Sonsuz Ark'ın Notu:
İsrail'e ve İsrail ile birlikte ABD, İngiltere, Almanya, Fransa, Rusya, Çin, Suudi Hanedanı ve Katar dışındaki Körfez Emirlikleri'nin birlikte çalışmasıyla kan gölüne dönen Orta Doğu'ya dair neocon bir perspektifle yapılan aşağıdaki çeviri (analiz), İsrail, Türkiye ve Orta Doğu'ya yönelik gelecek projeksiyonları için önemli neocon ipuçları içermektedir.
Seçkin Deniz, 06.02.2015
İsrail’in
Orta Doğu ortamındaki ilişkilerinde karmaşa ve belirsizlik hâkimdir. İsrail’in
milli güvenlik gündemini Arap ve Müslüman dünyadan kendisine yönelen düşmanlık
belirler. Geçen 66 yıllık süre zarfında İsrail, iki Arap komşusuyla barış tesis
etmek ve birkaç Arap devleti ile normale yakın ilişkiler kurma noktasında Arap
düşmanlığı ile örülmüş duvarı yıkmayı başarmıştır. Fakat Arap-İsrail çatışması
ve özelde Filistin meselesi hala varlığını korumakta ve bu çatışmaya güçlü ve
kararlı bir muhalif olan İran da dâhil olmuş bulunmaktadır.
Ülkenin
kimliği, bölgedeki yeri ve sahip olduğu rol, Batı Şeria’nın geleceği ile ilgili
daha özel meseleler ve İsrail’in Filistinliler ile arasındaki ilişkiler üzerine
süre gelen tartışmalar, İsrail’in politikalarını ve ulusal söylemini belirleyen
faktörlerdir. 2015 Mart ayında gerçekleşecek olan İsrail seçimleri öncelikli
olarak temel sorunlara yönelik bir referandum olarak görülmektedir.
Politika
ve idarenin birbirinden ayrılması son derece zordur. Görünüş yanıltıcı
olabilir. Hâlihazırda seçim kampanyası sosyo-ekonomik sorunlar üzerinde
odaklanmış görünmektedir. Netanyahu tarafından yönetilen şu anki hükümete ve
potansiyel sağ-kanat koalisyona karşı esas meydan okuyan taraf, başını Isaac
Herzog ve Tzipi Livni’nin çektiği “The Zionist Camp” (Siyonist Karargâh)
partisidir. [Herzog ve Livni] Filistinlilerle bir barış sürecine şiddetle karşı
çıkmakta fakat bu sırada İsrail halkının sağa doğru kaydığının da farkındadır.
Ayrıca Labor Party (İşçi Partisi) içinde gerçekleşen önseçimler, sola meyilli
bir aday listesinin ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Fakat şu
anki kampanya yönelimi ne olursa olsun seçimlerden sonra yeni hükümeti her kim
kurarsa öncelikli olarak Filistin meselesi ve ülkenin karşı karşıya olduğu
ulusal güvenlik sorunları ile yüzleşmek zorunda kalacaktır.
Değişen Orta Doğu
Sistemi
Orta
Doğu bölgesel sitemi sürekli bir değişim halindedir. Yerel huzursuzluklara,
bölge içi çatışmalara ve süper güçlerin yarışına sahne olan bölgede hiçbir
zaman istikrar sağlanamamıştır. Sömürgecilik çağı sonrasının erken döneminde
ortaya çıkan görünüme bakacak olursak;
Soğuk
savaşın iki ana karakteri yerel ittifaklara önem vermektedir; Türkiye ve İran
tarafından oynanan roller sınırlandırılmıştır; Araplar arasında bir dizi
çatışma ortaya çıkmıştır, bu çatışma temelde Sovyetler Birliği tarafından
desteklenen radikal, devrimci rejimlerle, Batı yanlısı ılımlı/muhafazakâr
rejimler arasında gerçekleşmektedir ve bunların yanı sıra süregelen bölgesel
İsrail-Arap çatışması görülmektedir.
Bu
görünüm 1970’lerden beri aşamalı olarak değişim göstermektedir. Önceki
yüzyıllarda bölge, Pers ve Osmanlı imparatorluklarının hâkimiyeti altında
kalmış olsa da bu imparatorlukların mirasçısı olan devletler, yirminci yüzyılın
büyük bölümünde bölge ilişkilerinde sınırlı bir role sahip oldular.
İran,
1979’da gerçekleşen İslam Devrimi’nin ardından birdenbire Orta Doğu siyasi arenasında
merkezi bir role sahip oldu. Benzer şekilde, Erdoğan’ın iktidara gelmesi ve
bunun sonrasında Türkiye’nin Avrupa merkezli politikalarından vazgeçerek
güneyinde ve doğusunda bulunan yakın komşularına odaklanan bir dış politika
izlemesi onu Orta Doğu’da 21.yüzyılın önemli bir politik aktörü haline
getirmiştir.
Bu iki
etkin ve güçlü aktörün çekişmeye girmesi bölge politikaları üzerinde derin bir
etki oluşturmuştur. Büyük ve yoğun nüfuslu, Arap olmayan iki Müslüman devlet
olan İran ve Türkiye, sahip oldukları İslam anlayışının Arap dünyasında
yayılması için çaba sarf ermektedir. Her iki devlet de kendi yöntemleri ile
bölgede hâkimiyet sağlamaya çalışmaktadır.
Erdoğan’ın
Arap dünyasının en popüler lideri vizyonu ve Türkiye’nin “İslamî Demokrasi”
için model ülke olarak görülmesi (2008-2011 yılları arasında bu görüş
zirvedeydi) hayal kırıklığı ile sonuçlanarak yerini Irak ve Suriye gibi yakın
komşularla daha mütevazı bir menfaat ilişkisine ve Müslüman Kardeşler ile
Hamas’ın desteklenmesine bırakmıştır.
İran’ın
(bölgeye yönelik) arayışları ise daha sürekli ve hırslıdır. İran sadece
hegemonya arayışında olan bölgesel bir güç değil aynı zamanda bölge siyasetini
dönüştürmeye ve bazı Orta Doğu ülkelerindeki statükoyu değiştirmeye çalışan
devrimci bir rejimdir.
Amerika,
1990’lı yıllarda Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından Birinci Körfez
savaşındaki kazanımlarıyla ve Arap-İsrail barış sürecine başarılı katkısı
sayesinde Orta Doğu’da daha önce görülmemiş bir etki ve prestij sahibi
olmuştur. Bununla birlikte 2000’lerin başlarından itibaren Washington’un
bölgedeki pozisyonu ve Orta Doğu’ya bakışında değişimler yaşanmaktadır.
Irak ve
Afganistan’daki başarısız savaşlar, Arap dünyasında demokrasinin teşvik veya
empoze edilmesi noktasında (biri Cumhuriyetçiler diğeri de Demokratlar
tarafından) gerçekleştirilen iki girişimin başarısızlıkla sonuçlanması, İsrail
ve Araplar ve daha özelde İsrail ve Filistinliler arasında yeniden tesis
edilmeye çalışılan barış sürecinde yaşanan başarısızlık, Orta Doğu petrolünün
Amerikan ekonomisindeki öneminin azalması, Arap Baharı kapsamında reformcular
ve İslamcılar arasında bir uzlaşı sağlanamaması ve Suriye’de yaşanan savaş
karşısında takınılan kayıtsız tutum bu değişim ve dönüşümü etkileyen
faktörlerdir.
Tüm bu
gelişmeler bir araya geldiğinde Amerika’nın bölge üzerindeki menfaatleri ve
sahip olduğu etkide bir azalma olduğu algısı ve gerçekliği ortaya çıkmaktadır.
ABD,
İslam Devleti’ne (IŞİD) karşı bir koalisyon oluşturarak gruba karşı
gerçekleştirilen hava saldırılarına öncülük etmiştir, fakat Washington’un Orta
Doğu’daki krizlere yönelik olarak yer birliklerini görevlendirmeye artık
gönüllü olmadığı kanaati, bölgede ve ABD’nin bölgedeki konumu üzerinde önemli
bir etki oluşturmuştur.
Geçen
beş yıl içerisinde gerçekleşen olayların- özellikle Arap Baharı ve ardından
yaşanan kaosun-bölgesel politik sistem üzerindeki etkilerinin son derece önemli
olduğunu belirtmeye şüphesiz gerek yoktur.
Suriye,
Irak, Lübnan ve Yemen’in durumları an itibariyle kritik olarak tanımlanabilir.
Suriye, düşman bölgesel koalisyonlar arasındaki dolaylı savaşlara sahne
olmaktadır. İslam Devleti’nin (IŞİD) hızlı yükselişi-belirsiz hale gelen Suriye
Irak sınırının her iki tarafında kontrol altında tuttuğu büyük bir alan ve
diğer cihatçı grupların yanı sıra oluşturduğu tehdit nedeniyle- bölgede bulunan
devletler için olduğu kadar uluslararası sistem için de büyük bir mesele haline
gelmiştir.
Bu
şartlar altında Orta Doğu’da “bölgesel bir düzenden” bahsetmek son derece
zordur. Durumu tarif etmek için bölgesel bir “düzensizlikten” bahsetmek belki
daha uygun olacaktır. Soğuk Savaş ve Arap Soğuk Savaşı dönemlerine ait
organizasyon prensipleri ve yukarıda bahsettiğimiz görünüm artık
görülmemektedir.
Şu an
Orta Doğu’da geçerli olan paradigmayı tanımlamak için dört adet bölgesel eksene
işaret etmek faydalı olacaktır:
1. İran ve İran’a bağımlı güçler: Irak rejimi
(sınırlı derecede), Beşar el-Esed liderliğindeki Suriye rejimi ve Lübnan’da
bulunan Hizbullah;
2.
Türkiye, Katar ve Müslüman Kardeşler ile Gazze Şeridi’nde yer alan Hamas gibi
devlet niteliği taşımayan aktörler;
3.
Ilımlı/muhafazakâr devletler-Suudi Arabistan ve Körfez’de yer alan
müttefikleri, Abdulfettah el-Sisi yönetimindeki Mısır, Ürdün, Fas ve Cezayir;
4. İslam
Devleti (IŞİD), el-Kaide ve bölgede onunla bağlantılı gruplar tarafından
oluşturulan cihatçı eksen.
ITAMAR RABINOVICH, Middle Esat
Memo, Sayı 34, Ocak 2015
Bir Neocon- Brookings Analizi: İsrail ve Değişen Orta Doğu II>>
Bir Neocon- Brookings Analizi: İsrail ve Değişen Orta Doğu III>>
Tamer Güner, 06.02.2015, Sonsuz Ark,
Çevirmen Yazar, Çeviri
Metnin Orijinali: