"Derin düşüncelere dalmıştı iblis. Hira ve konuğunun buluşmasını engellemekte kararlıydı. Başkaca bir seçeneği yoktu. Tüm seçeneklerini kibrine kurban etmişti."
-2-
Hira,
özlemle konuğunu bekliyordu. Heveslerinin oyuncağı olanların duyduğu özlemle
değil, heveslerinin peşinde koşanların büyütüp beslediği özlemle değil,
kendisinde dinlenecek olanı değil, kendisinde dinlenmek için yola çıkanı değil,
olma yolunda yürüyeni bekliyordu büyük bir özlemle. Yakıp yıkan bir özlemle
değil, varlığı, varoluşu diri tutan bir özlemle bekliyordu konuğunu Hira.
Hira
bekleyişin koynunda serpilip gelişiyordu. Serpilip gelişmişti. Hira her
zerresiyle bekliyordu konuğunu. Her zerresiyle özlem yüklüydü. Her zerresinde
özlem filizlenmişti. Her zerresinde özlem dipdiriydi. Hira düğün gününü iple
çeken taze gelin ve güveyin heyecanıyla dopdoluydu. Durduğu yerde duramıyordu.
Hira,
her zamanki konuğunu faklı duyguların ördüğü bir bekleyiş içinde bekliyordu.
Kavurucu sıcakların bunalttığı susuz toprakların suya duyduğu bir özlemle
bekliyordu konuğunu Hira. Ayak seslerini duyup titremişti. Titreyip solmuştu.
Hoş bir esinti yalamıştı duvarlarını. Az kalsın sabırsızlığın kollarına
atılacak gibi olmuştu. İçin için yalvarmıştı “artık burda olsun!” için. Sesler
değil, ayak sesleri değil bizzat kendisi olsun artık diye döğünür gibi olmuştu.
Hayır, döğünecek gibi olmuştu. Döğünmenin iç bayıltan sesine handiyse kulak
verecek gibi olmuştu. Bu hal daha bir titretti Hira'yı. Daha bir üşür gibi
oldu. Hira konuğunu bekliyordu.
Hira
konuğunun yola çıktığını biliyordu. Sabırsızlık gibi görünen davranışlarını
buna bağlıyordu. Bu kere başka türlü geliyordu konuğu. Bu kere başka türlüydü
her zaman konuğu olanın çölde yankılanan ayak sesleri. Bu yüzden acelecilik
türünden bir şeyler bulaşır gibi olmuştu. Dolaşır gibi olmuştu duvarlarında.
Hira,
bir şeylerin olacağını sezmişti. Hoş konuğu ne zaman geldiyse, ne zaman
gelmişse hep bir farklılık yaşamıştı elbette. Yaşıyordu elbette. Ne zaman O’nunla
olsa, ne zaman O'nu konuk etse daha önce bilmediği, sezmediği, hissetmediği,
duymadığı, işitmediği, tatmadığı şeylere ulaşıyordu. Huzur doluyordu. Huzura
bulanıyordu. Huzura gark oluyordu. Baştan ayağa huzur oluyordu. Huzur yayıyordu
çevresine.
Böyle
oluyor, böyle algılıyordu. Böyle olduruyor, böyle algılatıyordu. Konuğunu dört
gözle bekliyordu Hira. Hayıflanmadan, öfkelenmeden, yüksünmeden, dövünmeden,
tükenmeden bekliyordu. Dev bir özlemle bekliyordu. Devleşen bir özlemle
bekliyordu konuğunu Hira. Payına beklemek düşmüştü Hira'nın.
Bekleyecekti.
Bu ateşten gömleği giyecekti. Giymişti. Burun kıvırmadan, modasal sayrılıklara
pirim vermeden giymişti. Ölçülerini incelemeden, üzerime oldu mu, rengi uydu
mu, biçimi, kesimi, dökümü bana gidiyor mu, düşüncesine, düşüncelerine
düşmeden, pirim vermeden giymişti bu harlı gömleği. Sahiplenmişti bekleyişi.
Bekliyordu. Bekleyecekti. Konuğu gelecekti. Bunu biliyordu. Konuğu yola
çıkmıştı biliyordu. Gelmekte olanı görüyordu. Gelecekte olanı seziyordu.
Hira, konuğunu bekliyordu. Dilinde bekleyiş türküsüyle bekliyordu. Ah bu bekleyiş
türküsü! Bu türkü arayış türküsüydü bir zamanlar. Başını taştan taşa vurup
gezen nicelerinin derleyip kendisine sunduğu bu türkü nasıl da dönüşmüştü
bekleyiş türküsüne. Arayış türküsü görevini bitirmişti. Tükenmişti mum gibi.
Çerağ gibi. Ezgiler aynıydı, sözler aynıydı, duygular, heyecanlar aynıydı. Adı
değişmişti. Artık bekleyiş türküsüydü adı, arayış değil. Kendisiyle birlikte
tüm evren bekleyiş türküsünü terennüm eder olmuştu.
Bekleyiş
türküsü şimdide buluşmaya, kavuşmaya evrilecekti. Nice devrilmez sanılanlar
nasıl da devrilecekti bu evrilişle. Bu kavuşmayla, bu buluşmayla birlikte
olacak olanın karşısında hiç bir cehennem kaçkını iblis duramazdı, karşı
koyamazdı, karşı koyamayacaktı. Nefesleri yetmeyecekti bu ışığı söndürmeye.
Hele bir evrilsindi bekleyiş türküsü buluşmaya, kavuşmaya.. Hira buluşma
türküsünü terennüm edecek hale gelmişti neredeyse. Bekleyiş türküsü evrilmek
üzereydi neredeyse. Ayak sesleri öylesine yakındı ki.. öylesine yakındı ki
beklenenin gelişi.. geliş yakındı. Şafak yakındı. Karanlık dağılmaya yüz
tutmuştu artık.
Hira, konuğunu bekliyordu, büyük bir sabır ve heyecanla bekliyordu. Çöl bekliyordu bu
buluşmayı, dağlar, ovalar, kayalar, toprak bekliyordu. Çöl de, dağlar da,
ovalar da, kayalar da, toprak ta terennüm ediyordu bekleyişi. Kurduyla kuşuyla
çöl bekliyordu, evren bekliyordu. Otuyla, börtü böceğiyle her bir şey
bekliyordu. Bu bekleyiş türküsünü bir ninni gibi söylüyordu her bir varlık yeni
doğana, doğacak olana. Bir birlerini muştuluyorlardı. Gören göz, işiten kulak
ta katılmıştı bu türküye. Katılacaktı bu türküye. Gözleri, kulakları olduğu
sanısıyla gün tüketenler dışında, kalbi taştan öte olanlar dışında her bir
varlık katılacaktı bu türküye, katılmıştı bu bekleyiş türküsüne. Terennüm eder
olmuştu bu türküyü her bir varlık. Var olmanın coşkusuyla el eleydi her bir
varlık.
Hira,
bekliyordu. Payına düşen beklemenin tükenmek üzere olan son kırıntılarıydı bu
anlar. Duyuyordu ayak seslerini, görüyordu kendisine uzanan silueti. Konuğu
neredeyse varmak üzereydi.
**** ****
****
İblis,
otağında dört dönüyordu. Bu kavuşmanın önünü mutlaka almalıydı. Bu buluşma
olmamalıydı. Olmayacaktı. Durduracaktı. Durdurmalıydı. Durdurmanın bir yolunu
bulmalıydı. Yoksa ruhsat almış olmasının bir anlamı kalmayacaktı. Kalmazdı.
Bütün
uğraşları, bütün kazanımları, bütün utkuları bir çırpıda kaybolacaktı
durduramazsa eğer. Durduramazsa eğer kaybolacaktı. Yokluğun içinde
kıvranacaktı. Akrep gibi kendisini zehirlese yeriydi o zaman. Hoş zehirlemişti
zehirlemesine ama ruhsat alabilmişti. Az bir şey değildi. Tanrı’ya diklenmişti
adeta. Tanrı’ya bilenmişti adeta. Adeta bahse girmişti Tanrı’yla. Zannınca
bahse girmişti. oluşun yolunu, yöntemini kirleteceğine dair savda bulunabilmişti.
Bilgisizliğinin,
sapkınlığının bir kez daha farkına varmıştı varmasına ama işte ruhsatı almıştı.
Yolu kirletebildiği kadar kirletecekti. Yolcuların yorgun ayaklarını
uçurumlardan aşağı kaydıracaktı. Çöllerde savruluşlarını izleyecekti hazla.
Bunun için almıştı ruhsatı. Bunun için büyüklenmişti. Bunun için aşağıların
aşağısına savrulmuştu. Elinde bir ruhsat vardı o da boşa çıkacaktı handiyse.
Yok! Boşa çıkmıştı.
Ürperdi
iblis. Boşa mı çıkmıştı bütün yapıp ettikleri? Dalgaların üzerindeki köpükler
kadar bile bir mukavemeti olmayacak mıydı eylemlerinin, eylemelerinin? Onca
ustalıkla ördüğü ağlar örümceğin ağından da zayıf mıydı? Bunun için mi almıştı
böbürlendiği ruhsatı? Bunun için mi bir bayrak gibi sallayıp durmuştu evrenin
dört bir yanında. Bu önceki rüsvalıktan da berbattı.
Hırsından,
kahrından, kıskançlığından, kibrinden, şehvetinden küplere binmişti. Tepinip
durmuştu Hira’ya doğru yürüyenin yolunu kesemeyişinden ötürü. Nasıl da
heveslenmişti Tahire’nin “Gitme!” deyişiyle, nasıl da kahrolasıca kendi kendine
böbürlenmişti. Ve nasıl da düşüvermişti yere, bin parçaya bölünmüştü
sınandıklarının bilincinde olan Emin’in ve Tahire’nin konuşmalarını işitince.
Bu kere
farklıydı. Daha başından suyu bulandıramamıştı. Yeni yenilgiler belirmişti
gözlerinin önünde. Bu yeni dirilişi durduramayacaktı. Durduramayacak mıydı?
Bütün sınamaları hep yarım mı kalacaktı? Böyle bir şey olabilir miydi?
Hangisinde başarısız olmuştu ki bunda da olsun? Yahya’nın başını kestirmemiş
miydi? Zülküfl’ü ortasından biçtirmemiş miydi? Habil’i kara toprağa gömdürmemiş
miydi? Yunus’u deryalara saldırmamış mıydı? Bütün bunlara karşın bu gırtlağını
sıkan hezimet duygusu, umutsuzluk cenderesi nereden de çıkıp gelmişti? Nasıl da
havasız kalmıştı havasız kalasıca!
Derin
düşüncelere dalmıştı iblis. Hira ve konuğunun buluşmasını engellemekte
kararlıydı. Başkaca bir seçeneği yoktu. Tüm seçeneklerini kibrine kurban
etmişti. Tüm seçeneklerini büyüklenmeye indirgemişti. Kendi eliyle, kendi
iradesiyle, kendi seçimiyle tüm yolları kapatmıştı. Dünyasını bir zindana
çevirmişti. Dünyası cehennemdi, tüm var olanlar, var olacaklar da cehenneminde
olsun isteminde, isteğinde kıvranıyor, kıvrandırıyordu.
Kendine
verilen ruhsatı kendince en iyi kullanacak, insana, insanlığa giden yolu
mutlaka tıkayacak, tıkayamaz ise yolu bozacaktı. Delik deşik edecekti yolu.
Uçurumlar kadar derin çukurlar açmıştı bu yolda, daha da açacaktı, açmalıydı.
Her zaman ki gibi mutlaka bir yolunu bulmalıydı. Bu buluşmayı durdurmalıydı.
Zannınca onları durdurmanın yolunu mutlaka bulacaktı. Hem bulmak zorundaydı.
Zehirli elmayı yeniden ısırtmalıydı.
Yakub’un,
Yunus’un, Yusuf’un, Süleyman’ın, Musa’nın, İsa’nın, İbrahim’in gözü gibi
büyüttükleri, serpilip gelişmesini sağladıkları, meyvesi ölüyü dirilten ağacı,
diriltip gereğini belleten ağacı kurutmalıydı. Kendi elma şekerini süsleyip
püslemeli yeniden cehenneme çevirmeliydi yola çıkanın yaşamını, yeniden
zehirlemeliydi yola çıkanları, yolda yürüyenleri. O bengi su pınarını
kurutmalıydı. O bengisunun beslediği ağaçları, çiçekleri soldurmalıydı.
İblisin
zannınca bu iş kolayca olacaktı. Kolayca kotaracaktı. Kolayca üstesinden
gelecekti. Tüm evreni bir çöle döndürmeliydi, döndürecekti kolayca. Tüm
denizleri, tüm ırmakları, tüm nehirleri, tüm dereleri, tüm çayları, tüm arkları
kurutmalıydı, kolayca kurutacaktı. Tüm ağaçları, tüm börtü böceği, tüm
meyveleri zehirlemeliydi. Kolayca zehirleyecekti. Hiç zorlanmadan yapacaktı.
Böyle
olacağına inanıyor, inanacaklar bulacağını zannediyordu. Zanla besleniyor,
zanla beslenecekleri bulacağına kanıyordu doya doya. Böyle umuyordu. Öyle hevesleniyordu. Heva ve
hevesi öyle düşündürtüyor, öyle dillendiriyordu. Çorak gönlünü ferahlatıyordu
bu kurmasıyla. Kurmacasıyla.
Bu
buluşmayı durdurmalıydı. Bu olmazsa başka oyunlar sürmeliydi sahneye. Yolu
açanı, yolu temizleyeni durduramayacaksa yolda yürümeye çıkanları ayartacaktı.
Bu sanıyla rahatladı iblis. Yolu açanın, açanların, yol temizleyenin,
temizleyenlerin yolunu kesememiş olsa da, durduramamış olsa da yolu emin
kılanları yolcuları hep şaşırtabilmişti. Yol adına yol kesenleri bulabilmişti.
Bu kez
de bunu yapabilirdi, böylesi bir ihtimal vardı, var olacaktı, kıyamete kadar
sürecekti bu mücadele. İblis bunun farkındaydı. Hira’ya doğru yolu çıkanı
korkutamamış, ürkütememiş, yorgunluğa bulayamamış olsa da, yolun takipçilerini
yoldan çıkarabilecek tılsımı vardı, bunun farkındaydı. Bu farkındalık ile
rahatladı. Ferahladı. Bir zil takıp
oynamadığı kaldı.
İsa’nın
takipçilerini anımsadı. Ne severlerdi O’nu. Canları pahasına korurlardı.
Öylesine sevdiler, öylesine korudular ki, öylesine yücelttiler ki yardımıyla,
fısıltılarıyla iblisin mesajını kirlettiler. Sevdiklerini kirlettiler. Annesini
kirlettiler. Tanrının o kutlu kulunu tanrıya oğul ettiler. İblis bu anısıyla
tepindi durduğu yerde. Uzun uzun ıslık çaldı.
Musa’nın
takipçileri belirdi gözlerinin önünde. Altından buzağı yapmalarını fısıldamıştı
her birinin gönlüne. Musa’nın aydınlığa ulaşmasına engel olamamıştı ama,
takipçileri nasıl da dönüşüvermişlerdi birden bire. Nasıl da becermişti iblis..
bu becerisiyle iftihar etti, gurur duydu. Musa’nın takipçileri nasıl da
Tanrı’yı kabilelerinin muhtarı gibi algılamış, bu algılayışlarını Musa’ya
atfetmişlerdi farkına varmadan. Bu işi nasıl da büyük bir maharetle kotarmıştı
iblis.
Hira’nın
yolcusunu durduramayacaktı. Durduramazdı. Bunun ayrımındaydı. Bu yeni geleni,
bu yeni yola çıkanı, yol açıp, oluşu nihayete erdirecek olanı evet şimdi
durduramazdı, güç yetiremezdi ve fakat takipçileri imdadına yetişecekti
iblisin. İblis bunu o sinsiliği o kurnazlığıyla seziyordu. Ellerini ovuşturuyor,
dişleri takırdıyordu sevincinden.
*** *** ***
Bekliyordum,
bekliyorduk. Bir şeyler olmalıydı, bu hep böyle gitmemeliydi. Gitmeyecekti.
Yani gitmemeliydi, diyordum içimden. İçimizden diyorduk. Kendimiz bile duysun
istemiyorduk. İçimizde kaybolmuş benimizin sesini tarlada, bağda, bahçede,
kırda, bostanda, deniz diplerinde, dere kenarlarında, maden ocaklarındaki ben
duysun istemiyorduk.
Öyle
korkuyorduk. Öyle korkutulmuştuk. Öyle ürkütülmüştük. Ve fakat umutla
bekliyorduk, bekliyordum. Değişmeli diye haykırıyordum içimden, haykırıyorduk
içimizden. Dışımızdakine işittirmeden. Dışımızdakilere işittirmeden. Hem
duyabilirler miydi ki dışarıdakiler? Böyle bir ihtimal var mıydı? Hiç olmuş
muydu? Hiç olacak mıydı? Bekliyordum. Bekliyorduk. Yoksul bir umutla. Yoksul bir
hevesle. yoksul bir coşkuyla bekliyordum, bekliyorduk.
Benim
gibi olanlar ne de çoktuk. Ve fakat ne kadar da zayıftık, ne kadar da
savunmasızdık, ne kadar da kırılgandık. Dirençli olduğumuzdan da kırılgandık.
Tarlada, bağda, bahçede, kanalda, deniz dibinde, dere kenarında, maden ocağında
belki bir katırdan daha dirençliydik ve fakat bir sinek kadar kırılgandık. Bir
kelebek kadar kırılgandık bizi kapadıkları inlerde, barınaklarda, ahırlarda.
Bizden koparılan çocuklarımız karşısında ne kadar da kırılgandık. Bizi
kopardıkları zaman karılarımızdan, kocalarımızdan ne kadar da kırılgandık.
Umudu gözyaşlarımıza bandığımız da bile kırılgandık.
Bekliyorduk
birbirimize neyi beklediğimizi söylemeden, birbirimize neyi beklediğimizi
sezdirmeden bekliyorduk. Sırtımızdaki kırbaç izlerinden önce, ayaklarımızdaki
yaralardan önce, ellerimizdeki patlaklardan önce, başımızdaki kırıklardan önce
vicdanımızdaki yaraları kapatacak bir şeyi bekliyorduk. Vicdanımızda yer etmiş
örselenmişliği tedavi edecek bir şeyi, bir sesi, bir ilacı, bir merhemi
uzatacak birini bekliyorduk.
Bekliyordum.
Bekliyorduk. Bir kölenin kucağında açmıştım gözlerimi. Açmıştık gözlerimizi.
Bir kölenin ininde bulmuştum kendimi. Bir kölenin ininde bulmuştuk kendimizi
her birimiz. Her birimiz öylesine örselenmiş, öylesine yaralanmıştık ki
özümsemiştik örselenişi, yaralanışı. Bizden bir parça sanmıştık bütün bu olup
bitenleri. Yaşama ait, dünyaya ait hiçbir bilgimiz, hiçbir algımız yoktu. Ama
cehennemin efendilerimiz olduğunu biliyorduk. Cehennem efendilerimizdi.
Cehennemin başkaları mı olduğunu bilmiyorduk ama efendilerimizin cehennem
olduğunu kesin olarak biliyorduk.
İn
dedikleri, baraka dedikleri, ahır dedikleri, barınak dedikleri yerde doğmuştum.
Orada bulmuştum. Orada gözlerimi dünyaya açmıştım. Orada yaşadım, orada
büyüdüm. Orada oynadım fırsat bulduysam oynamaya. Efendilerimin kaldıkları
yerin adı evdi. Bizim kaldığımız, yaşadığımız, yatıp uyuduğumuz yerlerin adı
indi, ahırdı, barakaydı, barınaktı. Efendilerimizin kaldıkları yerlerin adı
köşktü, saraydı, yalıydı.
Bekliyordum,
neyi beklediğimi bilmeden. Neyin olması gerektiğini bilmeden. Bir şeyler
yanlıştı bunu seziyordum ama neyin yanlış olduğunu bilmiyordum. Ama gerçekten
de bir şeyler yanlıştı. Yani yanlış olmalıydı. Bu yanlış her ne ise düzelmesini
istiyordum, bekliyordum. Düzeleceğini umuyordum. Umuyorduk. Her birimizin
gözlerinde bir şeylerin yanlış olduğuna dair sezgilerin kanıtları geziniyordu.
Değişeceğine dair beklentiler seğiriyordu gözlerimizde. İçimizde. Bekliyorduk
bu yüzden. Bu yüzden bir umut yaşıyordu bizimle birlikte içimizde ve
bekliyorduk. Kimseye sezdirmeden bekliyorduk.
Yaşamım
iki dudağı arasındaydı efendimin, bekliyordum. Pazardan almıştı beni. Pazardan
almışlardı bizleri. Kavun alır gibi, bostan alır gibi, soğan alır gibi,
zerzevat alır gibi. Yok! Zerzevata gösterilen özenden fazla özen gösterirlerdi
seçerken bizleri. At alırken, eşek, koyun, keçi, deve alırken gösterdikleri
titizliği gösterirlerdi bizleri satın alırken. Hani hasta olabilirdik, hani
çelimsiz olabilirdik, hani dayanıksız olabilirdik, hani ölümümüzle yarı yolda
bırakabilirdik efendimizi, efendilerimizi. Derilerimiz kırbaçları için fazla
hassas olabilirdi, bu yüzden daha bir özenle seçilirdik her birimiz.
Evet, bizim alınıp satıldığımız pazarları
vardı efendilerimizin. Pazarlar kurmuşlardı alınıp satıldığımız
aidiyetlerimizden ötürü. Biz pazar için, tarla için, bağ bostan için, deve,
koyun, inek gütmek için doğardık. Doğmuştuk. Bu öylesine doğaldı ki
efendilerimiz için. Öylesine içselleştirmişlerdi ki bu hali, kaçanın kaçışını
anlamıyorlardı, kendini bir yardan aşağı atanın atlayışını kavrayamıyorlardı.
Bu yüzden de bir şeyler beklediği yoktu hiç birinin. Her biri pazarlarını
korumak için tetikteydi, her biri pazarlarının bekçisiydi, bekleyişleri
pazarları üzerineydi.
Bekliyordum.
Bekliyorduk. İçimin derinliklerinde, içimizin derinliklerinde bir yerlerde bir
umut vardı. Bizi diri tutan, bizi güne çıkartan, ayaklarımızın kaymasına engel
olan mini minnacık bir umut vardı. İçimizin derinliklerinde şöyle böyle
seçilebilen bir ışık vardı. Dışımızdaki karanlığı bile aydınlatan bir ışık
vardı derinlerimizde.
Öylesine
cılız, öylesine cılızdı ki yine de aydınlatabiliyordu dışımızdaki karanlığı.
İçinde yaşadığımız, kendimizi içinde bulduğumuz karanlığı temelli
aydınlatacağını sezdiriyordu o cılız mı cılız ışık, o puslu ışık bir şeylerin
yanlış olduğunu gösteremese de işaret ediyordu. Edebiliyordu. Öylesine
pazarlıksız, öylesine hesapsız, öylesine özverili, öylesine elcil bir ışıktı ki
içimizdeki o soluk ışık ruhumuzu besliyordu, bitimsiz bir güç veriyordu
ayaklarına ruhumuzun. Kuvvet veriyordu kollarına ruhumuzun. Bizi ruhsuz bilse
de efendilerimiz, efendilerimiz göremese de ruhlarımızı, içimizdeki o soluk
ışık, o puslu ışık bize varlığımızı, varoluşumuzu sezdiriyordu.
Bir ses
vardı içimizin derinliklerinde yankılanan. Tümümüz birden bir uçurumdan, bir
yardan, bir kuyudan atlamıyor idiysek o sesti bizi tutan. Öylesine içten,
öylesine müşfik, öylesine merhametli, öylesine şefkatli, öylesine zarif,
öylesine kibar, öylesine insanca idi ki o ses.. o ses beklememize yetiyordu.
Bekleyişimizi besliyordu tükenmeden. Bekleyişimizi her dem tazeliyordu. Her dem
diriltiyordu yeniden. O ses Hira’dan yankılanacak sesin muştucusuydu. Bilal’in
haykırışından bir esintiydi.
Ben, biz
bekliyorduk. Yaşamım, yaşamımız iki dudağı arasındaydı efendimin,
efendilerimizin. Hira’ya doğru gidenin ayak seslerini içmişti içimizdeki o ses.
Bu ses başkaydı. Bu ses başka bir şeye çağırıyordu.
Cemal Çalık, 20.05.2014, Konuk
Yazarlar, Sonsuz Ark, Hira