"Yaşamım düş kurmakla geçti ya!"
“İnsan ancak tüm nesneler konusunda bilgi sahibi olduktan sonra kendini tanımış olacaktır.
Çünkü nesneler insanın sadece sınırlarıdır.”
Çünkü nesneler insanın sadece sınırlarıdır.”
Nietzsche
Bölüm Beş
-I-
-I-
Yazıhanenin kapısında büyük harflerle "Bilgi İşlem Merkezi/İşi Olmayan Giremez" yazısına gözüm iliştiğinde uzun uzadıya beyaz levhaya bakmış, sonra şaşkınlığımı yenemediğimden, Ferzenizm’in kayıp kişisi gibi belleğimin karanlığında bir belirip bir sönen görüntüleri yerli yerine oturtuncaya kadar bir zaman orada oyalanıp durdum.. yazının düşündüğümden de etkileyici olduğunu anlamıştım..
Aylar önce Feridun Bey’i buna ikna edene kadar nasıl akla karayı seçtiğimi anımsayınca, çaresiz gülücükler dağıtarak sabahın erken saatinde aynı pandomime kasabı da ortak etmek isteyişimin altında hiçbir şey olamazdı diyecektim, soluma dönüp baktığımda Şehrinaz derin uykusuna dalmıştı, beni dinlerken uykuya dalacağını bilmiyordum, Nissan'ın içinde onunla benden başka kimse yoktu..
"Rüya!” dedim, "Aslında her şey bir rüya!”
Nöbetçi olduğu günler çok yorulduğunu söyleyen kadına uykusundayken ne kadar masum ve el değmemiş fikrine kapıldım, bu rüyanın bozulmasını istemediğim için öykü kahramanımın yerine koydum kendimi, onun gibi hayale sımsıkı sarılıp öyle bekledim. Buyurgan ve denetleyici bir havaya sürükleyen yazıyı yine düşündüm.. büyüsünün insanı hizaya getirmesi bir yana .. kolay kolay sokulamayacağınızı daha başından ihtar eden bu sese kulak vermeli, kulak kesilmeliydiniz, artık bundan sonra bütün sorumluluk size aitti, sorumluluğu kabullenmiş olduğunuzu da göstermek için size son bir şans daha tanınmıştı.
Gizli yasanın sayfaları önünüzde açılıyor ve siz de kaşla göz arasında kabullenmiş oluyordunuz bunları. Böyle kati bir yönü de vardı, ya da hiç istemediğiniz olaylar başınıza gelebilirdi, dikkatli olmanızı buyuran yetkenin kesin tutumuyla karşılaşmanız sizi bu kadar şaşırtmamalıydı..
Başkalarının dünyasına hazırlıksız, izin almadan giremeyeceğiniz bu levhayla resmileşmişti bir yerde. Artık bundan böyle her insan istediği gibi içeri giremeyeceğinden, vara yoğa kapım çalınmayacak, beni rahatsız etmeyeceklerinden, en azından kendine bir çeki düzen verdikten sonra, işi varsa eğer, sorulması için bana başvurduklarında , ben de onlara bildiğim kadarıyla yardımcı olmaktan kaçınmayacağımdan bunu bir yenilik olarak kabul edebilirdi. Altı hafta önce, bir öğleden sonra, her şey yolunda gitmekteyken, yoğun bir tempoya kendimi kaptırmış olduğuma göre hafta sonu olmalıydı..
"Kalite Kontrol" firmasından gelen kişiler -Biri orta yaşlarda etine dolgun bir kadındı, biri de kır saçlı, ensesi kalın, göbekli bir vitrin insanı- ellerinde bir takım dosya ve çantalar Japon camlarıyla bezenmiş Bilgi İşlem Merkezi'nin kapısı önünde belirdiklerinde .. yorgun ve bitmiş halleri bana vitrinde yaşayan insanların dünyası hakkında bir ipucu vermişti az çok. Kiyanüs’ün de gözü önünde cereyan eden olayın komik replikleri, zembereğinden boşalan bozuk bir saatin işleyişi kadar ciddi bir komikliği çağrıştırdığından olacak, gülmüştüm.
Sonra saatleri kafamdan silip kendimi işe vermek isteyen bir insana benzemek için az çabalamamıştım, geniş ve derin koltuğa gömülen tıkız gövdemle birlikte.. Onunla ilk tanıştığım günü bile unuttum, evcilik oyununu ortaya kimin attığını bile birbirimize söylemekten kaçındığımız o gün, Şehrinaz'la birlikte gittiğimiz Sahaf’tan elimiz boş çıkarken hiç olmazsa yeni bir şey öğrenmiştik.
Karımın gözleri daha çok vitrindeki kitaplardaydı.. Agatha Christie peşinde olmalıydı.. vitrinin köşesi çeşitli bölümlere ayrılmış, her bölümde Sahaf’ın uydurduğu, kendi hayalindeki dünyaya uygunluğuyla seviyeli bu garip yolculukta, Şehrinaz doyuncaya ve hevesini alıncaya kadar sesimi çıkarmadan beklemiş, bir yandan da Sahafçıyı incelemekten kendimi alamamıştım.
KİTAPLARIN BAKIMI Bölümü’nde dikkatle uyulması gerekenler benim de dikkatimi çekmiş, kısa bildirisini okumadan duramamıştım. Kitapların yılda bir kez de olsa mutlaka elden geçirilmesini ve havalandırılması gerektiğini yazıyordu, bunun için de - kolaylık olsun için- birbirine çarparak tozunun alınmasının caydırıcı bir özelliği vardı, ama ciltli maroken kaplılar için bir şey yazılmamıştı, belki de bu sınıfa girdiği için, bir ayrıcalıkları yoktu. Kitapların renksiz deri cilasıyla cilalanması ihtar gibi gelmişti bana.. ayakkabı cilasının da olabileceği dipnotta verilmişti, bunlardan başka bir bilgi verilmediğinden diğer paragrafa geçmiş, kendimi avundurmak istemiştim.
1750 Sene evvel yapılan makineden Adam Broşürü karımın da nazarı dikkatini celbetmiş olmalıydı ki, ikimiz birden aynı bölümü okumuştuk, ama farklı imgeler çıkardığımız kesindi broşürden. Sonra karım Şehrinaz'ın sıkılmış bir halde bana baktığını, çalışma odasının aralık kapısından sızan sarı ışıkların altında onu tanıyamadığım bir kadın kılığına girmişti, o pelerini neden giydiğini ve aynaya baktığını anlayamadım. Eski zamanlara yolculuğum Şekerci'nin gözleriyle yarıda kalmıştı; saçı sakalı birbirine karıştığı halde buna Kiyanüs’üm nasıl müsaade ederdi ki?
"Anlamam!" dedim, "Ben hiç anlamam!"
Başımı salladım, öfkelendiğimi görmesini istedim. Bir çift iri, üstelik boş bakan göz üzerindeyken insan nasıl rahat olabilirdi ki? Saçları ıslak olduğuna göre dışarıda yağmur yağmaktaydı, yağmura yakalanmış bir insanın buruş buruş olmuş yüzünde yokluk gezinmekteydi.
"Boş ver!" anlamında başımı sallayarak aylardır çalıştığım Bilgi İşlem Merkezi'nden içeriye girerken, sanki tamamen değişmiş, bambaşka bir insan olmuştum. Kiyanüs henüz gelmemişti, Feridun Bey odasında olmalıydı. Kendimi yokladım; her şey yolunda olduğundan bir terslik görünmüyordu.
"Ağabey seni koruyor!" cümlesi dökülmüştü rengi nedense beyaz dudaklarımın aralığından., ‘George Orvel'in ‘1984’ adlı ütopik romanından alıntı bir cümleyle kendimi hoşnut etmeyi başarabilmiş bir münzevi gibiydim!" dedim. Şehrinaz, gel bak sevgili kocan ne hallere düştü şimdi!”
Bilgisayarın karşısında her zaman kendini mutlu bulabilecek şans alanlarını yaratmayı ilke haline getirdiğimden, her zamanki rutin işleri yapmaya koyulmuştum sonradan. Ama önce bir çay koymalıydım. Her yer aynaydı, dört bir yanım ayna, sanki aynalarla çevrelenmiş ilginç bir yaratık olmayı sürdürmem hoşuma gidiyordu, bundan gizli bir haz aldığım kesindi.. duyargalarımı bileyen bir şaşırtmaca, kulaklarımda yankılanan helazonik şeklin çıkardığı homurtu, kulaklarımı tıkamak zorunda kaldım.. Şehrinaz hala oradaydı, aynadan çekilmemişti, musluktan insanı deli eden bir ses geliyordu.. kör ve sağır ve suskun..
Çelik perdeler ilginç bir hava yaratmaktaydı.. siz dışarıdakileri görebiliyordunuz; ama dışarıdakiler baktığında sadece aynalarla karşılaşıyordu.
Japon pencereleriyle yine Mabet'i düşündüm.
Sonra o adamı düşündüm, yer altına nasıl indiğini.
Gazeteci Y.'yi düşündüm.
Yazar bozuntusu herifi düşündüm.
Gazeteci arkadaşının genelevi patronuyla pis işlere nasıl bulaştığını düşündüm.
Sonunda büyük para kazanma hayalleriyle nasıl hayata sarıldıklarını düşündüm. “Bunlar pis işler değil mi?”, diye soruyordu yazar bozuntusu herif?
Onun şizofrenisini düşündüm, çağın sorgulanmamış yüzünü sorgulayacaktım, hem üstelik çağın örtülü yüzünü kaldıracaktım. Kendimi böyle güvencede bulduğum için belki de..
Üstünlük kurma, baskı, ezme, yok etme düşüncesiyle kesiştiğinden belki de..
Bir yerde aynaları da kendi alanıma çekmeyi başardığımdan belki de.. evet, apayrı duygular yaşatmaktaydılar bana.... Aynaların arkasında yer alan masadaki marketin bayrağına, masa takvimine, kalemliğe, yeşil telefona, günlük gazete ve dergilerin bulunduğu bölmeye bakarken ‘her şeyin yerli yerinde olması ne kadar güzel’ diye geçirmiştim içimden.
Feridun Bey’in oturduğu masanın hemen karşısındaki duvarda asılı duran resme baktım; resim yine orda, yıllardır orda duruyor, ‘Kim bilir nelere tanık oldu bu adam, neleri gördü ve de hiç oralı bile olmadı’, dedim yine resme bakarak, kimsenin gelip gelmediğini görmeden.. her şey birden gördüğüm rüyanın izleriyle dolup taştı, bir yolculuğa dönüştü her şey.
Feridun Bey’in kimi zaman babasının resmine bakarak hayallere daldığı anlar canlanıverdi. Resimdeki insanın yüzünde hep aynı gülümseme vardı sanki.. onlara oradan bakarak gülüyordu..
Bilgiçliği, her şeyi ölçüp biçmesi, titizliği resimdeki yüzden de okumak ayrı bir ilim gerektirmiyordu.. İcatlar yapmayı seven bir insanı –Finamek Efendi’yi- oğlunun korkarak seyrettiği günlere gittim. Bir daha geri dönemezsem de olur! Benliğim iyice dağılmaya, benim olmaktan çıkmaya başlamıştı ki; öyle sus pus olmuş bir halde ona baka kaldım, ışığın gelmesini bekledim karanlığında odanın, ki her şey yine düzelsin, her şey eskisi gibi olsun.
Feridun Bey’in anlattığına bakılırsa, babası sanatkâr ruhlu bir insan olduğundan, hiç yoktan icatlar çıkarmayı severmiş. Onlar daha çocuk yaşta oldukları için o zaman, yani bu kente daha taşınmadan önce, kendi atölyesinde bir çok makine yapmış olan Finamek Efendi, duvarda asıldığı yerden bana bakıp gülmekteydi sanki. Oğluna gülümsediği gibi bana da gülümsüyordu.
‘Bir iş gezisi için gittiği Rusya'da gördüğü tarım aletlerinden esinlenerek yurda döndüğünde harman makinesi icat eden insanın asabiyeti, dillere destan olmalıydı’, diye düşündüm.. ‘Dedesinden ona geçmiş asabiyet silsilesi sonunda Feridun Bey’e kadar ulaşmış demektir bu da’, dedim. Yok...
Belirtilerini, bu güne kadar hiç görmedim. Ya Onun babası 'Hacı Yusuf '? Demirciler Çarşısı'nda asabiyetiyle ün salmış eskilerdendi, diyerek gülen Feridun Bey’i bunları bir bir anlatırken düşündüm sonra.. Büyük Müjgan Hala ile birlikte küçük torunlarını düşündüm.. bindikleri damalı taksinin içinde nasıl oturduklarını hayal ettim.. şoför "Nereye?” diye sormuştur, Büyük Müjgan Hala’da..
"Demirciler Çarşısı.." demiştir, "Nereye olacak?”
Şoför ya bir gaflette bulunmuş, ya da nasıl derler, Allah konuşturmuştur onu, Demirciler de kimleri tanırsınız diye bir soru yönelten sen misin? Büyük Müjgan Hala " Hacı Yusufları" demeye kalmadan, şoför de -yılların verdiği birikim ve meslek anlayışıyla meraklı oluyorlardı demek ki- alttan almaya başlamış, "Hacı Yusuf neyiniz olur?” diye bir soru daha yöneltmiştir eski siyah şevroletin içinde.
Belki de içinde bir kuşku belirmiştir, bit yeniğini temizlemek adına şoförün o anda dedektifmiş gibi davranması ne Büyük M. Hala’yı ne de küçük torunlarını kuşkulandırmıştır. Artık sabrı taşan orta yaşlardaki kadın "Kızı olurum!” diyerek kestirip atmıştır her şeyi bir çırpıda.
Şoför de şu tesadüfe bak sen! aynı yıllarda Hacı Yusuf'la birlikte Hac yolculuğu yaptıklarını, Mekke'yi ve Medine'yi dolaşırlarken onlara anlatılan izlerle dolup taşan yolları ve sokakları bir an olsun unutamadığından, kutsal topraklarda dolaşmanın ruhlarına doldurduğu havanın tuhaf bir biçimde bütün zerrelerine nakşolduğunu anlatma ihtiyacı duymuştur. Sonra durup kendime baktım, Şehrinaz’ım yoktu.
Kim bilir dedim belki de 'Asıl Öykü’nün Şeytan’ı taşlamada odaklandığını düşünen o insan nasıl da kıvranıyordu acıyla? Sonra olayı büyük kızına anlatmayı gerekli gören Şoförün hâlâ daha ‘Hacı Yusuf’tan korktuğu ve çekindiği bilinenlerin arasındaydı’, diye düşündüm..
Şeytanı taşlama sırasında Hacı Yusuf rahatsızlandığı için Şoför sırtlanmış, sırtında taşıdığı insan, Şeytan’ı sembolleştiren alana yöneldiklerinde at sürer gibi hiç de rahat durmamış, bir yandan küfrederken bir yandan da Şeytan’ı taşlıyormuş, ‘çok komik ve ilginç bir insandı sizin anlayacağınız’ sözlerine Büyük Müjgan Hala’nın tepkisinin ne olduğu, bilinmezliğini sürdürmekteydi o zaman, diye düşündüm. Hacı Yusuf demek böyle bir insanmış. Büyük oğlu kim bilir nasıldı?
Çelik Makası da yine böyle icat ruhu taşıdığı günlerden birinde yapmayı kafasına koyan Finamek Efendi’yi merak etmeye başlamıştım, Feridun Bey keyifliydi anlatırken, Kiyanüs da geniş koltuğuna gömülmüş dinlerken, yüzünde aylar önce gelen insanın ciddiyetinden bir iz bile yoktu.
Mağaza müdürü olmanın verdiği güven kim ne derse desin yine de yüzünden okunmaktaydı.. yeri geldiğinde kendini böyle gözü kapalı olayların gidişatına bırakabiliyor, ne zaman, nerede, nasıl durulacağını eski deneyimlerinden edindiği birikimle yeniden şekillendirebiliyor, yeni kalıpları zorlayarak belki de bir yerde kendini sınamış oluyordu.
O zaman bütün eş dost atölyenin kapısına toplanmış olmalıydılar.. O yılları düşündüm.. ÇELİK HARMAN MAKINALARI levhasına sabah Bilgi İşlem Merkezi'nin levhasına bakar gibi bakmış, sonra puslu camların ardında gizli duran hayallere uzanıp dokunmak istercesine iki elini siper edip -camlara bir iki dokunmuştum da - atölyenin yarı loş aydınlığında çalışan o insana bakmıştım.
Hayalin pusu ortadan kalkınca, her şeyi net görebiliyordum, hatta örsün başında demir döven Finamek Efendi’yle göz göze gelmiştik bir an.. inatçı bir ruh taşıyan bu insana şaşkınlık dolu, kimi de merakla bakan kalabalığın içinde sanki ben de vardım, şimdi bunları belleğimin karanlığına yerleştirmek ve orada saklanması gerektiğine inanmak istiyordum. Gecesini gündüzüne katarak o dev makineyi yaptığı yıllarda mühendisler de gözlerine inanamamıştır.. İlkokul diploması olmasına karşın, hayat mektebinden yetişmiş olan o insanı kıskanmış olmalıydılar..
Kapının hemen girişinde bulunan askılıkta Kiyanüs’ün ceketi asılı durmaktaydı, siyah şemsiye yine vitrinin sağında yer aldığına göre Kiyanüs’ün son günlerdeki dalgınlığı anlaşılacak gibi değildi. Vitrindeki aynada savrulan görüntülere baktım. Her şey istediğim gibi gidiyordu, bunlar beni yeniden umutlandırmıştı, artık bir şeyden çekindiğim yoktu.
Önce önüme bir aynalı kapı daha çıkıyordu, aynalı kapıyı açıp da içeriye girdiğimde renkli ışıkların bir yanıp bir söndüğü geniş odada buluyordum kendimi. Elinde kırbacıyla, ayaklarındaysa körüklü çizmeleri Kiyanüs'ün bilgisayarın karşısında durmuş oyun oynamalarını düşündüm.. Dehhak Döngel ile birlikte baş başa vermiş CIVILIZATION oynamaktaydılar.
Bilgisayarın ekranı aydınlığında yine Helaluya melodisi devreye giriyor, sonra Kiyanüs'ün çok sabırsız olduğu kareye atlıyorlardı. Sanki orada durmuş ona bakan yaşlı insanın yorgun kalbi 'Mavi Yakalı' askerlerine kavuşmak özlemiyle yanıp tutuşmaktaydı, hayalimdeki Dehhak Döngel ise daha çok Büyük Rumulus'u merak ediyordu. Bir strateji de belirlenmemişti daha, nasıl bir şey olacağını bilemediğinden iki eli bir pabuca sığmıyordu, işler ters gitmekteydi anlaşılan..
Bu kadar sıkıntılı görünmesi başka türlü açıklanamazdı. Pek hayra yorulası da olmadığından yaşlı Kiyanüs’e da bulaşıyordu aynı gerginlik. Resmin parçalanmasını istemeyen oydu, mutlaka bir bildiği vardı, yoksa bu kadar surat aşmazdı yaşını başını almış bir insan..
Sol eli diklemesine havaya kalktığında, başla komutunu bekleyen iki insanın sabırsızlığı yerini tedirginliğe bırakmıştı. İçeri giren yaka numarası 0017 olan genç kız depoya gideceğini bildirdiğinde ikisinden de çıt çıkmamıştı, çok sonra, o da, Kiyanüs hemen girişteki masanın solunda belirsiz bir gölge gibi dikilen kızı gördüğünde aklına yeni gelmişçesine daha bozuntuya da vermek istemeyerek başıyla "Evet, gidebilirsiniz.." anlamında bir işaret verdiğinde Dehhak Döngel’in sol eli havada kalmıştı, ne yapacağını bilmez bir haldeydi sanki.
Oysa her şeyi çığırından çıkaran olaya daha vardı, bunu bilmelerine karşın birbirlerinden saklama gereği neden duymuşlardı peki? Yoksa birbirlerine güvenmiyorlar mıydı? O zaman birbirlerine karşı haksızlık etmiş olmuyorlar mıydı böyle? Her şeyden önce aydınlatılması gereken soruların başında bunlar gelmeliydi. Ancak resmi oluşturan dokunun kayganlaştığı zamanlara gelindiğinde her şey bir çırpıda düzelivermiş, derin bir soluk almışlardı.
İkisi de mutlu görünüyordu; kaygıdan bir iz bile kalmamıştı, benliklerini bir giysi gibi soyunup bambaşka tıynette bir insan olmuşlardı, yine de her ikisi hallerinden gayet memnun gibiydiler. Ya da neden tedirgin olduklarını bilemeyecek kadar bellek yitimine uğramış olabilirlerdi. Daha sonra noktalar halinde yoğunlaşan çizgiye sıçrıyordu resim. Yaka numarası 0017 olan kız burada da vardı, kapının aralığında durmuş meraklı gözlerle onlara bakıyor, nefes bile almıyor gibiydi. O kadar zaman geçtiği halde odanın havasında dolaşan gerginlik neyin nesi diye bir sorunun kimsenin aklına gelmeyişi düşündürücü değil miydi gerçekten de?
Güya ki kendilerini kaptırdıkları oyundan ve geleceklerinden memnun görünmekteydiler, yüzlerdeki işaretlerden dem vuran Ali Attar'ın dükkanında konaklayan iki genç insandan biri Şehri Yar’da oyalandıkları günlerde bir Pazartesi akşamı aynı öyküyle karşılaştıklarında buna o kadar şaşırmamışlar, üzerlerindeki uyuşukluğun rüya tozlarının dağılmasıyla kalkacağına inanmışlardı.
Sebe'nin gözleri bu yüzden yaşlıydı, Cücelerin bir çuval içinde taşındığı ve sonra da yakıldıkları meydanda şimdi bir anıt yükselmekteydi.. onları anmak için yapılmış anıtın karşısında da büyük kagir bina yine o yıllardan kalma bir anıydı..
Cemal Çalık, 31.03.2016, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Düşlerin İsyanı, Roman