15 Mart 2015 Pazar

SA1214/KY1-CÇ108: Anakronik Sergüzeşt; Nargile ve Çay-2


-2-
Uykumu alarak uyandım. Ne zaman söğüt atlında uyusam uyandığımda kendimi oldukça dinç bulurum. Bu hep böyle oldu. “S”leri söyleyemeyen Biskra’lı garsonun söyleşiyle Şandilya’nın peşinden buralara kadar gelmiştim. Bir çift sözüm söyleyecek sözüm vardı. 

Arkadaş her defasında beni kolluyor, ne zaman bir şeyler yiyip içsem hop hesabı ödüyordu. Hayır yani onun yüzünden adımız beleşçiye çıkacak arkadaş. “Bu yaptığın ayıp!” diyeceğim. Hadi bir iki defa yaptın. Anladık. Herkes senin cömertliğini biliyor. Tamam güzel bir şey bu. E birader bırak azcık da biz o güzelliği yaşatalım. Haksız mıyım? Değil. Böyle söylene söylene epey yol aldım.

Şöyle bir iki kilometre ötede bir karaltı fark ettim. Bir çalı kümesi de olabilirdi. Ama görünüşü doğal değildi. İnsan yapımına benzer bir yapıydı. Biraz daha yaklaşınca derme çatma bir çardak olduğunu anladım. İnsanlar da vardı. Bir iki kişi ayakta duruyordu. İki kişi de yere bağdaş kurup oturmuştu. 


Birkaç metre kala oturanların ve ayakta duranların kim olduklarını hemen tanıdım. Oturan iki kişi var sanmıştım, ama yanılmışım. Üçüncü bir kişi daha vardı. Dağın yamacına karşı sırtını vermişti, boyu biraz kısa olduğu için görememişim, bu Sadık Hidayet. 

Beni görünce biraz utandı. Başını önüne eğdi, görmemiş gibi yaptı. Ben de umursamadım. Niye öyle yaptığını o da ben de biliyorduk. Şimdi sırası değildi. Ayakta duranlar Şandilya’nın en sevdiği tilmizleri Kaundinya ile Agnivesa idi. Pür dikkat satranç oynayan hocaları Şandilya’yla rakibi Hegel’in hamlelerine bakıyorlardı. 

Hamle sırası Şandilya’daydı. Başını oyundan kaldırmadan, sakin ve kayıtsız bir sesle, “Hoş geldin Cemal Abi!” dedi. Hegel bir oyuna, bir Şandilya’ya bakıyordu. Benim geldiğimi fark etmemişti. Ve Şandilya’nın dikkat dağıtmak için öyle söylediğini düşündüğü görülüyordu. Kimse ses çıkarmıyordu.

"Hoş bulduk desem mi, demesem mi?" diye kendi kendime düşünürken Agnivesa çardaktan usulca çıkıp gitti. Bir süre sonra bir beyaz papatya ile döndü. Bana uzatıp fısıltıyla “Abi bununla karar ver istersen! Daha kolay olur!” dedi. Aklı sıra alay ediyordu. Ama öyle bir hınzırlığı vardı ki, gerçekten mi yardımcı olmak istemiş yoksa dalga geçmek için mi yapmış anlaşılmazdı. 

Hegel hiç istifini bozmadı. Agnivesa’nın gidip papatya getirdiğini bile ayrımsayamamıştı. Oyuna şöyle bir göz attım.

Durumu kötüydü Hegel’in. Kendimi kaybedip, “Böyle berbat bir vezir gambitini ömrümde görmedim!” sözleri dökülüverdi ağzımdan. 

O vakit Hegel, Şandilya’nın kendisine bir oyun oynamadığını anladı. Ve fakat hepten şaşırdı. Şandilya başını kaldırmamıştı. Ben de hiç ses etmemiştim. Şandilya nasıl fark etmişti. Bunu düşünüyordu.  

Kaundinya ile Agnivesa yüksek sesle gülmemek için kendilerini tutuyorlardı. Şandilya Hegel’in “Bunu nasıl yaptın? Nasıl yapıyorsun?” diye sormayacağını biliyordu. 

Sıradan bir sesle:

“Bunda gizemli bir yan yok Hego! Hüt hüt kuşu iki kere öttü. Eğer hüt hüt iki kere öterse mutlaka bu Cemal Ağa'nın onların yolu üzerinden geldiğine işarettir. Ama sen kendini oyuna kaptırdığın için hüt hütün ötüşünü duymadın. Duymayınca da birinin geldiğini fark etmedin.” dedi. 

Hegel mat olmak üzereydi. Dört en fazla yedi hamle sonra mat olacağı açıktı. Bunu iki oyuncu da görüyordu. Hegel ne kadar ağırdan alırsa alsın Şandilya’nın yanlış bir hamle yapmayacağını biliyordu. Bu yüzden biraz geri çekildi. Bana gülümser gibi yaptı. Yüzü kızarmıştı. Aklına bir şey gelmiş gibi ayağa fırladı. 

“Ya usta!” dedi Şandilya’ya. “Ben geciktim biliyor musun? Şimdi benim haylazlar ortalığı velveleye vermişlerdir. Durmak, susmak bilmezler. Hele Marx var ya.. ah o! Neron ondan akıllıdır inan. O hiç değilse kentin çarpık yapılanması için yaktı Roma’yı. Bu öyle değil. Eline ne zaman bir şişe geçirse sağa sola atmaktan zevk alıyor. Benden biliyorlar. Hazır Cemal ağa da burada. Benim yerime o devam etsin!” dedi. Daha biz ağzımızı açmadan öyle bir fırlayış fırlayıp gitti ki, arkasından beş bin beygir gücünde bir otomobil bile ona yetişemezdi.”

Ben Sadık Hidayet’i sıklıyordum. Alttan alta bana bakıyor. Dudaklarını ısırıyordu. Geçen hafta Paris’te üçüncü sınıf bir otelde saçma sapan bir iş yapmıştı. Yetişmesem tahtalı köye o saat giderdi.

İçime doğmuştu. İçim sıkılıyordu. Şanzelize’den aşağı öyle avare avare dolaşırken, kendimi bakımsız sokaklarıyla meşhur kuzey banliyölerinden birinde buldum. Bir otel önündeydim. Şeytan dürttü derler ya, işte öyle bir dürtü. İçeri girdim. Resepsiyon görevlisi umursamaz bir bakışla süzdü beni. 

Sonra birden bir şey hatırlamış gibi, “Siz Mösyö Cemal misiniz?” dedi. Şaşırdım. “Evet! De adımı nereden biliyorsun?” karşılığını verdim afallayarak. Görevli hemen eğildi. Ben geri sıçradım adam doğruldu. Elinde bir mektup. 

Lafı uzatmayalım. Mektubu aldım. Açtım. Hidayet yazmış. Bana. Lanetler savuruyor, ölümünden benim sorumlu olduğum yazıyordu mektubunda. Telaşla mektubu cebime koyup, “Bu mektubun sahibi nereye gitti sana bir şey dedi mi?” diye sordum. Adam omuzlarını silkti. 

“Burada kalıyor. İkinci katta 204 nolu odada!” adamın sözlerini bitirmesine fırsat vermeden merdivenlere doğru koştum. Soluk soluğa ikinci kata vardım. 204 nolu odanın kapısına asıldım. Açılmadı. Yumruklamaya başladım. Etraftaki odalardan insanlar gürültüye dışarı çıkmışlardı. Hepsi şaşkın şaşkın olayı anlamaya çalışıyordu. Resepsiyondaki adam peşim sıra koşmuş gelmişti. Elinde anahtarı bana gösterip salladı. 

Kapıyı hızla açtık. Aman Tanrım! Serseri kendini tavana asmış. Hemen koşup bacaklarından tuttum. Yukarı kaldırdım. Görevli de yatağa tırmanıp boğazında ki ipi gevşetmeye çalışıyordu. 

İri yarı siyah bir müşteri elinde kocaman bir bıçakla odaya daldı. Hemen ipi kestik. Gevher Nesibe –ki daha sonra ilk hemşire olarak ün salacaktır- bizim ahmağa suni teneffüs yapıp kendine getirdi. 

İçeridekileri dışarı gönderip, Hidayet ile baş başa bir kaldım. Sonra bir güzel haşladım.  Demez mi ki:

“Abi niye ben senin gibi yazamıyorum?” 

“Ulan ahmak!” dedim oldukça yüksek bir sesle, “Şuan yazamıyorsun diye böyle mi yapman gerekiyor? Belki zamanın gelmedi, acelen ne?” 

İki göz iki çeşme ağlıyor, ha bire kafasını sallıyordu. Kafayı iyiden iyiye sıyırmış. Kendimi kontrol edip akıl vermeye başladım. Etrafını gözetlemekten kaçındığı için yazamadığını, oysa gözlemleme yeteneğinin korkunç bir yetenek olduğunu.. aklıma, ağzıma ne geliyorsa söyledim de söyledim. Epey kendine geldi. Artık ağlamıyor ve fakat için çekmekten de kendini alamıyordu.

“Bir kere şu mezbele yerlere uğrama. Yani hiç değilse bir süre uğrama. Bağlara bahçelere açıl. Bak mesela Şandilya’ya takıl bir süre. Adam karıncaların yürüdüğünü bile duyar. Öylesine duyarlıdır. Sen ne diye kendini kendinde mahpus etmişsin, dış dünyaya doğaya, evrene kör kılmışsın kendini arkadaşım? Bütün problemin bu senin. Yazma yeteneğin var. Ama mahpusluğundan kurtulman lazım. Kendini kendinde kilitlemişsin! Bundan bir kurtulsan var ya.. değil benim yazdıklarım vedalardan bile daha müthiş şeyler yazarsın. Kör Baykuş ne oldu.. bitirebildin mi?” 

Merakla sevinçle baktı yüzüme. Yeni başladığı bir öyküsünün ilk çalışmalarına koyduğu adı bile unutmadığıma inanamıyordu. 

Çekine çekine, “Beğenmiş miydin?” diye sordu. Gerçi pespaye şeylerdi. Ama kendisini aşmıştı açıkça. Yalan da olsa “Harika olmuştu! Umarım yırtıp atmamışsındır eskisi gibi!” dedim.

Başını yok anlamında salladı. Yavaşça oturduğu yataktan kalktı. Öte taraftaki komodinin çekmecesini açıp bir tomar rulo halinde kağıt çıkarıp utana sıkıla bana uzattı. Meraklanmışım gibi yaptım. Açtım. Büyük bir hevesle okuyormuş tavrına büründüm. Alttan alttan da Hidayet’i gözetliyordum. O da beni gözetliyordu. 

“Mükemmel!” diye bağırdım. Yakasına sarıldım sarstım. “La hani ya yazamıyordun? Sen ne rezil adamsın la!” dedim. 

Bu son sözlerim onu kendine getirdi. Sevin. Çocuklar gibi sevindi. Tuhaf olan şu ki bu adama hakaret ettiniz mi müthiş hoşuna gidiyor. Efendi, kibar şeyler söylediniz mi, küfür gibi algılayıp öfkeden kuduruyor. Bu çok tuhaf bir durum. Yazdıklarını gerçekten beğendiğime inanıp, elimdeki tomarı kaptı, sevinçle odadan dışarı fırladı. Uzun zamandır görmemiştim. Şimdi burada karşılaştık. 

Kimselere anlatmadığımı, anlatmayacağımı bilmesine rağmen benden uzak durmasına bir anlam veremesem de Şandilya’ya takılmış olması hoşuma gitmişti. 

Şandilya, “Gel şu oyunu bitirelim ağa ne dersin?” dedi. Karşısında oturdum. Bu oyunu lehime çevirme imkânım yoktu. Yani satrancın doğasına aykırıydı. Pat olma durumu var mı diye epey bir yokladım. Yoktu. 

“Zaten bitmiş.. neyini bitireceksin?” dedim. 

Güldü Şandilya:

“Daha neler.. en az on hamle daha çıkar!” karşılığını verdi oyuna bakarak. Tilmizler de kafalarını salladılar. Hemen iki hamle sonra nasıl mat olacağımı gösterdim. Şaşkınlıklarından dillerini yutacak gibi oldular. 

Kalktım. Çardak çıktım. Hidayet de ardım sıra yürümeye başladı. Şandilya’nın, “Hayır! Hayır! Bunu nasıl göremedim ben!” sözleri ardımız sıra yankılanıyordu.

<<Önceki                        Sonraki>>


Cemal Çalık, 15.03.2015,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Deneme, 

Seçkin Deniz Twitter Akışı