"Yazının kılçığı aklımıza geldi gelmesine de ne yazısı yazacağız? Akıl yazısı mı, fikir yazısı mı? Ciddi bir yazı mı yazacağız, güldürük mü olacak? Sanat mı ister okuyucum, yoksam muhabbet mi?"
Yazmak ya da soyadıma ihanet etmek!.. Eskiler iki kulak, bir
ağız bağlamında sık sık yinelerler bu lakırdıyı: "İki dinle, bir
söyle!" diye... Peki bunu yazma düzleminde düşünmeye kalkarsak ne gibi bir
orantı çıkar ortaya? "Yani kaç okumaya, kaç yazmak?" şeklinde bir soru ortaya
atılabilir sahipsiz bir çocuk gibi!
Cevap hazır galiba. İki göze bir el
düşüyor. Yani iki kere okuyacaksın, bir defa yazacaksın. Bu hem doğru, hem yanlış bir
cevaptı, eskiden. Doğru, çünkü kalemle yazdığımızı var sayarsak, aynı anda
sadece bir elimizle yazabiliriz. Tabi yazmadan önce iki göze; beyindeki loblar
arasında yönetim kurulu toplantısı hararetiyle geçen bilgi alış verişinin,
kalbimizin de olurunu aldıktan sonra fikir haline gelmesi işlemlerinde kaç tane
organımızın işbirliği yaptığını eklersek denklem de değişir, denge de...
Yani
uzun lafın kısası gibi bir laf burada: "Çok fırın ekmek yiyip pardon çok
kitaplar okuyup, anladıktan sonra yazmak gerekir" şeklinde ifade
edilebilir, pek de güzel bir cümle oldu laf aramızda.
(Laf aramızda bu denklemin gözle okunup, elle yazılan zamanlar
için bir kıymet-i harbiyesi vardır, Korkmayın buradaki "Harbiye"nin
sizin bildiğiniz, belki de bilmediğiniz harbiye ile pek alakası yoktur."
Kıymet-i Harbiye" burada "Yazar" tarafından sizlere Osmanlıca'ya
ne kadar hakim olduğunu göstermek yani hava atmak- buna hava basmak da deniyor
bu günlerde- için kullanılmıştır.)
Nerede kalmıştık? laf aramızda diyorduk evet..
Sahi bu lafın ikide bir aramızda ne işi var yahu? Ajan mı lan bu aramızdaki
laf? Yaa aramızdaki lafı da ta nerelere getirdik? Haa yeni yetmeler için lafın
söz anlamına geldiği gibi bir lugat hizmetini de ekleyelim. Ehh, artık bu
kıyağımızı da unutmazsınız.. (Bu durumda yazı tekniği açısından nerede kalmıştık
sorusu buraya iyi oturur ya; şimdilik kalsın, başka yerde kullanırız. Bizde
cümleye istemediğin kadar yer var nasılsa!...)
Evet; iki gözle okuyup, düşünüp taşınıp, fikir üretip,
üretilen fikrin topluma yararlı olacağı gibi bir kanaate vardıktan sonra bu
fikirlerin kalem gibi kutsal bir "elif"le, hem de tek elle yazıya
döküldüğü çağlarda geçerli olan denklem artık modern tabirle demode oldu. Yani
artık geçerli değil bu denklem. Çünkü denge bozuldu çok yönlü biçimde.
Bir kere
yazmak için gözle okumak değil, gözle görmek, bakmak revaçta bu ara. Öyle akıl,
izan, mesuliyet, muhakeme, muhasebe gibi özelliklerin beyin loblarındaki
merkezini zorlama derdi tasası zaten yok. Üstüne üstlük iki göze tek el
denklemi, iki göze on parmak daktilo(!) teknolojisi ve bilgisayar tuşlarının
dayanılmaz hafifliği pardon kolaylığı!.. Tabii ortalıkta elini sallasan
yazardan geçilmez oldu bu durum da..
Neymiş matbaa Osmanlıya 400 sene geç gelmişmiş. Bazı
ahmaklar zannederler ki; hattatlar işlerini kaybetme korkusundan engellemişler
matbaanın gelmesini asırlarca. Esas sebep ise; iş korkusundan ziyade yazma
eyleminin erdemsiz, fikirsiz ve sorumsuz ellerin eylemi haline geleceğini
öngörmüşler asırlar öncesinden elleri öpülesiler.
Direnmişler; yazmak gibi
okumanın bilmeyi, bilmenin fikir sahibi olmayı, fikrin arkasından kendine has
çileyi doğurduğunu bildikleri için..İşte bu fikir çilesinin "yazı"
haline gelmesi gerektiği bilincinde olan hattatlar engellemeye çalışmışlar
yüzyıllarca, kırılası ellerin eline geçmesin diye rotatifler, bobinler...
Fikrin değerinin "fikrin namusu" kavramıyla sembolleştiği
devirlerden, fikir kabusu, fikir kabızlığı yaşadığımız devirlere geldik yaza
yaza...Yoksa kışa kışa mı demeliydik?
Buradan yazmadan önce çok okumanın gerektiği gibi bir düz
mantık ürünü bir sonuç çıkarılmamalıdır. Okumanın fikir haline gelmesi,
insanoğlunun yediklerinin ona yararlı kan haline gelmesi gibi bir süreçtir
aslında. Nasıl günlerce aç kalan bir insanın, abur cubur önce çorba, en sona
tatlı gibi en genel manada sofra adabına riayet etmeden bir haftalık açlığı bir
öğünde bastırmaya kalkışması, yediklerini üstten ve altan çıkarması sonucunu
doğurursa; okuma eylemi de aynen yemek gibi adabına uygun ve vücuda kan yapacak
isabette doğru tercihler, seçimler yapılarak, hazmedilecek, özümsenebilecek
sıklıkta ve yoğunlukta olmalıdır, ki; dürüst bir beyin ve sorumlu bir yüreğe
sahipse okuyan kişi, "fikirkanı " üretilebilsin. Aksi takdirde kanlı
veya kanallı(!) fikrin ortaya çıkması kaçınılmaz olacaktır... Tabi bu
kavramları fikir kelimeleri ile yan yana getirmek ne kadar doğru olur ayrı
mesele.
Bu kadar bilgiçlik ve ukalalıktan sonra neden yazmadığımızın
fundamental sebeplerine bir nebze de olsa parmak basmış olduk galiba. Ama esas
sebep ise az sonra.. Malum, yıllardan beridir hayatım roman gibi laflar
ettiğimizi duyan dostlar, sen de yaz kâbilindan yoğun faşizan baskılar yapmakta
idiler ise de -havan batsın- biz "Kaleme ve Kağıda andolsun" diyen bir Kitab'ı
okumaya, anlamaya ve yaşamaya gayret eden yamultulmuş bir nesiln son
kırıntılarının savrulmuş son Mohikanları olarak; yıllardan beri konuşma
orucumuzu hep çığlıklarımıza eşlik eden gözyaşlarımızın tuzu ile
bozageldik...Yani susma hakkımızı kullandık asırlarca. Susarak konuştuk
asırlarca çığlık çığlık!..
Öyle bir yazmalıydık ki; anında bir çığlık gibi aşmalı idi
mesafeleri, kıtaları, dağları tepeleri. Öyle üç beş kişinin okuyacağı
ceridelerde yazmak yakışmazdı şanımıza!! Daktilo çıktı es geçtik, bilgisayar
çıktı bekledik. Dediler üstad, İnternet neyim bir şey vardır, buradan efelensen
taa Amerikalardan duyulii...Herkes haberdar olmakta yüksek fikirlerinden
internet aracılığıyla, (Haşa huzurdan Cebrail gibi bir şey galiba bu İnternet) mesajını kıtalar arası, okyanuslar aşırı ve anında iletir bir şeydir bu. Biz de
dedik madem öyle gelmiştir yazmanın sırası.. Bizim şanımıza da bu yakışırdı...
"Yazalım yazmasına da ne yazacağız?" sorusu geldi oturdu
gündemin orta yerine.
Düşündükce de soğuk soğuk terler döküyorum. Kışa mı
geldik? O kadarını biliyoruz di mi? Derken günler günleri, kovaladı, az gittim uz gittim dere tepe düz gittim, bir de baktım
küvetteyim. Tabii siz denizdeyim dememi beklediniz değil mi? Yok öyle yağma!
Gökyüzünün taksitle görülebildiği apartuman medeniyetinde insanın hayal
yolculuğu ancak kovboy küvetinde biter. Bizim ki de öyle oldu.
Nihat'ın "One Man Show" unu okurken gülmekten
göbeğimin inip çıkmasının oluşturduğu dalgalardan taşan köpüklerin eşliğinde
yazımın kılçıkı (omurgası) bir şimşek gibi çaktı kafamda.
Şimşeğin şiddetinden
deprem dalgaları(tsunami) gibi dalgalar oluştu küvetin içinde. Neredeyse bir
kaşık suda, pardon bir küvet suda çıkan fırtınada boğuluyorduk.. Neyse lafı
lastiklemeyelim. Neden yazımın omurgası, iskeleti gibi laflar etmedim de
yazımın kılçuğu dedim, diye sorarsanız; ee siz de sormayın canım! Hem size ne
kardeşim, o benim meselem!.. Neyse, Nihat'ın güzel hatırı için lazca bir
terminoloji kullanmışımdır burada yazı kılçığı gibisinden. (Yok valla sabunu
düşürmedim, kim çıkarıyo la bu dedikoduları?)
Yazının kılçığı aklımıza geldi gelmesine de ne yazısı
yazacağız? Akıl yazısı mı, fikir yazısı mı? Ciddi bir yazı mı yazacağız,
güldürük mü olacak? Sanat mı ister okuyucum, yoksam muhabbet mi?
Yoksam hepsini
birden mi? Gerçi bizde hepsinden gani gani var!! Bir ara aklım fikrim iyice
azmıştı "Akıl-fikir dolum istasyonu/tankstellesi" kurayım dedim,
sonra öğrendim ticaret odası/İHK böyle bir meslek olmaz deyince vaz caydım.
İnsanda kabiliyet ve kapasite çok olunca böyle şaşırır kalır ne yazacağız
diye!.
Olsun bu seferlik biz de hepsi birden çift film oynatırız. Maksat
insanlık olsun, ahali yüksek fikirlerimizden -burada zirve fikirlerimiz daha
iyi giderdi galiba- istifade etsin icabında. Aslında bu mevzular çok su götürür
pardon sayfa bitirir diyecektim. O yüzden hepsini birden boca edip canım
okuyumcumu akıl fikir komasına sokmayalım..
Onlar yukarıdaki akıl fikirleri
reçeteye uygun bir şekilde okuyup (iki gözle) fikir ishaline tutulmadan, fikir
istihsaline koyula dursunlar, haftaya ben onlar için turfanda fikirler bulur
gene gelirim..
Naim Okur, 22.03.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, İronik Felsefe
Takip et: @nokur