: Hira / Roman - 1/2

Renginden ötürü kırbaçlananların iniltileri, cinsiyetinden ötürü horlananların haykırışlarıydı içindeki yangını körükleyen.”

-2-
610 yılının Ağustos ayıydı. 40 yaşlarında bir adam bir dağa doğru yürüyordu. Daha öncede gitmişti o dağa. Dağı tırmanmış, dağın ev sahipliği yaptığı Hira’da gecelemişti. Dıştaki sesleri boğmadan içindeki sese, seslere kulak vermişti. Nurdağı, Hira bu gizemli konuğu geri çevirmemişti.

Gizemliydi bu konuk. İçinde yankılanan sesler kendisi için değildi. İçi kendisi için dile gelmiyordu. Gözyaşları kendisi için akmıyordu. Dağı tırmanırken kendisi için atmıyordu adımlarını. Gizemliydi bu konuk. Salt insanların değil, salt hayvanların değil, dağın taşın, toprağın hakkını soruyordu. Hakkını arıyordu. Ne Nurdağı ne Hira böylesi bir konuk hiç ağırlamamıştı daha önce. Dağ ve Hira sevince boğulmuştu.


Habil miydi bu gelen? Hani insanların arkaik bir söylen bildiği o kaskatı gerçeklik miydi kendilerine konuk olan? Hani kendisini öldürmek için gelene “Beni öldürmek için el kaldırsan; seni öldürmek için ben el kaldırmam. Ben varlıkların sahibi Allah’tan korkarım.” diyen. Bu sözü, bu karşı duruşu insanlar hariç her bir varlık duymuştu. İşte bu duyuştu onların umutlarını diri tutan.

Dağın, taşın, toprağın içlerinde büyüttükleri özlemdi Habil. Bu gizemli konuk Habil miydi? Yok! Habil’in getirdiği bayrağı ötelere taşıyacak olandı bu Konuk. Habil'in taşıdığı bayrağı bıraktığı yerden ilkin İdris aldı. Bir öteye götürdü,  Nuh'a teslim etti. Nuh Hud'a, Hûd Salih'e, Salih İbrahim'e, İbrahim Lut'a, Lut İsmail'e, İsmail İshak'a, İshak Yakub'a, Yakup Yusuf'a, Yusuf Eyybu'a, Eyyub Şuayb'a, Şuayb Musa’ya, Musa Harun'a, Harun Süleyman'a, Süleyman İlyas'a, İlyas Zülkifl'e, Zülkif Yunus'a, Yunus Zekeriya'ya, Zekeriya Yahya'ya, Yahya İsa'ya teslim etti o bayrağı.

Taşınılan bu bayrağın gölgesinde ne rahattı canlı cansız her bir şey. Ve fakat bu bayrak kirlenmiş, bu bayrağın gölgesi ateş. Bu bayrağın yemişi zakkum. Bu bayrağın gölgesinden doğan ırmaklar adeta irin. Gökler bile, evet gökler bile irin sunmakta yeryüzüne. Her bir şey şaşkın. Her bir varlık bitkin, yorgun. O bayrağın bir zamanlar dirilten soluğu artık küflü.

Bir daha diriltmeyecek mi? Bir daha adaletin, hakkın güneşi yükselmeyecek mi? Yetimlerin, öksüzlerin, hem yetim hem öksüz olanların gözyaşları silinmeyecek mi bir daha? Hep Kabiller, Firavunlar, Nemrutlar, Karunlar, Belamlar, Hamanlar, Kisralar, Sultanlar mı hüküm sürecekti? Mabetler hep kan üzerine mi yükselecekti? Çalınan terle mi yükselecekti mabetler?

Hayır! Habil’in duruşu, Habil’in karşı çıkışı yeniden ete kemiğe bürünecekti. Bu bir özlemdi. Her bir canlının ta derinlerinde taşıdıkları bir özlemdi artık. Taşınan ve üzerine titrenilen bir özlemdi. Dağın taşın, toprağın, zulme uğramış kadınların, erkeklerin, çocukların, gençlerin, yaşlıların, hastaların, güçsüzlerin beklediği bir özlemdi, içlerini yakıp kavuran bir özlemdi. Umut eken, umut yetiren bir özlemdi.

Nurdağı ve Hira bu gizemli konuğun o soldurulmuş, o örselenmiş, o dönüştürülmüş bayrağın sahibi olduğunu sezdi daha ilk gelişinde. Ve hep bekledi yeniden gelsin diye. Bekledi. Günlerce beklediler. Aylarca beklediler. Yüzlerce yıllık bekleyişin yanında bir şey değildi bu bekleyiş ama bir kez görmüşlerdi onu. Susuzluktan ölmek üzere olanın suya rastladığını yaşar olmuşlardı. Haykırdılar çölün içinden. Sesini duysun istediler. Sesini duydu Emin olan. Sahi duymuş muydu? Duymuştu ve Nurdağı’na Hira’ya doğru yürüyüşe geçti.

610 yılının Ağustos ayıydı. Kırk yaşlarında bir adam Nurdağı’na doğru gidiyordu. Nurdağı’na doğru yürüyordu. Ama bu gidiş, bu yürüyüş farklıydı. Bu gidiş, bu yürüyüş bambaşkaydı. Sanki bu kere Dağ onu çağırıyordu. O’nu çağırmıştı sanki Nurdağı. Hira’nın ev sahibi Nurdağı haykırmıştı sanki bu kere adını. Bu gidiş bambaşkaydı sanki. Evet, bambaşkaydı çünkü Dağ’ın sesini duyar gibi olmuştu. Dağ konuşmuştu sanki.

“Gel!” demişti sanki.

“Gel artık! Gel!” demiş gibiydi.

Dağ konuşuyor, konuşmuş gibiydi. Dağ çağırıyor, çağırmış gibiydi. Gibi değil tam tamına konuşmuş, tam tamına çağırmıştı. Adıyla seslenmişti:

“Yeter , kalabalıkların bataklığında debelendiğin!”demişti sanki.

Dağ konuşur mu? Bir dağın, bir taşın, bir otun, bir böceğin dili olabilir miydi? Dağlar, taşlar her hangi bir dile sahip olabilir miydi? Evet, Nur dağının ve diğer tüm varların bir dili vardı. O, varların, dağların ve Nurdağı’nın dilini biliyor gibiydi. Gibi değil! Tam tamına biliyordu. Dağın taşın, otun, böceğin, kurdun kuşun, aslanın, tilkinin, çiçeğin dilini bilmekten kolay ne vardı? Onların var olduğunu bilen, gören dillerini de bilirdi.

O, kendisinden başka var olanların da ayrımındaydı. Hem kendisi, hem kendisi olmayanların ayrımındaydı. Hem kendisi hem kendisi olmayanı ayrımsamayan nasıl bilebilir ki her hangi bir dili? Nasıl kulak kesilebilir ki söylenenlere? Söyleyenlere? Kendisi ve kendisi olmayanı bilmeyen başka her hangi bir dili bilebilir mi? Başka bir dilin söylediğini anlayabilir mi? Başka bir dili duyabilir mi? O kendisi ve kendisi olmayanın ayrımındaydı. Duydukları kendi sesinin yankısı değildi. İşittikleri kendi sözcüklerinin kendisine yansıması değildi. Öksüzdü; öksüzlerin dilini bildi. Yetimdi; yetimlerin dilini bildi. Yoksuldu; yoksulların dilini bildi. Mazlumdu; mazlumların dilini bildi. Kendini bildi. Kendi olmayanları ayrımsadı. Kendi olmayanların varlığına tanıklık etti.

610 yılının Ağustos ayıydı. Karanlık çökmüştü. Karanlıkta yürüyordu. Daha önceleri de yürümüştü Nurdağı’na doğru. Gecenin sessizliğini bozan ayak sesleri daha önce de yankılanmıştı bu yolda. Yalnızdı o zamanlarda da. Yalnızlığını kimseler ayrımsayamadı. Bu yalnız yürüyüşün görkemine tanık olarak bir ay vardı bir de yıldızlar. Onlar da anlamamış sezmekle yetinmişlerdi. Fakat bu kere bir başkaydı. Bu kere bambaşkaydı bu gidiş, bu yürüyüş. Yürüyüşünde bir başkalık vardı insanların Emin diye çağırdığının. Yürüyüşünden emindi unvanı gibi.

Yalnızdı bu yürüyüşünde de. Diğerlerinde olduğu gibi bu kere de yalnız başına yürüyordu Nurdağı’na doğru. Bir kendisi duymuş olmalıydı çağrısını dağın. Başka duyan da var mıydı? Olsaydı katılmaz mıydı bu yürüyüşe? Kendisinden başkası, başkaları da bilse onlar da katılırdı elbet bu yürüyüşte O’na.

Ama kimsecikler yoktu. Yalnızdı. Bir bineği bile arkadaş edinmemişti bu yürüyüşte. Herhangi bir yoldaşı yoktu bir ağaç parçasından yaptığı asasından öte. Tıpkı Musa’dır yürüyen. Şuayb’ın koyunlarını güden Musa gibidir elindeki asayla. Musa’ya ateş seslenmişti. Musa ateşin dilini bilmişti. Ateşin çağrısını işitmişti. Musa da ateşin çağrısını duyan kulağa sahipti. O da dağın dilini bilmişti. Dağın çağrısını duyan kulağa sahipti.

610 yılının Ağustos ayıydı. Güneş çoktan batmıştı. Ve fakat gündüz kadar sıcaktı. Dağa yürüyen yalnız adamın sırtında sıradan bir aba vardı. Sırılsıklamdı. Dışarıdaki sıcaklığın etkisi miydi içindeki ateşin etkisi miydi onu böylesine yoran, tere boğan? Dıştan bir etki miydi? İçten olan mıydı? İçten olandı. İçindeki ateşti onu tere boğan. Kulaklarında çınlayan diri diri gözü henüz açılmış bebelerin feryatlarıydı onu tere boğan. Bir kor gibi yakıyordu bu feryatlar onun içini.

Yorulmuştu. Yorgunluğu bu yalnız yürüyüşten değildi ama. Yol yürünmek içindi. Yürünen yol yormaz insanı. Onu yoran, onu tere boğan içindeki ateşti. O’nu böylesine yoran, tere boğan bir yanardağ gibi kükreten içindeki lavdı. Renginden ötürü kırbaçlananların iniltileri, cinsiyetinden ötürü horlananların haykırışlarıydı içindeki yangını körükleyen. İçindeki lavı büyüten.

Kimse bilmedi içinde olup biteni. Kimse duymadı O’nun içinde yankılananı. Nasıl duyabilirlerdi ki? Daha yanı başlarındaki çığlıkları duymayan, duyamayan bir insanın içte yaşadığı depremleri nasıl bilebilirdi ki? Dışta olup biteni görmeyen, görmezden gelen, duymayan, duymazdan gelen, dışta olup biteni bütün çıplaklığıyla bütün dehşetiyle görüp ve bu görüşle aklın güç yetirdiğine elinin güç yetiremiyor olmasını fark edenin acısını anlayabilir mi vurdumduymaz kişi? Böyle bir acının her hangi bir anlamı olabilir mi duymazdan, görmezden gelende?

 O duymuştu. O bütün çıplaklığıyla görmüştü. Görenlerle birlikte olmuştu. Hılf’ul Fudul’a hiç düşünmeden katılmıştı. Yağmaya, tecavüze, kıyıma karşı olduğunu, karşı olanlarla birlikte olduğunu haykırmıştı. Ve daha Hılf’ul Fudul’a katılmadan önce tüm Mekke O’nu Muhammed’ül Emin diye çağırır olmuştu. Böyle bir grup oluşmadan önce tek başına Hılful Fudul’du O. Her insanın olabileceği ve fakat hiç kimsenin akletmediği. Ya da bu zor olandı, insanlar kolayı seçti.

Değil mi ki insan hep kolayına kaçar. Kolayı seçer. Kendisine kolay görüneni ister. Kolay olanı seçmektir uymak. Uyumsuzluk zor olandır. Uyumsuz olan haykırabilir ancak “Kral çıplak!” diye. “Bu yaptığınız zulümdür!” demek, diyebilmek zor olanı seçmektir. O bu zor olanı seçti. Bu seçiş O’na Muhammed’ül Emin dedirtti.

Daha henüz risaleti üstlenmemişti. Daha henüz herhangi bir ilahi buyrukla doğrudan muhatap olmamıştı. Yine de Mekke O’na Muhammed’ül Emin demişti. Büyük-küçük, yaşlı-genç, kadın-erkek, zengin-yoksul, asilzade-yalınayak, köle-efendi, kısaca bütün çöl O’nu Emin bilmişti. Emindin. İçtenliğin doğruluğun nasıl olması gerektiğini öğretendin. İçtenlik ve doğruluk ete kemiğe bürünmüştü Seninle. Bu yüzden Muhammed’ül Emin’di adın.

İçten olmak, doğru olmak olağanüstü bir şey değildi. İçten olmak, doğru olmak bir fevkaladelik değildi. Olması gerekendi. Sen olması gerekeni henüz risaleti yüklenmeden gösterdin. Göğü avuçlamış olsan, yerden Musa gibi asanı vurup ırmaklar akıtsan, İsa Mesih gibi soluğunla ölüleri diriltseydin daha mı az fevkalade olurdu Seninle savaşan, Seni öldürmeye kalkan düşmanının bile Sana eşyalarını emanet bırakması?

Bundan daha büyük bir mucize olabilir mi? Bundan daha fevkalade bir fevkaladelik olur mu? Yıldızları avucunda toplasaydın bundan daha yüce bir mucize göstermiş olmazdın. Güneşi batıdan doğurup doğudan batırsaydın bunun neresi mucize olurdu ki Seni öldürmeye gelenin Sende dirilmesi yanında?

610 yılının Ağustos ayıydı. Gece çökmüştü. Karanlıktı. Bir adam yalnız başına diriliş için yürüyordu. Dirilişin çağrısını duymuş yola koyulmuştu. Dirilmeyi anlamadılar. Diriliği anlayamadılar. Bu yalnız yürüyüşü anlamadılar. Anlayamadılar. Bu yüzden yalnız yürüyordu. Nurdağı’nın sesini duyan o sese ayarlı kulakları olan bir O’ydu. Ve bu yüzden  yalnız başına yürüyordu. Dağ hazırdı. Hira hazırdı. Her bir şey hazırdı. Ya gizemli konuk? O hazır mıydı? O hazır olacak mıydı?


<<Önceki                  Sonraki>>

Cemal Çalık, 120.09.2013,  Konuk Yazarlar,  Sonsuz Ark, Hira


Hira





Seçkin Deniz Twitter Akışı