-3-
Hidayet'i Bağdat Şifâhanesi'nde, bizzat Ali İbn-i Abbas’a
teslim edip, Kahire'ye doğru yola çıktım. İçim kan ağlıyordu. Bağdat’ı kan
gölüne döndürmüşler, Fırat bile kıp kızıl akmıştı. Kabil’in soyu Moğollar ne
insana ne kütüphanelere saygı göstermişti. Fırat kah kan kırmızı aktı, kah
masmavi mürekkep. Neyse ki yiğit ve sebatlı insanlar vardı. Yeniden inşa
etmişlerdi. İnşa edeceklerdi.
Kabil’in soyu oldum olası Bağdat’a düşmandı.
Düşmandır. Bağdat’ı yakıp yıkmaktan adeta haz duyar bu azgın güruh. Daha kaç
kez yakılacaktır, daha kaç kez yıkılacaktır, diye iç geçirerek yürüyordum.
Meramım İbn-i Heysem hocamı ziyaret etmekti. Uzun zamandır görüşmemiştik.
Gençlik çağında Basra’da çokça karşılaşmış, birdir bir, kolla çelik oynayan
bizlere aldırış etmeden “Biz onlara iç ve dış alemdeki ayetlerimizi
göstereceğiz ki, o Kur'an'ın gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabb'inin
her şeye şahit olması yetmez mi?” ( Fussilet; 53) ayetini okur dururdu.
Ne zaman bir araya gelip bir köşede otursak sohbet etsek
hemen “ Kur’anın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun!” üzerinde düşünmeden
geçen bir anım bile yok. Ne tuhaf ne içimizde olan biteni, ne dışımızda olan
biteni görmüyoruz. Gördüğümüzü sanıyoruz. İnancımız tıpkı öcülerden korkan
çocukların inancına benziyor. Hepsi bir söz. Hiçbir zaman belli olmayacak. Ve
işte bize bir uyarı iyice belli olsun. Ne yapıyoruz? Şu söz avcıları ne
yapıyor? Uyutuyorlar bizi.
Allah afakta ve enfüste ayetlerimizi göstereceğiz,
derken tembel tembel oturmuş konuşuyorlar. Uydurdukları bir nefs terbiyesi
hikâyesi ile kendilerini kendilerinde tutsak ediyorlar. Orada "Göstereceğiz",
ifadesinden görmeye çalışın. Siz görmeye çalışırsanız, gayret ederseniz görürsünüz,
göstermiş oluruz!” ifadesini bile anlamıyorlar. Anlayamıyorlar. Çünkü
kendilerini kendilerinde esir etmişler.
Ah bu söz avcıları! Gözümüz nasıl
görür? Nasıl görürüz üzerinde düşünmek yerine sabah akşam bir nefs terbiyesi
tutturmuş gidiyorlar." Dünyaya meyletmeyin, mala tamah etmeyin, dünyaya
düşmeyin.." deyip duruyorlar. Kimsenin kalbini kırmayın, kimseye kötülük etmeyin
deyip duruyorlar. Sanki gözün nasıl gördüğünü araştırırsa dünyaya meyletmiş
olacak aptal öyle sanıyor. Ama gözü ağrıyınca da hocalarıma koşuyorlar.
“Gözüm çok kötü ağrıyor, şuna bir bak!” Sen göze bakacak
kimse bıraktın mı? Sen afaka bakacak bir tek insan bıraktın mı? Nasılsa kolay..
konuş dur. Sanki benim hocalarım dünyaya meyletmiş. Bir bimarın acısını
dindirmenin çabasındaki insan dünyaya mı meyletmiştir? Aa. Tabi.. iki dua oku
iyileşip geçsin. Hani deveni sağlam kazığa bağla sonra tevekkül et, buyruğu.
İşine nasıl geliyorsa öyle diyorsun. Öyle diyorlar. Ah bu söz avcıları. Farabi
hocam boşuna demedi onları Kabil soyundan olma ihtimallerinin yüksek olduğunu. "İnsanları nasıl da sözle avlıyorlar.” diye hayıflanırdı.
Severdim, severim hocamı. Mühim çalışmaları vardı. Nil için
çok iddialı projeleri vardı. Ve fakat alet edevâtın yetersizliği bu projelerin
gerçekleşmesine engel olmuştu. Sonra da bu vaadini gerçekleştirememenin acısı,
sıkıntısıyla, Kahire’nin kenar mahallelerinden birinde sessizce ilmi
çalışmalara kendisini vermiş diye duydum.
Hem kendisini görüp hasret gidereyim,
hem de belki sıkıntısını birazcık dağıtırım, düşüncesiyle Nil’in batısından
yukarı doğru çıkıyordum ki, Kabil’in soyundan Cremona'lı Gerard’ın hızlı
adımlarla bana doğru geldiğini gördüm.
Pek bir sevinçliydi. Beni fark edince
elindeki paketi hemen koynuna sokmuş, giysilerini düzeltmeye başlamıştı.
Kuşkulanmıştım. Böyle yangından mal kaçırır gibi ilk kez görmemekle beraber,
bir eşkıya ile karşılaşmış insan tavrına bürünmesi canımı sıkmıştı. Selam verip hızla yanımdan uzaklaşıyordu.
Kolundan tuttum.
“Hayırdır ya! Ne bu acele? Arkanda atlı mı geliyor? Hele dur
biraz soluklanalım. Gel şu kıyıda oturup dertleşelim!” dedim. Hareketini
görmemiş gibi davrandım.
Gerard sahte bir gülümseme ile, “Ya Cemal Ağa, kusura
bakma.. acelem var. Hanım limon almaya gönderdi, ben unuttum. El Ezher’de
çeneye daldık. Sokrates de oradaydı. Düşün işte. Sokrates karısından bahsedince
limonu hatırladım. Valla eve almaz. Bana müsaade!” dedi.
Silkindi, koşacak gibi
oldu. Koynuna iğreti soktuğu paket yere düşüp etrafa dağıldı. Kağıtlar havada
uçuştu. Bizimkine baktım. Yüzü kıpkırmızı. Kekelemeye başladı.
“La arkadaş
korkacak ne var? Ders notlarındır. Ne diye panikliyorsun, dur toplamana yardım
edeyim!” dedim.
Ben de toplamaya başladım uçuşan kâğıtları. Eli ayağı
titriyordu Gerard’ın. Bir yandan kağıtları topluyordum, bir yandan da ne
olduklarına bakıyordum.
Hocam İbn-i Heysem’in görme kuramı ile ilgiliydi. Neyse
ki anlatıcının adını yazmıştı Gerard. Kabil’in soyundan böyleleri de çıkıyordu.
Kendi dilinde eseri “Opticae Thesaurus Alhazeni” diye yazmıştı. (İbn-i
Heysem'in Optik Hazinesi).
“Aferin la!” dedim içimden. Öyle ya kimileri vardı
ki, kendininmiş gibi satmışlardı. Satıyorlardı.
Yine de yalanını yüzüne
vuracaktım. “Hani sen El-Ezher’den geliyordun? Heysem’in yanından geliyorsun.
Yalana ne gerek vardı?”
Biraz utandı. Ya da ben öyle sandım. Yemin billah etti
ki, Heysem’in yanından El-Ezher’e uğramış. Oradan geliyormuş. Boş verdim.
“Aferin.. hiç değilse anlatıcının adını yazmışsın. Başkaları gibi kendinin diye
satmaya kalkışmamışsın.”
Biraz doğruldu. Boğazını temizledi. Burnunu çekti:
“Aman Cemal Ağam bizim kuşağımızda öyle bir terbiyesiz
çıkmaz. Sonrakilerde dediğin oluyor. Aha şu Daniel Defoe.. sen tut hem kitabın
adını değiştir hem de ben yazdım de. Valla bunların yüzünden sizlerin yüzüne
bakacak durumumuz yok. Ne desen haklısın!”
Böyle alttan alması hoşuma gitti.
Gülerek:
“Neyse limon bekleyenin varmış.. daha fazla gecikme!” dedim.
Yalanını yutmuş gibi. Başını salladı. Kaçıp gitti. Ulan ne insanlar var be.. ya
yalanı meslek ediniyorlar ya söz avcılığından geçiniyorlar. Söz avcıları kadar
başka hırsız bilmem arkadaş. İnsanı kendinden çalarlar.
Tam söz hırsızları
üzerine kendi kendime konuşuyordum ki, bir gruba rastladım. Tevafuk denir ya..
aynısı. Bir söz avcısı yorgun düşmüş birkaç esnafı, rençperi esir almış, onlara
bir şeyler anlatıyordu. Kulak vereyim dedim. Namlı biri imiş.. cüppesiz diye
lakabı varmış. Pek saygın biri cahiller arasında. Söz avcısı. Elifi mertek diye
satabilecek kadar usta bir avcı.
Zavallı esnaf rençper pür dikkat bu avcının
sözlerini dinliyorlardı. Cüppesizin hedefinde hocam Haysem vardı. Bu eblehe
göre Haysem dinden çıkmış, kâfir olmasa da boş işlerle uğraştığı için büyük
günahlar içindeymiş. Sinirlerim tepeme çıkmıştı. Destur istemeden söze daldım.
“Ulan şaftı kayık rezil, kıbleyi tayin ederken kuşağından çıkardığın pusulayı
sana kim verdi? O boş işlerle uğraşan, dediğin insanlar yapıp verdi, edepsiz.”
Dinleyicilere döndüm, “Bu lafazana kulak vermeyin. Bakın Nil taşma zamanlarını
hesaplayıp size haber veren insanlar sizin emeklerinizin zayi olmasına mani
olmuşlardır. Bu lafazandan daha faydalı değil midir bu yapılanlar? Gözünüz
hastalandığında, eliniz ayağınızı kıpırdatamayacak hale geldiğinizde sizin
kapısını çaldığınız insanlara boş insanlar diyen bu eblehe kulak verip de
zamanınızı heba etmeyin. Hepinizin yüzünden belli ki, bütün gün çalışıp
yorulmuşsunuz. Bir de bu lafazanın suratına bakın, nasıl dinç! Niye? Çünkü bir
asalak gibi sizi sömürüyor. Yok kefene zaferanla yazılan dua daha efdalmiş de..
yok, falan feşmekânmış da.. yapmayın.. dinlemeyin bu laf cambazını! Size yazık.
Emeklerinize yazık. Sizi sizin için çalışanlara karşı dolduranlara daha ne
kadar kulak vereceksiniz. Söyleyin bana yıllardır sizin kentinizde yaşayan
hocam Heysem sizden bir dilim ekmek istedi mi? Size yanmayan kefen satmaya
kalktı mı? Gözünüzü tedavi etmeye çalıştı, merhem sürdü. Allah’ın yarattığı otu
ilaç yapıp size verdi. Otu kendisi topladı. Otları kendisi karıştırdı. Bir emek
sarfetti. Ve onun karşılığında günlük maişetini teminden öteye gitmedi. Ya bu
lafazan? Ya bu laf cambazı.. şunun yaşam
biçimine bir bakın ve kendinize gelin!”
Daha söylenecek çok söz vardı ve fakat
arkama dönüp baktım ki, bizim cüppesiz toz olmuş. Etrafını çevreleyen yorgun
insanlardan çoğu benim sözlerime kızmış homurdanıyordu. İçlerinden bir kaçı
ancak hak verir gibiydi. Tam hak vermiş değillerdi ve fakat hiç değilse bana
homurdanmıyorlar, sözlerim üzerine düşünme gereği duyuyorlardı.
Geri kalan çoğunluk homurdanmayı seçmişti. Küfrettikleri
belliydi.
“Ne haliniz varsa görün!” deyip hızla uzaklaştım. Yığınlar
düşünmeyi, düşünecek sözleri dinlemeye yanaşmıyordu. Onlara kendilerini
uyutacak masallar gerekiyordu. Yorgun bedenlerini dinlendirecek uykunun
kollarına atacak sözler gerekti. Bunu şimdi anlamış da değilim. Uzun zamandır
bunun ayrımındayım.
Düşünmek bedenen yorgunluktan daha ağır geliyor çoğu zaman
yığınlara. Kendilerine masallar, esatirler gerekli sanıyorlar. Bir an önce
uyumak için çırpınıyorlar. Benimki de laf işte! Bırak uyusunlar! Uyandıklarında
ay bacayı geçmiş olacak, ah vah edecekler ama elden ne gelir?
Daha fazla vakit kaybetmeden hocamın yanında olmak
istiyordum. Adımlarımı daha da hızlandırdım. Hocamı evinin bahçesinde çardak
altında oturmuş, gökyüzünü gözlemlerken buldum. Usulca dizinin dibine oturdum.
“Gök yüzü ne kadar muazzam! Görüyor musun? Sadece gökyüzüne
bakarak mükemmelliği anlarsın. Sadece gökyüzü. Aynısı içimizde de var. Afakta
ve enfüste. Ne yazık görmek için çabalamıyoruz.” dedi gülerek, bitirdi
sözlerini, "Hoş geldin!"
“Hoş bulduk hocam!” sesim sinirli çıkmıştı.
“Hayırdır, kızdırmışlar seni yine! Sakin olmayı ne zaman
öğreneceksin? Ne zaman kişilerin, nesnelerin çaplarından öte bir şey
beklememeyi akledeceksin? Her şey hacmi kadardır. İnsanlar da öyle. Sen
hacimlerini görmüyor, yaptıklarını görüyorsun.”
Yanı başındaki testiyi işaret
edip sürdürdü sözlerini...
“"Sen şu testiye niye daha fazla su almıyorsun?" diye kızabilir misin?
Akılsızlık olur değil mi? İnsanlar da böyledir. Hacimleri kadar, kapasiteleri
kadar alırlar. Doğuştan değildir ha. Bir seçimdir. O seçimleri onları o kadar
yapar. Daha fazlasına gitmezler. Eh, niye kızıyorsun? O kadarlar! Laf
avcılarıyla mı kesişti yolun? Onlar her gün kesiyor benim yolumu.”
“Haklısın hocam!” dedim. “Haklısın ve fakat ifsat
edicilikleriyle de savaşmalı insan. Susup geçersem avam onları dinler. Onlara
inanır. Onlara inanacak. Hele bir de ellerinde listelerle gezmiyorlar mı? İfrit
oluyorum!”
Güldü Heysem. Hak verdi bana.
“Haklısın!” dedi. “Sen de haklısın. Listeleri ellerinde
dolanırlar, kimin cehennemde, kimin cennette olduğuna hükmederler. Kendileri
zaten cennettedirler. Zira bilmem hangi duayı bin kere okumuşlardır. Tamamdır.
Kurtulmuşlardır. Sen de kurtulmak mı istiyorsun? Al ben yazdım, üzerinde taşı
oku. Ha yalnız üzerinde kenefe girme. Ya da dur, şu okunmuş deriye sar üzerine
al, öyle gir. Ver onun için de iki gümüş akçe! Böyleleri mantar gibi çoğalacak
ahretlik. Böyleleri etrafı ayrık otları gibi saracak. Hatta sarmış bile. Daha
da saracak.”
“O başka bir dert. Belki en büyük dert. Ve fakat
anlamadığım, hem Kabil soyunun tehlikesine işaret edersin, hem de onlarla
bilgilerini paylaşırsın bunun hikmeti ne?”
“Gererdo ile mi karşılaştın?”
“Evet!”
“ Belki Habil safına katılırlar diye yapıyorum. Gerçi korka
korka. Ama benim tebliğim de böyle.”
“Görme ile ilgili çalışmalarını kitap haline getirmiş. Ama
sağolsun, senin adını zikretmiş.”
“Önemli değil. Zikretse ne zikretmese ne. Ben adım bilinsin
için yapmıyorum ki. insanlara afakta ve enfüste olanları iyice belli etmek için
uğraşıyorum. Böylece Kur’an daha iyi anlaşılmış olacak. Ve o zaman Habil’in
soyu kazanacak. Dünya imar olacak. Yoksa.. Allah korusun eğer Kabil’in soyu
sürdürürse egemenliğini yeryüzü hep kanla dolup taşacak.”
“Hocam bu görme işini Eukleides ve Batlamyus gözün
nesnelere ışık yollamasıyla gerçekleştiğini söylüyorlar, siz tersini
söylemişsiniz. Neye dayanarak nesnelerin göze gönderdiği ışınlarla görüldüğünü
söylüyorsunuz?”
“O iki gariban salt düşünerek öyle olduklarına hükmetmişler.
Yani göze bakmamışlar. Görmeye takmışlar. Ama gören şeye bakıp nasıl olduğunu
anlamaya çalışmamışlar. Ben göz üzerinde deneyler yaptım. Ve gözde karanlık oda
farkettim. Latince "camera obscura" diyebiliriz. Böyle delikli bir
aletle görüntü elde edebiliriz. Bu da gözün nesnelere yolladığı ışıkla değil,
nesnelerin merceğe gönderdiği ışıkla görüldüğünü kanıtlar.”
Meraklanmıştım. Kameradan söz ediyordu.
“E hocam bunun prototipini yapsanız, böylece tezinizi daha
iyi göz önüne sermez misiniz?” diye sordum. Hocam içini çekti:
“Bir an heveslenip yapmaya kalktım. Hatta yaptım. Sonra
kırıp attım. Nice ahlaksızın mahrem hayatlara musallat olması mümkün bununla.
Etik değerlerden yoksunların da eline geçecek vebal altında kalacağım. Buna
gönlüm razı olmadı. Aslında çok menfaati olacak bir şey. Daha geliştirildikçe
insanların içine bile konulup hastalıkları tespit eder, tedavi edebiliriz. Ve
fakat dediğim gibi o işten önce insanların mahremlerine sokulur. Bunu
görüyorum. Ben bu vebale giremem. Aslında Gerardo biraz daha geç gelseydi ben o
notları da yakacaktım. Sadece aleti kırıp atmak yetmez. Şimdi pişmanım. Bak
demedi deme, nice masumun hayatını karartacaklar ve bunda benim de payım
olacak. İyi niyetli olmak yetmiyor ahretlik. Kötülerin de kullanabileceği bir
şeylere sebebiyet vermemek de önemli. Ama bu içinden çıkılmaz bir muamma. Düşün
kötünün elinde bıçak işe yaramasa ne güzel olurdu. Bıçak ne faydalı bir alettir
değil mi? Bağı bahçeyi imar etmeye yarar, hastayı tedavi etmeye yarar.. ama gel
gör ki en fazla acı verendir bıçak. Kötülerin elinde can alır. İşte bir şey
yaparken, bir kolaylık sağlarken kötülerin elinde insan yaşamına neye mal olur,
bunu hep hesaplarım. Ve azıcık bir ihtimal varsa kötülerin daha çok işe
yarayacağına yönelik, o zaman o çalışmadan vaz geçerim. Tebliğimde en çok
çekindiğim konu da bu. Kabil’in soyunun elinde benim kimi düşüncelerim
insanların hayatını karartacaktır. Benim ya da başka bir arkadaşın, başka bir
gönüldaşın. Örneğin Cabir Bin Hayyan.. geçen derslerinden birini izliyorum,
izleyenler arasında Kabil’in soyundan olanlar da var. Ne derse beğenirsin?”
“Duydum hocam. Madde üzerine ders anlatıyormuş.”
“Evet.. demez mi ki, madde, yoğun bir enerjidir. Yunan
fizikçilerinin maddenin bölüne bölüne nihayet bölünüp parçalanamaz en küçük bir
parçada son bulduğuna ve eşyanın bu sayısız parçalardan meydana geldiğine dair
iddiaları yanlıştır. Cüz'i lâyetecezza (yunancası atom) adı verilen parçalanmaz
kabul edilen bu nesne de parçalanır ve bundan enerji hâsıl olur. Bu öyle bir
güçtür ki, Allah göstermesin, Bağdat gibi bir şehri bile yok edebilir. Dersten
sonra kendisiyle konuştum. Ve bunun vebalini anlattım. Hak verdi vermesine. Ama
hakikatleri anlatmak gerek, diye bir gerekçede direttti de diretti. Bırak
dedim, arkadaş bazı hakikatler de hiç bilinmesin. Kabil’in soyu bunun imkanını
bulduğunda neler olacak bir hesapla."
“Hiroşima Nagazaki hâlâ hesaplıyor hocam!”
Cemal Çalık, 29.03.2015, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, İronik Felsefe