“Bir
felaket erişmediyse henüz size, bir tufan vurmadıysa sizi henüz, bir çığlık
yakalamadıysa ansızın uyur uykunuzda, bilin ki;Mesih’in muştuladığı gelecektir.
Gelmesi yakındır!”
-3-
610 yılının Ağustos ayıydı. Kırk yaşlarında bir adam
kenti arkasında bırakmış çölün içinden, sesini duyduğu, çağrısını işittiği
Nurdağı’na doğru emin adımlarla yürüyordu. Ukaz panayırında devesinin üstünde
yaşlıca bir adamın sesleri çınlıyordu kulağında. Yaşlı adamın kızıl devesinin
etrafını çevirmiş birkaç kişiden biriydi Emin olan. Pür dikkat dinliyordu. O
yaşlı adam tıpkı içindeki sesti. O yaşlı adam, içinde dile gelenleri dışarı aksettirendi
sanki.
“Dinleyin, Ey Mekkeliler! Ey Yesribliler! Ey Taifliler!
Ey Yemenliler! Ey Necidliler! Ey çölün dört bir yanından, dört bir yöresinden
gelenler dinleyin! Bu sesime kulak verin ki sizden öncekiler gibi siz de
öleceksiniz. Siz de yapıp ettiklerinizden sorulacaksınız. Ey Kureyş’in uluları
yetmedi mi ezdiğiniz yoksulları? Yetmedi mi haramiliğiniz? Bilin ki kendi
yükünü başkasına yükleyen melundur!"
“Ey yeryüzü mazlumları, ey yalın ayaklılar öldürün
korkularınızı; korkularınızı kurban edin! Korkularınıza kurban etmeyin kız
evlatlarınızı! Bilin ki sizi bağda, bahçede, tarlada sürmek için
efendilerinizin uydurmalarıdır kız evlatlarınızın sizi utandıracağı. Onlar
sizin nüfusunuz artmasın dilerler. Çoğalmanızdan korkarlar. Siz çoğalmayasınız,
olana razı olasınız diye ekmişlerdir her birinizin yüreğine kendi korkularını.
Görmüyor musunuz bunu? Siz çoğalırsanız tükenir saltanatları, bunu anlamıyor
musunuz? Sahi bunu göremiyor musunuz? İşinize mi geliyor böylesi? Başkasının
yükünü yüklenmek midir sizi sarhoş eden? Bu ne çirkin bir sarhoşluktur!”
“Ey çöl sakinleri, durup bir düşünün, durup bir
bakının etrafınıza! Mini minnacık olsun duruşunuz razıyım buna da. Yeter ki bir
an durun ve düşünün bu hep böyle gider mi? Ya da bu hep böyle gitmeli mi? Ne
kadar az aklediyorsunuz! Ne kadar az düşünüyorsunuz! Sizden öncekiler gibi
helak olacaksınız diye korkarım. Azgınlığınız Nuh tufanını çağırıyor farkında
değil misiniz? Çöl ortasında gemi yapan yok diye mi rahat içiniz? Gemi yapan
yok diye mi tufanların önü kesik sanırsınız? Yazıklar olsun böyle düşünene!”
“Dinleyin, ey insanlar! Bu çığlıkları duymazsanız sizi
öyle bir çığlık yakalayıverir ki, şimdi ki sağırlığınız bile kâr etmez. Ve sonra
üzerinize alev kesilmiş taşlar yağar. Bunu mu istersiniz? Bunu mu arzularsınız!
Ey bir kumaş parçası, ey bir gerdanlık için panayırın altını üstüne getirenler
durup bakmaz mısınız, durup bakmayacak mısınız mahzun yüzlere? Sararmış
benizlere bakmayacak mısınız? Size güneş düşmesin diye sayelik tutanları daha
ne kadar aşağılayacaksınız renklerinden ötürü? Bir felaket erişmediyse henüz
size, bir tufan vurmadıysa sizi henüz, bir çığlık yakalamadıysa ansızın uyur
uykunuzda, bilin ki;Mesih’in muştuladığı gelecektir. Gelmesi yakındır. Yakındır
gelmesi iyi bakın etrafınıza belki o aranızdadır. Aramızdadır. Gözünüzü dört
açın! Dikkat kesilin! Sesini duyun! Sesine kulak verin! Çağrısına uyun! ”
“ O gelecek!” diyordu tekrar tekrar yaşlı adam.
“ Görüyorum gelmesi yakın! Seziyorum gelmesi yakın!
Bırakın tembelliği hazırlığınızı yapın!” diyordu yaşlı adam. Durup durup:
“ Bir duman kaplamadıysa yeryüzünü, gökler sımsıkı
kapalıysa, tufanlar bu çığlıklara karşı duyarsız ise bilin ki O’nun gelmesi
yakındır. Belki gelmiştir ve hatta aramızdadır. Dikkat edin. Yok! Dikkat
kesilin! O’nun sesine kulak verin! O’nun çağrısını işitin! O’nun çağrısına
icabet edin! Ve fakat İsrail oğulları gibi, Mesihîler gibi kirletmeyin O sesi.”
Yaşlı adam bir an sustu son söyledikleri üzerine. Bir
andı bu susuş ama sanki çağlar kadar sürmüştü. Bir ömür boyu süren bir susuşu
andırıyordu ihtiyar adamın susuşu. Gözleri dolmuştu. Bir iki damla düşmüştü
hatta o gözlerden. Bir şey görmüş olmalıydı, bir şeyler duyumsamış olmalıydı.
Mesih’in muştuladığının gelmesi yakındı yakın olmasına ama.. hayır! Yaşlı
adamın gözlerinden düşen yaşlar sevinç gözyaşları değildi. Hüzündü.
Hüzünlenmişti. Kendisinin O muştulananı görmeyecek
olma olasılığı değildi O’nu hüzünlendiren. Yeise düşüren. Üzen, ağlatan kendi
kaybı değildi. Bu apaçık belliydi yaşlı adamın duruşundan. Bakışından.
Konuşmasından. Ve devesinin huysuzlanmasından. Bir şeyleri sezmiş olmalıydı.
Bir şeyleri görmüş olmalıydı. Bir tuhaflık vardı bu gözyaşlarında.
“Ah!” dedi; ta içten gelen bir ahtı bu.
“Ah kardeşlerim! Ah mahzun, mazlum kardeşlerim
korkarım o seste kirlenir. O seste kirletilir. Tıpkı Mesih gibi. belki Mesih’i
katletmediler, evet katletmediler ve fakat O’na öylesine bir dirilik payesi
verdiler ki, insanın keşke O ses hiç duyulmasaydı diyesi geliyor, diyesi gelir.
Mesih’i öylesine bir katlettiler ki. Mesihi Mesih yapan çağrısı değil miydi?
Mesihi Mesih yapan duruşu değil miydi? Başkaldırısı değil miydi Mesihi Mesih
yapan? Mesihi insanlık düşmanları germedi çarmıha, geremediler. Ama öyle bir
çarmıha gerildi ki Mesih ah! Mesih öylesine çarmıha gerildi ki, indirene,
indirecek olana şükür. Ve fakat Ey insanlar korkarım.” Dedi ve yutkundu yaşlı
adam.
Emin olandan başkası görmedi sanki bu yutkunuşu. Bu
yutkunuşta öyle acılar, öyle sızılar, öyle korkular, öyle üzgüler, öyle
feryatlar, öyle pişmanlıklar, öyle yalnızlıklar, öyle sıkıntılar, öyle
vefasızlıklar, öyle pervasızlıklar, öyle dermansızlıklar, öyle yaralar, öyle
sövgüler, öyle yersiz övgüler, öyle patavatsız söyleyişler, öyle hırçınlıklar,
öyle aşağılıklar, öyle adaletsizlikler, öyle çirkinlikler, öyle mutsuzluklar,
öyle kötülükler, öyle iyilikler, öyle sevinçler, öyle güzellikler, öyle
mutluluklar, öyle hakkaniyetler, öyle adilce, öyle onurlu, öyle gururlu, öyle
asilce şeyler görmüştü ki sanki. Sanki yaşlı adam bilinmesin istemişti de bütün
bunları o yüzden yutkunmuştu.
Ve fakat işte bu yutkunuş faş etmişti sanki her bir
şeyi. Yaşlı adam ağlamaklı bir sesle sürdürdü konuşmasını:
“Çöl için için kaynıyor. Çöl alev alev yanıyor.” diyordu
yaşlı adam. Kimileri alaya almıştı çoktan yaşlı adamın sözlerini. Kimileri
kulak kesilmişti tıpkı Emin olan gibi. Kimileri sonsuz bir susuzluk duyup
kaçmıştı bu yaşlı hatibin yanından bir kırba su bulmak için.”
“Dünya kocaman bir çöldür!”, demişti yaşlı adam. “Çöle
dönmüştür, Mesih’in kaybolmasından beri yeryüzü çöldür. Mesih’in getirdiği
mesajın bulanmasından beri çöldür yeryüzü. Çöldü yeryüzü. Mesih’in mesajı
kirletilmiştir acımasızca!”, demişti.
“Hem öyle, arenalarda Mesih taraftarlarını aslanlara
atanlar tarafından değil, tıpkı kendinden öncekilerde olduğu gibi kendisini
izlediğini söyleyenler tarafından kirletilmiştir Mesih’in mesajı!” diyordu.
Mesih elinde kalın bir urgan demişti:“Bu urgan şu
iğnenin deliğinden geçerse mal biriktirenler de öyle girer cennete!”
“Ve fakat mal biriktirenler onun adına öyle mabetler
yaptılar ki! O mal biriktirenler öyle kurnaz kesildi ki; Mesih adına yaptılar
her bir şeyi. Ter çaldılar, mabet yükselttiler. Cenneti parselleyip parselleyip
sattılar!” demişti adam.
“Hazırlığınız yapın!” dedi yaşlı adam bir kez daha.
İlk kez söylüyormuşçasına duydu bazıları. Bazıları alay etti ihtiyarın kan
donduran sözleriyle.
“Bunaktır! Zavallı ne dediğini kendisi bile anlamaz.
Anlaşılmaz eski masalları anlatır durur. Ya İsrail oğullarını kötüler, onların
masallarını anlatır, ya İsevi’leri yerden yere vurur, ya onların masallarına
inanmamızı ister. İbrahim’e iftira atar. Biz İbrahim’den gördük, İbrahim’den
bildik bu dini. Putmuş taptıklarımız. Ahmak işte. Sanki biz bilmeyiz taşın,
kayanın bize bir faydası dokunmadığını. Onlar bizim ölmüş ulularımız. Onları
unutmamak, yeri göğü yaratana aramızda aracılık yapmaları içindir yapıp
ettiklerimiz. Bir uluya erişmek için aracıya ihtiyaç olur da yaratana aracıya
ihtiyaç duyulmaz mı? İşte bu kadar aklı vardır bu yaşlı bunağın. Boş verin,
dinlemeyin, dinleseniz de gülüp geçin!” dedi bazıları.
Bazıları gülerek, biraz da öfkeyle:
“Boş verin geçin bu yaşlı bunağı! Durup dinlenilecek
yer değildir onunkisi. Her panayır bulur birkaç yalın ayağı gururunu okşatır
onlara! Yaklaşamaz Ululara diğer şairler gibi. Kötü bir şairdir, hatta şair
bile değildir Ulularımıza söyleyecek sözü yoktur. Kim ne yapsın bu bozguncunun
sözlerini? Kim ne yapsın yaşlı bir bunağın ipe sapa gelmez sözlerini? İşte
bakın dinleyicilerine; ya öksüzlerdir ya yetimlerdir ya efendisinden dayak
yemiş kölelerdir ya dilenmeye yüzü olmayan dilencilerdir ya yolunu yitirmiş avare gezginlerdir ya iş bulamayan fahişelerdir ya kervanı yağma
edilmiş kervan zedelerdir ya bağı bahçesi selden harap olan rençperdir ya
sürüsüne kurt dalmış bir çobandır. Hele
bakın şunların suratına! İyi bakın şu zavallı bunağın etrafını çevirenlere?
İnsana benzer bir yanları var mıdır? İnsanlığa bunların ne faydası vardır ki?
Bir faydaları dokunabilir mi bunların? Her birini köle pazarında satmaya
kalksan üste para ister alıcılar. Bakın ne kadar zavallı her biri! Ne kadar
çaresiz her biri! Ne kadar sefil her biri! Ne kadar vahşi her biri! Ne kadar
yoksul her biri! Hiç birinin suratında meymenet yok! Hiç birinin sözlerinde
insaf yok. Her birinin iş gücü bozgunculuktur. Ya dinimize dil uzatırlar, ya
Ulularımıza dil uzatırlar, ya tüccarlarımızın kazandıklarında gözleri vardır,
ya bağımızda, bahçemizde, mabedimizde gözleri vardır. bunlar insanlık için yüz
karasıdır. Tıpkı bu yaşlı bunak gibi. Tıpkı ne dediğini kendisinin bile
anlamadığı bu çöl kaçkını gibi!” böyle diyerek yaşlı adamın sözünü, sözlerini
başkalarınca duyulmasın için gayret gösterdi.
Kulaklara fısıldanan bu sözler utandırdı
dinleyicilerin içinden birçoğunu. Hak verir oldu fısıldanan sözlere. Usul usul
terk ettiler yaşlı adamı. Kulaklarını tıkadılar sözlerine yaşlı adamın. Kimi
gülerek bastırmayı seçti fısıldanan sözlerin yüreklerine ektiği utancı. Gülerek
utançlarından kurtulmayı umdular.
Yaşlı adam hiç birini umursamadı. Yaşlı adam kendisi
için anlatıyordu sanki. Kendisi kendisine kulak kesilmişti sanki. Emin olanla
karşılaştı gözleri yaşlı adamın “Hazırlığınızı yapın!” sözleri döküldüğünde
yeninden. Görmüyordu. O ateş gözlerin farkında değildi. Hazırlıksızdı. Gelecek
olanı muştuluyordu, hazırlığa çağırıyordu ve fakat kendisi hazır değildi. Kendi
çağı değildi.
610 yılının Ağustos ayıydı. Kırk yaşlarında bir adam
bir gece yarısı çölü aşmış, Nurdağı’nın eteğine varmıştı. Ukaz panayırındaki
yaşlı adamın sözlerini yineliyordu. Bu sözler kendi sözleriydi. Bu sözler kendi
içinde birikenlerdi. Hele, “Yükünü başkasına yükleyen melundur!” sözü. Bu söz
onun dudaklarından dökülmüştü yeryüzüne. Onun dudaklarından dökülecekti yeryüzüne.
Hazırlığını yapmalıydı. Madem bir gelecek olan vardı. Madem soluğu diriltici
olan Mesih bir gelecek olanı muştulamıştı. Onu karşılamak için ihtiyarın dediği
gibi hazırlığını yapmalıydı. Kulakları o sesi duymalıydı. O sesi anlamalıydı.
Belki sesini duyduğu dağ gelecek olanın adını fısıldayacaktı. Dağ belki bu
yüzden seslenmişti kendisine. Dağ muştulananın adını söylemek için çağırmıştı
belki. Bu yürüyüş, bu yalnız yürüyüş adı duymaya hazırlık içindi belki. Belki.
Cemal Çalık, 23.09.2013, Konuk
Yazarlar, Sonsuz Ark, Hira