"Bu hekat ölümü, ölümleri kutlayan değil yaşamayı ve yaşatmayı seçenlerin hekatıdır. Bu hekat bir dirilişin sessiz çağıltısıdır."
Bölüm İki
-2-
ŞENDİLYA KENTİ. ÖĞLEDEN SONRA SAAT 14
Hafif rüzgâr esintisinden sakınmak için korunaklı bir yer bakındı emekli komiser Serdar Akkuş, Bahar Kır Kahvesi'nde. Rüzgâr hafif de olsa yaşlı bedeninde ciddi olumsuzluklara neden oluyordu. Sırt ağrıları dayanılmazdı. “Eh.. Yaşlandık, bunu çoktan kabul ettik!” diye mırıldandı kendi kendine, kır kafesinde dalda bir yer bulup oturduğunda. Elindeki çantayı bacakları arasına sıkıştırdı. Cep telefonunu çıkarıp “Eski Limanın orada Bahar Kırk Kahvesi'nde girişte sağ tarafta dip masa!” tümcesini yazıp mesajı gönderdi. Geri yaslandı. Hafif dalgalı denize dalıp gitti.
İnanılması güç bilgilere hiç beklemediği, hiç ummadığı bir şekilde ulaşmıştı. Umur Tılsım’ın istediği doğrultuda Fuat Sansar'ı izliyordu, ama böylesine ulaşacağına hiç ama hiç ummamıştı. Belki az da olsa Umur Tılsım’ın söylediklerinden kuşku duymasındandı bu durum.
Sansar’ı daha dikkatli bir gözle izlememesinde bu kuşku vardı elbet! Ne yersiz bir kuşkuymuş! Daha ilk sayfaları okur okumaz ne denli önemli olduklarını anlamış, hemen cep telefonuyla fotoğraflarını çekmişti.
“Adama olan inancın belki de kör etmişti seni, daha önce ulaşacağın şeye yeni ulaşıyorsun, belki daha önce ulaşsaydın Umur hayatta olabilirdi. Koca budala seni!” diye geçirdi içinden.
İyi ama nasıl kuşkulanmasındı ki? Sansar’la aynı kurumda yıllarca birlikte çalışmışlar, birçok badireyi birlikte birbirlerine verdikleri destekle atlatmışlardı. Adamla kardeş gibiydiler. Onun kumar düşkünlüğü nasıl kendisini delirtmişti. Ve derken bir istihbaratçı karşısına çıkmış Nizariler falan filan.. ifritlerin uşağı. Bu olabilir miydi?
Nizarilerin sayesinde yükselmiş değildi, Fuat’ın şansı yaver gitmiş kendisi komiser olarak emekli olurken o il emniyet müdürlüğüne kadar uzanmıştı, böyle değerlendirmişti Serdar arkadaşının yükselişini. Ve Umur’la olan tanışıklıktan bu tarafa dişe dokunur bir tek şeye tanık olmamıştı. Ve işte şimdi.. Belgeleri görünce gözlerine inanamamıştı Serdar.
Okudukları çılgıncaydı. Bir an Fuat’a dosyayı gösterip bunların ne olduğunu sormayı düşünmüş, ihbar olup olmadığını öğrenmeyi tasarlamış, sonra yılların deneyimi ve Umur Tılsım'ın anlattıklarını göz önüne getirip, kararından vazgeçmişti, yeniden oturduğu koltuğa büzüldü. Demek her şey rahmetlinin anlattığı gibiydi.
“Can yoldaşım, can arkadaşım” dediği kişiden dosyayı gördüğü bilgisini saklama gereği duyuyordu. Artık iç sesi Umur’un söyledikleriydi. Az kalsın kumar düşkünlüğü zamanındaki gibi yardım etmeyi düşünmüş belki bir zaafı sonucu bir kerelik bir ayak sürçmesi yaşıyordu, belki doğru yola döndürebilirdi, yakasına sarılıp adamı kendisine getirirdi belki.. Umur Tılsım’ın sesi yankılandı vicdanının derinliklerinde: “Sakın ha! Sakın!”
Yunus Alkış'la hemen iletişim kurması gerekiyordu. Ne de olsa Yunus çiçeği burnunda emniyet müdür yardımcısı olmuştu. Ve kendisini bir baba gibi severdi çocuk. Kol kanat germişti ta küçüklüğünden beri Yunus’a, kurum içinde güvendiği birkaç kişiden biriydi. Umur Tılsım bir ekip kurmasını somut deliller bulup öyle başkana gidilmesini söylediğinde aklına ilk gelen Yunus olmuştu.
Yunus’un babası Murat Alkış emniyet içinde en samimi olduğu insanlardan biriydi ve girilen bir çatışmada kendi yaşamını feda ederek kendisinin hayatını kurtarmıştı. O da bu fedakârlığın altında kalmamış Murat’ın ailesine her açıdan sahip çıkmıştı. Ve şimdi Yunus çok iyi bir konumdaydı. Hem dürüst, hem inançlı hem de vefakâr biriydi. Ona Fuat’ın evinde tesadüfen bulduğu dosyayı teslim etmeliydi. Başka birine güvenemezdi. Emniyet içinde korkunç bir bölünmüşlük vardı, kim kime hizmet ediyor belli değildi. Ama Yunus’u biliyordu. Hiçbir cemaatle örgütle bağlantısı olmayan –hem meslek icabı bile böylesi bir bağlantısı olmamıştı hem düşünsel olarak sevmiyordu öyle yapıları- tek kişiydi.
Masanın üzerindeki telefon titreşti. Mesaj Yunus Alkış’tandı. Rahatladı. Tebessüm etti. Açıp mesajı okudu:
“Baba on beş yirmi dakikaya oradayım. Bu kere kahveleri ben ısmarlarım, yoksa gelmem!”
Mesajın sonuna bir gülümseme ikonu yerleştirmişti.
Garson yanı başında belirdi emekli komiserin:
“İstediğiniz bir şey var mıydı beyefendi?” diye kibarca sordu komisere.
“Şimdilik bir bardak su alayım. Misafir bekliyorum!” karşılığını verdi.
“Anladım efendim.. Suyunuzu hemen getiriyorum!”
“Teşekkür ederim!”
Yaşlı adam eğilip çantayı aldı. Ceple çektiği belgeleri yazıcıdan çıktı olarak hazır etmişti. Tekrar okudu ilk sayfayı, gözlerine inanamayarak.
Yaşları 10 ila 15 yaş arasında canlı bombaların listesiydi bu. Emniyet teşkilatındaki tilmizlerin gözetiminde nerede, ne zaman yerleştirileceklerine varana kadar yazıyordu. Tilmizler bu minik canlı bombaları “elfü elfi elfün” şifreli sözleriyle tanıyacaklardı olası bir yakalanma durumlarında.
Yunus gülerek masaya yaklaştı. Serdar şekerleme yapıyor gibiydi.
“Selamların en güzeliyle babaların babasını selamlarım!”
Serdar usulca başını sese doğru çevirdi. Tebessüm etti. Elini kendisine uzatılan ele uzattı.
“Yoksa uyuyan en güzel prense mi demeliydim?”
Hemen karşısında oturdu.
Serdar, “Emekli prensler de oluyor mu?” karşılığını verdi.
“Kilo mu aldın sen?”
Yunus kendisine alıcı gözüyle baktı:
“Sanmam baba ya.. en son tartıldığımda 70 kiloydum. Hala 70 gözüküyorum. Ama göbek.. daha fazla spor yapmalıyım. Sanem validemiz nasıllar? Böyle tek başına çapkınlıklar yaptığını duymasın?”
Serdar hafif bir kahkaha attı:
“Lan git işine.. hanımla beni küstüreceksin.”
Garson yanlarına geldi. Birer kahve söylediler. Serdar bir de elmalı nargile istedi. Garson istenilenleri getirip bıraktı.
“Hayırdır Baba?” diye konuştu Yunus. “Böyle mektep kaçkınları gibi en arkalara gizlenmişsin.. hayır, yani çapkınlık falan ise..” dedi gülerek.
Serdar söze nasıl başlayacağını düşünür gibiydi. Nargileden bir nefes aldı. Kahvesinden bir yudum içti. Yunus’a baktı. Başını ona doğru eğdi:
“Böyle gerekiyor. Şimdi sana bir takım evraklar vereceğim. Yanıma geç. Arkamız duvarda olsun ki başka gözler görmesin.”
Yunus denileni yaptı. Serdar çantadan evrakları çıkardı sakınarak. 12 adet fotoğraf. Yaşları hemen hemen aynı. Serdar Yunus’un gözlerinin fal taşı gibi açıldığını, renginin solduğunu fark etti.
“Bu.. bunlar.. bu yazılanlar..” diye fısıldadı. “Bunları nereden buldun baba? Bu inanılmaz!”
Bir yandan fotoğraflara bakıyor bir yandan şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemez bir halde kıvranıyordu. Fotoğrafları emekli komisere geri uzattı. Adam fotoğrafları çantaya koydu.
“Baba bunları nereden, nasıl elde ettin? Şaka mı bu?”
“Ne şakası?” diye çıkıştı yaşlı adam. “İşin en pis tarafı da bu ya. Bunları Fuat’ın evinde buldum.”
“Ne!” diye kısık bir çığlık attı Serdar. “Fuat Bey.. bizim müdür! Hadi canım sen de? Bu bilgi Fuat Bey'de olsa benim haberim olmaz mıydı? Teşkilatın haberi olmaz mıydı? Üzerine çarpı vurulmuş çocuk hala yaşardı?”
“Eğer Fuat tarikatın elemanı değilse o dediklerin olurdu!”
Yunus:
“Yapma baba.. canımı emanet edeceğim ender insanlardan biri. Burada bir terslik var!”
“Bana inanmıyor musun?” diye şaşkınlığını ifade etti yaşlı adam. “Sanki ben bunlara rastlayınca balıklama atladım öyle mi? Fuat’a kumpas kuruyorum sence öyle mi?”
Yunus ne diyeceğini bilemiyordu:
“Hayır Baba.. bak kusura bakma.. yani seni kırmak için böyle demedim.. anla beni Baba.. ya anla!”
Yaşlı adam elini Yunus’un dizine koydu.
“Bunları bulur bulmaz küçük bir araştırma yaptım. Ben de senin gibi çarpıldım. Hatta ilk aklıma gelen bunun bir ihbar olduğuydu.”
Yunus sevinçle:
“Evet.. evet, ihbar olabilir.. ihbar değil mi?”
Yaşlı adam başını salladı:
“Maalesef.. üzerine çarpı atılan iki çocuk bundan birkaç ay önce biri camide diğeri de bir toplantıda ölen çocuklar. Canlı bombaların resimleri medyada yayınlandı hatırlarsan. Ama bu çocuklar değildi. Bu çocuklar sadece ölenler arasında sayıldı. Şimdi anlıyorum ki asıl canlı bombalar bunlardı ve bunlar saklandı. Senin anlayacağın emniyetin her birimine her kılcal damarına bunlar sızmış ve istedikleri gibi yönlendiriyorlar.”
“Sen de mi Serdar Baba.. bunları bu kadar abartmayalım.”
“Haşhaşileri biliyor musun? Hiç inceleme gereği duydun mu? Emir sabah uyandığında yastığına saplanmış bir hançerle yüz yüze geliyor.. düşün.. uykusunda kendi hareminde. Bir uyanıyor yastıkta hançer. Bu öykü değil evladım yaşanmış bir gerçek. Sence o hançeri padişahın başını koyduğu yastığa saplayan kim? Cariyelerden biri mi yoksa çocuklarının anası mı?”
“Bu kadarını benim aklım almıyor abi! Şaşkın bile değilim. İnan şu an yıkıldım Serdar Baba.. valla yıkıldım. Fuat Bey.. daha bir saat önce bu yapıyla mücadelenin öneminden bahseden, oldukça detaylar veren biri.. hatta içişleri bakanının gözdesi bir adam.. aklım almıyor.”
Serdar nargilesini fokurdattı:
“Her neyse. Araştırdım. Minik bir araştırma. Üzeri çizilen çocukları. Onların ölmeden önce Fuat beyimizle görüştüklerini biliyorum. Şimdi sana düşen amirinden habersiz bir ekip kurmak ve –resimleri işaret edip- üzerine çarpı atılmamış bu çocukları bulmak. Sana bir iki isim önerebilirim. Biri Kenan Durdu. Sağlam çocuktur. Hem çok zekidir. İstihbaratta. Tanıyor musun?”
“Bir iki kere kendisiyle karşılaştım. Ortak tanıdık olarak seni sordu.. öyle tanışmıştık. Sicili pek de temiz değil.. asi biri! Uyumsuz!”
Serdar güldü:
“Öyledir kerata.. masa başı görevler verilir diye korkuyor. Onun meskeni sokaklar.. başkaca değil..”
“Bunlardan onun da haberi var mı?” diye merakla sordu Yunus.
Serdar kaşlarını çattı:
“Ne o.. beni yaşlı bir bunak belledin herhalde.. önüne gelenle konuşan bir bunak mıyım sence?”
Yunus yüzünü buruşturdu:
“Yok baba.. ya.. şimdi Kenan falan deyince.. o yüzden..”
“Senden başkasının haberi yok.. Köroğlu bile bilmiyor. Ha Kenan’ı aradım. Yurt dışında bir göreve gitmiş. Bir iki güne burada olur. Döner dönmez benimle irtibata geçmesi için not bıraktım. Ama bu olayla ilgili her hangi bir imada bulunmadım. Yüz yüze konuşmak en iyisi.. dediğim gibi.. gizli bir ekip kurmalısın Yunusum. Anladığım kadarıyla bu tarikat her şeyi göze aldı. Onlar da ölüm-kalım savaşı verildiğinin farkındalar. O yüzden hiç adetleri olmayan şeyler yapmaya başlamışlar. Eskiden taşeronlar kullanırlardı. Şimdi doğrudan kendi elemanlarını kullanmaya başladılar. Şimdi az müsaade.. sıkıştım.. benim yaşlarda prostatın böylesine şükredilir.. ” deyip yerinden kalktı yaşlı adam. Yunus kalkıp yol verdi. Tekrar koltuğa oturdu. Garson elinde iki bardak suyla geldi. Suları masaya bırakıp boş kahve fincanlarını alıp gitti.
Yunus garsonun arkasından baktı. Lavaboya giden yolu izledi. Ceketinin gizli cebinden küçük bir şişe çıkarıp Serdar’ın önüne koyduğu bardağa iki damla damlatıp şişeyi tekrar cebine koydu. Kimse görmemişti. Alfa radyoaktivite içeriğindeki bu ilaç birkaç dakikada Serdar’a kalp krizi geçirtecekti.
Yunus üzülmesine üzülüyordu, ama hak dava yolunda akrabalıklar, yakınlıklar ikincil derecede bile önemli değildi. Tehlike ananızdan, babanızdan oğlunuzdan gelecek olsa eğer ölümden başka çare yoksa bu çareye başvurulurdu. Ellerinin titremiş olması birazcık vicdanını rahatlatmıştı. Bile isteye yapmış olduğu bir şey değildi. Ama Allah’ın rızası her şeyden önce gelirdi. Lavaboya giden yola baktı. Gözleri dolar gibi olmuştu. “Kendine gel rezil adam!” dedi kendi kendine Yunus. Her şeyi berbat edecekti. Toparlandı. Kalkıp yaşlı adamın oturması için yer verdi. Serdar bir süre derin derin nefes aldı.
“Lan arkadaş iki adım yolda bile tıkanacak kadar yaşlandık yav!” dedi gülerek. Sonra Yunus’a baktı. Ne denli şok olduğu her halinden belliydi.
“Dinle!” dedi Serdar. “Şimdi dediğim gibi Kenan gelince gizli bir ekip oluşturun. Bu ekipten emniyet içinde kimsenin haberi olmasın. Ben de yardım edeceğim. Yalnız sen ilk olarak Kastinya’dan buraya il hadimi olarak gelen şu Salih Çopur’u Kastinya’da öldürülen çocuk için sorguya aldır. Cinayet masasına bu görevi ver.”
Yunus kaşlarını çattı. “Bu ihtiyar kirli çıkın daha nelerden haberdar? Kahrolsun, bu adam ayaklı bomba” diye geçirdi içinden, sahte bir merakla “İl hadimi ne ya baba? Salih Çopur.. hiç duymadım.. Önemli biri mi?” diye karşılık verdi.
Serdar önündeki bardağı alıp yarısına kadar içti. Bardağı masaya bıraktı.
“Yunus.. Yunus sen nasıl emniyet müdür oldun la? Sokaktan geçen birini durdur sor il hadimi ne sana söylesin? Benimle eğleniyor musun?”
Öfkelenmiş gibiydi Serdar. “İyi ki Kastinya neresi diye sormadın..” alay ediyordu düpedüz.
Dudaklarını ısırdı Yunus..
Serdar:
“Kastinya’da iki yıl önce güya bir sokak serserisi ilin hadimi Salih Çopur’un parlak mı parlak yardımcısı Zülküf Asude’yi kalbinden bıçaklayıp öldürdü. Ne tesadüf ki bu soygun girişimi sonucunda katil olan da hızla gelen bir otomobilin altında can verdi. Zülküf ün soyulmaya çalışıldığına çok kişi tanık oldu.. katil kaçarken elbet dikkatsiz davranmıştı. Ve.. göğsümde bir ağrı..”
Serdar göğsünü ovuşturmaya başladı.
Yunus yapmacık bir heyecanla: “Baba.. bir şey mi oldu?”
Serdar başını salladı.. “Sanki.. kalbim..” başını kaldırdı. Yunus’a baktı. O an.. o an Yunus’un yüzündeki tuhaf, rahatlamayı andıran görüntüyü yakaladı. Kaşlarını çattı. Göğsündeki ağrı daha da şiddetlenmişti. Masanın üzerindeki telefona elini uzattı. Yunus daha hızlı davranıp telefonu aldı..
“Sen.. sen..” diyebildi güçlükle. Nefes alıp vermesi güçleşmişti. “Neden?”
“Üzgünüm Baba.. say ki babama olan borcunu gerçekten ödüyorsun..” dedi fısıltıyla, yaşlı adamın eline sarıldı. Serdar elini çekmeye çalıştı. Güçsüzdü. Yunus elini öptü, gözleri nemlenmişti. Sonra bağırmaya başladı.
“Biri ambulans çağırsın.. biri ambulans çağırsın!”
Ambulans geldiğinde Serdar Akkuş kalp krizinden ölmüştü. Yunus Alkış ambulansın peşinden otomobiliyle giderken amirini aradı.
“Paket emniyette. Kimsenin haberi olmadığını söyledi. Gelince detaylandırırım. Şimdi hastahaneye gidiyorum.”
“Kendine dikkat et! Yaslı görünmeye çalış!”
“Zaten yaslıyım.. gerçekten yastayım.. ikinci babamı da kaybettim!”
Cemal Çalık, 20.06.2016, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Kumpas, Roman