"Yaşamım düş kurmakla geçti ya!"
“Devler balçıktan yapılacak şeyleri öğrendiler.
Bir kalıp hazırlayarak hafif tuğlalar döktüler.”
Bir kalıp hazırlayarak hafif tuğlalar döktüler.”
Firdevsî
Bölüm Dört
-III-
C../cd Civilization yazdıktan sonra yine karşıma C.. CIVILI ZATI ON yazısı çıkınca, düşünmeden aynı devini mekanizmasının sonucu olarak, Mavi Tuna'nın kuşku bürümüş gözlerini hiçe sayarak 'entır’ tuşuna dokunmayı ihmal etmeyen, görev mesuliyetiyle dolu insan benden başkası olamazdı. -III-
“Küçük kareler şeklinde semboller göreceksin!” demişti, “Ordular da bu küçük karelerle gösteriliyor, evet, harita üzerinde hareket ediyorlar, dünya haritasında şehirler var, istediğin yere şehir kurabiliyorsun!" sözleri Mavi Baykuş'u kışlık uykusundan uyandıran bir melodiye dönüştüğünde, karım Şehrinaz sırtı neredeyse yarılamış sayılırlardı.. bu da Titrek Göl’ün benzeşim alanına adım atmamı zorlaştırıyordu..
Işık, sonsuza akan ışık kümelerinin bir bulamacı olabilir miydi sonradan. Gölgelerden sıyrılıp kendime geldiğimde kadın yüzükoyun uzanmış şezlongda güneşleniyordu.. daha henüz hiçbir şeyin ayırtında değildi.. Mağara arkadaşlarını yitirdiği halde üzülmemişti, duygularını yitireli ve şimdi bu gövdeye hapis olalı şunun şurasında birkaç yüzyıl geçmişti.
Antik yerleşim merkezinden uzak sayılırdı kıyı. Görünürde ondan başka kimseler yoktu, uzak koloniden gelmiş atalarının lanetlik arması boynunun tam çene bitişiğinde siyah bir nokta biçiminde belirmişti, ama fazla durmamıştım üstünde. Gözün yırtılmasını nasıl anlatacağımı bilemiyordum.
Karım Şehrinaz’ın bana olan güvenini sarsmak istemiyordum.. ama Şehrinaz tepeyi benden önce çıkmış, sonra da gözden kaybolmuştu. Akşam karanlığı neredeyse çökmek üzereydi ve onun izine rastlayamamıştım daha. Yoksa yine o antik yapıya mı gitmişti, onu oraya çeken ne olabilirdi ki?
Büyükbaba huzursuz görünüyor, ama bana bir şey belli etmemek için Türk Musikî’sinden bahsediyordu.. Babaanne de sedirin başında ona bakıyor, torununun yaptığı şeye pek de akıl sır erdiremediği bakışlarından anlaşılabiliyordu.
Yine bilgisayar disketini satan genç çocuğa gitmişti aklım.... O zaman hep dinliyor, bellek oluşturmak için ilgimin dağılmamasına özen gösteriyordum. Civilization dışında başka bir şeyin uyarmasına ve beni alıkoymasına izin vermemek için elimden gelen her şeyi yapıyordum.
Daha başa gidersek..
Bilgisayar Oyunları satan mağazadan içeri girdiğimde.. "Size nasıl yardımcı olabilirim, acaba?” diye sormuştu genç, bakımlı, parlak yüzlü çocuk.. -sarışın olduğu için- belki hep o saplantım yüzünden, dönüp çıkmak istemiştim, camın ortasında kalmış yalnız makinelerin tıkırtısı, yüzükoyun yatırılmış o insan, kadının çığlıkları.. öfkelenen düşsel yaratıkların uykusunu kaçırmış olmalıydılar!
Gözbebekleri akmış, kiminin burnu kopuk, kiminin ağzı ucubeler ordusuyla karşılaşmam benim için yeni bir deneyim sayılırdı -kem küm etmiştim, nasıl söyleyeceğimi bilememiştim ilkin, onlar da oradaydı, yazmaya çalıştığım senaryo kahramanlarıyla bilgisayar cennetine teşrifim yeni sayılırdı- Bazen gücümün yetmeyeceğini düşünüyordum, ama her defasında karım imdadıma yetişen bir melek oluyordu, kanatlarında soluklanıp duran iri cüsseli adamı bir şeylere benzetemiyordum Bir bakıma yenilgilerimin faturasını hep o kadına ödetmek isteyen bambaşka bir yüze bürünmem beni korkutuyordu, aynı zamanda eli kolu bağlı bırakılmamın da başka bir açıklaması yoktu, kısacası derinlerde yatan korkumun deri değiştirmesinden başka bir şey değildi. Bana başkaldırdıkları anı bile düşünmek istemiyordum.. Ölümlerine kandıkları için üzerime atlamışlardı, ne olmuştuysa bana olmuştu. Genç bir kız gözlerini hiç ayırmamıştı benden, caddenin köşesinde müşteri bekleyen orta yaşlardaki balıketlisi kadın da!
"Heybem senaryo dolu!" demiştim genç kıza sırıtarak, o, yalnızca alık alık yüzüme bakmıştı nedense. Geciken senaryoyu fark etmiş miydi? “Hayır, bunlarla bir yere varılamaz!” diyen emekli Kiyanüs’ün sözlerine katılmamak elde bile değildi.
Pentagon'un sırım boylu generallerine yine epey bir iş düşüyordu, ülkenin insanlarını aydınlatmakla sorumlu olan münevverlerin –bu sözcük kapımı ne zaman çalacak diye doğrusu az merak duymuş değilim- faturayı neden ağıra ödedikleri şimdi biraz daha iyi anlaşılıyordu. Karım Şehrinaz bu düşüncelerden çabuk sıkılmıştı, onun ilgi alanında olan şeylerin bir listesini yaparsak demiştim sırasıyla:
1- Agatha Christie Öyküleri.
2- Bilim Kurgu Romanları.
3- Türk Yazını’na fazla yanaşmazdı, onlarda hep bir öykünmecilik sezdiği için belki de basit ve uyduruk bulurdu.. daha çok psikolojiyi ilgilendiren şeylerdi.
Korku bahsi de böyle açılmıştı Dehhak'ların evde. Kurgusallık kaşıntısı yalnızca onu çepeçevre kuşatmıştı, antik bir kazı yapacağı tutmuştu yemek sonrası. Düşüncelerimin sonu gelmeyecekmiş gibi nasıl da kaygılanmıştı Ernüvaz’ın yanında, gökyüzüne çekilmiş mavi bulutların gözdesi bir dumanla kuşatıldığımızda, konuşacak bir söz bulamayıp, yine annelerine kuşak olacaklardı.
Önümde açılan pencerede bunları görüyordum.. daha ileriye gitmeyi göze alamamıştım, soğuk bir ter sırtımı sıvazlamış, kundağa sarılı bebeğin gözlerini oyan kadın da gelip yanımda durmuştu, huzursuzluk bütün aile fertlerini sarmış, hayat gerginlik ipi üzerinde oynanan bir Çin ruletine benzemekteydi, Büyükbaba rahatsızlığını gizlemeyen ilklerdendi, tabloda bu da vardı .. içimden, ‘Goya bizleri çizseydi bundan daha kötüsü çıkmazdı’, diye bir düşünce geçmişti, çocukların hevesini kursağında bırakan bir annenin hücumuna uğradığım pazartesi öğleden sonrası, market etiketlerini değiştirmekten neredeyse canım çıkmıştı. Kiyanüs, Pentagon’un sırım boylu generallerine laf atıyordu..
"Ne de olmazsa emekli biri Kiyanüs..." dedim, "Başka ne yapardı ki?!”
Dede Efendi erken gelen bir Beethoven’di bizim için Büyük Baba’ya bakılırsa! "Çok sesliliğe cumhuriyetle kavuştuk hele şükür!"
"Nereye koyacağımı bilemiyorum onları! Sıkıştım anlayacağınız.... Her an başkaldırabilirler ve dünyayı kana bulamaları benim yüzümden olur! Zaten dünya, senaryo kurgularını da aşan bir karmaşıklık arz etmiyor mu ki bu kadar düşünüyorsunuz?” diyen o kadını da gözü hiç tutmamıştı. Prens'in, haddini bildirmek için dışarı çıkmasını beklemiştik, kapının önünde. Bekçi hiç şüphelenmemişti. Gölgelerimizin altında rahattık.
Daha sonra Baykuş Gözlü Kadın çıkıp gelmişti , yüzüme bön bön baktıktan ve de söyleyeceklerini bir kalıba oturtma savaşını yengiyle sonuçlandırdıktan sonra, "Hiç utanma yok mu siz de?" diye çıkışmıştı , "Onları böyle meydana dökmeniz hiç yakışıyor mu?"
Pandomimin ağzı açılıyor, başkaları da açılan boşluklara yerleşmeyi unutmuyorlardı. Eşimin mesai arkadaşıydı kadın, bunun için bu kadar rahat konuşabiliyordu benimle, zamanın nasıl geçtiğini unuttum, Cücelerin yolu kestikleri o akşam, sabahı nasıl ettiğimi, karımın parmak uçlarında büyüyen zamanı, iki Girit Kuşu'nun memeleşen gerdanına uzanıp öylece kaldığım hayalin boşluğunu bu kadar çabuk atlatabileceğimi göremeyecek kadar, kadının siluetine dolanmıştı belleğim. Hatta beni nasıl tanımadığına şaşırmıştım..
Yüzündeki kibir bir şaşırtmacaydı, oynamayı seviyor olmalıydı. Şehrinaz'ın hatırına daha fazla üstelemedim, yürüyüp çıktım; dışarıda yağmur daha yeni yeni atıştırmaya başlamıştı, hüzün ve kusmuk ikisi bir arada şehre yeni bir ilham kaynağı oluşturan güzel bir ikili düşüncesini bu sefer tuttuğumdan gülümsemeden duramadım, sonra kendimi alamayarak onca insanın içinde ne düşüneceklerini umursamadan, "Oh, Dear!" demiştim, "Sana inanmayan boşlukta salınırken amuda kalkmış bir maymun zencisidir!"
Bilgisayar ölüleriyle dolu bir mezarlığa gelmiştim sanki. Genç çocuğun pişkinliği yüzünden akan bir cennetti, Mefısto'dan çok, Kalvenizm’le yıkanmış jakobenliğin kokusu tütsülenmişti.. aynı şerbet tabakasıyla çağın rahmine akıyorlardı.. Tanrıların arabaları ölüm ve çıldırmışlık doluydu, Sevgi’nin parmaklan dişlileri arasında kalmış bir umutsuzlukta, kitapta daha fazla bir şeye rastlayamadığımdan buraları kendi hâyâl gücümle doldurma yoluna gidebilirdim ancak.
Şehrinaz bana gülüyordu, böyle bir senaryonun yazılamayacağını ikaz ettiği gün misafirlikten yeni dönmekteydik, yağmurun şıpırtısı kulaklarıma asılmış bir meme ucu gibi kaygan ve kışkırtıcıydı. Çarpışma ölüm kadar çarpıcı ve bellek sakatlayıcı olmayan bir imge yuvarlanmasıydı. Araba ve Cazibe konusu belleğime böyle yerleşmiş, Şehrinaz da seyirci kalmıştı.
‘Cendel’deki araba merakı, Araba Sevdası’nın yazılışından bu yana Türk insanının kafasını kurcalayan bir şey olsa gerek’ esprisine gülümsemekle yetinen Şehrinaz'a sonsuz şükran duygularıyla bağlı oluşum, birilerini yine incitmişti. "Yağmurun yine gülme krizi tuttu...." demiştim, Şehrinaz ne söylediğimi anlamamış; dik dik yüzüme baktı, “Dikiz aynasında hayaller birbirine kavuştu, orada öpüştüler, gerçek hazza kavuştular”, dedim, dünya onlar için yeniden keşfediliyordu.
Karşılaştıklarında ayna kırılacak sanmıştım, gerçek yüzüme, şimdikine, gelecektekine sahip olacağım yüze bakıyordum. Güzel ve hülyalı bakışlar çekilmedi önümden, yağmurun gülme krizine nasıl tutulduğunu anlattım, “Kodlamada bir yanlışlık oldu”, dedim, “Şehrinaz'ım, sonumuzu kimse bilemez artık..”
Sirenler ötmeye başladığında tehlike çanları çalmaya başlayacak demekti çağın birey tekleri için.
Yüzündeki Meryem'i seviyordum, dokunulmamış ve sözcüklerin dışındaki dünyaya kapalı alanda yürümek, en güzeliydi belki de çılgınlıklarının.. Nissan'ın iri cüssesi bunları kaldıramayacak kadar sivil itaatten yoksun bir dişliydi.. yosunlu dişlerinde kıvrılan hayat eşim Şehrinaz için tekin sayılmıyordu.
Araba Sevdası tarihin bellek çarpıntısında yerinden oynamış yalama bir vida işlevi görmekteydi şimdi. Üniversite yıllarında da Cendel’de araba sevdasının uçlarını yakalamak o kadar güç olmamıştı benim için, ne zaman Araba Sevdası’nın Türk Edebiyatı’ndaki yeri ile ilgili söz açılsa, lafı döndürüp dolaştırıp otomobillere getirmeyi seven Cendel’le arkadaşlığım üniversite yıllarına kadar dayanıyordu, bazı günler rüyalarına da mutlaka otomobillerin girdiğini düşünüyordum.
O yıllarda pirelerden çok korkarmışlar.. Korku'nun Tarihi üzerine bir araştırma kitabı neden yazılmadığı ciddi ciddi beni de düşündürmeye başlamıştı. Gülme Üzerine Bergson'un, daha sonra da diğer birkaç filozofun araştırma kitabı vardı, ama Şehrinaz "Yanılmıyorsam eğer" demişti, "Kemal Tahir'in bizim insanımız az güler sözünü hatırlatırım!". Daha sonra bunu yakın tarihten örnekler vererek süsleme yoluna gitmişti sevgili eşim..
Cendel’le ben de hala diretmekte kararlıydık, hatta işi biraz da pişkinliğe vurmayı ihmal etmeyerek.
Temkinli olmayı elden bırakmayarak, "Bilgisayarda oynamak için oyun arıyordum!" demiştim sarışın tezgâhtar çocuğa, bir şeyler karıştırmak için buraya geldiğim kolay kolay söylenemezdi, kuşkulanılacak bir şey yoktu ortada.
Renkli bir yolculuk için beni görevlendirmişler gibi içimden geçenleri açmaktan çekinmemiş, istediğim şeyleri bir bir sayıp Mavi Tuna'nın önüne dökmüştüm. -Neden Mavi Tuna adını takmıştım sarışın çocuğa anımsamıyordum, anımsadığım-
"Tam sizin istediğiniz bir oyun!" demişti çocuk, "Geçen hafta geldi efendim., adı.. CIVILIZATION!”
Bilgisayar disketi elimde mağazadan çıkarken, kasabın kuşku dolu bakışları gözümün önünde asılmış yuvarlak ıslakça bir toparlağa benzemişti. Şehrinaz'ın surat astığı günler birikerek üzerime aktığından, akıntıda boğulup gitmiş bir münzeviyi andırıyordum daha çok.
'Münzevi Ağladığında' şarkısını söyleteceği kız çocuğunun son günlerde morali bozuktu dedim, bu yüzden ona açılmakta bir hayli zorluk çekmişti. Annesi pencereden yağmurlu caddeye bakıyordu, demir yolu raylarının kavşaklara ayırdığı ve yolun bir yerde düğümlendiği cadde sabahın erken saatleri olduğu için belki de bomboştu.
Sarı yağmurluklu kadın limana inen sokağa sapmak üzereydi, annesi yine kederliydi, dindar bir kadına bu kederi yakıştıramıyordu, kulakları yine ezan sesinde olmalıydı –ezan mı sala‘mı belirsiz aslında, sanırım son zamanlardaki sala duyarlılığım genetik bir aktarım..-, kanatlanmış uçuyorlardı düşünce sinekleri ve sinekli Tanrının hediyelerine kavşak yapan eğrinin üzerindeydi hepsi.
Uykularından uyanarak saf saf önünde dizilmişlerdi. Çocukları kıskanıyordu. Tuhaf bir biçimde kadın ortadan kayboluyordu. Bilinci sakatlanmış adam da peşine. Varlığıyla yokluğu birdi her zaman.. Sanki silikliğini kanıksatmıştı hayat ona, bilinmezliğine yollanmış bir çöl kahramanı, sonra bulunan ağız hiçbirinin kulağına uymamıştı. Yaşadığı dünya ne kadar ilginç olmalı diye kuşku çemberine tutunan bir insanı andırması O'na daha da ilginç gelmeye başlamıştı.
***
Mankenler sıraya girmiş cam podyumda yürüyor, ruhların ellerinde eğittikleri kameraların gözde varlıkları onları bir kez daha kutsadığından gözlerinden mutluluk ışıltıları yayıyorlardı, gözlerin üzerinde etiketlenmiş firma adlarından çok bir coşkunun ikiyüzlülüğüydü onlarınki.
Ama yılmamıştım işte... "Demek öyle!” demiştim başımı sallayarak, "Düşman şehirleri işgal edip, onları ele geçirebiliyorsun!” Tam o sırada daldım, yüzüm aynanın arkasına savrularak çarpıldı, kendimi bulduğumda neredeyse tanınmaz bir hale gelmişti..ürkütücü bir hâli vardı, bu yüzden kim olsa korkardı, ilginç bir değişim geçirmişti.. Mavi Tuna'nın eli tezgâhın altındaydı, disketlerden sonra broşürleri de çıkarıp bir reçete yazmakla meşguldü o insana sanki. Solukları düzenliydi, heyecanını yenmiş bir insanın soğukkanlılığıyla hareket etmekteydi dışarıdan bakıldığı zaman.. Bir ara oradakilerden de, yaşanan her şeyden, dünyadan bağımızı koparmış.. baş başa vererek sohbete dalmıştık. Sanki çok önemli şeyler konuşuyormuş gibi -ama yine de kimseye çaktırmadan- ben sormuş, Mavi Tuna'da elinden geldiği kadarıyla yanıtlamaya çalışmıştı sorularımı....
"Bütün medeniyetleri yok ediyorsun ne güzel. Daha sonra uzayda bir koloni kurmaya geliyor iş.... M.S. 2050 yılına geldiğinde oyun kendiliğinden bitiyor, oyunu bitirebiliyorsun!”
"Zatıâlileri bu kez yanılmıyor" diyecekti, bilgisayar oyunundan esinlenerek senaryonun gitmeyen kurgusuna ışık tutmuştu farkında olmadan, enine boyuna düşündüğüm halde burası neden gözümden kaçmıştı anlayamıyordum bir türlü, ama şimdi yüreğim rahattı, yine de üzerine kuşkuları fazla çekmemek için senaryodaki gibi yumuşak bir sesle, karşısındaki insanı ürkütmeyecek saflığıyla, "Bitmesi şart mı?” diye soran da bendim, bir başkası değil! Zatıâlileri bu kez yanılmıyorlar... Bu kez yanılmadığımı görecekler, hepsi özür dilemek zorunda kalacak benden.,...
"İsterseniz açıklayabilirim!" diyerek hayallerimi yarıda kesmişti Mavi Tuna. Sonra bilgiç bilgiç açıklamıştı.. "İstediğin kadar sürdürebilirsin. Hepsi senin elinde, sonra tuşlara benim değil senin elin dokunacak .."
İsa'nın dediği gibi Tanrı’nın eli onlara orada dokunacak ve yer ve zaman ve tarih silinecek.. ta ki kendileriyle baş başa kalıncaya kadar. Olur ya bir işim çıkar, oyunun da en heyecanlı yerindeyimdir, o zaman ne olacak diye çıkıştığımda gerçekten de kendimi bu oyuna kaptırmış gibi görünüyordum.. sıkıntı içerisinde olduğumu gizleyemediğim için suçluluk da duymaktaydım.
Ama yine de birkaç dakika sürdü bu sıkıntı, çabucak sıyrılıp yine eski şen hâlime döndüm. Sonunu düşünmediğim bir yolculuğa çıkmakta kararlıydım. Mavi Tuna, müşterisinin yapmacıktan uzak incelikleri karşısında bir an afallamıştı, ilk kez böyle biriyle karşılaşıyordu sanki. Samimiydim. Bu tiplere artık senaryo sayfalarında karşılaşıldığını biliyordu, kim bilir hangi senaryo kaçkınıydı, ya da oynamayı seven bir çılgın.
Kadının karşısında diz çöken Raskolnikof samimiyetiyle, aynı kefeye konulacak istismar bir senaryo yazılarak kefaretini ödeyebilirdi ancak. Böyle bir insanla karşılaşan Mavi Tuna belki de bu yüzden müşterisini daha fazla oyalama gereği duymadı . Kimselerin olmadığına iyice emin olduktan sonra, eğilip kulağıma, "Oyunu kaydedip, sonra devam edebilirsiniz!” demişti. Kendilerini konuşmaya kaptıran bu iki insan etraflarında ne olup bittiğini göremiyorlardı artık.
"Sizden özür dilerim!" dedim, "Epey vaktinizi aldım .."
Tam da toparlanmış gidecekken gözüm broşürdeki rakamlara takılmış, artık her şeyi göze alarak "Affedersiniz!" demiştim sesimi biraz daha incelterek. "Bu rakamlar neyin nesi!”
"Şehirlerin derecelerini belirtiyor!" demişti Mavi Tuna.
"l'den 25'e kadar ama!”
"Evet, şehirlerin dereceleri l'den 25'e kadar!"
"Neden, acaba?”
"Şehirlerin gelişmişliğini göstermesi için. Şehri eline geçirdiğin zaman, o şehrin zenginliğini de ele geçirmiş oluyorsun!”
"Peki, bu kavgalar?” dedim.
"Danışıklı dövüş gibi” Başını önüne eğmiş konuşuyordu.. "Hayır, hayır... Casus diplomatlarla yabancı ülkede isyan çıkartabiliyorsun. Evet, bir teknik sorunu. Ajanlarla teknoloji çalabiliyorsun."
Ne tuhaf değil mi, casusluk düğmesine bastığında silindir şapkalı, diplomat kişiler beliriyordu ekranda..
"Ancak bunlarla gelişebilirsin!" sözleri hala kulaklarımda çınlayıp durmaktaydı sanki. Bir an yine sessizlik olmuştu, ikimiz de hiç konuşmadık, gözlerimdeki ışığa bakamamıştı Mavi Tuna. Etkileri hakkında açıklamalara giriştiğinde yağmura davetiye çıkaran yalnızlığının parmakları, "Zaman’ın Parmakları! anlatısındaki eğimle aynı parabolde birleşmişlerdi. Yasef’in son duasıydı bu!
Köşeye sıkışmış farenin nokta olma tutkusuna bir çözüm getirmedikçe kedilerin baş dönmesi anlaşılamayacaktı hiçbir zaman.. Uçmayı yeni öğrenen serçe kuşun yavrusu da, aynı sapanın taşına endekslenmiş ömrünü bu yavaşlıktan çıkarması için, toplumun batıyla aynı değişimleri geçirmesi şart mıydı?
Karımın beni beklediğini nasıl oldu da unuttuğuma köpürmüş, kendi kendimi ilençlerken Mavi Tuna'nın şaşkın bakışları gözlerimin önünden hiç gitmemişti bir zaman, arabanın içindeyken de aynı bakışlarla cedelleşmiş, ne yapacağımı bilememiştim o sıra. Teybi açmakta bulmuştum çareyi.
Psikolojiyi şöyle etkiliyordu:
1- Acayip bir yönetme, yok etme, ezme hırsına kapılıyorsun!
2- Devletin toplumu kendi çıkarı için kullanan bir güç hâline gelişini görüyorsun.. ama, şehirde yaşayanlar için bir şey fark etmiyor.
3- Yok etme ve Gelişme.. Devlet toplum için değil, toplumun devlet için var olduğunu anlıyorsun
4- Artık insanları rahatlıkla göz ardı edebiliyorsun. Evet, insanların refahını yok saydığın için , oyuna kapıldığında bunları görmezlikten gelmeye başlıyorsun!
Sonra göz yırtılmıştı, makinelerin sesi duyuluyordu, korkunç suratı bir insana benziyordu, yüz yüze nasıl oturduklarını anlayamıyordu doğrusu. Yırtılan gözün ardında o dünya açılıyordu, eski dünya hayal meyal gözlerinde tütmekteydi, GÖLGESÎZ ŞEHİR'e gelmişti, insanların mutlu olduğunu sanıyordu, ağızları ve burunlarından çıkardıkları hava kabarcıklarını başka neye yorabilirdi ki?
Kadın yine tatminsizdi, erkekle kadının arasında bir ırmak akmaktaydı, bağbozumu zamanı olmalıydı.. Birbirlerine karıştıkları zaman göz daha da yırtıldı, ürkünçlüğü öldürememişlerdi, bu sefer kesici aletleri deneyeceklerdi.
Yosunlu duvarda Goya'nın bir resmi asılıydı, kadın ona baktıkça memeleri büyüyor, bir ahtapota benziyordu daha çok. Ahtapotun kolları şehri sarmıştı, kaçışı olmayan bir yöne savrulmuş gövdeleri yeni hayat bulmuşçasına birbirine sımsıkı kenetlenerek bir zaman kaldılar öylece.
Sonra kadın, gözbebekleri akmış yaratıkların yanına gitti, Ahtapotun kanını emmesine müsaade eden Yemliha'nın İkizi olmaktan memnundu. Soyunun lanetini bundan böyle boynunda taşıyacaktı, ona bakanlar bir daha unutamayacaklardı, hayatlarının yettiği çizgi silinene dek, hep onu sayıklayacaklardı.. ahtapotun yumuşakça kollarından sağılmış bir şehre gidenler aletlerini ateşlemeyi unutmuşlardı, bir zerreciğin yaptığı şey akıllarını başından almıştı, Komutan Dehhak geldiği şehri haritadan ne zaman sildiklerini bile öğrenememişti, belgelerinde ve tutulan kayıtlarda göze çarpan önemli bir bilgiye rastlayamadı.. Kötümseme, şıklara ayrıldığında yapışkanca sıvı kasıklarının orasında iğreti bir biçimde dolaşıp durmaktaydı. Kaşıntısını azdırmasından korkuyordu, onun için pek el sürmedi. Dünyaya böyle bir yalnızlığı bağışladığı için mutlu olmalıydılar!
Bellek yitimine uğrayan insanlar topluluğunun yaşadığı GÖLGESİZ ŞEHİR‘in ilk kayıtlarda adı Şehr-ı Yâr olarak geçmesi, Komutan Dehhak'ı yine de düşündürüyordu. Babasının anlattığı şeylerle bir ilgisi yoktu gördüklerinin.. Onun uyanışı da soyunun lanetini kasıklarının arasında bir sıvı olarak taşımasını gerektirmişti. Belli ki bu bir cezalandırmaydı, ahde vefasızlıktan dolayı.
Yeni kimliğini beğenmesi o kadar zor olmamıştı.. insan olduğunu unutacaktı. Gözleri iki derin kuyuydu, çağa eklendiği yerden kadınlar yürüyorlardı, meydanı bir mahşer kalabalığına çevirmişlerdi, çocuklar annelerinin gözyaşlarından dikilme gömleklerini sırtlarına geçirdiği gibi kendilerini parka zor atmışlardı.. Destigayp’ın gözü yine de yaşlıydı, makinenin pisliği bitmiyordu, kafasını kesmiş top oynanışlardı onunla, yetmedi mızraklarının tepesine dikerek meydan meydan dolaştırmışlardı onu..
Hüdhüd'ün kanatlarına bulaşmıştı bu kir. Yaşı olmayan, tarihi olmayan insanın yaşadığı yer de o tepenin sırtında yer alıyordu, mağarayı andıran bir kovukta günleri birbirine dolayarak yalnızlık gergefi işliyordu annesi Yemliha'nın parmak uçlarından., Sarıldığı ceset kimliksizliğinin iğneli fıçısı gibi bir şeydi. Bin yıllık bulutun altında Yasef’in gördüğü gözü aranıyordu Hüdhüd.
Gözlerini emanet ettiği kadın, o kuyuda feci bir halde can verirken, ölüm hayattan bu kadar uzaklaştırılmamıştı, kamuya hizmeti sürüyordu anlaşılan.. Gözyaşının miladına gittiğinde hiç ummadığı bir şeyle karşılaştı. Yüksek Sıvı’yı ele geçirenler, deneylerini laboratuvarda sürdürmek için özel bölmeler yapmışlar, bölmelerin üzerinde de yine Hüthütün izleri silinmemiş, onlara kötü bir rüya olarak miras kalmış, yüzlerini görüyorlar aynalardan.
Cemal Çalık, 10.03.2016, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Düşlerin İsyanı, Roman