"Bu hekat ölümü, ölümleri kutlayan değil yaşamayı ve yaşatmayı seçenlerin hekatıdır. Bu hekat bir dirilişin sessiz çağıltısıdır."
Bölüm Bir
-5-
GÜNÜMÜZ - 26 AĞUSTOS 2079
Söze nereden başlayacağımı bilmiyorum. Adım Servet Toksöz. Gazeteciyim. Şakamonya Devleti vatandaşıyım. Ve kırk yaşında bekâr bir erkeğim. 2039 yılının mayıs ayında bir zamanlar ülkemin payitahtlığını yapmış Korintos’ta dünyaya gelmişim. Tek çocuklu bir ailenin bireyi olarak büyüdüm. Yükseköğrenimimi insan kaynakları diye bir bölümde yaptım. Ramiz’in –kendisi arkadaşım olur- baskısıyla gazetecilik mesleğine atıldım. Ve şuan bu satırları başkentimiz Şendilya Cezaevi'nde tek kişilik hücremde yazıyorum.
Pattadak “itibarım çalındı!” desem bile yeterli geliyor. Ama olay benimle ilgili değil. Dün öğleden sonra bildik sahte isimli goleysteam1’den kısa bir e-mail alınca kan beynime sıçradı. Ya biri bana oyun oynuyordu ya da Ahtapot adını verdiğimiz tarikat kendisiyle uğraşanlardan intikam aldıklarını, alacaklarını duyuruyordu.
E-mail de “Her şey bitmiş sanma.. Şuan öleceğin güne kadar gün sayıyorsun. Senin gibi daha nicesi gün sayacak. Unutma ey imece çocuğu ahtapot da kış uykusuna yatar!” yazıyordu. Bu inanılır gibi değildi. Olabilir miydi? Ahtapot hala etkin miydi? Başıma gelenler onların bir komplosu muydu? Bir komplo kurulmuştu bunu biliyorum, ama bu komplonun ahtapot tarafından tezgâhlandığına inanmak istemiyordum.
Ahtapot adını verdiğimiz örgütün –ki kendilerine Nizariler diyorlardı ve dinsel bir cemaattiler, iktidar kavgasına girişmelerini onaylamasam da onların da böyle bir hakkı olduğunu savunur dururdum dost meclislerinde, gayri resmi toplantılarda falan, ancak bu denli aşağılık olacaklarını, hatta ifritlerin bir kolu oldukları savını bir türlü kabul edemiyordum. Hiçbir örgüt, hiçbir yapı bunca alçalamazdı- düşmanı olsak da açıkçası birçok söylenen şeyi söylenti olarak görüyor, itibar etmemeyi seçiyordum.
Kavganın en sert olduğu zamanlarda geldi başıma itibarımın yerle bir oluşu. Henüz ikinci tur seçim yapılmamıştı. Kıran kırana bir mücadele sürüyordu. Birden kendimi mahpushanede buldum. Seçim ortamımızda canlı bombalar, intiharlar, karalamalar topyekûn devam ediyordu.
Ülkemizde seçimler genelde kıran kırana geçerdi. Ancak ilk kez böylesine acımasızına tanık oluyordum. Tüm toplum ilk kez böylesine tanık oluyordu. Bu savaşımda ahtapota karşı somut bir takım bilgi ve belgelere ulaşmak üzereydim. Olmadı yarım kaldı. Elbette örgütle savaşım veren bir bizim gazete, bir ben değildim, en üst kademe bu savaşımı veriyordu. Evet, ben cezaevine düştükten sonra da bu savaşım olanca hızıyla devam ediyordu.
İkinci tura kalan devlet başkanlığı seçiminin ikincisi yapılmış seçim sonucu eskinin savunucusu ve tarikatın müttefiklerinin bütün çabalarına karşın Alper Eken yeniden bu kere yüzde elli sekizle başkan seçilmişti.
Başkan Eken’in Nizarilerle olan savaşı iktidarının ilk döneminin ortalarında başlamıştı. Ve daha çok bu savaş iftiralar, karalamalarla sürüyordu. Alper Eken Nizarilerin iktidar olma hevesine ifritliklerine bağlamıyordu. Alelade bir iktidar hevesi olarak görüyordu. O böyle görse de işler hiç de öyle değildi. İmzasız mektuplar, kaynağı meçhul birtakım belgeler başkanın düşüncesini değiştirecek bir özellikte değildi.
Düşüncesini değiştiren, kuşkularını büyüten şey yapmak istediği bazı yaşamsal önemi olan şeylerin yapılmasında ortaya çıkan engellerdi. Biri bunları engelliyordu. Ve bu biri görünür değildi. Görünmez engelleri aşmaya kalktıkça daha bir çıkmaza dönüyordu işler. Yargı karşısına çıkıyordu, hem de yetkisini aşacak nitelikte kararlar alarak. Anlamsızdı.
Yönetime gelmekle iktidar olunmadığını öğreniyordu Alper Eken ve bunu aşmasının gerektiği açıktı. Kendisine oy veren seçmenler ondan iktidar olmasını istemişlerdi kuşkusuz. Önceki iktidarları eleştirirken söylediği sözleri anımsıyordu Alper Eken. “Sizler birer süs biblosu değilsiniz? Halka, size oy vermiş insanlara karşı yükümlüsünüz, başka odaklara değil!” Ya şimdi aynı şeyleri kendisine söyleyen çıksa? Yanlış mıydı? Ya şu Nizariler! Her şeyin altında gerçekten bunlar mı vardı?
Öyleydi. İkinci tur seçimden hemen önce her şey bitmişti.
Yeni bir sayfa açılıyordu. Tarikat bütünüyle hızlı bir şekilde deşifre olmuştu. Hem de hiç kimsenin beklemediği bir biçimde olup bitmişti. Bir gün gece yarısı, sabaha doğru Şendilya havaalanına kimliği belirsiz bir uçak indi –kimliğinin belirsizliği bilgisi medya organlarından bize ulaştı.-. Tek kişilik hücremde minik ekranlı tv’de bütün olup biteni şaşkınlıkla izliyordum. İnanılır gibi değildi.
Güya Salih’ül Emre büyük patlamanın akabinde büyük bir pişmanlık duymuş ve her şeyi itiraf etmek, cezasını çekmek için Şakamonya’ya gelmişti. Ve her hangi bir baskı altında bir şeyler anlatıyor, denilmesin diye tek bir şartla teslim olacağını belirtmişti, tek bir koşulu vardı, hayır yine teslim olacaktı, ama dediği koşul kabul edilirse tek darbede her şey biterdi.
Koşulu ülkeye geldiğinde, ayak basar basmaz bir basın toplantısı düzenlemekti. Bir basın toplantısıyla bugüne kadar yapıp ettiklerini sıralayacaktı. Bizzat başkan Alper Eken’den rica etmiş, böyle yapmasının örgüt elemanlarının gerçeği bilmesini ve kendisine ölümüne bağlı olan şakirtlerinin kendisinden kopmasını, gerçek yüzünü görüp ayıkmalarını, başkalarının kendisi üzerinden örgütün varlığının sürdürülmesinin önüne geçileceğini sağlayacağını belirterek, onca yaptığı kötülüğe karşın böyle küçük bir iyilik için ona fırsat verilmesini istemişti Başkan'dan.
Başkan danışmanlarına, emniyete, istihbarata danışmış onlardan hiç de olumlu bir görüş alamamıştı. Zira Salih’ül Emre’ye asla güvenilemeyeceğini biliyorlardı. "İşi gücü düzenbazlık, hile olan bir ifritin insanlara iyilik yaptığı nerede görüldü?" diye itiraz edilmişti kime danışmışsa.
Yine de Başkan Alper Bey bu riski almalarının çok faydası olacağına, habersizce teslim olmuş birinin anlatacaklarının zorla alındığı yargısıyla örgütün varlığını sürdürmesi olasılığının yok denilemeyeceği gerçeğinden hareketle adamın isteğini kabul edeceğini bildirmiş ve havaalanında iner inmez bir basın toplantısı düzenleme olanağı vermiş.
Ve işte ifritlerin lideri pişmanlık gözyaşlarıyla, kurşungeçirmez şeffaf bir paravan arkasında basın toplantısı düzenliyordu. Bu inanılmazdı. Onunla mücadele edenlerin söyledikleri kendisinin anlattıkları yanında devede kulak bile değildi.
“Örgütümü ve yaptıklarının kısa bir özetini size verdikten sonra çok olmamak kaydıyla birkaç da soru alacağım” demişti. Ve anlatmıştı. O anlattıkça gözlerimin yuvalarına sığmayacak denli büyüdüğünü, nefesimin kesildiğini, nabzımın belki iki yüzün üzerinde attığını belirtmeliyim.
Özet halinde anlattıkları buysa ya savcılıkta vereceği detaylı bilgiler kim bilir nasıldı? Bütün medya mensupları tam bir şok içindeydi. İtiraf edeyim ben kendi hücremde nefes almayı unutacaktım neredeyse. Özet bilgilerden sonra ilk soru hakkını elbette ki Salih’ül Emre kendisinin gazetesi Tamim’e verecekti ve öyle de yaptı.
Tamim muhabiri Salih’ül Emre’ye, gerçekten Salih’ül Emre olduğunu, yani kimliğini nasıl kanıtlayacağını sordu. Öyle ya teknoloji çok gelişmişti. Alırdınız birini ameliyat yapardınız ve o diye piyasaya sürerdiniz. Belki de Salih’ül Emre öldürülmüştü ve şuan karşılarında onu oynayan bir aktör vardı. Böyle olmadığını nasıl kanıtlayabilirdi?
Bu soru müthiş bir dalgalanma yaratmıştı salonda. Böylesi bir kuşkunun bir insanda oluşması için bir şeyler bilmesi gerekirdi. En azından böyle bir şeyin olabileceği bilgisine sahip olmalıydı soruyu soran. Diğer basın mensupları Tamim Gazetesi muhabirine kuşkulu bakışlarla bakıyordu. Salih’ül Emre soru karşısında hemen ağlamaya başlamıştı. Zaten dokunsalar ağlayacak bir tipti Salih’ül Emre ve kolayca ağlaması kimseyi şaşırtmadı elbette, hoca efendi ceketinin yeniyle gözyaşlarını sildi. Uzun uzun baktı soruyu soran muhabire.
Sinsi bir ses tonuyla cevap verdi:
“Aferin benim başı dumanlı yiğidim! Aferin! Haklısın! Sana bir delil sunmak ne çetindir tahmin ederim. Sen ki dergahımda kuşkulanma derslerini başarıyla ikmal etmiş ve bunu hakkıyla yerine getirmiş birisin. Sana bir delil şarttır, öyle bir delil sunmalıyım ki bütün kuşkuların bir çırpıda kaybolup gitsin. Bakıyorum da öyle bir delil bulmakta zorlanacağımı görüyorum. Ne desem bilmiyorum ki?.. Sana ne desem ki? Peki, mesela desem ki ey başı dumanlı ‘el acel el acel essaatü essaatü yâ imâras’, bilmem kuşkularını gidermeye yeter mi?”
Adam daha şiddetli ağlıyordu. Sarsıla sarsıla öyle bir ağlıyordu ki. Tamim muhabiri bu sözler üzerine olduğu yere çöktü. Adeta üzerine tonlarca kaya çökmüştü. Muhabir gözlerini yummuş hocası gibi o da sarsıla sarsıla hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı.
Başı dumanlının yanındaki bir muhabir adamın elinden mikrofonu kapıp kendisine söz hakkı verilmeden “Sayın Emre sizinle mücadele edenlerin başına türlü türlü işler geldiğini söylediniz biraz açar mısınız?” diye sormuştu.
İşte bu tam benim için sorulmuş bir soruydu. Daha bir dikkat kesildim. Salih’ül Emre anında durulmuştu. Sanki ölecek gibi ağlayan o değilmiş gibi, birden bire sakinleşmişti. Böylesi bir yanar dönerlik “Psikoloji ilmi için önemli bir veri olabilir” diye geçirmiştim içimden.
Şeyh o soru üzerine muhabir ordusunu şöyle hızlıca bir tarayıp, sükûnet dolu bir ses tonuyla karşılık verdi:
“Kiminin başına beklenmedik kazalar geldi, kiminin başına ise itibarının yer ile yeksan olması, bunların detaylarını savcılığa vereceğim!”
Söylemeye gerek yok elbet, herkes şaşkındı, muhabir hiç duraksamadan benim yalvarmalarımı duymuşçasına, “Efendim bir iki isim verebilir misiniz?” dedi “Aman Allah’ım” dedim içimden, “işte kurtuluşumun vakti geldi, şimdi adımı verir.”
Kurtuluştan maksadım mahpushaneden çıkmak değildi. Hiç umurumda değildi hapishanede olmak. İki paralık edilmiş itibarımın ölmeden önce iade edilmesinden başka istediğim hiçbir şey yoktu, yok. Kendimi bile kendimden kuşkuya düşüren kumpasın itirafını umuyor, ağlıyordum, tıpkı biraz önce sarsıla sarsıla ağlayan hoca efendi gibi. Sevinç gözyaşlarıydı dökülen.
Adam şöyle bir yardımcılarına baktı;
“Şimdi herhangi bir isim aklıma pek gelmiyor. Şöyle böyle, hayal meyal hatırladığım yakın zamanlarda emekli Serdar Akkuş’un kalp krizi bir suikast idi, sonra Umur Tılsım var. Hem suikasta uğradı hem itibar kaybı yaşadı. Ölmeyip sağ bırakılan ve fakat itibarları yerle bir olanlar genelde emniyet gücünde olmayan kişiler. Onları da savcıya vereceğim.. açıkçası hali hazırda aklımda isim yok, tabi bir de adamlarımın kendi inisiyatifleriyle yaptıkları, -kuşkusuz benim de onayladığım- bir çok eylem olmuştur ve fakat isimleri aklımda tutmamışım. Kaldı ki buraya bir bavul dolusu evrakla geldim.” cevabını verdi.
Seviniyordum. Elbet sevinecektim. Sabırla tek kişilik hücremde adamın savcılığa vereceği ifadeyle itibarımı geri kazanacağım günü beklemeye koyuldum. Fakat günler geçiyor hiçbir şey olmuyordu. Ve daha da tuhafı gün geçtikçe Nizarilere karşı verilen bir mücadeleden söz edilmiyordu artık.
İlk başlarda toplumu şok eden bir takım tutuklamalar olmuş, medya iştahla bunları topluma -hem de günlerce- sunmuş ve sonra zayıflamış, ardından da bitmişti. Bu devasa örgüt bu kadar mıydı? Benim kişisel olarak ulaştıklarım bile bu yapılıp edilenlerden kat be kat fazlaydı. Hani bavul dolusu evrakın sonucu? Bir terslik..
Her şey bir anda sona ermişti. Sanki böyle bir örgüt hiç olmamıştı. Devlet böyle bir örgütle hiç mücadeleye girişmemiş gibiydi. Ne görsel ne basılı medyanın ciddi kanadında bir tek satır olsun, bir tek yorum olsun yapılmıyordu. Oysa devasa bir örgüttü bu. Bir anda yok edilmiş olamazdı. Hem öyle bile olsa örgütün sayısız kurbanları vardı ki bunu bizzat örgüt lideri söylemişti –ve bunlardan biri de bendim işte- bu kurbanlara el uzatılmak gerekmez miydi?
İfritlere ait bir örgüt hiç olmamış gibi, devletin, halkın başına çoraplar örmemiş gibi bir durum nasıl olabilirdi? Olamazdı. Öyle ise bunun bir açıklaması olmalıydı.
Artık eminim ki Nizariler ve onun başı olan şeyh Salih’ül Emre etkinliğini devam ettiriyordu. Buna tüm kalbimle, tüm benliğimle inanıyordum, inanıyorum.
Şeyhin tutuklanması, yardımcılarıyla birlikte bir adada ömür boyu hapis cezasını çekmeye başladıktan bir ay sonra sosyal medyada ortada bir söylenti dolaşmaya çıktı. Adadaki mahkûmlar gerçek kişiler değil. Başı dumanlının sorduğu sorunun yinelenmesiydi bu bir tür. Onlar söylenen gerçek kişiler değildi ve Nizarilerin faaliyetlerine son sürat devam ettiği iddiası bir söylenti değildi.
İtiraf edeyim ki itibarımın geri verileceği umuduyla önceleri itibar etmedim elbet o söylenilenlere. Ve fakat gün geçtikçe, benim gibi nicesinin durumunda her hangi bir değişiklik olmadığını gördükçe o iddiaların bir komplo, bir söylenti olmadığına inanıyorum.
Bir sosyal medya dedikodusu değildi söylenenler. Aldığım e-mail Nizarilerin faaliyetlerini ve etkinliğini doğruluyordu adeta. Ve fakat devlet mücadeleyi bırakmıştı. Niçin? Gerçekten bırakmış mıydı? Örgütün bittiğine, tehlikenin tamamen yok edildiğine inanarak mı bırakılmıştı mücadele yoksa söylendiği gibi başka şeyler mi vardı? Ben işin içinde başka şeyler olduğuna inanıyordum ve mücadeleye devam etmeye karar vermiştim, herkes vazgeçse bile.
Bu yeni gelen e-mail, beni olan biteni anlatmaya zorluyor. Anlatmalıyım. Ahtapotlar kış uykusuna yatar mı yatmaz mı bilmem, ama benle patronumun Ahtapot adını verdiğimiz tarikat açıkça uykuya yattığını söylüyordu.
goleysteam1 adlı sahte hesap o tarikata ait bir hesaptı ve sürekli, hapse düşmeden önce ondan tehdit dolu küfür yüklü e-mailler almıştım. Şuan tek kişilik bir hücrede altıncı ayım. Oldukça sıkı korunan, en azılı suçluların, teröristlerin kaldığı bu hapishanede geçen 180 gün.
Anlatacaklarımı kendimi aklamak için anlatmayacağım. Ahtapot'un varlığından, kış uykusuna yattığından insanların haberi olsun için anlatmalıydım. Anlatacağım. Ahtapot yok edilemedi. Şuan bir adada ömür boyu hapis cezasını çeken dört mahkum gerçek kişiler değil. Kopya bunlar. Bunlar Nizarilerin kurbanları, hem de gönüllü kurbanları! Bu bilinmeli! Bu kanıtlanmalı! Ve ben bunu kanıtlayacağım. Dört duvar arasında da olsa bunu yapacağım. En azından yolunda ölürüm. Daha ne olur.
Patronum Ramiz’i masum olduğuma ikna edebilirsem onu bağlantılarımla buluşturabilirim. Ramiz de gönüllü mücadele eden biri sonuçta. Kuşkusuz o da şaşkındır bu olup bitenler karşısında. Ve bir çıkış yolu arıyordur. Önce onun kuşkusunu yenmeliyim. Onu kuşkusundan sıyırmalıyım.
Doğrusunu isterseniz bunu nasıl yapacağımı da bilmiyorum. Hakkımdaki iddiaları çoktan doğru kabul etti. Bu kadar kolay, bu kadar çabuk oluşunu anladım desem yalan olur. benim bu örgüt hakkında gözlerimi açan kendisidir. Ne pislikleri ne kadar kolay ve ne kadar akıllara durgunluk verecek biçimde kurguladıklarını Şakamonya’da bilecek birisi varsa o da Ramiz Turan’dır derim. Evet bunu hiç duraksamadan söylerim. Bizim gazete niye bu olaydan el çekti, bunu da anlamış değilim. Dışarıda olsaydım..
Cemal Çalık, 16.05.2016, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Kumpas, Roman