"Bu hekat ölümü, ölümleri kutlayan değil yaşamayı ve yaşatmayı seçenlerin hekatıdır. Bu hekat bir dirilişin sessiz çağıltısıdır."
Bölüm Dört
-1-
“Bu şeyhle ilgili size aktaracaklarım belki biraz saçma görünebilir lakin hepsi son derece güvenilir kimselerin tanıklıklarıyla tasdik edilmiştir. Bu Şeyh, büyüsüyle müritlerinin gözünü öyle bir boyamıştır ki, bu adamlar ona adeta Tanrı’ya tapar gibi taparlar. Keza onların akıllarını ebedi mutluluk vaatleriyle öyle uyuşturmuştur ki bu insanlar ölmeyi yaşamaya tercih ederler. Pek çoğu, onun bir baş hareketi ya da emriyle, paramparça olacaklarını bile bile yüksek bir yerden hiç düşünmeden atlamaya hazırdır.”
Alman vakanüvis Lübeckli Arnold
Penisilinya öğleden sonra yerel saat 14
Kentin epey dışında ormanlık kuytu bir yerde devasa konakta alışılmadık bir hareketlilik söz konusuydu. Şakamonya’dan 90’lı yılların sonuna doğru kaçarak yerleşen kendi ülkesinde hüngürdek vaiz diye tanınan tarikatın lideri Salih’ül Emre burada ikamet ediyordu.
Kendi deyimiyle “erken oruç” açmışlar ve bunun sonucunda da epey bir itibar kaybına uğramışlardı. Bu kaybedilen itibarı yeniden kazanmak için eski düşmanlarıyla bile ortaklığı –ki Şakamonya’lılardan birçoğu bu düşmanlığın görünüşte olduğuna inandıklarını söylerlerdi- göze almış ittifaklar kurmuştu. Ve fakat buna rağmen yapılan her hamlesi boşa çıkıyordu, bu da Salih’ül Emre’yi çileden çıkarıyordu.
Devlet kurumlarına yerleştirdiği birçok elemanı görevden alınmış, kuşkulanılanlar ise etkisiz görevlere tayin edilmişti. Devlet kılcal damarlarına kadar sinen bu yapıyla mücadelede kararlıydı. Bu kararlılık Salih’ül Emre’yi hiç beklenilmedik bir eyleme zorlamıştı; darbe.
İktidarı alaşağı etmek için yargıda yerleşmiş elemanları eliyle kalkıştığı darbe eylemi de ters tepmişti. Tarikatta çözülme işaretleri başlamış, çözülmenin önüne geçmek için daha radikal eylemler tasarlamıştı.
Bir yandan radikal eylemler, kara propaganda yapılırken diğer taraftan da başarısızlıkları örtmek için camia içinde müthiş çaba gösteriliyordu. Zafer kendilerinindi. Eninde sonunda zafere ulaşacaklardı; bu başarısızlıklar da aslında görünüşte bir başarısızlıktı, bir tür sınamaydı. Allah kendilerini zorluklar karşısında sınıyordu. Zayıf halkalardan temizlenmek için Allah’ın bir lütfuydu bütün bu olup bitenler. Sadece lütuf olarak da bakmıyorlardı. Bazen sabırsızlıkları için yapılan ilahi bir ikaz olduğu dile getiriliyordu.
Bir sohbetinde gözleri nemliyken “erken oruç açtık.. bu da bir ilahi ikazdır!” türü sözler sarf etmişti. Sözlerinin etkisini gözlerden okumaya çalışmış, kuşkulu bakışlarla karşılaşabileceğini düşünmüş ve fakat rahatlamıştı. Hem de çok büyük bir rahatlamaydı.
İnanıyorlardı. Her bir bağlısı bu sözlere yürekten inanıyordu. Şuan karşısında duranlar yürekten inanıyordu ve umuyordu ki terk ettiği ülkedeki bağlıları da böyledir.
İki yardımcısı ile çalışma odasındaydı Salih’ül Emre. Sıkıntılı, yalaka bir sesle telefonda konuşuyordu. Karşısında en yakını iki tilmizi ayakta büyük bir saygı ile duruyorlardı. Sağdaki Ümid Buzurg adlı kişi Salih’ül Emre’nin halifesiydi. Soldaki de Hüseyin Kâini diye geçiyordu güvenlik kayıtlarında. Gerçek isimleri olup olmadığı kuşkuluydu.
“Bu kere kesin olarak halledilecek efendim.. lütfedin..” yüzünü ekşitti.. “Ama efendim bir şans daha verin.. bu kere kesin..”
Karşıdaki telefonun kapandığını belirten vınlama geliyordu ahizeden. Telefonu öfke ile yerine bıraktı Salih’ül Emre. Karşısındakileri süzdü.
“Bu itlere de günü gelir hesap sorarız.. fakat şimdilik elimiz mahkûm..” sustu. Gözlerini veliahdına dikti:
“Beni hayal kırıklığına uğratıyorsunuz Ümid.. beni umutsuzluklara gark ediyorsunuz Ümid.. bu daha ne kadar böyle sürecek?”
Ümit yutkundu. İstifini bozmamaya gayret ediyordu. Söylenecek fazla bir şey yoktu. Yine de konuştu:
“Atacağımız adımları önceden biliyorlarmış gibi tepkiler alıyoruz.. sanki..”
Hoca ayağa fırladı, düşecek gibi oldu. Her iki yardımcı ona doğru hamle ettiler, hoca doğruldu.
Yüzüne kan hücum etmişti:
“Sanki ha.. ulan düpedüz sızıntı var.. ne sankisi.. düpedüz içimizde hainler var.. ne sızıntısı.. canım ciğerim bildiğim nicesi saf değiştirdi ama onlara bu kadar öfkeli değilim.. en azından karşımdalar görüyorum.. ama.. ama görünmeyen hainler var.. ne sankisi.. bulun bu hainleri, yoksa..”
Tekrar oturdu koltuğuna. İki adamı da dik dik gözleriyle didikledi. Sakinleşip, “Toplantı ne âlemde Hüseyin?” diye sordu.
Hüseyin titrek bir sesle, “Tahir Kirmani hazırlıyor tilmizleri..” dedi ve saatine baktı:
“Beş on dakika sonra yanlarına çıkabiliriz”
Sözü edilen toplantı salonunda otuz kadar kız erkek öğrenci Tahir Kirmani’yi büyülenmiş gibi dinliyorlardı. Kirmani’nin oldukça mikrofonik bir sesi vardı. Zaman zaman ağlamaklı, zaman zaman sert, zaman zaman yumuşak bir üslupla çocukları büyülemişti adeta. İmamlarının gördüğü bir rüyada peygamberin tek tek isimlerini saydığını kendilerini tebrik ettiğini gözyaşları içinde söylemiş çocuklar da aynı şekilde gözyaşı dökmüşlerdi.
Tahir Kirmani yüksek sesle ağlıyor ve hıçkırıkları arasında gayet anlaşılır bir biçimde, “Keşke, keşke sizin yaşlarda olsaydım keşke iki cihanın efendisi benim de adımı sayıp tebrik etseydi.” diyordu. Bir gözü de saatteydi Tahir’in. Tilmizler imamı dinleyecek kıvama gelmişti. İmam kameradan toplantı salonunu izlemiş sonra da kapıya doğru yönelmişti. Tahir son sözlerini söylüyordu Salih’ül Emre salondan içeri girerken.
“Zamanımızın İmam’ı size hayır dualarını ve rahmetini gönderdi ve sizlerden ‘özel seçilmiş hizmetkârları’ olarak bahsetti. Sizi şeriatın katı kurallarından azat etti ve cennete ulaştırdı. Siz bu dünyada dahi cennettin nimetlerini tadıyorsunuz. Buna her biriniz şahitsiniz.”
Yarım daire biçiminde oturmuştu gençler. Sağ tarafta erkek öğrenciler oturuyordu, sol tarafta bayan öğrenciler. Erkek öğrencilerin başlarında tek örnek takke vardı. Ve gri takım elbise giymişlerdi. Elbiseler oldukça boldu. Bayan öğrenciler de tek örnek giyinmişlerdi. Başlarında göğüslerine kadar inen mavi bir örtü ve tek parça gri entariden ibaretti giysileri.
Salih’ül Emre toplantı salonundan içeri girer girmez tüm tilmizler kendilerini onun ayaklarına doğru fırlatmışlar, yardımcılar ve imamın kendisi dahi çocukları yapmacık bir tavırla yerden kaldırmaya çalışıyorlardı. Her biri ağlıyordu. Hem çocuklar hem imam ve yardımcıları. Zorlukla çocukları kaldırılıp yerlerine oturtulmuşlar imam da karşılarındaki koltuğa yığılır gibi düşmüştü. Yardımcıları imamın başına üşüşmüşler kendinden geçmiş gibi olan adama ilk yardım yapıyor gibi tavırlar takınmışlardı.
Ümid Buzurg acı dolu bir sesle, “Doktor.. acil doktor çağırsanıza!” diye ağlayarak bağırdı. Hüseyin Kani kapıya doğru koşar gibi yaptı. İmam güçlükle yerinden doğrulmuş gibi yapıp, “Dur Hüseyinim.. dur..” dedi. Hüseyin kapıya varmadan durdu.
“Paniğe gerek yok.. bu kıtmir böyle” eliyle çocukları gösterip, “Böyle güzide insanların önünde son nefesini verecek kadar bir onura layık değildir ki.. ben o seviyeye varmış mıyım ki..”
Git be git toparlanıyordu imam.. Sesi derinlerden geliyordu. Net değildi. Ve fakat insanın içine oturan bir ses tonu salonu doldurmuştu. Git gide netleşti ses. Çocuklar adeta kendilerinden geçmiş, sarhoş gibiydiler. Üç yardımcının ve imamın gözyaşları yanaklarından süzülüyordu. Çocuklar da ağlıyordu.
İmam yutkunarak insanın içine işleyen bir sesle konuşmaya başladı. Ki ses sistemiyle sesler üzerinde ne oyunlar oynandığından habersiz çocuklar bu sesin yüce âlemlerden yankılanarak kendilerine ulaştığına inandırılmışlardı.
Hocaları zaman zaman konuşmasını keser, sağına soluna selam verir gibi tavırlar takınırdı ve bunun da o an gelen yüce misafirlere verilen selam olduğu söylenirdi dinleyicilere.. hoca konuşmazken bile bir takım sesler derinden yankılanırdı ki kimsenin inkâra gücü yetmezdi. Koltuğun hemen yanındaki kırmızı ciltli kalın bir kitabı kaldırdı, Arapça büyük harflerle adı yazılı kitabın küçük harflerle Türkçe adı da vardı “susamışlar için bengi su”:
"Abileriniz, ablalarınız bu kitabın ne olduğunu sizlere anlatmışlardır.. Nasıl bir ilham ile yazıldığını söylemişlerdir. Her birinizin adlarının bu kitapta olduğunu..”
Sesi çatallaşmış, yeniden ağlama belirtileri baş göstermişti..
“Bizzat iki cihan serveri bu yeni mesajla beni sizlere gönderdi.. ben gibi bir kıtmiri, kemteri size elçi olarak..” tutamıyordu artık kendini. Ne kadar zorlarsa zorlasın tutamıyor, feryatlarına engel olamıyordu.. sarsıla sarsıla ağlarken elindeki kitapla dizlerini dövüyordu. Kendini toparlayıp sözünü sürdürdü “.. benim gibi bir zavallıyı sizin gibi yüceler yücesi varlıklara elçi olarak gönderdi..”
Kitabı hızla ayaklarının dibine fırlatıp sustu. Kendini toparladı.. ve konuşmasına devam etti:
“ Çocuklarım sizler aks-i şevk-ı muttaridi olacaksınız atide. Âlâm-ı kalbin ilacısınız insanlığın...”
Yeniden ağlamaklı olmuştu..
“Keşke ben de sizlerin yaşında olsaydım da ezvâk-ı gayz u kine gark olabilseydim sizlerin hadâik-ı hissinize ortak olabilseydim.”
Salondaki herkes ağlıyor, hıçkırıkları salonda yankılanıyordu.
“Benim hayatım hazân didedir sizlerle hem-aguş olmamın imkânı yok. Hayatım hudûd-i leyledir. Bahçemde huffaşeler tayy eder. Fakat hulûl olmuştur. Gam-ervahın dağılması yakındır. Sizlere verilen vazifeyi bihakkın yerine getireceğinize itikadım tamdır. İtikadım tamdır zira dün gecede yüce peygamberimiz beni ziyaretle şereflendirdi ve yine tek tek adlarınızı sayarak sizleri tebrik ettiğini bildirip her birinizi öz evladı gibi özlediğini artık yanında görmek istediğini söyledi..”
Yine kendini kaybetmişti.. iki eliyle yüzünü kapayıp daha bir güçle ağlıyor, ayaklarını kaldırıp kaldırıp yere vuruyordu. Ellerini yüzünden çekip konuştu:
‘Ben onların hasretiyle cennette yanıyorum!’ diye buyurdu peygamberimiz.. daha ne kadar sürecek bu hasret diye bana sitem etti..”
Son sözleriyle birlikte gözleri tuhaf bir hal almış, kendinden geçmişti. Halifesi Ümid Buzurg kaşlarını çattı. Yeni bir sara nöbeti olması olasılığı diye bir düşünce belirdi içinde, dudaklarını ısırdı. Son birkaç aydır, sara nöbetine benzer bir haller oluyordu Salih’ül Emre’ye. Doktorlar aşırı gerilim yüzünden olabileceğini söylemişlerdi. Rol yapmada daha bir ustalaşmış olma olasılığı da yok değildi hani.. belki Salih’ül Emre kendine bile rol yapar olmuştu.. bilemezdi. Hamle yapmakla yapmamak arasında ikilemde kalmıştı. İçinden ona kadar sayacak eğer düzelmezse hemen müdahale edecekti ki Salih’ül Emre kendine geldi.
Derin bir oh çekti Ümid Buzurg. İmam yorgun bir sesle konuşmasını sürdürdü. Ağlaması bıçak kesilir gibi kesilmişti. Bunu nasıl yapıyordu bu adam.. bir türlü anlayamıyordu halefi.
“Şimdi kalkıp abilerinizin ablalarınızın yanlarına gidin. onlar size gerekeni söyleyecek.. sizler ne bahtiyar çocuklarsınız.. sizler ne kutlu savaşçılarsınız.. sizler ne yüce varlıklarsınız ki iki cihanın serveri sizleri özlüyor.. sizlerin hasretiyle cennette rahatsız olduğunu bildiriyor..”
Öğrenciler ağlaşarak ayağa kalktılar. Hocanın elini öpmeye çalışıyorlardı. Hoca elini sakınır gibi yapıyor yine de ellerini çekmiyordu. Ellerini kurtaramamış gibi yapmış çocuklar da coşku ile ellerini öpmüştü. Kimi öğrenciler de ayaklarına uzanmışlardı. Tahir ve Hüseyin hıçkırıklara boğulmuş çocukları güçlükle salondan çıkardılar.
İmam sükûnetle koltuğunda doğruldu. Bir anda değişmişti. Yürekten kopan feryatların sahibi bu adam değildi sanki. Sanki yanaklarından süzülen gözyaşları bile kaybolmuştu. Tahir çocuklarla birlikte salondan ayrılmıştı. Ümid ve Hüseyin hocanın yanına geldiler çocuklar gibi hocanın karşısında yere oturdular.
“Bütün hazırlıklar tamam mı Ümid?” dedi gayet düzgün bir sesle.
“Her şey tamam.” diye cevapladı Ümid
“Aman ha. Bu kere hata istemiyorum. Bu hamlemizi de bertaraf ederlerse halimiz duman olur. Bize kucağını açan kişiler başka bir ülke aramamızı ima eder tarzda konuşuyorlar. Hele güya çıkan dedikodular varmış ki.. biz kâğıttan kaplanmışız öyle mi Ümid? Öyle mi Hüseyin? Biz kâğıttan kaplan mıyız? Buradan sürülürsek ne hale geleceğimizi düşünebiliyor musunuz? En ufacık bir aksilik inanın sonumuz olur..”
Ümid boğazını temizleyip konuştu:
“Efendim kesinlikle bir aksilik olmayacak. Arabalar hazır. Her bir arabada bir çocuk olacak onlar da hazır.”
Susup Hüseyin’e baktı ve “Medya'daki hazırlıkları bilmiyorum.” diye son verdi konuşmasına.
Hüseyin bu imalı bakıştan alınsa da belli etmemeye çalıştı. Ne de olsa geleceğin imamı Ümit’ti ve onunla iyi geçinmekten başka çaresi yoktu. Her türlü iğnelemesine, imasına anlamazlıktan gelerek karşılık verir olmuştu.
İmam baktı. Onun da bakışları kendi üstündeydi. Yutkunarak konuştu:
“Biz de bütün hazırlıklarımızı yaptık. Görüntüler bile hazır. Olay olur olmaz görüntüler hem gazetelerimizde hem TV kanallarımızda anında servis edilecek.”
Salih’ül Emre öfkeyle yerinden kalktı diğer iki yardımcı da ayağa fırlamışlardı. Her iki yardımcı da titremeye başlamıştı. Bu ani öfkelerin başlarına neler getireceğine dair az çok bir bilgileri vardı.
İmam tekrar koltuğuna oturdu. Yardımcıları oturmaya cesaret edememişlerdi. Elleri namazda ayakta duranlar gibi göbeklerinde başları yerde öylece kala kalmışlardı.
“Bu ahmaklık! Bir de hazır diyorsunuz? Tatbikattaki görüntüyü kullandığınızda kendinizi ele verirsiniz. Siz salak mısınız? Hüseyin dediğini kulağın duyuyor mu?”
Hüseyin utanmış, büzülmüş ufalmıştı. Küçücük kalmıştı adeta. Zorlukla konuşmaya başladı:
“Hayır efendim yanlış ifade ettim. Olayı görüntüleyecek kameralar hazır, onu söylemek istedim.”
Salih’ül Emre bir öğretmen edasıyla, “Kameralar niye hazır orada? Bu aptallığın daniskası olur. Böylesi haberin üstüne atlayacak dünya kadar medya var. hayır.. İlk siz vermeyeceksiniz patlama görüntülerini. Siz görüntüleri başkalarından alacaksınız. Size düşen heveslilere olay mahallerinin yerlerini vermek. saatini gününü.. Bunları uçuracaksınız kendinizi ifşa etmeden, bir duyummuş gibi. Yusufcani'den alınmış herhangi bir bilgi gibi, onca hesaplar açıldı sanal âlemde, bunları kullanacaksınız, başkaları görüntüleri yayınlayınca da siz onları kaynak göstereceksiniz bu kadar.. Anladınız mı? Burada anlaşılmayacak bir şey var mı?” diye sordu.
Hüseyin kısık bir sesle cevap verdi:
“Siz nasıl tensip buyurursanız efendim.. elbet buyurduğunuz gibi olacak. Bu daha tesirli olur.”
“Evet aynen öyle.. ama her şeyi ben mi akıl etmeliyim? Ne oldu size? Siz bu kadar şaşkın değildiniz! Azıcık sert esen bir rüzgâr her birinizi mankurtlaştırdı mı? Ben mi yanlış değerlendirdim sizleri?” tehdit dolu ses tonunu arttırıp “ onu bunu bilmem iki haftamız var.. iki hafta sonra ya varlığımızı devam ettireceğiz yahut pılımızı pırtımızı toplayıp gideceğiz. Eğer gidecek bir yer bulursak.. Aklınızı başınıza devşirin darağacına gitmesek bile son nefesimizi zindanlarda vereceğimiz kesin. Tek kişilik hücrelerden hücre beğendirirler.. aklınızı başınıza devşirin.”
Her iki yardımcı da kısık bir sesle, “Anlaşılmıştır efendimiz!” diyebildiler ancak.
Salih’ül Emre ellerini kışkış eder gibi sallayıp, “Ee.. hadi ne duruyorsunuz?” dedi.
Hüseyin kapıya yönelirken Ümid nasıl söyleyeceğini düşünerek:
“Şey.. efendim!” diyebildi zorlukla. Hoca efendi dikkatle baktı Ümid Buzurg’un yüzüne.
Donuk, ifadesiz bir yüz. Bu yüzden seçmişti bu adamı halife olarak. Korkuyor mu? Tedirgin mi? Şaşkın mı? Anlayamazdınız. Şuan da bile anlaşılmıyordu. Her türlü sırrına bu yüzden ortak ettiği bu adam şuan hangi duygular içindeydi? Kendisine ihanet eden önceki halefinin dahi vakıf olmadığı nice sırrı bu adamla paylaşmıştı ve fakat becerikliliği hususunda kuşkulanmaya başlamıştı. İhanet eden Zahit böyle değildi. O bundan çok daha becerikli daha atikti. Kahretsin ihanet etmemiş olmasını ne çok isterdi. Zahit şuan yanında olsaydı bütün bunların hiç biri olmazdı buna inanıyordu. Ümidi halef ilan etmekle acele mi etmişti? Bu düşünceler midesini ağrıtmıştı.
Derin bir iç çekerek bu düşünceleri kafasından kovmaya çalıştı, bitkin bir sesle sordu:
“Ne oldu? Her şey hazır diyorsun! Hazırlıklarla mı ilgili?”
“Geyikdüzü problemli gibi!”
Sesi belli belirsizdi. Hoca efendi şaşırmış gibiydi. Kaşlarını kaldırdı:
“Nasıl yani?”
“Orada iki arkadaşımız var. Sürgünde gittiler.. Ama bize mesafeli gibi duruyorlar. Onlara nasıl itimat edebiliriz? Bilmiyorum!”
Hoca Efendi kafasını öfkeyle salladı. Ellerini yumruk yaptı. Tıslayarak;
“Allah kahretsin.. bundan şimdi mi haberim olacaktı? Bugün mü? Bu hazırlık arifesinde mi haberim olmalıydı?” sustu. Her hangi bir cevap beklemediği her halinden belliydi.
“Bir konuşun. Yine de bir konuşun. Umarım hazırlıklardan haberleri yoktur. Yok değil mi?”
Ümid kendinden emin bir biçimde, “Yok. Güneye sürgün gidenlere karşı bir önlem olarak hiçbir bilgi vermiyoruz. Nasılsa örgüt var. Örgüte karşı göz yumma zaten uyguladığımız bir şeydi. Oradaki bağlılarımız bunu zaten yapıyor. Ve oraya sürgüne gidenler de bunu biliyor. Yani yeni bir durumla, yeni bir bilgiyle muhatap değiller.” dedi.
Hoca efendi ellerini hızlı hızlı salladı:
“Kısa kes.. tamam anladık.. peki sorun ne?”
Ümid acele acele sürdürdü konuşmasını..
“Yeni sürülen iki bağlımız sanırım göz yummakta zorlanıyorlar. Ya da zorlanacaklar, zira pazarda bizim çocuklardan birini etkisiz hale getirmişler. Doğrudan beni aradılar.”
<< Önceki Sonraki>>
Cemal Çalık, 08.08.2016, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Kumpas, Roman