25 Haziran 2015 Perşembe

SA1454/KY1-CÇ127: Hasırlı/ Roman- Bölüm 2-1

"Yazgım kadınlara eşlik içinmiş; bunu şimdi daha iyi kavradım. Bu yerde, bu kadınlar cehenneminde daha bir iyi anlaşılıyor her bir şey."

“Cinayet etmedi cânı gibi anın câm
Boguldı seyl-i belaya tagıldı erkânı”
Taşlıcalı Yahya

BÖLÜM İKİ
1
ÇALDILAR SÖZCÜKLERİMİ!

Gel kanat gözlerini! Kanatma kıpılarından oluşsun bengisunun devimselliği.
Merhamet öyle mi?
Yağmur öyle mi?
Sesler geliyor; RAP… RAP… RAP.. 

"Sesler.. Sermaaaa!" diyordum.
"Sermaaa!" diye ünleniyordum, sesim duvarlardan yansıyordu. Kulaklarıma çarpıyordu ünlenişim, kulaklarım parçalanıyordu, kan sızıyordu kulaklarımdan. Lisowska rahattı. Rahattı kızı Roxelenna.. dağlı Lisowska’lar ve kızları Roxelennalar rahattı.

Medaha yenge ağlıyordu.
Sedye hala ağlıyordu.
Ağlıyordu Medahalar ve oğulları kan kusuyordu. Ayak sesleri kesilmedi. 

"Aklımda!" diyordum, anlamıyordu.
"Aklımda değil!" diyordum, anlamıyordu. Ben pul nemidarem, diyordum anlamıyordu. Boştu saframın kesesi. Ve fakat insanlar niçin “ANLAMAZ”lık zırhıyla çıkıyorlar karşıma!

"Artık yazgım bu benim!" diyorum kendi kendime.

Bir gül hıçkırdı elimde.
Bülbüllerden bir bülbülün kendini parçalayarak yarattığı gül olduğunu anladım. Çünkü kıpkırmızıydı gözyaşları bülbülün. Anımsadın mı bu gül olgusunu Serma? Öykü değil olgu!
Hani bir gül istemiştin benden ve fakat o ana kadar, o güne kadar gül nedir bilinmiyordu evrende. Belki düşlerde gezinen bir kılgıydı yalnızca çetelesi tutulmamış.
Bu koşul; beni onama koşulun, daha dile getirildiği anda acıların en kösnülünü yaşatmıştı düşlerime. Ve fakat sen süs biberleriyle büyümüşsün, acılı biberler sürmüşsün yavan ekmeğine acıdan sana ne?

"Öl!" deseydin ölebilirdim.
Ölüm bilinendi, bilinendir.
Ölüm var olandı, var olandır. Ve fakat GÜL! Düşten öte bir varlığı yoktu ki evrende. Hele kırmızı gül! Kurulan düşlerde bile yoktu. Düşlerinde yoktu evrendeki diri ve diri olmayan “ŞEYLER”İN hiç birinin.

Mumların –sanırım iki taneydi- aydınlattığı ıssız odamda acılarla kıvranırken bir bülbül kondu pencereme, odamın penceresine. Yaşama sevincinin en soylusu konuktu, senin gözlerin kadar derin gözlerinde.

Göz göze geldik. Bir anlık. Bir an. Bungun gözlerimde dans eden mumun alevlerinden sıyrılıp konuk oldu içime. Yanmadan. Umutsuzluk yüreğimi kemirmeğe daha yeni başlamıştı.

Sen GÜL istemiştin.
Kırmızı GÜL!
Ve fakat gül yoktu işte evrende.
Kırmızı gül düşlerden bile uzaktı.

Bir bir anlattım korkularımı içimdeki konuğa; kaygılarımı, umutsuzluğumu, acılarımı anlattım.
Bülbül iyilikseverlikle eğildi yüreğime. Ve fısıldadı kulağıma kendisi için kolay olduğunu bu işin.
Bülbül mü anlamamıştı, ben mi anlatamamıştım.
Kuruntular yonttum usta bir yontarustasına taş çıkartırcasına.

Bu bir düş müydü? Ve fakat çok geçmeden anlayacaktım düş olmadığını. Kanatlandı yeniden, geldiği gibi uçup gitti. Öyle bir sevinç vardı ki gözlerinde. Hala çözebilmiş değilim gizini.
Dikenli çalıya –ki sonraları ağaç olacaktı, yani büyüdüğünde- konacaktı bülbül. Türküler soyleyecekti sabaha dek. Uykuya dalacaktım türküler eşliğinde. Özlemi anlatacaktı türküleri. Kavuşmayı.. beklemeyi..

KAVUŞMAK!
ÖZLEMEK!
BEKLEMEK!
BEKLENMEK!

Bütün bunlar bir kopuş mevsiminin, yani senin koşulunun ürünü olan bir mevsimin ürünleriydi.
Daha o an, koşulu bildirdiğin an caymalıydım senden. Ve işte kördüm. Seni görmenin körlüğü vardı gözlerimde.

Güneşle birlikte konuk olacaktı bülbül öyle ahitleşmiştik.
Biliyordum ki yorgun olacaktı bir taş ustası kadar.
Gözleri baygın ve fakat mutlu.
Sevinçli.. coşkulu bile denebilir. Yumuşacık pençleriyle sımsıkı tutacaktı senin istediğin “ŞEY”i; KIRMIZI GÜL’ü.

Duyarsızdım. Duygusuzdum.
Paramparça olacaktı göğsü bülbülün. Bunu biliyor, görüyordum. Kanıyla can verecekti kurumuş bir çalıya. Ve işte o çalı kanla beslenecekti bundan böyle. Ve işte senin yabanıl isteğini, katil koşulunu anımsatacaktı bana her zaman.
Soylu bir ölümü. Bülbülün ölümünü anımsatacaktı.
Bülbül gülü teslim eder-etmez düşüp bulanacaktı çamurlara. Doya doya bakamadan baş yapıtına.
Sevemeden, saramadan, öpüp koklayamadan yumacaktı gözlerini. Soyuna da kalıt olarak bırakacaktı özlemini. Kırmızı bir gül için ötüp duracaktı bütün bülbüller.

Şaşkındım. Engel mi olsaydım. Senin şımarık isteğin yüzünden bir can yitmek üzereydi. Hem de çirkin bir rekabet için olduğunu bile bile.. okkalarca kırmız gül olsa sen onu yenebilir misin Serma? Yenebilir misin Vildan? Ben sana nasıl inandım? Kara mastık aşağı, kara mastık yukarı dediğiniz birine yar olacaktınız he.. inanmadım. İnanmak istedim. Öyle muhtaçtım ki.. muhtaçlık her tür deliliği yaptırıyor işte.

Şaşkındım.
Gül elimde olacaktı. Bülbül öyle söylemişti. 
“Güneş daha başını bulutlardan çıkarmadan gül elinde olacaktır.. bunu öyle bil!” demişti fısıltıyla.
Gül elimde olacaktı. Hem de KIRMIZI GÜL!
Ölümü, ölümleri, yüzü nikablı süvarileri unutturtacak kadar güzel bir gül. Ve işet bu güzelliği ayrımsayamadım. Beni onama koşulun elimde olacaktı. Önemli olan buydu. Onsa soylu eylemin içinde önemli olan gülün elimde olacak oluşuydu.
Sana koşacaktım elimdeki GÜL’le. Senin koşulun KIRMIZI bir GÜL ile.

Şaşıracaktı evren ve evrendeki “ŞEY”ler. Şaşkınlıkları elimdekine değil bana olacaktı. İlk kez böylesine pervasız göreceklerdi beni. İlk kez bu denli umarsız olacaktım. Soluk soluğa varacaktım kapına. Hiçbir şey’in ayrımında olmayacaktım. Onanmıştım. Çünkü onama koşulun elimdeydi işte.
Elini uzattın alıyor gibiydin. Öteki uzattı elini. Düşürdün. Düştü elinden GÜL. Bulandı çamura tıpkı çamura bulanacak bülbül gibi. Güldün. Aptallığımaydı gülüşün.

Yandım.
Daha bülbül penceremden ayrılmadan kaptı kedi. O iblis renkli kedi. O bir gözü diğerinden farklı iblis bir solukta kaptı. Ve ben olduğum yerde kala kaldım.
Gül, çamura bulanacak gül hiç olmayacak. Bülbül kursağında kedinin. Kedi Ömer Ağamın kucağında. Esniyor. Geriniyor. Mutlu. Bülbülün gözyaşları penceremde. Gözyaşlarım içimin derinliklerinde siyaha bulanıyor. Kararıyor.

Düş yontucusu kıldın beni Serma! 
Boş taştan bir oda. Dört tarafı taş duvar. Ottan bir şilte bir köşede. Duvarlarda bir biriyle uyumsuz şekiller. Oysa bir çadır vardı. İpek kılıflı yastıklar. Bedevi işi halılar deve tüyünden. Ve tatlı bir ses kulaklarımda bir anda yok oldu her şey. Yok olmuş.

Çadırın giriş perdesini açıp içeriye girene kadar oradaydılar. Gözlerimi yumduğum zaman irice bir minderin arkasında saklanana yüzü PUDRA’YLA PEÇELİ KADIN olanca varlığıyla karşımda dururdu ve işte şimdi yok: YOK!

“Kemuşin kemuşin.. meşlabin meşlabin.. meşlehin.. meşlehin..”

Ellerim kalbimin şiddetli çarpıntısıyal titrerken gözlerim yavaşça indirdi kolun kapının. Aralandı kapı; ÜÇGENE DOKUNMA!

Atılan her adım korkunç bir acıyı ayakların parmak uçlarından beyne, oradan tüm vücuda taşıyor. Sonunda erilecek “ŞEY”in blinmesi, acılara dayanma gücü bulduruyordu. Korku ve umutla atılıyordu her adım ve dişim sancıyordu. Adam akıllı hem de. Ve işte kadın albenisiyle doldurdu boşluğu. Sürüp-sürüştürdü, takıp-takıştırdı; artık rahatça bırakabilirdi kendini. Ve işte söylüyorum: BIRAKTI.

Boşluk us ve anlak’ın, efendim! Yani şimdi.. her neyse, boşluk diyordum, us ve anlak’ın ürünü olmaya başladığında sınır bulduğuna sevinmişti. Sevindi. Olanca ağırlığıyla, ağırlığıyla abandı sınıra. Elindeki SESYAYAR’la kadına dek vardırdı sesini. Oysa kadın, adam için giydirmişti albenisini vazgeçip düşlerinden!

Kulağını gözlerinin tam önünde tuttu.
Bu acılar – ki diş ağrısı, sancısı da var içinde, burulan erkeklik acısını da unutma- işte onu diyordum yani her gelen bir şey söylüyor. O zaman da dağılmıyor SİS, tersine daha bir yoğunlaşıyor, sorumlusu biz oluyoruz. Her şeyi bir birine karıştırıyorlar.. düzensizlik özlerinde, tinlerinde var bunların. 

Eylemlerini kantara çeksen oturup kalırlar. Tecimevleri sorumluları bile çıkamaz işin içinden. İsterse reisülküttapları hangi gözdenin gözdesi olursa olsun. Acılar diyordum, bu acılar git gide, bir çığ gibi büyüyor. Önlem alınmalı. Büyümenin en AÇ’ı ÇIĞ’da vardır!

“Sondakine değer mi?” dedi öfkeyle, tuttuğu kulağa. Gözlerinde gökler kadar derin –gökler ne kadar derin olur? Bilmiyorum!- bir acı ezgileşmişti. Çengiler dile getireceklerdi acıları. Birilerinden izin alındığına ilişkin fermanlar getirmişlerdi ve işte belgeler düzmece çıkmıştı. Oysa kadın söylemişti boşlukta kanar çırptığını.

“ÇIKMALISIN!” – ki, çıkmalısın korka korka söylenmişti. BOŞ ODA duyar mı? YÜZÜ PEÇELİ KADIN’ın sözün ötesinde olduğuna inanmamıştı.

Ve işte anladım! Ve işte anlamamıştım!
Biz vahadan ayrılalı, yok, koparılalı, her neyse işte.. iki yıl oluyor. İki mi?.. 
Ne kadar? Yapma yav! 
Hayır hayır!
Borcumun olmadığına ilişkin ferman bile almıştım.. şuan bulamam. 
Yapma ya! Gider söylerim bak!
Nereye gidersen git! Benim borcum yok! Ben de senin.. terbiyesiz adam!
Sen burada ne arıyorsun Medaha Yenge? Senin için öldü demişlerdi.

“Diyenin toprak başına.. sus.. sesini alçalt.. ne o öyle zivanadan çıkmış gibi..sen nereden buldun burayı?”

Sorma Medaha yenge.. Roxelenna’nı hışmına uğradım.. aa Serma? Siz.. siz burada.. Medaha Yenge.. Serma.. taşlıkta görmüştüm.. boynuna ilmik geçirmişlerdi.. cellat başının dudakları hızlı hızlı açılıp kapanıyordu.. senin yaptığın gibi.. belki o da bildiği sihirli sözcükleri yineliyordu peşi peşine.. ama ben seni gördüm.. Sen ölmüştün Serma! Sen ölmüştün Medaha Yenge.. siz ölmüştünüz? Siz öldünüz mü?

Bülbül de.. size söylemedim ki.. siz nereden bileceksiniz? Sen hani benden bir şey istemiştin.. bir gül.. evet.. KIRMIZI GÜL. İşte gevezelik edip ağzımdan kaçırdım senin benden istediğini. Kimse bilsin istememiştin. Doğru istememiştin. Ama bülbül kimse değildi ki. Her neyse ona söyledim.. ya da ağzımdan kaçırdım. Güldü. Alay değildi gülüşü. Alay almadı. Tebessüm diyelim. Sonra kolay olduğunu söyledi bunun kendisine. Kırmızı gülü getirmek için kanatlanmak üzereydi.. heveslenmiştim. 

Hesapta kedi yoktu. Kedi. Ömer Ağam'ın kedisi. birden çıktı ortaya.. apansız belirdi iblis.. iyi ama siz.. hizmetinize kim bakar burda? Kim yemek getirir size.. hem madem ölmediniz.. burada işiniz ne? Hadi Serma kaçak.. sen Medaha Yenge.. sana diş geçiremez ki Roxelenna! Sen niye gizleniyorsun burada? Bütün bunlar bir tür oyun mu? Oyun bile olsa haber vermez mi insan? Sen beni severdin Medaha yenge.. yani ben öyle sezerdim.. sen olsun söyleyemez miydin? Elim ayağım tutmaz oldu. Elim ayağım buz kesti. Gözlerim bir adım ötesini görmeye isyan etti. Haşa! Yüreğimde isyana izin vermedim. Efendilerime isyan aklımın ucundan bile geçmedi. Arada bir sızlasa da bir yerlerde bir şeyler.. isyan aklımın ucundan bile geçmedi. İsyan sözcüğü daha şimdi belirdi içimde. Öyle bir sözcük hiç bilmedim ki! Kimse öyle bir sözcükten söz etmedi ki. Adını bilmediği şeyin gereğini insan nasıl yerine getirebilir ki? Sözcükler bu kadar önemliymiş demek ki  Medaha yenge! Sözcükler ne kadar önemliymiş.. boşuna değil sözcüklerimin çalınması. Boşuna değilmiş. Bunu akleden yaman akıllıymış Medaha Yenge. Medaha yenge sen ölmemiş olsaydın, sözcüklerim çalınmamış olsaydı ben burada, bu soğuk dört taş duvar arasında böylesine meyus olur muydum? 

Bak kızma ama tılsımlı sözcüklerin bir işe yaramadı. Hoş henüz ilmek boynuma geçirilmiş değil, değil ama.. ufacık, mini minnacık bir kurtuluş kırıntısı bile gözükmüyor gibi.. bir seni gösterdiler bir de Serma’yı o sözcükler.. hepsi bu.. yok senin bir suçun yok.. belki ben yanlış ezberledim.. belki yanlış telaffuz ettim bilmiyorum.. bilmiyorum Medaha Yenge..

SUNDAR’ım söndürüldü. SUNDAR’ım dürüldü Medaha Yenge. İçimde ışığı cılız da olsa vardı. Söndü. Söndürdüler. Direnen şu soluk ışık neyin nesi.. öylesine anlamsız ki.

Ne yaptılar SUNDAR’ımı? Uykumu?
Ne yaptınız?
Hecin develerim.. keçilerim.. ne oldu onlara? 
Sözcüklerime ne yaptınız? Beni rahat bırakın.
Beni rahat bıraksın HER ŞEY!

Beni rahat bıraksın kedileriniz. Kuşlarınız. Aynalarınız beni rahat bıraksın. Söyleyin rahat bıraksınlar.. hani kafamı dinlemek istiyorum.. şu son saatlerimi kafamı dinlemekle geçirmek istiyorum. Bunda şaşılacak ne var? Niye şaşırıyorsunuz ki? Hiç mi kafanızı dinlemek istemediniz.. hiç mi kendinizi bile kendinize yük gördüğünüz zamanlar olmadı? Olmadı mı? 

Kendi teninizin kendinize dar geldiği zamanlar olmadı mı? Olmadıysa suç benim mi? Bu kadar duyarsız iseniz kabahatli ben miyim? Hayır! Niye kabahatli ben oluyorum efendim.. niye her kabahatinizi benim sırtıma yüklüyorsunuz.. kimden alıyorsunuz bu cür’eti bilmiyorum ki? Siz ne hınzır şeylersiniz.. siz ne uyanık şeylersiniz.. siz ne utanmaz sıkılmaz kişileriniz.. onur size hiç uğramamış değil ki konuğunuz olsun.. bu ne edepsizlik? 

Alın gidin şaşkınlıklarınızı.. suçlamalarınızı.. yalnız kalmak istiyorum.. evet.. başımı dinlemek istiyorum. Çalınan sözcüklerimi bir bir anımsamak istiyorum.. hadi yeterince meşgul ettiniz..

Beni rahat bıraksın HER ŞEYİNİZ!




Cemal Çalık, 25.06.2015,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Hasırlı, Roman 


Seçkin Deniz Twitter Akışı