20 Mayıs 2014 Salı

SA685/KY1-CÇ60: Hira /Roman- 2/2

"Derin düşüncelere dalmıştı iblis. Hira ve konuğunun buluşmasını engellemekte kararlıydı. Başkaca bir seçeneği yoktu. Tüm seçeneklerini kibrine kurban etmişti."


-2-
Hira, özlemle konuğunu bekliyordu. Heveslerinin oyuncağı olanların duyduğu özlemle değil, heveslerinin peşinde koşanların büyütüp beslediği özlemle değil, kendisinde dinlenecek olanı değil, kendisinde dinlenmek için yola çıkanı değil, olma yolunda yürüyeni bekliyordu büyük bir özlemle. Yakıp yıkan bir özlemle değil, varlığı, varoluşu diri tutan bir özlemle bekliyordu konuğunu Hira.

Hira bekleyişin koynunda serpilip gelişiyordu. Serpilip gelişmişti. Hira her zerresiyle bekliyordu konuğunu. Her zerresiyle özlem yüklüydü. Her zerresinde özlem filizlenmişti. Her zerresinde özlem dipdiriydi. Hira düğün gününü iple çeken taze gelin ve güveyin heyecanıyla dopdoluydu. Durduğu yerde duramıyordu.

Hira, her zamanki konuğunu faklı duyguların ördüğü bir bekleyiş içinde bekliyordu. Kavurucu sıcakların bunalttığı susuz toprakların suya duyduğu bir özlemle bekliyordu konuğunu Hira. Ayak seslerini duyup titremişti. Titreyip solmuştu. Hoş bir esinti yalamıştı duvarlarını. Az kalsın sabırsızlığın kollarına atılacak gibi olmuştu. İçin için yalvarmıştı “artık burda olsun!” için. Sesler değil, ayak sesleri değil bizzat kendisi olsun artık diye döğünür gibi olmuştu. Hayır, döğünecek gibi olmuştu. Döğünmenin iç bayıltan sesine handiyse kulak verecek gibi olmuştu. Bu hal daha bir titretti Hira'yı. Daha bir üşür gibi oldu. Hira konuğunu bekliyordu.

Hira konuğunun yola çıktığını biliyordu. Sabırsızlık gibi görünen davranışlarını buna bağlıyordu. Bu kere başka türlü geliyordu konuğu. Bu kere başka türlüydü her zaman konuğu olanın çölde yankılanan ayak sesleri. Bu yüzden acelecilik türünden bir şeyler bulaşır gibi olmuştu. Dolaşır gibi olmuştu duvarlarında.

Hira, bir şeylerin olacağını sezmişti. Hoş konuğu ne zaman geldiyse, ne zaman gelmişse hep bir farklılık yaşamıştı elbette. Yaşıyordu elbette. Ne zaman O’nunla olsa, ne zaman O'nu konuk etse daha önce bilmediği, sezmediği, hissetmediği, duymadığı, işitmediği, tatmadığı şeylere ulaşıyordu. Huzur doluyordu. Huzura bulanıyordu. Huzura gark oluyordu. Baştan ayağa huzur oluyordu. Huzur yayıyordu çevresine.
Böyle oluyor, böyle algılıyordu. Böyle olduruyor, böyle algılatıyordu. Konuğunu dört gözle bekliyordu Hira. Hayıflanmadan, öfkelenmeden, yüksünmeden, dövünmeden, tükenmeden bekliyordu. Dev bir özlemle bekliyordu. Devleşen bir özlemle bekliyordu konuğunu Hira. Payına beklemek düşmüştü Hira'nın.

Bekleyecekti. Bu ateşten gömleği giyecekti. Giymişti. Burun kıvırmadan, modasal sayrılıklara pirim vermeden giymişti. Ölçülerini incelemeden, üzerime oldu mu, rengi uydu mu, biçimi, kesimi, dökümü bana gidiyor mu, düşüncesine, düşüncelerine düşmeden, pirim vermeden giymişti bu harlı gömleği. Sahiplenmişti bekleyişi. 

Bekliyordu. Bekleyecekti. Konuğu gelecekti. Bunu biliyordu. Konuğu yola çıkmıştı biliyordu. Gelmekte olanı görüyordu. Gelecekte olanı seziyordu.

Hira, konuğunu bekliyordu. Dilinde bekleyiş türküsüyle bekliyordu. Ah bu bekleyiş türküsü! Bu türkü arayış türküsüydü bir zamanlar. Başını taştan taşa vurup gezen nicelerinin derleyip kendisine sunduğu bu türkü nasıl da dönüşmüştü bekleyiş türküsüne. Arayış türküsü görevini bitirmişti. Tükenmişti mum gibi. Çerağ gibi. Ezgiler aynıydı, sözler aynıydı, duygular, heyecanlar aynıydı. Adı değişmişti. Artık bekleyiş türküsüydü adı, arayış değil. Kendisiyle birlikte tüm evren bekleyiş türküsünü terennüm eder olmuştu.

Bekleyiş türküsü şimdide buluşmaya, kavuşmaya evrilecekti. Nice devrilmez sanılanlar nasıl da devrilecekti bu evrilişle. Bu kavuşmayla, bu buluşmayla birlikte olacak olanın karşısında hiç bir cehennem kaçkını iblis duramazdı, karşı koyamazdı, karşı koyamayacaktı. Nefesleri yetmeyecekti bu ışığı söndürmeye. Hele bir evrilsindi bekleyiş türküsü buluşmaya, kavuşmaya.. Hira buluşma türküsünü terennüm edecek hale gelmişti neredeyse. Bekleyiş türküsü evrilmek üzereydi neredeyse. Ayak sesleri öylesine yakındı ki.. öylesine yakındı ki beklenenin gelişi.. geliş yakındı. Şafak yakındı. Karanlık dağılmaya yüz tutmuştu artık.

Hira, konuğunu bekliyordu, büyük bir sabır ve heyecanla bekliyordu. Çöl bekliyordu bu buluşmayı, dağlar, ovalar, kayalar, toprak bekliyordu. Çöl de, dağlar da, ovalar da, kayalar da, toprak ta terennüm ediyordu bekleyişi. Kurduyla kuşuyla çöl bekliyordu, evren bekliyordu. Otuyla, börtü böceğiyle her bir şey bekliyordu. Bu bekleyiş türküsünü bir ninni gibi söylüyordu her bir varlık yeni doğana, doğacak olana. Bir birlerini muştuluyorlardı. Gören göz, işiten kulak ta katılmıştı bu türküye. Katılacaktı bu türküye. Gözleri, kulakları olduğu sanısıyla gün tüketenler dışında, kalbi taştan öte olanlar dışında her bir varlık katılacaktı bu türküye, katılmıştı bu bekleyiş türküsüne. Terennüm eder olmuştu bu türküyü her bir varlık. Var olmanın coşkusuyla el eleydi her bir varlık.

Hira, bekliyordu. Payına düşen beklemenin tükenmek üzere olan son kırıntılarıydı bu anlar. Duyuyordu ayak seslerini, görüyordu kendisine uzanan silueti. Konuğu neredeyse varmak üzereydi.

****  ****  ****

İblis, otağında dört dönüyordu. Bu kavuşmanın önünü mutlaka almalıydı. Bu buluşma olmamalıydı. Olmayacaktı. Durduracaktı. Durdurmalıydı. Durdurmanın bir yolunu bulmalıydı. Yoksa ruhsat almış olmasının bir anlamı kalmayacaktı. Kalmazdı.

Bütün uğraşları, bütün kazanımları, bütün utkuları bir çırpıda kaybolacaktı durduramazsa eğer. Durduramazsa eğer kaybolacaktı. Yokluğun içinde kıvranacaktı. Akrep gibi kendisini zehirlese yeriydi o zaman. Hoş zehirlemişti zehirlemesine ama ruhsat alabilmişti. Az bir şey değildi. Tanrı’ya diklenmişti adeta. Tanrı’ya bilenmişti adeta. Adeta bahse girmişti Tanrı’yla. Zannınca bahse girmişti. oluşun yolunu, yöntemini kirleteceğine dair savda bulunabilmişti.

Bilgisizliğinin, sapkınlığının bir kez daha farkına varmıştı varmasına ama işte ruhsatı almıştı. Yolu kirletebildiği kadar kirletecekti. Yolcuların yorgun ayaklarını uçurumlardan aşağı kaydıracaktı. Çöllerde savruluşlarını izleyecekti hazla. Bunun için almıştı ruhsatı. Bunun için büyüklenmişti. Bunun için aşağıların aşağısına savrulmuştu. Elinde bir ruhsat vardı o da boşa çıkacaktı handiyse. Yok! Boşa çıkmıştı.

Ürperdi iblis. Boşa mı çıkmıştı bütün yapıp ettikleri? Dalgaların üzerindeki köpükler kadar bile bir mukavemeti olmayacak mıydı eylemlerinin, eylemelerinin? Onca ustalıkla ördüğü ağlar örümceğin ağından da zayıf mıydı? Bunun için mi almıştı böbürlendiği ruhsatı? Bunun için mi bir bayrak gibi sallayıp durmuştu evrenin dört bir yanında. Bu önceki rüsvalıktan da berbattı.

Hırsından, kahrından, kıskançlığından, kibrinden, şehvetinden küplere binmişti. Tepinip durmuştu Hira’ya doğru yürüyenin yolunu kesemeyişinden ötürü. Nasıl da heveslenmişti Tahire’nin “Gitme!” deyişiyle, nasıl da kahrolasıca kendi kendine böbürlenmişti. Ve nasıl da düşüvermişti yere, bin parçaya bölünmüştü sınandıklarının bilincinde olan Emin’in ve Tahire’nin konuşmalarını işitince.

Bu kere farklıydı. Daha başından suyu bulandıramamıştı. Yeni yenilgiler belirmişti gözlerinin önünde. Bu yeni dirilişi durduramayacaktı. Durduramayacak mıydı? Bütün sınamaları hep yarım mı kalacaktı? Böyle bir şey olabilir miydi? Hangisinde başarısız olmuştu ki bunda da olsun? Yahya’nın başını kestirmemiş miydi? Zülküfl’ü ortasından biçtirmemiş miydi? Habil’i kara toprağa gömdürmemiş miydi? Yunus’u deryalara saldırmamış mıydı? Bütün bunlara karşın bu gırtlağını sıkan hezimet duygusu, umutsuzluk cenderesi nereden de çıkıp gelmişti? Nasıl da havasız kalmıştı havasız kalasıca!

Derin düşüncelere dalmıştı iblis. Hira ve konuğunun buluşmasını engellemekte kararlıydı. Başkaca bir seçeneği yoktu. Tüm seçeneklerini kibrine kurban etmişti. Tüm seçeneklerini büyüklenmeye indirgemişti. Kendi eliyle, kendi iradesiyle, kendi seçimiyle tüm yolları kapatmıştı. Dünyasını bir zindana çevirmişti. Dünyası cehennemdi, tüm var olanlar, var olacaklar da cehenneminde olsun isteminde, isteğinde kıvranıyor, kıvrandırıyordu.

Kendine verilen ruhsatı kendince en iyi kullanacak, insana, insanlığa giden yolu mutlaka tıkayacak, tıkayamaz ise yolu bozacaktı. Delik deşik edecekti yolu. Uçurumlar kadar derin çukurlar açmıştı bu yolda, daha da açacaktı, açmalıydı. Her zaman ki gibi mutlaka bir yolunu bulmalıydı. Bu buluşmayı durdurmalıydı. Zannınca onları durdurmanın yolunu mutlaka bulacaktı. Hem bulmak zorundaydı. Zehirli elmayı yeniden ısırtmalıydı.

Yakub’un, Yunus’un, Yusuf’un, Süleyman’ın, Musa’nın, İsa’nın, İbrahim’in gözü gibi büyüttükleri, serpilip gelişmesini sağladıkları, meyvesi ölüyü dirilten ağacı, diriltip gereğini belleten ağacı kurutmalıydı. Kendi elma şekerini süsleyip püslemeli yeniden cehenneme çevirmeliydi yola çıkanın yaşamını, yeniden zehirlemeliydi yola çıkanları, yolda yürüyenleri. O bengi su pınarını kurutmalıydı. O bengisunun beslediği ağaçları, çiçekleri soldurmalıydı.

İblisin zannınca bu iş kolayca olacaktı. Kolayca kotaracaktı. Kolayca üstesinden gelecekti. Tüm evreni bir çöle döndürmeliydi, döndürecekti kolayca. Tüm denizleri, tüm ırmakları, tüm nehirleri, tüm dereleri, tüm çayları, tüm arkları kurutmalıydı, kolayca kurutacaktı. Tüm ağaçları, tüm börtü böceği, tüm meyveleri zehirlemeliydi. Kolayca zehirleyecekti. Hiç zorlanmadan yapacaktı.

Böyle olacağına inanıyor, inanacaklar bulacağını zannediyordu. Zanla besleniyor, zanla beslenecekleri bulacağına kanıyordu doya doya.  Böyle umuyordu. Öyle hevesleniyordu. Heva ve hevesi öyle düşündürtüyor, öyle dillendiriyordu. Çorak gönlünü ferahlatıyordu bu kurmasıyla. Kurmacasıyla.

Bu buluşmayı durdurmalıydı. Bu olmazsa başka oyunlar sürmeliydi sahneye. Yolu açanı, yolu temizleyeni durduramayacaksa yolda yürümeye çıkanları ayartacaktı. Bu sanıyla rahatladı iblis. Yolu açanın, açanların, yol temizleyenin, temizleyenlerin yolunu kesememiş olsa da, durduramamış olsa da yolu emin kılanları yolcuları hep şaşırtabilmişti. Yol adına yol kesenleri bulabilmişti.

Bu kez de bunu yapabilirdi, böylesi bir ihtimal vardı, var olacaktı, kıyamete kadar sürecekti bu mücadele. İblis bunun farkındaydı. Hira’ya doğru yolu çıkanı korkutamamış, ürkütememiş, yorgunluğa bulayamamış olsa da, yolun takipçilerini yoldan çıkarabilecek tılsımı vardı, bunun farkındaydı. Bu farkındalık ile rahatladı. Ferahladı.  Bir zil takıp oynamadığı kaldı.

İsa’nın takipçilerini anımsadı. Ne severlerdi O’nu. Canları pahasına korurlardı. Öylesine sevdiler, öylesine korudular ki, öylesine yücelttiler ki yardımıyla, fısıltılarıyla iblisin mesajını kirlettiler. Sevdiklerini kirlettiler. Annesini kirlettiler. Tanrının o kutlu kulunu tanrıya oğul ettiler. İblis bu anısıyla tepindi durduğu yerde. Uzun uzun ıslık çaldı.

Musa’nın takipçileri belirdi gözlerinin önünde. Altından buzağı yapmalarını fısıldamıştı her birinin gönlüne. Musa’nın aydınlığa ulaşmasına engel olamamıştı ama, takipçileri nasıl da dönüşüvermişlerdi birden bire. Nasıl da becermişti iblis.. bu becerisiyle iftihar etti, gurur duydu. Musa’nın takipçileri nasıl da Tanrı’yı kabilelerinin muhtarı gibi algılamış, bu algılayışlarını Musa’ya atfetmişlerdi farkına varmadan. Bu işi nasıl da büyük bir maharetle kotarmıştı iblis.

Hira’nın yolcusunu durduramayacaktı. Durduramazdı. Bunun ayrımındaydı. Bu yeni geleni, bu yeni yola çıkanı, yol açıp, oluşu nihayete erdirecek olanı evet şimdi durduramazdı, güç yetiremezdi ve fakat takipçileri imdadına yetişecekti iblisin. İblis bunu o sinsiliği o kurnazlığıyla seziyordu. Ellerini ovuşturuyor, dişleri takırdıyordu sevincinden.

*** *** ***

Bekliyordum, bekliyorduk. Bir şeyler olmalıydı, bu hep böyle gitmemeliydi. Gitmeyecekti. Yani gitmemeliydi, diyordum içimden. İçimizden diyorduk. Kendimiz bile duysun istemiyorduk. İçimizde kaybolmuş benimizin sesini tarlada, bağda, bahçede, kırda, bostanda, deniz diplerinde, dere kenarlarında, maden ocaklarındaki ben duysun istemiyorduk.

Öyle korkuyorduk. Öyle korkutulmuştuk. Öyle ürkütülmüştük. Ve fakat umutla bekliyorduk, bekliyordum. Değişmeli diye haykırıyordum içimden, haykırıyorduk içimizden. Dışımızdakine işittirmeden. Dışımızdakilere işittirmeden. Hem duyabilirler miydi ki dışarıdakiler? Böyle bir ihtimal var mıydı? Hiç olmuş muydu? Hiç olacak mıydı? Bekliyordum. Bekliyorduk. Yoksul bir umutla. Yoksul bir hevesle. yoksul bir coşkuyla bekliyordum, bekliyorduk.

Benim gibi olanlar ne de çoktuk. Ve fakat ne kadar da zayıftık, ne kadar da savunmasızdık, ne kadar da kırılgandık. Dirençli olduğumuzdan da kırılgandık. Tarlada, bağda, bahçede, kanalda, deniz dibinde, dere kenarında, maden ocağında belki bir katırdan daha dirençliydik ve fakat bir sinek kadar kırılgandık. Bir kelebek kadar kırılgandık bizi kapadıkları inlerde, barınaklarda, ahırlarda. Bizden koparılan çocuklarımız karşısında ne kadar da kırılgandık. Bizi kopardıkları zaman karılarımızdan, kocalarımızdan ne kadar da kırılgandık. Umudu gözyaşlarımıza bandığımız da bile kırılgandık.

Bekliyorduk birbirimize neyi beklediğimizi söylemeden, birbirimize neyi beklediğimizi sezdirmeden bekliyorduk. Sırtımızdaki kırbaç izlerinden önce, ayaklarımızdaki yaralardan önce, ellerimizdeki patlaklardan önce, başımızdaki kırıklardan önce vicdanımızdaki yaraları kapatacak bir şeyi bekliyorduk. Vicdanımızda yer etmiş örselenmişliği tedavi edecek bir şeyi, bir sesi, bir ilacı, bir merhemi uzatacak birini bekliyorduk.

Bekliyordum. Bekliyorduk. Bir kölenin kucağında açmıştım gözlerimi. Açmıştık gözlerimizi. Bir kölenin ininde bulmuştum kendimi. Bir kölenin ininde bulmuştuk kendimizi her birimiz. Her birimiz öylesine örselenmiş, öylesine yaralanmıştık ki özümsemiştik örselenişi, yaralanışı. Bizden bir parça sanmıştık bütün bu olup bitenleri. Yaşama ait, dünyaya ait hiçbir bilgimiz, hiçbir algımız yoktu. Ama cehennemin efendilerimiz olduğunu biliyorduk. Cehennem efendilerimizdi. Cehennemin başkaları mı olduğunu bilmiyorduk ama efendilerimizin cehennem olduğunu kesin olarak biliyorduk.

İn dedikleri, baraka dedikleri, ahır dedikleri, barınak dedikleri yerde doğmuştum. Orada bulmuştum. Orada gözlerimi dünyaya açmıştım. Orada yaşadım, orada büyüdüm. Orada oynadım fırsat bulduysam oynamaya. Efendilerimin kaldıkları yerin adı evdi. Bizim kaldığımız, yaşadığımız, yatıp uyuduğumuz yerlerin adı indi, ahırdı, barakaydı, barınaktı. Efendilerimizin kaldıkları yerlerin adı köşktü, saraydı, yalıydı.

Bekliyordum, neyi beklediğimi bilmeden. Neyin olması gerektiğini bilmeden. Bir şeyler yanlıştı bunu seziyordum ama neyin yanlış olduğunu bilmiyordum. Ama gerçekten de bir şeyler yanlıştı. Yani yanlış olmalıydı. Bu yanlış her ne ise düzelmesini istiyordum, bekliyordum. Düzeleceğini umuyordum. Umuyorduk. Her birimizin gözlerinde bir şeylerin yanlış olduğuna dair sezgilerin kanıtları geziniyordu. Değişeceğine dair beklentiler seğiriyordu gözlerimizde. İçimizde. Bekliyorduk bu yüzden. Bu yüzden bir umut yaşıyordu bizimle birlikte içimizde ve bekliyorduk. Kimseye sezdirmeden bekliyorduk.

Yaşamım iki dudağı arasındaydı efendimin, bekliyordum. Pazardan almıştı beni. Pazardan almışlardı bizleri. Kavun alır gibi, bostan alır gibi, soğan alır gibi, zerzevat alır gibi. Yok! Zerzevata gösterilen özenden fazla özen gösterirlerdi seçerken bizleri. At alırken, eşek, koyun, keçi, deve alırken gösterdikleri titizliği gösterirlerdi bizleri satın alırken. Hani hasta olabilirdik, hani çelimsiz olabilirdik, hani dayanıksız olabilirdik, hani ölümümüzle yarı yolda bırakabilirdik efendimizi, efendilerimizi. Derilerimiz kırbaçları için fazla hassas olabilirdi, bu yüzden daha bir özenle seçilirdik her birimiz.

Evet, bizim alınıp satıldığımız pazarları vardı efendilerimizin. Pazarlar kurmuşlardı alınıp satıldığımız aidiyetlerimizden ötürü. Biz pazar için, tarla için, bağ bostan için, deve, koyun, inek gütmek için doğardık. Doğmuştuk. Bu öylesine doğaldı ki efendilerimiz için. Öylesine içselleştirmişlerdi ki bu hali, kaçanın kaçışını anlamıyorlardı, kendini bir yardan aşağı atanın atlayışını kavrayamıyorlardı. Bu yüzden de bir şeyler beklediği yoktu hiç birinin. Her biri pazarlarını korumak için tetikteydi, her biri pazarlarının bekçisiydi, bekleyişleri pazarları üzerineydi.

Bekliyordum. Bekliyorduk. İçimin derinliklerinde, içimizin derinliklerinde bir yerlerde bir umut vardı. Bizi diri tutan, bizi güne çıkartan, ayaklarımızın kaymasına engel olan mini minnacık bir umut vardı. İçimizin derinliklerinde şöyle böyle seçilebilen bir ışık vardı. Dışımızdaki karanlığı bile aydınlatan bir ışık vardı derinlerimizde.

Öylesine cılız, öylesine cılızdı ki yine de aydınlatabiliyordu dışımızdaki karanlığı. İçinde yaşadığımız, kendimizi içinde bulduğumuz karanlığı temelli aydınlatacağını sezdiriyordu o cılız mı cılız ışık, o puslu ışık bir şeylerin yanlış olduğunu gösteremese de işaret ediyordu. Edebiliyordu. Öylesine pazarlıksız, öylesine hesapsız, öylesine özverili, öylesine elcil bir ışıktı ki içimizdeki o soluk ışık ruhumuzu besliyordu, bitimsiz bir güç veriyordu ayaklarına ruhumuzun. Kuvvet veriyordu kollarına ruhumuzun. Bizi ruhsuz bilse de efendilerimiz, efendilerimiz göremese de ruhlarımızı, içimizdeki o soluk ışık, o puslu ışık bize varlığımızı, varoluşumuzu sezdiriyordu.

Bir ses vardı içimizin derinliklerinde yankılanan. Tümümüz birden bir uçurumdan, bir yardan, bir kuyudan atlamıyor idiysek o sesti bizi tutan. Öylesine içten, öylesine müşfik, öylesine merhametli, öylesine şefkatli, öylesine zarif, öylesine kibar, öylesine insanca idi ki o ses.. o ses beklememize yetiyordu. Bekleyişimizi besliyordu tükenmeden. Bekleyişimizi her dem tazeliyordu. Her dem diriltiyordu yeniden. O ses Hira’dan yankılanacak sesin muştucusuydu. Bilal’in haykırışından bir esintiydi.

Ben, biz bekliyorduk. Yaşamım, yaşamımız iki dudağı arasındaydı efendimin, efendilerimizin. Hira’ya doğru gidenin ayak seslerini içmişti içimizdeki o ses. Bu ses başkaydı. Bu ses başka bir şeye çağırıyordu.

<<Önceki                     Sonraki>>


Cemal Çalık, 20.05.2014,  Konuk Yazarlar,  Sonsuz Ark, Hira






Seçkin Deniz Twitter Akışı