“Hira
yolcusu da bunu anladı. Bunu bildi. Bunu sezdi. Heveslerini elinin tersi ile itti
tıpkı Baba-oğul'un ittiği gibi. Tıpkı atası İbrahim gibi, tıpkı atası İsmail
gibi yolunu kesenlerin heveslerini kursağında bırakmayı bilecekti.”
BÖLÜM İKİ
-1-
-1-
610
yılının bir Ağustos gecesiydi. Kırk yaşlarında bir adam Nurdağı’nın eteğinde
durup soluklandı. Durup soluklanmayı seçti. Durup soluklanması gerekti.
Nihayetinde O da yorulandı. Acıkandı. Üşüyendi. Ürperendi. Yorulmuştu. Oturup
bir taşın üzerinde soluklandı. Oturup soluklanmayan, durup dinlenmeyen menzile
varamazdı. Varmazdı. Durmayı unutan, soluklanmayı unutan bir atın koşarak
çatlaması gibi o yolcu da durup dinlenmediğinde çatlardı. Menzile varamazdı.
Durup dinlenmekten, soluk almaktan korkan değildi. Korkusu durup dinlenmeyi
kendisine mekân etmekti. Öyle bir şey yapmayacağını bilendi O, korkusu
yersizdi. Böyle bir korku hiç yer etmedi gönlüne, gönlünün derinliklerine. O
duyduğu bir anlık bir ürpertiydi. Hafif bir rüzgârın bedeni yalaması gibi
yaladı gitti gönlünü.
Durup
dinlenmeyi kendine mekân yapacak değildi. Önünde aşılmaz duvarlar, aşılmaz
dağlar, aşılmaz yollar yoktu. Çün kendisi kendisinde engel değildi. Kendisi
kendisine çelme takan değildi. Soluklanıp, yeniden güçlenip dağa tırmanacaktı.
Bir gönül
eri, gönül ereni “bir dağ ne kadar ulu olsa bir kenarı yol olur” demişti.
Aşılmaz dağlar, aşılmaz yollar, aşılmaz nenler yok demişti. Yok diyordu.
Öyleydi. Aşılmaz bir nen varsa, kişi aşılmaz diyorsa eğer, kendisi kendisine
engel olmuştur, bu yüzden aşılmaz demiştir, aşılmaz yargısında bulunmuştur.
Kendi yolunu kesen bir harami olmuştur kendisine. Kendisi kendisine engeldir.
Kendisi kendisini kilitlemiştir kendisinde. Kendisini kendisine zindan
etmiştir. Kendisi kendisinin mahpusudur. Kendisi kendisinin gardiyanı olmuştur.
Kendisi kendisine yol vermezdir.
Durup
dinlenmeyi kendisine mekân yapan, daha uzaklara yürümek için yola çıkışını,
çıktığını unutan, nefesinin yetmezliğini gerekçe kılan kendisine
yapmıştır. Hiçbir gerekçe durup
soluklanmayı mekân kılmayı aklayamaz. Nefesi yetmiyor ise o yetmezlikte kendisi
vardır. Kendisi olduğundandır.
Gözlerinden
yüzüne doğru akan terini sildi serpuşuyla. Derin bir nefes aldı. Olması gereken
yere baktı. Ay ışığında görebiliyordu sanki. Ne kadar da uzaktı. Hep bu kadar
uzak mıydı Hira? Her gelişinde böyle mi oluyordu? Her gelişinde durup
dinleniyor muydu böyle? Bu dinleniş de bir ilk değil miydi?
Başını
dağdan alıp geldiği yöne baktı. Tek tük sarı ışığın süzüldüğü kente baktı. Ne
kadar yakındı. Bir adımlık bir mesafeydi adeta. Pervane olsa o ışıklara koşardı
bu yakınlık sanısından ötürü. Kentte bile uzakken bu yakınlık sanısı nereden
gelip yer etmişti içine? Eteğinde oturduğu dağ ne kadar uzaktı. Kent ne kadar
yakındı böyle.
Kente mi
yönelseydi? Soluk ışıklara doğru koşsa mıydı? Buraya kadar mıydı? Bir pervane
olmayı mı seçecekti? Durup dinlenmesi pervane olmak için miydi? İnsan olmaya
doğru çıkılan bir yolculuk pervane oluşla son mu bulacaktı?
Serpuşunu
yelpaze gibi salladı serinlemek için. Geri dönüş yoktu. Dizlerinde güç toplayıp
dağa tırmanacaktı. İnsan olmak için çıkılan yolda son aşamaydı Hira. Hira'da
insanlığı tamamlanacaktı. İnsanlığı tamamlayacaktı. İnsan doğulmadığı insan
olunduğu gerçeğine ulaşan biri olarak bu son etabı da koşacaktı. Durup
dinlenmesi, güç toplaması, ciğerlerine uzun uzun temiz havayı çekmesi bundandı.
Hira ne
kadar uzaktı! Kent ne kadar yakındı! İnsan olmayı seçen olmasa yakın olana
koşardı. Uzağı yakın edecek olan o bir adımı atmazdı. Atamazdı. O adımı
atacaktı. Atmalıydı. Kendisi için, ailesi için, soluk alan her şey için o adımı
atmalıydı. Atacaktı. İnsan olmak için yola çıkmıştı bir kere.
Dönmek
olmazdı. İnsan doğanlara insan olmanın yolunu kolaycacık bulsunlar için uzak
olana doğru atacaktı adımını. Pervane olmayı seçmeyecekti. Şairlerin güzellemeleri
O'nu yolundan alıkoyamayacaktı. Pervane mum albenisine kapılmayacaktı. Belki de
bu son engeldi.
Soluk
ışıklar ne kadar da çekici gelmişti böyle! Ne davetkârdılar öyle! Gözünde ne
kadar uzamıştı Hira'ya giden yol. Oysa daha önceleri nasıl da bir anda bulurdu
kendini orada. Göz açık kapayıncaya kadar geçen bir süre olurdu sanki. Yok,
böyle değil miydi? Bir sanı mıydı? Hiç durup dinlendiği olmamış mıydı?
Olmuştu
elbet. Terini silip soluklanmıştı elbet. Durup derin bir nefes çekip
soluklanmıştı elbet. Ama hiç böyle olmamıştı. Böylesini hatırlamıyordu. Hira
hiç bu kadar uzak, soluk ışıklarını peşi sıra salan kent hiç bu kadar yakın
görünmemişti. Çıkıvermişti göz açıp kapayıncaya kadar. Hiç böylesi olmamıştı,
hiç böylesini yaşamamıştı.
Hiçbir
yorgunluk hissetmeden, hiçbir bungunluk yer etmeden, hiçbir bahane gelip
ilişmeden, hiçbir çekiciliğin çekiciliğine aldırmadan, hiçbir çeldiricinin
çelmesine takılmadan, hiçbir büyünün, büyücünün tılsımını umursamadan, hiç bir
aynanın sırrına sarılmadan, hiçbir kâhinin sözlerine aldırmadan, hiçbir yol
kesenin pazu gücünden korkmadan atmıştı adımını ve varmıştı Hira'ya.
Ya
şimdi? Bu an başka bir andı. Bu tırmanış başka bir tırmanış olacaktı. Tırmanışı
elbet farklı olacaktı, bu yürüyüş başka bir yürüyüş olmuştu çünkü. Hiç
duymadığı sesler çıkmıştı yoluna. Yolunun üstüne oturmuştu hiç görmediği nice
eciş-bücüş yaratıklar. Hiç bilmediği nice karamuklar sarmaş dolaş olmuştu
yılanlarla çiyanlarla yolunun üzerinde. Yorgunluğunu süsleyip püsleyip
saldırmıştı her bir yol kesen. Yorgunluktan medet umuyorlardı. Bir yorgunluk
kalmıştı sığınakları.
Bunu
anladı Hira'nın yolcusu. Gülümsedi. Serpuşuyla sildi terini yeniden. Kente
arkasını döndü, Hira'ya doğru tırmanmaya başladı emin adımlarla. Yol kesenlerin canhıraş feryatları
sinek vızıltısıydı adeta. Korkutmaları bir çocuğun dil çıkartması kadar bile
bir anlamdan uzaktı. Kentin peşi sıra saldığı soluk ışıklar suda yansıyan ay
ışığı kadar bile değildi. İbrahim'in yürüyüşünü de durdurmak istemişti bu
eciş-bücüş yaratıklar. Bu cehennem kaçkını zebaniler. Bu zehir soluyanlar, kan
şöleni, kan töreni tutkunu bu sefihler
İbrahim'in o kutlu yürüyüşünü de sekteye uğratmak için koyulmuşlardı yola.
Türlü
hileler, türlü desiseler icat etmişlerdi. Türlü duygular, türlü bilmeceler
ekmişlerdi yolları üstüne baba-oğul'un. Onurlarına ilişmeye kalkışmışlardı.
Sadakatlerine yaltaklanmışlardı. Merhameti sulandırmaya meyletmişlerdi, kalp
sevda icat edip öyle durdurmayı ummuşlardı.
Babaya
oğul sevgisinden dem vurmuşlardı, oğula yaşlılığın insanı nasıl bitap
düşürdüğünü anlatmaya çalışmışlardı. Kâh
İbrahim'e yanaşmışlardı kâh İsmail'e. Kâh İsmail'den umutlanmışlardı, kâh
İbrahim'den. Kâh İsmail beslemişti umutlarını heveslerini, kâh İbrahim. Kâh
İbrahim'in kuşkusuna yanaşmışlardı, kâh İsmail'in bilinmezlik korkusuna. Ve
fakat o kutlu yürüyüşe engel olamamışlardı.
Olamazlardı.
Her bir gerekçeleri salt hevesti. Heves insan doğulduğunu sananların kafesiydi.
İnsan olmanın uzun bir yolculuk olduğunu bilenler sezenler heveslerin peşinden
koşan değildi. Hevesleri peşlerinden koşturanlardı. Hira yolcusu da bunu
anladı. Bunu bildi. Bunu sezdi. Heveslerini elinin tersi ile itti tıpkı
Baba-oğul'un ittiği gibi. Tıpkı atası İbrahim gibi, tıpkı atası İsmail gibi
yolunu kesenlerin heveslerini kursağında bırakmayı bilecekti. Yorgunluğa boyun
eğmeyecekti. Yorgunluk yolunu kesemeyecekti.
Azimle
kalktı oturduğu yerden. Azmi yıkamıştı yorgunluğunu kendine gelsin için. Bir
daha yol kesenlerle elbirliği etmesin için uyarmıştı yorgunluğu azim. Azim
sebat tırmanıyorlardı el ele. Yorgunluk utanmıştı bu silkinişle. Hayıflanmıştı
bile. Kentin soluk ışıklarına sırtını döndü Hira'ya doğru tırmanmaya başladı.
Elini uzatsa eli değecekti mağaranın duvarlarına. Öylesine yakındı artık Hira.
Cemal Çalık, 30.04.2014, Konuk Yazarlar, Sonsuz Ark,
Hira