4 Ağustos 2016 Perşembe

SA3260/KY1-CÇ292: Düşlerin İsyanı/ Roman-Bölüm 7-VI

"Yaşamım düş kurmakla geçti ya!"

"Bize hatırlatın bunu
İnsanlar kadar zalim olduğumuzu"
Aragon

Bölüm Yedi
-VI-

"Pazar günü seni kütüphaneden alacağız, demişlerdi de inanmamıştım!" ,diye yazmıştı günlüklerin ortasında Cendel, "Bütün hayatım hep böyle yanılsamalarla, incinmişliklerle gelip geçmişti de durup bunları Şehrazat’a anlatamamıştım!" 

"Başarılı bir akrebin, ya da Akrep Resimleri" adlı koleksiyonunda akreplerin anlatıldığı atölyeden çıkarılmalarına sessiz kalmayan yüzü pudrayla peçeli kadın, bayıla bayıla anlattığı akrepleri düşünmeden yapamadığım o yıllara gittiğimde, eski cenaze törenine katılmak için yolculuk hazırlıklarımı neredeyse tamamlamış sayılırdım.", diye yazmıştı Cendel.

"Mezar, tapınak, kilise, cami, saray, kutsal anıtlar.. ne ararsan vardı bu resimlerde. Mısır ve Maya Kral mezarlarını andıran gömütlerde o zamanın insanları hakkında, yaşayışları ve giyim kuşamları Şehrazat’ı oldukça etkilemiş olmalıydı.. Pompei, Knesos Sarayı’ndan, Kapadokya Kaya Kilisesi’nden söz etmişti.. duvar resimleriyle uğraştığını o zamana kadar bilmiyordum tabi ki, o zamanın insanları için birer aynaydı bütün bunlar!", diye yazmıştı Cendel.

"Yarı silinmiş akrep görüntüleri içinde -belki de silinerek yok edilmeye çalışılmışlardı, bilemiyorum.- isyanın, öfkenin, umudun, başkaldırının, sevinçlerin birer yansıması olan Akrepleri piyasaya çıkarması için hemen hemen ömrünün yarısını verdiğini söylediğinde durup Şehrazat’a bir şey söyleyememiştim!", diye yazmıştı Cendel.. 

"İmgelemimi sürekli bu akrep resimlerine çarpıp durduğum günlerde Şehrazat’ın olumsuzluk olarak nitelendirdiği kurmacadaki aksaklıklara rağmen, akreplerin varlığı bende hep sürecekti sanki.. Senaryonun yazılarla ve resimlerle kaplanmasına nedense önlem olarak bir şey düşünemiyordum.", diye yazmıştı Cendel. 

"Hayatın özünü akreplerle yakalamış insanı anlamaya çalıştığım günler fazla uzak sayılmazdı, hem üstelik o zamanlar Şehrazat ile aram iyiydi, ne kadar duyarlı bir kadın olduğunu düşünerek ne hayallere daldığımı bir ben bilirim!", diye yazmıştı Cendel. 

"Hayallerim büyüdükçe senaryonun serüveni de değişti, daha içinden çıkılmaz bir serüvene iteklendi, artık Şehrazat’ta ılımlı ve yumuşak yaklaşımını yitirmeye başlamıştı o günlerde, benden gizlemeye çalıştığı başka şeyler vardı, akreplerin resmine daha da yakınlaşmaya başladığını sanıyordum.", diye yazmıştı Cendel.

"Aramızda görünen duvarların yanı sıra görünmez duvarlar da vardı, bunlardan biri iletişimsizlikti biliyorum.", diye yazmıştı Cendel.

 "Şehrazat ve Şehrinaz, bu iki kadın da, bana az çektirmediler!", diye yazmıştı Cendel.

"Bunları sonradan okuduğumda yaşadığım onca sıkıntının neye yaradığını bile bilemiyordum artık, bunları da cesaretsizlikten yazdığımı düşündüm ister istemez.", diye yazmıştı Cendel.

"Genç Satranççının bir gün çaresizlikten oyun parkında kendini kestane ağacına asacağını nereden bilebilirdim.. satranç üzerine yazdığı şiirleri destanlaşıp kahvehanede dilden dile dolaştığı zamanlarda, gençler arasında büyük bir şöhret elde etmek de yaramamıştı ona, anlaşılan!", diye yazmıştı Cendel. 

"Brahms'ı daha çok sevdiğini söylediği o gece -Pazartesi Gecesi- Güneş Sineması'ndan birlikte çıkmış evlere gidinceye kadar kalabalık olmayan caddede başım önümde, onunsa -onun değil, o vitrinlere bakmayı pek severdi- bakışları hep uzaklarda, bilmediğim, bana söylemediği başka yerlerde birlikte yürümüştük.. İNEK ADASI adlı yabancı macera türünde bir film izlemiştik, hayatına kıyacağını kafasına ne zaman koyduğunu kestiremezdim, taş evlerindeki sessizliği bir daha unutabilir miyim!”,diye yazmıştı Cendel.

"Erotik filmlerin, yetmedi pornografiye kaçılan filmlerin gösterildiği sinemada görüntülerin beyaz perdeye yansıması için sabırsızlıkla beklediğimiz dakikalar nasıl da bitip tükenmek bilmezdi. Aynalarda sevişen kadınlara bakmaya gittiğimiz günler, akreplerin bacakları daha da büyümüşlerdi sanki. Akreplerin cehennemi sevmesi kadar daha doğal ne olabilirdi ki, hem üstelik şimdi bir sessizliğe gömülmüşlerdi!”, diye yazmıştı Cendel.

"Kadınlar ve edebiyat dışındaki en büyük tutkum Kör Baykuşlar’dı.", diye yazmıştı Cendel. 

"Çocukluğumda annem bana hep Kör Baykuşlar’la ilgili masallar anlatırdı o uzun kış gecelerinde! Okul yıllarımda arkadaşlarım bendeki bu Kör Baykuş tutkusunu anlayamazlardı hiçbir zaman, onları sevmediğim gün hayatımın sonu olacağını biliyordum!", diye yazmıştı Cendel.. 

"İstasyon Çay Bahçesi’nde dönmeyen yolcularıyla Şehrazat’ı, kompartımanların gri camlarında eriyen gölgesiyle düşündüm ve aşk dedim yüreğimde yatışmayan giz o yerdedir, sonra çıplak kadına baktım, hafif alaca karanlıkta trenin çelik rayların üzerinde süzülerek geçişine bakarken, salıncakta sallanan küçük bir kız çocuğu oyuncak tavşanını istiyordu.. sonra -vermediği için herhalde- annesine ağladığını görmüştüm.. Küçük kızın oyuncak tavşanına iğneler saplayan o insanı da gördüm. Resimdeki kadının yanağındaki beyazlığa döndüm ve puslu beyaz aynada kaçıp giden talihlerine ağlayan genç kızların sihirli aşk oyunlarına fazla bakamadım ve aynı kayıtsızlığımı hiç bozmaksızın geri çekilmeyi başardım.", diye yazmıştı Cendel.. 

"Demir yollarında bir ömür tüketen o insanlarla aramda yakın bir bağ vardı sanki.",  diye yazmıştı Cendel. 

"Çocukluğum tren yollarında geçmişti benim, İstasyon Çayevinde oturup trenlere bakar, onlarda belli belirsiz bir oyunun izini görürdüm.. Gidip ve bir daha dönmeyecek olan yolcular belleğime kazınmıştı, sabırsızlıkla beklediğim o saniyeler, evet evet o dakikalar, dahası o saatler şimdi bir bir uçup gitmişlerdi. Başka yerlerde, başka şeylerde yeni bir kimlikle ortaya çıkacakları geleceklerini sabırsızlıkla beklemeye koyulmuşlar gibi gelirdi bana daha çok.", diye yazmıştı Cendel.

"Hayat belki de bir oyundu, çocukken demir yollarında oynadığım oyunları belki bu yüzden hiç unutamıyordum.", diye yazmıştı Cendel.. 

"Eylül ayının üçüncü günü saat iki sularında Şehrazat geldiğinde senaryonun sonunu nasıl noktalayacağına sanki görür gibi olmuştum.", diye yazmıştı Cendel.


***
"Evimiz! Bir anda onlardan birkaçı basıverse ne yapardı?" diye soruyordu karısı Şehrazat.. Cemşid Ulu, cama dayalı yüzünün o bölümünü ezen puslarında takılı kalmış kameramana sanki ateş püskürmekten yorulmuş.. 

Hasırlı, diyordu, efsunlanmıştı, senaryoda nerelere kadar gitmiş, sonra nerelerden dönmüştü, hepsini yazılı bir halde pusulayla masanın ürerinde unutmaları hiç de iyi bir şey değildi, belki de canları sıkılmıştı, diyordu Mahi Azadecuy, canları sıkıldı ve, kendilerini oynamaktan usanarak karanlıklarına döndüler. Olamaz mı?, diye soruyordu karısı.. Cemşid Ulu'nun başka şeylerle meşgul olduğunu sandığı için. Sonra Mozart'ın 40. Senfonisi çalıyordu teypte.. Hafiften bir yağmur çiselerken.. Bir an senaryoyu 40. Senfoni'nin iniş çıkışlarına göre yeniden düzenleme düşüncesine kapılıyordu. 

O sırada Zenci burnunu uzatıyordu camdan, daha sonra da cam siliniyordu.. Yurttaş Keyn -örgüttekiler ona bu lakabı uygun gördükleri için adı Yurttaş Keyn kalmıştı Ofis Müdürü’nün.- görünüyordu sahnede.. ilk başta neresi olduğunu çıkaramayacak kadar bulanıktı her şey, insan kalabalığıyla karşılaştığı için ihtilal olduğunu sanıyordu, daha sonra derinden derine içine çekip de dumanlarını çelik pencereli, dar odaya savurduğu havana purosunu, ofis masasının ürerinde duran akrep başlıklı kül tablasına söndürüyordu.

Gazeteci’nin getireceği haber, dünyalarını bir anda değiştireceği için yazar kılıklı herifle unutulmaz bir yüzü olan kadın aynı sabırsızlığı göstermiyorlardı onun kadar.  Genelevi patronu Neriman da İ. ilinde tetikçi tarafından kurşunlanacağından habersiz olmasına karşın içindeki sıkıntıyı anlayamıyordu doğrusu. Pencereden dışarıya baktığında Yurttaş Keyn ile bir an göz göze geldikleri sahnede Gazeteci Y., haber vermek için bir telefon kulübesi aranmakla vaktini geçirmekteydi. Bir Başka Sevgili'nin saçlarına bakıyordu Yurttaş Keyn ve de öldürülmeyi hak ettiğini düşünüyordu, bu alemde ihaneti ancak kan temizlerdi temizlese temizlese. 

Diğerlerinin de yüzleri bir belirip bir sönüyordu. Bitirilmemiş öykülerin, senaryoların, düşsüzlükten yarım kalmış hayatlarının ezikliğiyle ona gelmişlerdi, artık bu sevdadan geri dönmesini istediler ondan.. sorduğu apartmanda böyle kimse zaten ne oturmuş, ne de öyle biri gelip gitmişti. Senin söylediklerin ancak filmlerde olur demişti uzun burunlu kapıcı, hem de Amerikan Filmleri’nde diyerek kestirip atmıştı, onu yarı yolda bıraktıklarından habersiz. 

‘Uzun Burunlu Adamın Yalnızlığı’nı da kapıcıdan esinlenip yazmak istemişti belki bir  zamanlar, diye geçirmişti içinden; niye olmasındı ki? Cemşid Ulu'nun anlattıklarına tıpa tıp uyuyordu adamın ölçüleri, sonra o burun Jenerö de Bacaktan -ismini bile doğru düzgün söyleyemiyordu- beri öyle güzel işlenmemişti biz de, bu günlere de mi kalacaktık, diye dert yanmıştı yaşlı nine -sonra adının Müjgan Hala olduğunu öğrendi.. çalınan güğümlerini arar dururmuş bu zamana kadar- Allah’ın yarattığına da mı yakıştırılırmış. Daha ileride VALİDE SULTAN Sokağı’nda oturan yaşlı çifte sorabilirmiş eğer onların söyledikleriyle tatmin olmamışsa VANI EFENDİ Sokağı’nda bir ara halaları oturmuş. Mülen Ruj’la ise isim benzerliği olan başka biri.

"Dehhak, çabuk kalk!"


"Finamek.. Finamek!”, diye bağırıyordu bir kadın, sonra yine yanıt alamayınca öfkelenip, "Bak bir daha söylemem!”, diyordu. Tiz bir kadın sesiydi bu daha çok.

"Bu son Finamek!"

"Hadi, çabuk ol biraz!", derken, o, hala kendi kendisiyle cebelleşen bir insan hüviyetinden sıyrılmış bile sayılmazdı. Güneş puslu camlarda ışıklarını kıyıya köşeye bulaştırmak için uğraşıp duruyordu sanki. Sonra sesler çok yakından gelmeye başladı..

"Geç kalacağız yoksa!", yazıklanmayı içinde barındıran, duygusuz değildi her şeyden önce.
Rüya Hanım pencereden onlara bakıyor, gidecekleri yer o kadar uzak sayılmaz, ama yine de endişeli görünüyordu. Annesini, o sevgili insanı, o yaşlanmış olsa da yüzünden hiç ışığın eksik olmadığı annesini, camdan onlara bakıp endişelenen insanı gözleri arkada kalmasın diye mi? 

"Ardı arası Titreyen Göl.. Bizi merak etme sen anne! Nietzsche'den sonra insan sokağa terkedilmiştir.", sözlerini sarf etmiş, daha sonra da karısına dönüp, bunları söylemem gerekiyordu, demişti.. 

Aşkı bitirmem gerekiyordu artık, demişti.. 

ANETTA'NIN GÖZYAŞLARINI bitirmem gerekiyor, demişti.. Bu gece her şey bitmeli, demişti benim Şehrinaz’ım. Ona baktıkça yazma isteği daha da büyüyor, kendini tamamen yazıya vermek istiyordu. Oysa kapıda bekleyenler silahlı değildi, bu sefer silahlı gelmeyi uygun görmemişler, rahatlıkla odasından içeri girmişlerdi, Albay'ın da bunda bir parmağı olabilirdi, yer altı dünyasının nasıl işlediğini, kesilen raconlar.. ahkamların rengini belirlemiş, etiketlenerek raflara gerisin geri konmuşlar, onları bekliyorlardı, çıkmalarını ve hesaplaşmayı. 

Kabadayılardan biri ölecekti mutlaka, bir leşin izi sürülerek, koku almaya hassaslaşmış burunlar onlara kandil de yakılmaydı artık. Beyrut’tan getirilmiş öyle köpeklerin, takipçileriyle hesaplaştıkları mekan Otopark seçilmiş, arabaların farları bile söndürülmemiş naylondan bir dünyaydı bu, ey Ernüvaz. 

Ağzı alışmıştı buna, senaryolardakinden daha bezdirici değildi her şeyden önce. Gerçek hayat yıldızlarının fikri alındıktan sonra senaryo sürecekti.

Senaryolara kanıp hayatlarını değiştirenler, yalınayakları hiçbir zaman anlamayacaklardı; okunan ezanların bir anlam ifade etmediği sokaktan geçtiler gündüz gözü ve onlara iyi gözle bakılmadığı bir mevkiden, yerlerinin değiştirilmesi için pazarlığa oturanlar bile vardı.. ışık arkalarındaydı, zehirlenmeye devam ediyorlardı, esrar çekenlerin yüzlerinde yalınayakların ruhuna okunması, okunan Fatihalar, İhlaslar bari boşa gitmesin, diye devlet sivil bir örgüt kurdurmuş, sivil örgütün ele başıları kurumlaştıktan sonra, kartvizit şeklinde reklam panolarına kimliklerini açıklamaktan dünya mutluluğu içindeymişler.. gelen haberlerin yüzde kaçının doğru olduğu bilinmese de, kadınlarını boğazladılar onlar. Ve tabutlarda sakladılar nüfuslarını. 

Karım, Bu adamların kılığını hiç beğenmedim ben, diyordu yalnız şövalyeye; onlardan ne kötülük gelebilirdi ki üstelik, bazen karısını hiç anlamadığı fikrine kapılıyor, ütülüyordu. Işıkları kapatın da keyfimize bakalım ,dedi evin reisi, görmüş geçirmiş bir beyefendi kumaşıyla sözünü dinletemiyorsa, bu evde ne işim olabilir benim? Der demez kapıyı çarptığı gibi adsızlar kahvehanesinde alıyordu, soluğunu. 

Anne yine mustarip, anne yine yorgun, anne yine mecalsiz dişlerini sıkarak kanaat getiriyordu oğullarına; oğullarını ondan koparan yalınayaklara; Allah hepsinin belasının versin, diyordu, evlerinden barklarından edilmişlerdi onların yüzünden, köyleri boşaltılmıştı, yakılıp yıkılanları şimdikilerin anlayacağı bir dile sokamıyordu yönetmen, filmlerdekinden daha canlı oluyordu. Filmler hiç bitmiyordu bu yüzden, hiç son yoktu filmlerdekinden..

Dehhak Döngel, koltuğa yaslanmış, düşünen pozlarda, her şeyi böyle elinin altından kaçırmakla işin sonu nereye varır acaba?, diye soruyordu kalbine ve yüreğinden yükselen sese bu sefer kulak vermek istiyordu, karısı da ona hak verecek, devam et, diyecekti, her şeyi daha iyi bilensin, ey Döngel, zaman da sensin, ahir de ey Döngel. Taunları ona söyleten biri vardı, o ondan suretini alıyor, sonra dağıtıyordu, bonkör bir zengindi etinin. 

Sonra onu yatırıp boğdular, üstünden kaç yıl geçti, leşini bir uçurumun kenarına geldiğinde siyah şevrolet, kayalıklardan aşağı bırakmakta bir an olsun çekinmek nedir, buna benzer bir duygu damarlarında fişlenmedi, etiketlenip gösterilmedi, tüketilmediği için belki şanslıydı, şanslı numaraya ne çıktığı bile umurunda olmadan uçuruma gelenlerin arasında onun da adının geçip geçmediğini bilmek istedi yalnız Yurda Tapan Sokağı'nda oturan Gazeteci’nin, isim değiştirerek içlerine kadar sızma şansını yaratan sistemin,sonra ondan faydalandığı kadar faydalanıp da fosası çıkınca nasıl yok ettiklerini Kara Paracılar’dan dinlemiş olmalıydı Cemşid Ulu. 

Kirpikleri kara bir esmer güzelinin cüzdanından çıkanlar, hurdaya dönmüş Mercedes' in tarihinde Kara Leke olarak kalmış daha neler olacaktı kim bilir? Böyle bir son olmazdı, böyle bir film. isimler yazılmaya başladığında ben size söyleyebilirdim nasıl bir sonla biteceğini filmin ilerisi ne kadar karanlık olsa da, bu sokağa sapmışlardı bir kere.. bu cadde ölüm için biçilmiş bir kaftandı. 

Siyah Cadillac'ın yanında duran kadın ona aşık, hem de kara sevdalıydı. Filmleri daha bilmeyenler bile vardı, o aşkları daha hiç yaşamamış olanlar.. Belki de onun için kocalarının gözlerine büyük bir iştihayla saldırdılar, yokluklarından. Onlardan gelen ölümle doğdular.. 

Bahçıvan Dadaruh’la oradaydılar, perdenin önünde. Dadaruh bahçedeki gülleri sularken susuz geçen o yazı, filmin altyapısı olarak verildiği festivalde yüzünün akıyla çıkacaklarını düşünmenin ne kadar budalaca bir şey olduğunu düşünmüş, ama icraatta bir şey olmadığından iki yakası bir araya getirilmemiş düşlerinden de artık bıkmış, ayın on dördünde alacağı maaşı kurtarayım bari, diye dertlenmekteydi. 

Hafızın kabrinde yatan bir gülün ömrüne biçilemeyecek zamanı ardıllarından öğrenip suyun başına geldiklerinde, o devi iki kılıç darbesiyle öldüren cesur yürekliyi de göreceği uykusuna doyamadan uyandırmışlar, ona hadi görelim bakalım marifetini de vazgeçelim yakana yapışmaktan, diyen cüceler önde, o arkalarında gidip, dere tepe gitmiyorlardı. Küçük kızla -Finamek’lerin ölen küçük kızları Sevgi olmalı- Küçük Prens'in görünmelerine daha bir saatten fazla zaman vardı. Cüce Gaye’ye bir ders vermek, hem de haddini bildirmek için üşenmeden kalkıp gelmişlerdi buraya kadar.

"Finamek.. Finamek!"


Korkudan çok, artık uyanmasını, karşılık vermesini bekleyen karısı Şehrinaz'ın sesiydi. "Kiyanüs seni istiyor!"

Uykumun derinliklerinden çıkmaya çalışırken gözlerimin önüne o yaratıklardan bir kaçı gelerek bana ağırlık vermek istediler, ellerinden geleni yanlarına koymayacakları belliydi, tüylü ve ıslaklıkları mide bulandırıcı bir zamana kapı olunca kulaklarından boşalan suyu da unuttum, canavar kılığındaki heybetinden kan kustururdu insana ve camekana dayalı dili onu daha da kamçılamış gerçeğinden ayırt edilmez bir duruma sokmuştu onu ve ileri atılmak için Mabet’in kapılarının bir an önce açılmasını bekliyorlardı karanlığın içinde.. kulaklarımda yankılanıp durmuştu karımın öfkeli sesi ve beni daha kucaklayıp öpememişti bile. Şiddete gönlü vardı, şiddete gönlü yoktu.. buna kendi bile şaşırıyordu.. 

Rüya Hanım da karanlıkta durmuş ona bakıyordu. Gözlerimi açtığımda görüntülerin içinde bir tek annemin sureti kalmıştı geriye. Gecenin bu saatinde telefon mu olurmuş? Eski konsülün karşısında durmuş büyük babaya bir şeyler anlatmaya çalışan Cüce’nin olayları büyüttüğünden şikayetçiydi. Bakışlarını Kasabın ıslak gözlerine çeviriyordu. Kasap ağlamış, gözyaşlarından kristaller meydana gelmişti. 

Yaşını başını almış bu insan, belki de mavi yüzlü çocuğun soyundan geliyordu. Dualar okudular ve kenara çekildiler,  huşu içerisinde ölülerine ağladıkları tören havası da rüzgarla yerle bir oldu, onları bir daha böyle acıyla sınamaması için rablerine sığındılar, yakardılar.. daha fazla aşağılanmasınlar, horlanmasınlar, diye bir kapı açılmalıydı onlara! Bu kadar asır horlandıkları yeterdi.. 

Rüya Hanım beyaz tüllerin içinden sarılmış perdeyi aşarak bana yöneldiği bir gece vakti Mabet'in kapıları kapalı ve gökyüzünde dolunay vardı, çakallar kirli kirli ulumaktaydılar.. gökdelenlerin boşluğunda uzanıp yatan ölülere hadlerini bildirmek için mektuplar taşınıyordu.. karanlık mahzenlerde büyük bir gizlilik içinde yazılmıştı mektuplar. Kazanılacağını düşündükleri insanlar için bir davetiyeydi.

"Alo?", dedim.

"Rahatsız ediyorum Finamek Bey!”, dedi.

"Yoo, buyurun!” dedim.

"Bizim çıkardığımız işçilerden biri.." dedi.

"N'olmuş ona?” dedim.

"Eve gitmemiş!"

"Yaa!"

"Evet, Finamek!”, dedi Kiyanüs.. "Evet ,"Depo'da ben intihar edeceğim diyormuş. Evet, tam da üstüne bastınız, evet evet beni mahvettiniz diyormuş.."

"Kim!”, diye sordum. "MİHRİ MAH!” dedi.

"Ayın kızı? Peki, peki hemen geliyorum!", dedim.

Şehrinaz'ın meraklı ve korkulu bakışları karşısında "Benim hemen gitmem gerekiyor.", dedim, yataktan inip, elbiselerimi giyinmek için gar dolaba doğru yürüdüm. Gözlerim babamın resmine ilişti bir an. Bu titiz adam sanki bana oradan bakıp gülüyordu. Her şeyi ölçüp biçen, - ustalığından gelen bir alışkanlıktı bu herhalde- tuvalete bile ölçe biçe girerdi. Gençlik resmini çerçeveletip astığımız zamandan bu yana ne çok şey değişmiş bu evde, dedim kendi kendime ve karım Şehrinaz daha fazla pirelenmesin diye, Kiyanüs’ün çağrısına boyun eğen benden daha fazla ürkmesin diye, ona bütün sırrını fısıldamayı düşündüm Mabet’in, ama bu onu daha çok işkillendirirdi; olmadık düşüncelere kapılıp vesveselere boğulurdu sonra gecenin bir vakti. 

Aşağı kata inerken annesi hala dikkat etmesini söylüyordu Cemşid Ulu’ya da, o senaryonun gitmeyen yönlerini açığa kavuşturan bir dedektif edasına bürünmüş Mahi Azadecuy'dan uzak durmayı planladığım geceye gittim yeniden.. Ofiste gece yarılarına kadar çalışan Yurttaş Keyn’in aklı hala o kadındaydı, diye düşündüm.. 

Genelevi Patronu Neriman'ın yanından ayrılırken Gazeteci Y.'nin nerede kaldığını düşünen us kaçkını ötekini, yazar bozuntusu herifi de yanlarına alıp gittikleri ve kuracakları gizli örgütün mafyayla bağlantısını araştırmaya kalkışan kocası Cemşid Ulu için Şehrazat da çok kaygılanmıştı, diye düşündüm. Kaygısını dağıtabilecek bir anahtar bile verilmemişti ona, diye düşündüm. Ve.. Nissan'ı çalıştırırken "Bu da mı gelecekti başımıza?", dedim, "Prens Muşkin, Küçük Prens, şimdi de Ayın Kızı!”



<<Önceki                             Sonraki>>



Cemal Çalık, 04.08.2016,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Düşlerin İsyanı, Roman 




Seçkin Deniz Twitter Akışı