"Bu hekat ölümü, ölümleri kutlayan değil yaşamayı ve yaşatmayı seçenlerin hekatıdır. Bu hekat bir dirilişin sessiz çağıltısıdır."
Bölüm Dört
-6-
Değil kendi ülkelerinde, yeryüzünde ne kadar kanlı terör örgütü varsa her birinin kendilerine özgü eylem biçimleri vardı. Tıpkı bir ressamın tablosuna attığı imzasından daha önce fırça izlerinin resmin kimin olduğunu söylemesi gibi. Nasıl ki, bir resim uzmanı daha önce görmediği resme bir süre bakar ve imzayı görmesine gerek kalmadan “Bu falanın resmi, bu falan ressamın filan resminin kötü yahut mükemmel bir kopyası!” der, Kaan Ardıç da bir resim uzmanı gibi olay yerinin durumundan, görüntüden kimin yaptığını hiç hata etmeden bulur çıkarırdı.
Şuan bakmakta olduğu resimlerde gördüğü şeyse ayrılıkçı örgüt tarafından işlenmediğiydi. Yine de örgüt üstlenmişti. Kendilerine ait bir eylem olsa ne gençlerin üzerinde tek kurşunla yetinirlerdi ne ev hiçbir şey olmamış gibi dururdu. Evin duvarları kurşunlarla delik deşik edilir, hatta oda duvarlarında kocaman delikler açarlardı. Ve her bir cesedin üzerinde yüzlerce kurşun olurdu. El ayak bağlanması ise hiç ama hiç olmazdı. Daire kapısı parçalanarak girilirdi. Oysa dairenin kapısında en küçük bir zorlama yoktu. Ya tanıdık biri olduğu için kapıyı içeridekiler açmıştı ya da gelenlerin yanlarında anahtar vardı. kesinlikle bunu ayrılıkçı örgüt yapmamıştı. Kendileri yapmadıkları halde üstlenmelerinin mutlaka bir nedeni olmalıydı.
Kuşkusuz bu olayın ardında ifrit Nizariler vardı. Ve işbirliği yapıyorlardı. Nizarileri sürgünde iki genç güvenlikçiyi öldürtmeye itekleyen şey neydi? Önemli bir şeyler olmalıydı. Bu atlanmamalıydı. Maktuller ne yakalamışlardı ki, gizli birlikteliği ilan edecek kadar pervasızlaştırmıştı onları.
Nizari’lerin ayrılıkçı örgüte sızma çalışmaları olduğunun bilgisine çoktan ulaşılmıştı ve fakat bütün bir örgütü ele geçirmiş değillerdi her halde. Öyle ise açık açık ittifak kurulmuştu. Belki de bu hep var olan bir ittifaktı da görülmemişti. Anlaşılmamıştı.
İstihbarat Genel Müdürü uzunca bir süre bundan kuşkulanmışsa da kuşkularıyla kalmış böylesi somut bir kanıta ulaşamamıştı. Öyle ise o ölen gençler mutlaka çok çok önemli bir şeylere ya ulaşmışlar ya da tanık olmuşlardı. Bunu bulabilirse ittifakın boyutlarını ve uykuya yatmış Nizari’lerin yeni planlarını deşifre edebilirlerdi. Ve bir adım önde olurlardı. Nizarilerden bir adım önde olmak zorundaydılar.
Emekli komiser Serdar Akkuş’la konuşmaya karar verdi. Soruşturmaya kendi biriminin müdahil olduğu anlaşılırsa işler uzardı. Karşı taraf gerekli önlemleri çok çabuk alırdı. Delil karartma, varsa olayın tanıklarının ortadan kaldırılmasına kadar giderdi ve elleri boş kalırdı. Birim tarafından bu olayın basit bir terör olayı olarak değerlendirildiği iması uyandırılmalıydı. Hiçbir şey olmamış gibi davranmayı seçmeliydi. Çekmecesinden kullan at telefonlardan birini aldı. Serdar’ın telefonunu çevirdi.
Serdar üçüncü çalışta açtı telefonu.
“Abi benim.. nasılsın?” dedi ve duraklamadan “Müsait değilsen sonra arayayım!”
Serdar gülerek “Ben iyiyim evlat.. sen nasılsın? Lan ne hayırsızsın! Neredeyse üç ay oldu bir arayıp hal hatır sormadın.. bu arada müsaidim” yanıtladı.
“Haklısın!” dedi Kaan “Haklısın hayırsız çıktım.. bunu telafi etmeni yolunu buluruz. Abi durumlar çok karışık. Bazen tuvalete gitmeye vakit bulamıyoruz.”
“Altınıza etmiyorsunuz ya?” diye kahkahaları yükseldi.
“Abi dünkü olay hakkında ne düşünüyorsun?”
Böyle pattadak sorulması Serdar’a işin boyutlarının çok büyük olduğunu anlatmaya yetmişti.
“Olay üstlenilmiş..” dedi kısa ve öz.
“Ben de öyle düşünüyorum! Ve olayın üzerine resmi gidersem, biz de incelersek karartılır. Muhakkak izleniyordur. Senin öğrettiğin gibi yapanları rahatlatıp gevşetecek hamle yapmalıyım, yani hiçbir şey yapmıyor görünmek. Yardım eder misin?”
Serdar hiç düşünmeden, “Ne demek evlat? O nasıl soru?” dedi.
“Sağol abi! Ben infaz edilen gençlerin bir olaya tanık olduklarını, bir ipucuna farkında olmadan ulaştıklarını sanıyorum. Bir çocuk da varmış o çocuk kayıp. Kayıp çocuğu bizimkiler Pazar yerinde almışlar yanlarına. Emniyet içinde olup biten bir şey bu. Senin kaynakların vardır. Fuat Sansar’la dostluğunuz sürüyor mu Abi?”
“Evet..”
“O zaman renk vermeden, öylesine konuşuyormuş gibi yapıp..”
Kaan sözünü bitirmeden Serdar araya girdi:
“Hey dünkü çocuk.. la boynuz kulağı geçti deseler de ben kulak değilim sen de boynuz değilsin.. anladım. Ellerinde ne gibi bilgiler vardan ziyade ne düşündüklerini, neye yorduklarını, nasıl bir soruşturma yürüttüklerini kolayca öğrenirim Fuat’tan.”
“Abi inan aklımı okuyor gibisin.. evet ben de bilgiden ziyade neye yorduklarını, zavallı çocukların infaz edilmesini neyle açıklamaya çalıştıklarını.. valla aklımı okudun!”
Serdar:
“Benimkiler tahmin evladım.. ha ama bak sana gerçekten akıl okuyan birini söyleyebilirim. Rahmetli Umur Bey Tilki Süleyman’dan söz etmedi mi sana?”
“Yok Abi.. bu adı ilk kez senden duyuyorum!”
Serdar Akkuş bir an susup istihbarat başkanının sözlerini tarttı. İhtimal vermedi. Tok bir sesle:
“Dünyada inanmam, benden önce sana söylemiştir.. sen kesin unutmuşsundur! Her neyse.. Tanışmalısın o çocukla! Hani şu mentalist denilen şeyler var ya.. hani bir bakışta kişinin duruşundan, konuşmasından, bakışından anasının köyüne kadar bilenler oluyor ya.. sakın şarlatan deyip burun kıvırma. Mutlaka tanış! Bak çok faydası olur..” dedi.
Umur Tılsım ona böyle birinden söz etmemişti. Belki de etmeye fırsat bulamamıştı.
“Sen ciddisin Abi!” dedi Kaan kuşkulu bir sesle.
“Evet!” dedi Serdar gayet kendinden emin. “Evet ciddiyim. Tanıdıktan konuştuktan gördükten sonra kendine lanetler savurmazsan ben de gramofon iğnesiyim, diye ortalıkta dolaşırım. Ben onu kendime yardımcı bile alırım.. tek kusuru diploması yok. Yani resmi yardımcı olamaz. O da muhbirliği kabul etmez. Ama gayri resmi..”
“Abi birine iş mi lazım?”
Serdar öfkelenmişti ve bunu da ses tonuyla belli edecekti:
“Evlat ne zaman ben birinin kapısını aşındırmışım iş için? Böyle bir şey duymuşluğun var mı? Bak bir savaştasınız ve üç ay önce Umur Bey'in keşfettiği birini sana ihbar ediyorum. Bu savaşta öyle böyle bir faydası olmayacak.. önce git görüş, konuş tabi bunu yaparken âlâ-y-ı vâlâ ile yapma! Kimse bilmesin! Kimse duymasın! Deşifre olmaktan korkuyor çocuk!”
“Çocuk mu? Kaç yaşında?” diye sordu Kaan Ardıç hem kendisinin hem Alper Eken'in rüyalarında da bir çocuk vardı, düşüncesine kapılarak.
“25 bilemedin 26 yaşlarında. Sabahçı Bahar kahvehanesinde garsonluk yapıyor. Bekâr. Esirgeme kurumunda büyümüş. Önce rahmetli Umur Abi'yi büyülemişti, sonra da beni büyüledi tabi. Bizi büyülediği gibi seni de büyüleyecektir. Sizi ben tanıştırmak isterdim, ama olmaz çocuğa söz verdim hem ben şu işin peşine düşeyim. Bir şey bulursam seni ararım. Çocuğa Umur Bey'den haberini aldığını söylersin. Beni gammazcı bilmesin çocuk!”
Kaygılı bir sesle, “Anladım abi.. aklımdayken abi şu soruşturma.. hani.. çok tehlikeli olduğunu söylememe gerek yok. Senin huyundur fazla derinlere inmek istersin, hiç gerek yok.. mini minnacık bir kırıntı da olsa bildir yeter. Düşman çok şedit, biliyorsun! Umur abiden sonra seni kaybetmeyi ben kaldıramam, ben kaldırsam da ülke kaldıramaz” diye konuştu.
Emekli komiser Serdar tatlı sert bir tonla;
“Hey beni korkutma!” dedi “Zaten çişimi tutamıyorum! Ha mutlaka vakit geçirmeden o çocukla bir görüş derim. Zaman kaybı olmadığını göreceksin.”
“Tamam Baba.. bu akşam oraya gideceğim! Sanem Anneme selam söyle, ellerini öptüğümü de. Abi ne kadar çabuk olursa o kadar iyi olur! İyi günler!”
“Sana da iyi günler evlat!” dedi telefonu kapadı Serdar. Fuat Sansar’la bugün evinde buluşacaklardı. Her hafta cumartesi günleri akşam yemeğinden önce bir bir evlerinde buluşur sohbet eder satranç oynarlardı. Bu hafta sıra Fuat Sansar’daydı. Ve görüşme talebinde bulunmamış olmak lehinde bir durumdu. Sansar geveze olmamakla beraber hava atmasını seven biriydi. Onun bu zaafını kullanacaktı kuşkusuz.
Saatine baktı. Daha iki saati vardı. Laptopunu açtı, biraz satranç alıştırması yapacaktı. Haberlere şöyle bir göz gezdirip satranç oyununu açtı. Bir türlü oyuna kendisini veremiyordu. Daha dördüncü hamlede mat olmuştu. Evet, oyun seviyesi en sondaydı ama kendisini verebilmiş olsa bu kadar çabuk mat olmazdı. Aklını kurcalayan şeyler konsantrasyonunu bozuyordu elbet.
Sanem de pazardan dönmemişti henüz. Canı ne de çok kahve çekiyordu. Üşendi. Laptopunu kapadı. “Zor zamanlardayız! Hem de çok zor zamanlarda” dedi kendi kendine kısık bir sesle. Saatine baktı. Hepi topu yarım saat ancak geçmişti.
Cemal Çalık, 12.09.2016, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Kumpas, Roman