29 Mart 2015 Pazar

SA1241/KY1-CÇ113: Anakronik Sergüzeşt; Nargile ve Çay-3

-3-
Hidayet'i Bağdat Şifâhanesi'nde, bizzat Ali İbn-i Abbas’a teslim edip, Kahire'ye doğru yola çıktım. İçim kan ağlıyordu. Bağdat’ı kan gölüne döndürmüşler, Fırat bile kıp kızıl akmıştı. Kabil’in soyu Moğollar ne insana ne kütüphanelere saygı göstermişti. Fırat kah kan kırmızı aktı, kah masmavi mürekkep. Neyse ki yiğit ve sebatlı insanlar vardı. Yeniden inşa etmişlerdi. İnşa edeceklerdi. 

Kabil’in soyu oldum olası Bağdat’a düşmandı. Düşmandır. Bağdat’ı yakıp yıkmaktan adeta haz duyar bu azgın güruh. Daha kaç kez yakılacaktır, daha kaç kez yıkılacaktır, diye iç geçirerek yürüyordum. Meramım İbn-i Heysem hocamı ziyaret etmekti. Uzun zamandır görüşmemiştik. Gençlik çağında Basra’da çokça karşılaşmış, birdir bir, kolla çelik oynayan bizlere aldırış etmeden “Biz onlara iç ve dış alemdeki ayetlerimizi göstereceğiz ki, o Kur'an'ın gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabb'inin her şeye şahit olması yetmez mi?” ( Fussilet; 53) ayetini okur dururdu.

Ne zaman bir araya gelip bir köşede otursak sohbet etsek hemen “ Kur’anın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun!” üzerinde düşünmeden geçen bir anım bile yok. Ne tuhaf ne içimizde olan biteni, ne dışımızda olan biteni görmüyoruz. Gördüğümüzü sanıyoruz. İnancımız tıpkı öcülerden korkan çocukların inancına benziyor. Hepsi bir söz. Hiçbir zaman belli olmayacak. Ve işte bize bir uyarı iyice belli olsun. Ne yapıyoruz? Şu söz avcıları ne yapıyor? Uyutuyorlar bizi. 

Allah afakta ve enfüste ayetlerimizi göstereceğiz, derken tembel tembel oturmuş konuşuyorlar. Uydurdukları bir nefs terbiyesi hikâyesi ile kendilerini kendilerinde tutsak ediyorlar. Orada "Göstereceğiz", ifadesinden görmeye çalışın. Siz görmeye çalışırsanız, gayret ederseniz görürsünüz, göstermiş oluruz!” ifadesini bile anlamıyorlar. Anlayamıyorlar. Çünkü kendilerini kendilerinde esir etmişler. 

Ah bu söz avcıları! Gözümüz nasıl görür? Nasıl görürüz üzerinde düşünmek yerine sabah akşam bir nefs terbiyesi tutturmuş gidiyorlar." Dünyaya meyletmeyin, mala tamah etmeyin, dünyaya düşmeyin.." deyip duruyorlar. Kimsenin kalbini kırmayın, kimseye kötülük etmeyin deyip duruyorlar. Sanki gözün nasıl gördüğünü araştırırsa dünyaya meyletmiş olacak aptal öyle sanıyor. Ama gözü ağrıyınca da hocalarıma koşuyorlar.

“Gözüm çok kötü ağrıyor, şuna bir bak!” Sen göze bakacak kimse bıraktın mı? Sen afaka bakacak bir tek insan bıraktın mı? Nasılsa kolay.. konuş dur. Sanki benim hocalarım dünyaya meyletmiş. Bir bimarın acısını dindirmenin çabasındaki insan dünyaya mı meyletmiştir? Aa. Tabi.. iki dua oku iyileşip geçsin. Hani deveni sağlam kazığa bağla sonra tevekkül et, buyruğu. İşine nasıl geliyorsa öyle diyorsun. Öyle diyorlar. Ah bu söz avcıları. Farabi hocam boşuna demedi onları Kabil soyundan olma ihtimallerinin yüksek olduğunu. "İnsanları nasıl da sözle avlıyorlar.” diye hayıflanırdı.

Severdim, severim hocamı. Mühim çalışmaları vardı. Nil için çok iddialı projeleri vardı. Ve fakat alet edevâtın yetersizliği bu projelerin gerçekleşmesine engel olmuştu. Sonra da bu vaadini gerçekleştirememenin acısı, sıkıntısıyla, Kahire’nin kenar mahallelerinden birinde sessizce ilmi çalışmalara kendisini vermiş diye duydum. 

Hem kendisini görüp hasret gidereyim, hem de belki sıkıntısını birazcık dağıtırım, düşüncesiyle Nil’in batısından yukarı doğru çıkıyordum ki, Kabil’in soyundan Cremona'lı Gerard’ın hızlı adımlarla bana doğru geldiğini gördüm. 

Pek bir sevinçliydi. Beni fark edince elindeki paketi hemen koynuna sokmuş, giysilerini düzeltmeye başlamıştı. Kuşkulanmıştım. Böyle yangından mal kaçırır gibi ilk kez görmemekle beraber, bir eşkıya ile karşılaşmış insan tavrına bürünmesi canımı sıkmıştı.  Selam verip hızla yanımdan uzaklaşıyordu. Kolundan tuttum.

“Hayırdır ya! Ne bu acele? Arkanda atlı mı geliyor? Hele dur biraz soluklanalım. Gel şu kıyıda oturup dertleşelim!” dedim. Hareketini görmemiş gibi davrandım. 

Gerard sahte bir gülümseme ile, “Ya Cemal Ağa, kusura bakma.. acelem var. Hanım limon almaya gönderdi, ben unuttum. El Ezher’de çeneye daldık. Sokrates de oradaydı. Düşün işte. Sokrates karısından bahsedince limonu hatırladım. Valla eve almaz. Bana müsaade!” dedi. 

Silkindi, koşacak gibi oldu. Koynuna iğreti soktuğu paket yere düşüp etrafa dağıldı. Kağıtlar havada uçuştu. Bizimkine baktım. Yüzü kıpkırmızı. Kekelemeye başladı. 

“La arkadaş korkacak ne var? Ders notlarındır. Ne diye panikliyorsun, dur toplamana yardım edeyim!” dedim. 

Ben de toplamaya başladım uçuşan kâğıtları. Eli ayağı titriyordu Gerard’ın. Bir yandan kağıtları topluyordum, bir yandan da ne olduklarına bakıyordum. 

Hocam İbn-i Heysem’in görme kuramı ile ilgiliydi. Neyse ki anlatıcının adını yazmıştı Gerard. Kabil’in soyundan böyleleri de çıkıyordu. Kendi dilinde eseri “Opticae Thesaurus Alhazeni” diye yazmıştı. (İbn-i Heysem'in Optik Hazinesi). 

“Aferin la!” dedim içimden. Öyle ya kimileri vardı ki, kendininmiş gibi satmışlardı. Satıyorlardı.

Yine de yalanını yüzüne vuracaktım. “Hani sen El-Ezher’den geliyordun? Heysem’in yanından geliyorsun. Yalana ne gerek vardı?” 

Biraz utandı. Ya da ben öyle sandım. Yemin billah etti ki, Heysem’in yanından El-Ezher’e uğramış. Oradan geliyormuş. Boş verdim. 

“Aferin.. hiç değilse anlatıcının adını yazmışsın. Başkaları gibi kendinin diye satmaya kalkışmamışsın.”

Biraz doğruldu. Boğazını temizledi. Burnunu çekti:

“Aman Cemal Ağam bizim kuşağımızda öyle bir terbiyesiz çıkmaz. Sonrakilerde dediğin oluyor. Aha şu Daniel Defoe.. sen tut hem kitabın adını değiştir hem de ben yazdım de. Valla bunların yüzünden sizlerin yüzüne bakacak durumumuz yok. Ne desen haklısın!” 

Böyle alttan alması hoşuma gitti. Gülerek:

“Neyse limon bekleyenin varmış.. daha fazla gecikme!” dedim. 

Yalanını yutmuş gibi. Başını salladı. Kaçıp gitti. Ulan ne insanlar var be.. ya yalanı meslek ediniyorlar ya söz avcılığından geçiniyorlar. Söz avcıları kadar başka hırsız bilmem arkadaş. İnsanı kendinden çalarlar. 

Tam söz hırsızları üzerine kendi kendime konuşuyordum ki, bir gruba rastladım. Tevafuk denir ya.. aynısı. Bir söz avcısı yorgun düşmüş birkaç esnafı, rençperi esir almış, onlara bir şeyler anlatıyordu. Kulak vereyim dedim. Namlı biri imiş.. cüppesiz diye lakabı varmış. Pek saygın biri cahiller arasında. Söz avcısı. Elifi mertek diye satabilecek kadar usta bir avcı. 

Zavallı esnaf rençper pür dikkat bu avcının sözlerini dinliyorlardı. Cüppesizin hedefinde hocam Haysem vardı. Bu eblehe göre Haysem dinden çıkmış, kâfir olmasa da boş işlerle uğraştığı için büyük günahlar içindeymiş. Sinirlerim tepeme çıkmıştı. Destur istemeden söze daldım. 

“Ulan şaftı kayık rezil, kıbleyi tayin ederken kuşağından çıkardığın pusulayı sana kim verdi? O boş işlerle uğraşan, dediğin insanlar yapıp verdi, edepsiz.” 

Dinleyicilere döndüm, “Bu lafazana kulak vermeyin. Bakın Nil taşma zamanlarını hesaplayıp size haber veren insanlar sizin emeklerinizin zayi olmasına mani olmuşlardır. Bu lafazandan daha faydalı değil midir bu yapılanlar? Gözünüz hastalandığında, eliniz ayağınızı kıpırdatamayacak hale geldiğinizde sizin kapısını çaldığınız insanlara boş insanlar diyen bu eblehe kulak verip de zamanınızı heba etmeyin. Hepinizin yüzünden belli ki, bütün gün çalışıp yorulmuşsunuz. Bir de bu lafazanın suratına bakın, nasıl dinç! Niye? Çünkü bir asalak gibi sizi sömürüyor. Yok kefene zaferanla yazılan dua daha efdalmiş de.. yok, falan feşmekânmış da.. yapmayın.. dinlemeyin bu laf cambazını! Size yazık. Emeklerinize yazık. Sizi sizin için çalışanlara karşı dolduranlara daha ne kadar kulak vereceksiniz. Söyleyin bana yıllardır sizin kentinizde yaşayan hocam Heysem sizden bir dilim ekmek istedi mi? Size yanmayan kefen satmaya kalktı mı? Gözünüzü tedavi etmeye çalıştı, merhem sürdü. Allah’ın yarattığı otu ilaç yapıp size verdi. Otu kendisi topladı. Otları kendisi karıştırdı. Bir emek sarfetti. Ve onun karşılığında günlük maişetini teminden öteye gitmedi. Ya bu lafazan? Ya  bu laf cambazı.. şunun yaşam biçimine bir bakın ve kendinize gelin!” 

Daha söylenecek çok söz vardı ve fakat arkama dönüp baktım ki, bizim cüppesiz toz olmuş. Etrafını çevreleyen yorgun insanlardan çoğu benim sözlerime kızmış homurdanıyordu. İçlerinden bir kaçı ancak hak verir gibiydi. Tam hak vermiş değillerdi ve fakat hiç değilse bana homurdanmıyorlar, sözlerim üzerine düşünme gereği duyuyorlardı.

Geri kalan çoğunluk homurdanmayı seçmişti. Küfrettikleri belliydi.

“Ne haliniz varsa görün!” deyip hızla uzaklaştım. Yığınlar düşünmeyi, düşünecek sözleri dinlemeye yanaşmıyordu. Onlara kendilerini uyutacak masallar gerekiyordu. Yorgun bedenlerini dinlendirecek uykunun kollarına atacak sözler gerekti. Bunu şimdi anlamış da değilim. Uzun zamandır bunun ayrımındayım. 

Düşünmek bedenen yorgunluktan daha ağır geliyor çoğu zaman yığınlara. Kendilerine masallar, esatirler gerekli sanıyorlar. Bir an önce uyumak için çırpınıyorlar. Benimki de laf işte! Bırak uyusunlar! Uyandıklarında ay bacayı geçmiş olacak, ah vah edecekler ama elden ne gelir? 

Daha fazla vakit kaybetmeden hocamın yanında olmak istiyordum. Adımlarımı daha da hızlandırdım. Hocamı evinin bahçesinde çardak altında oturmuş, gökyüzünü gözlemlerken buldum. Usulca dizinin dibine oturdum.

“Gök yüzü ne kadar muazzam! Görüyor musun? Sadece gökyüzüne bakarak mükemmelliği anlarsın. Sadece gökyüzü. Aynısı içimizde de var. Afakta ve enfüste. Ne yazık görmek için çabalamıyoruz.” dedi gülerek, bitirdi sözlerini, "Hoş geldin!" 

“Hoş bulduk hocam!” sesim sinirli çıkmıştı.

“Hayırdır, kızdırmışlar seni yine! Sakin olmayı ne zaman öğreneceksin? Ne zaman kişilerin, nesnelerin çaplarından öte bir şey beklememeyi akledeceksin? Her şey hacmi kadardır. İnsanlar da öyle. Sen hacimlerini görmüyor, yaptıklarını görüyorsun.” 

Yanı başındaki testiyi işaret edip sürdürdü sözlerini...

 “"Sen şu testiye niye daha fazla su almıyorsun?" diye kızabilir misin? Akılsızlık olur değil mi? İnsanlar da böyledir. Hacimleri kadar, kapasiteleri kadar alırlar. Doğuştan değildir ha. Bir seçimdir. O seçimleri onları o kadar yapar. Daha fazlasına gitmezler. Eh, niye kızıyorsun? O kadarlar! Laf avcılarıyla mı kesişti yolun? Onlar her gün kesiyor benim yolumu.” 

“Haklısın hocam!” dedim. “Haklısın ve fakat ifsat edicilikleriyle de savaşmalı insan. Susup geçersem avam onları dinler. Onlara inanır. Onlara inanacak. Hele bir de ellerinde listelerle gezmiyorlar mı? İfrit oluyorum!”

Güldü Heysem. Hak verdi bana.

“Haklısın!” dedi. “Sen de haklısın. Listeleri ellerinde dolanırlar, kimin cehennemde, kimin cennette olduğuna hükmederler. Kendileri zaten cennettedirler. Zira bilmem hangi duayı bin kere okumuşlardır. Tamamdır. Kurtulmuşlardır. Sen de kurtulmak mı istiyorsun? Al ben yazdım, üzerinde taşı oku. Ha yalnız üzerinde kenefe girme. Ya da dur, şu okunmuş deriye sar üzerine al, öyle gir. Ver onun için de iki gümüş akçe! Böyleleri mantar gibi çoğalacak ahretlik. Böyleleri etrafı ayrık otları gibi saracak. Hatta sarmış bile. Daha da saracak.”

“O başka bir dert. Belki en büyük dert. Ve fakat anlamadığım, hem Kabil soyunun tehlikesine işaret edersin, hem de onlarla bilgilerini paylaşırsın bunun hikmeti ne?”

“Gererdo ile mi karşılaştın?”

“Evet!”

“ Belki Habil safına katılırlar diye yapıyorum. Gerçi korka korka. Ama benim tebliğim de böyle.”

“Görme ile ilgili çalışmalarını kitap haline getirmiş. Ama sağolsun, senin adını zikretmiş.”

“Önemli değil. Zikretse ne zikretmese ne. Ben adım bilinsin için yapmıyorum ki. insanlara afakta ve enfüste olanları iyice belli etmek için uğraşıyorum. Böylece Kur’an daha iyi anlaşılmış olacak. Ve o zaman Habil’in soyu kazanacak. Dünya imar olacak. Yoksa.. Allah korusun eğer Kabil’in soyu sürdürürse egemenliğini yeryüzü hep kanla dolup taşacak.”

“Hocam bu görme işini Eukleides ve Batlamyus gözün nesnelere ışık yollamasıyla gerçekleştiğini söylüyorlar, siz tersini söylemişsiniz. Neye dayanarak nesnelerin göze gönderdiği ışınlarla görüldüğünü söylüyorsunuz?”

“O iki gariban salt düşünerek öyle olduklarına hükmetmişler. Yani göze bakmamışlar. Görmeye takmışlar. Ama gören şeye bakıp nasıl olduğunu anlamaya çalışmamışlar. Ben göz üzerinde deneyler yaptım. Ve gözde karanlık oda farkettim. Latince "camera obscura" diyebiliriz. Böyle delikli bir aletle görüntü elde edebiliriz. Bu da gözün nesnelere yolladığı ışıkla değil, nesnelerin merceğe gönderdiği ışıkla görüldüğünü kanıtlar.”

Meraklanmıştım. Kameradan söz ediyordu.

“E hocam bunun prototipini yapsanız, böylece tezinizi daha iyi göz önüne sermez misiniz?” diye sordum. Hocam içini çekti:

“Bir an heveslenip yapmaya kalktım. Hatta yaptım. Sonra kırıp attım. Nice ahlaksızın mahrem hayatlara musallat olması mümkün bununla. Etik değerlerden yoksunların da eline geçecek vebal altında kalacağım. Buna gönlüm razı olmadı. Aslında çok menfaati olacak bir şey. Daha geliştirildikçe insanların içine bile konulup hastalıkları tespit eder, tedavi edebiliriz. Ve fakat dediğim gibi o işten önce insanların mahremlerine sokulur. Bunu görüyorum. Ben bu vebale giremem. Aslında Gerardo biraz daha geç gelseydi ben o notları da yakacaktım. Sadece aleti kırıp atmak yetmez. Şimdi pişmanım. Bak demedi deme, nice masumun hayatını karartacaklar ve bunda benim de payım olacak. İyi niyetli olmak yetmiyor ahretlik. Kötülerin de kullanabileceği bir şeylere sebebiyet vermemek de önemli. Ama bu içinden çıkılmaz bir muamma. Düşün kötünün elinde bıçak işe yaramasa ne güzel olurdu. Bıçak ne faydalı bir alettir değil mi? Bağı bahçeyi imar etmeye yarar, hastayı tedavi etmeye yarar.. ama gel gör ki en fazla acı verendir bıçak. Kötülerin elinde can alır. İşte bir şey yaparken, bir kolaylık sağlarken kötülerin elinde insan yaşamına neye mal olur, bunu hep hesaplarım. Ve azıcık bir ihtimal varsa kötülerin daha çok işe yarayacağına yönelik, o zaman o çalışmadan vaz geçerim. Tebliğimde en çok çekindiğim konu da bu. Kabil’in soyunun elinde benim kimi düşüncelerim insanların hayatını karartacaktır. Benim ya da başka bir arkadaşın, başka bir gönüldaşın. Örneğin Cabir Bin Hayyan.. geçen derslerinden birini izliyorum, izleyenler arasında Kabil’in soyundan olanlar da var. Ne derse beğenirsin?”

“Duydum hocam. Madde üzerine ders anlatıyormuş.”

“Evet.. demez mi ki, madde, yoğun bir enerjidir. Yunan fizikçilerinin maddenin bölüne bölüne nihayet bölünüp parçalanamaz en küçük bir parçada son bulduğuna ve eşyanın bu sayısız parçalardan meydana geldiğine dair iddiaları yanlıştır. Cüz'i lâyetecezza (yunancası atom) adı verilen parçalanmaz kabul edilen bu nesne de parçalanır ve bundan enerji hâsıl olur. Bu öyle bir güçtür ki, Allah göstermesin, Bağdat gibi bir şehri bile yok edebilir. Dersten sonra kendisiyle konuştum. Ve bunun vebalini anlattım. Hak verdi vermesine. Ama hakikatleri anlatmak gerek, diye bir gerekçede direttti de diretti. Bırak dedim, arkadaş bazı hakikatler de hiç bilinmesin. Kabil’in soyu bunun imkanını bulduğunda neler olacak bir hesapla."

“Hiroşima Nagazaki hâlâ hesaplıyor hocam!”

“Maalesef. Neyse bu gece konuğum ol! Geç oldu.” dedi. Odalarımıza çekildik.


<<Önceki                        Sonraki>>


Cemal Çalık, 29.03.2015,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, İronik Felsefe

Seçkin Deniz Twitter Akışı