"Yaşamım düş kurmakla geçti ya!"
“Devler balçıktan yapılacak şeyleri öğrendiler.
Bir kalıp hazırlayarak hafif tuğlalar döktüler.”
Bir kalıp hazırlayarak hafif tuğlalar döktüler.”
Firdevsî
Bölüm Dört
-V-
"Eee...Sonra!” dedi Şehrazat.-V-
Yüzüne baktım, her zamanki gibi rüyalıydı, garip bir hüznün tülleştiği coğrafyada nasıl dolaşacağımı şaşıran ben, karşımdaki yüze sıra gelince her şeyi unutuyordum, her şeye baştan başlamak zorunda kalan ben, sorgulayan bir insandan artık etkilendiğimden midir nedir ipin ucunu kaçıracağımdan korkuyordum, büyünün bozulmasını istemesem de sanki bu masal bir yerde bitecekmiş gibi bir hisse de kapılmıyor değildim, ya biterse gerçekten? Bu fikri hemen kovdum kafamdan, "Sonrası bizim kırılmışlığımız!" dedim, "Hepimizin kırılmışlığı!”
"Herkesin mi?” diye sordu.
"Evet.. herkesin!"
Yüzüme baktı, yüzümde oyalandı, son şeker çuvalını tekneye dökmüştüm, neredeyse bitmek üzereydi... Ona kırılmışlığı, incinmişliği nasıl anlatacağımı düşündüm, senaryoda böyle bir
bölümde vardı, Cendel’in peşine düştüğü eksikli kitabın en gözde bölümlerindendi, başka türlü olmayacaktı üstelik....
"Dinle, bak!" dedim, "Bundan sonrakiler çok önemli!”
"Anlat o zaman!" dedi, "Haydi!"
"Cendel’in senaryomun eksikli kısımlarını ele geçirdiği günü anımsıyorsun değil mi?”
"Evet!" diye yanıtladı.
"Başının derde girmesi de eksikli metinlerden oluyor.." dedim,
"Şöyle ki.... “Sözcükler Üzerine Kaygılar”da yazılanları hiç unutmayan Cendel, bilinci sakatlanmış kadının karanlık öyküsünü, sonra nasıl ortadan kaybolduğunu ve o bitip tükenmeyen macerasını okuduğunda o kadar şaşırmamıştı. Bunlar yaşadığı şeylerdi, Şehrazat’ın geçmişe dair böyle bir kazı çalışması yapmayı esinlendiği gece çalıştığı yayınevinden korku senaryosu teklifi aldığını söylemiş, telefonda bile nasıl heyecanlı olduğunu sözcüklere dökemeyecek kadar, hem de kendini kaybettiğini bir bir anlatırken yemek masasında kahkahalarla yarıda kalmıştı anlattığı şeyler.
Kör Baykuş'u yeniden yazıp yazamayacağını soran yayınevi editörü' nün ciddi olmadığı söylenemezdi doğrusu. Kitabın bir yerinde rüyayla hayatın birbirine karıştığı o anı anlatmakta oldukça başarılı olan “Ferzenizm”i neden unutamadığını şimdi daha iyi anlıyordu. Sanki şimdi kendisi de oradaydı, Şehrazat'ın yanında durmuştu, belki de öyküyü daha da ileriye götürmekten korkuyor olmalıydı ama Cendel.”
Yine aynı ciddiyetini koruyarak "Benimki sadece bir merak!" diyordu, "Başka ne olabilir ki?”
"İyi o zaman!" diyordu Cemşid, rahatlamış olarak, dalgınlığının geçmesi o kadar uzun sürmüyordu hayalinde. Hep karşıya bakan bir insan kılığından onu kurtarmayı başarmış, rahat bir soluk almıştı.
"O gördüğün mavi şamdan var ya!”
"Karşında duran şey.."
"Akreplerin Dansı’ adlı öyküde geçen çocuğun evlatlık alındığı köşkün Hanımefendisi’ne aittir...."
Sonra da zaman kaybetmeden Akreplerin Dansı’nı anlatmaya başlıyordu..
"...Bundan yıllar önce doğu illerinin birinde dünyaya Şehrinaz yüzlü, nasıl derler ay parçası gibi bir çocuk dünyaya gelmişti. Sadece ilginç olan şey çocuğun gözyaşlarıydı. Mavi yüzlü çocuk ne zaman ağlamaya başlasa, gözyaşlarının kristalleştiğini gören anne baba bunu ilk başlarda hiç kimseye anlatmamışlar, lanetleneceklerinden korkmuşlardı. Çocuklarını sevdikleri için ellerinden geldiği kadar gözyaşı dökeceği şeylerden uzak tutmaya çalışmaları kim bilir ne kadar hoş bir şeydi bir çeşit gözyaşı mektebinden başarıyla mezun olmaları bu sınava dahil edilmişti sanki, ulu Tanrı onları bununla sınamaktaydı belki de. Her şeyden önce böyle bir sınavı başarıyla sonuçlandırmak o kadar kolay olmayacaktı."
"Oldukça ilginç!” demişti Şehrazat.
"Evet!” demişti Cendel de.
Cemşid bir an durup ikisinin de yüzüne bakmış, sonra gözlerini Duvarlı Ayak Aynası’na dikip sessiz kalmayı yeğlemişti. Sonra yıllar önce Cemşid’in de buraya bu öykü için geldiğini anımsamıştı, yüzündeki gülümseyişiyle. Bu dalgınlıktan onu Şehrazat’ın yoğun soruları çekip çıkarmıştı.
"Sonra..." demişti Şehrazat, "Sonra ne oldu!”
"Çocuğun özel bir bölmede saklanması kadar daha doğal ve akla yatkın bir şey olmasa gerekti!” demişti Cemşid. ''Baba bu yüzden gecesini gündüzüne katarak, dünyaya gelen ay yüzlü çocuğuna camdan bir bölme yapmış.. bu korunak, onu kötülüklerden hem de kendinden koruyacağı için yaptığı şeyden büyülenmiş adeta!."
"Kendisi bile şaşırmıştır buna!” demişti Cendel buna benzer öyküleri çok dinlediği için.
Cemşid, "Evet, doğru!” diye onu tasdikleyince..
Cendel, kayıp sevgilisinin yüzüne nasıl der gibi bakmıştı, çünkü kim ne derse desin her şey düşündüğü gibi çıkmıştı.
"Bir yerde yalıtıp, özellikler taşıyan cam bölmenin karşısına geçip baktığında büyüleyici manzaranın karşısında neredeyse aklını kaldıracakmış Yasin!" diyerek öyküye kaldığı yerden devam eden Cemşid bu sefer de Şehrazat’ın "O da kim!” sorusuyla bölünmüştü. Başını sallayıp, bir iki yüzlerine bakıp, bırakın da şöyle güzel güzel hikâyeyi anlatayım der gibi ikisinin yüzüne baktıktan sonra..
"Babanın adı Yasin imiş! " demişti Cemşid. "Görenleri şaşkına çevireceği için yaptığı şeyin etkisinde kalan Yasin ve onun sevgili eşi Sebe her akşam cam kafesin karşısına geçerek büyümekte olan çocuklarını seyre koyulmayı bir alışkanlık haline getirdiklerinden geçen günlerin bile farkına varamayacak kadar unutkanlaşmışlar.. bunu ilk gören insan da yine eve gelip giden uzaktan akraba da sayılsa Ezop olmuş.
Sonra çocuğun ağladığında gözyaşlarının nasıl kristalleştiğini, o kadar parlak cisimleri o güne kadar hiçbir yerde görmediğini, ne de buna benzer bir şey anlatıldığını .. Yasin’le Sebe'ninse büyülenmiş bir biçimde cam kafesin karşısından hiç kalkmadıklarını, bir bir anlatıp durmuş köylük yerde. –tam bunun Çehov’un bir öyküsünden araklanma, Çehov’un kahramanları da aynanın karşısından ayrılamıyorlardı, diye düşüncemi belirtmek aklımdan geçtiyse de, susmanın daha yerinde olduğuna karar verdim -Lanetlendiklerini, belki de ulu Tanrı’nın onları böyle bir cezalandırmayla denediğini, dahası akıllarını başlarına almaları için böyle bir uyarıda bulunduğunu sanıyorlar.. köyde gizli ilimlerle uğraşan, diğer lakabıyla Simyacı Musa sanılarını daha da pekiştirebilmek adına açıklamalarda bulunuyordu. Dilden dile efsaneleşerek büyüyen öykü, padişahın sarayına kadar ulaştığı günlerde ülkeyi bir yas havası saracaktı herhalde. Bunun kadar doğal ne olabilirdi.. bütün ahali, kadını, yaşlısı, genci çocuğu demeden kim varsa yasın karanlığında boğulup gitmekten, küçük bir şikâyette bile bulunmayacak kadar gözü kara geçinirlerken bir yandan da padişaha itaatleri görülmeye değermiş? "
Cemşid, öyküyü bitirdiğinde, gözlerini yine karşısında duran mavi şamdana dikerek bir zaman susmayı tercih etmişti. Dışarıda yine bir sonbahar yağmuru başlamıştı, billur damlaların camlara vuruşu erişilmez duyguların kapısını aralamak üzereydi, Ernüvaz da etkilenmiş bir halde -neredeyse hipnoz olmuş gibiydi-.. Nereye baktığı anlaşılmıyordu. Sonra aklına yeni bir şey gelmiş gibi neredeyse Büyük Hala’nın yaşında olan Cemşid, "Burayı da unutmamanız gerekir...." uyarısında bulunuyordu. Şehrazat dik dik yüzüne bakınca "Şöyle ki efendim!" demişti, "O çocuk soyunun lanetini gözlerinde taşıdığı için kimse kolay kolay gözlerine bakamaz! Çünkü gözlerine bakanlar hep aynı hülyaya kapılırlar!”
Ferzenizm kitabında da üç aşağı beş yukarı aynı şeyler yazmaktaydı. Bir farkla ki, evet, bir farkla diyordu kendi kendine Cendel hayalin boşluğunda, başka görüntülerin buraya sıkışmasını istemediğinden belki de.. çocuğun gözyaşlarının kristalleşmesi doğruydu.. bu fikirlere aynen, o da, katılıyordu katılmasına, bunun aksine bir iddia da bulunmak budalalık olurdu zaten.
Ama kitapta soyundan gelenler bunu somutlaştırmak adına bir takım çabalarda bulunmuşlar, gözle görülür bir yanlışı sanki büyütmek istemişlerdi. Kristalleşen gözyaşlarından şamdanlar, mumluklar, vazolar, gözyaşı şişeleri, daha buna benzer bir sürü şey yapıyorlardı. Hatta onların da, tıpkı Şekercilik loncasına benzeyen bir lonca kurdukları, yine bir söylenti olarak varlığını sürdürmekteydi. Çünkü aylardır ilk defa böyle bir olay başına geliyordu.
Yorgunluk ve içinden çıkılmaz Mayıs ayını hiç yaşamak istemediğini söylerken ne kadar da içtendi, duygularına söz geçiremediği nasıl da hareketlerinden, yüz ifadesinden, havada yaptığı anlamsız el kol hareketlerinden anlaşılmaktaydı. Asansör kapısı açıldığında kendini dışarıya zor atabilmişti, kadın da onunla birlikte merdiven sahanlığına çıkmış, sonra Cendel, soluğunu tutarak ona dokunmak istemişti.. dudakları mavi rujla boyanmış olan bu kadın, ona bilinmez bir alemin sırlarını açacak gibi geliyordu, dokunduğu dünya, elini attığı her şey mavi bir renge boyanacaktı sanki. Sonra kadın merdivenlerden süzülerek ortadan kayboluncaya kadar ardından baka kalan Cendel, kapının önünde bir zaman belleğinin aydınlığa kavuşmasını ve kendisini iyi hissedinceye kadar kapıyı çalmamayı düşünmüştü.
Tüm anlamların gizlendiği bölmeyi keşfetmiş gibi sevinçliydi, kapı kapı dolaşan tuhaf kıyafetteki insanları, aynı zamanda Şehrinaz’ın da içlerinde olduğu öndeki kalabalığı daha önceleri başka bir resimde de gördüğünü anımsayarak kapıyı çaldı bir iki defa.. salonun loş aydınlığında, bilmediği o kadından, asansörde gördüğü ve tanımaya çalıştığı kadarıyla mavi dudaklı o kadından işte bir ize rastlayamadı, geniş perdelerde solup giden bir hayali sonuna kadar vardıramadığı için telaş ve suçluluk içindeydi, senaryodaki yüz onu bile bile terk etmişti sanki.
Akşam gazetelerini okuduğunda da yine o kadının kapısını çalacak hissine kapılmıştı bir an, belki de bu yüzden gazetelerin hiç birini dikkatini vererek okuyamadı, salondaki akvaryumda Japon balıklarına eskisi gibi fazla bakamadı, çalışma odasındaki Şehrazat'ın duvarlara yapıştırdığı eski film artistlerine de bir anlık alışkanlığın verdiği duyguyla bakabilmişti ancak.. Duvarların solgun açık pembesi içini okşayan diğer resimlerle aynı paralelde yer alıyordu, çiçekleri sulamadan gitmiş olmalıydı, Destigayp.
Aynı şekilde.. yolculuk ve ölümün dayanılmaz gücü Ernüvaz’a bir şeyler göstermek istiyordu sanki.. Bundan sonraki dakikalarda Cemşid, böyle normal bir anlatıyı içinden çıkılmaz hale getirdiği için Şehrinaz’la karşılaştığı güne gitti.. Aynı şeyleri günlüklerden büyük bir titizlenmeyle çıkarması ve belleğine yerleştirmesi o kadar fazla zamanını almamıştı.
Geçmişi ölümlerle ve ortadan bir sır gibi kaybolanlarla dolu bir senaryonun nefes kesen serüveni oldukça merak uyandırıcıydı.. televizyonda izlediği filmlerde meraklandığı sahnelerde yaptığı gibi davrandı.. soluğunu tuttu ilk başta, yüzüne kan sıçramasın diye alnına ıslak bir bez parçası koymayı da ihmal etmedi, ne de olsa peşine düştüğü senaryo eğlenceli bir oyun haline gelmişti, kimi yerde kendini gülmekten bile geri alamıyordu.
Renkli bir oyun, rahatlıkla izlenebilecek anlatı şakalarıyla yüklü bir serüven örgüsünü çözdükten sonra, senaryonun karanlık koridorlarını aydınlatabilmesi için elinde oysa günlüklerden başka bir şey yoktu. Sonra gazeteci dostunu aramaya karar verdiği 7 Temmuz pazartesi günü dışarıya çıkıp, daha sonra da ortadan kaybolan bir insandan daha söz ediyordu Cemşid, hayali daha başka kahramanlar olup olmadığını şimdilik bilmese de Cendel, günlüklerin sonuna yaklaştıkça yeni kahramanlarla karşılaşacağını, akrostişleri, başka kadınlara yazılmış ateşli mektupları, kaybolmayla ilgili masal parçalarını, ayna öykülerini, sonu gelmez o yokluk ve kıtlık günlerini çarpıtarak masal şablonu haline getirmeye çalışan üniversite talebelerini, sevmiş ama sevilmemiş gençleri, gözü yaşlı anneleri, bir süre susan ve sustuktan sonra da konuşmaya takatları kalmamış gibi davranan kürsüdeki hatipleri -papağana benzetmiş miydi gerçekten Cemşid?
O zamanki gibi sanki yeni keşfediyormuşçasına nasıl da heyecanlanmıştı. Kitaptaki altı çizilmiş cümleleri bir bir kendi de okumaya başladığında akşamın ne de çabuk olduğunu anladı ve Cemşid’in daha başka hangi takma adlarla ortaya çıktığını bulmaya, bulunca da bunları Şehrinaz’a bir bir anlatmaya karar verişi aynı zamana denk gelmişlerdi. Cendel, araştırmalarının kesintisiz sürmesi için.. "Bu takma adlarla fazla oyalanmamalıyım!” derken, ne kadar haklı olduğunu birilerine neden anlatmak ihtiyacı duyduğunu kendine bile açıklayamazken, kapının zili çalmıştı.
Cemal Çalık, 24.03.2016, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Düşlerin İsyanı, Roman