"Bu hekat ölümü, ölümleri kutlayan değil yaşamayı ve yaşatmayı seçenlerin hekatıdır. Bu hekat bir dirilişin sessiz çağıltısıdır."
Bölüm Beş
-4-
Cevdet sancısı varmış gibi yaptı:
“Say ki de kubura düştüm arkadaş.. içimi oyuyorlar sanki.”
“İyi değilsen doğruca eve git.. ben buradan bir taksi tutar eve giderim, tabi taksi parasını yarın senden alırım!” gülerek karşılığını verdi Alpaslan.
Cevdet sitemli bir tavır takındı:
“Lan arkadaş helal olsun sana.. beni bu halde tek başıma göndermeyi göze alıyorsun he? Vay be.. kendimi en emniyetli hissettiğim yer senin yanınken hem de.. sen beni bu halde yollara salsan da ben seni bu vakitte tekin olup olmadığını bilmediğim taksilere bindirip göndermem la. Öleceğimi bilsem de yapmam! Sakın paradan kaçtığım için reddettiğimi aklından bile geçirme. Bak öyle bir şey aklına düşerse inan o kafanı..” karşılığını verdi.
Alpaslan güldü:
“Anladım.. hayvanın tekiyim ben.. kabul de.. Arabayı niye çalıştırmıyorsun? Sabaha kadar burada arabanın içinde oturmayı mı düşünüyorsun? Gidip bir yerlerden emzik bulayım sana.. sulu gözlü şey! Çalıştır şu arabayı! Ve yarın da mutlaka sevk alıp hastahaneye gidiyorsun. Hele yapma inan kulağını tutup götürürüm. Hatta ellerini arkadan kelepçeler öyle götürürüm. Çekemeyeceğim arkadaş. Bir de araba içinde gerçekten bıraktığını düşünsene..”
Kahkahalar atıyordu Alpaslan.
Üzülmüş, yıkılmış tavırları takınarak arabayı çalıştırdı Cevdet. Birkaç metre somurtarak gittiler neden sonra ikisi birlikte gülmeye başladı.
“Sen tam artistmişsin ya devrem!” dedi Alpaslan.
“Senin de benden aşağı kalır yanın yokmuş!” dedi Cevdet.
“Ne artistliğimi gördün la?” dedi Alpaslan.
Cevdet az kalsın, “Ne zamandan beri Tankut Alsen’e ana diyorsun” diyecekti. Kendini tuttu. Aslında tam denecek laftı. Bir açığını yakalamıştı. Eğlenmek ne güzel olurdu. Ve fakat ne oyunun yeriydi ne zamanı. Yer ve zaman yanlıştı. Eğlenme hevesi kursağında kalmıştı böylelikle. İçerlemişti de.
“‘Taksi tutar giderim’i öyle bir dedin ki değme artistler öyle diyemez!”
Alpaslan bir den beklenmedik bir tonla bağırdı:
“Hey sapağı kaçırdın kör müsün Allah aşkına! En az on dakikamı yiyorsun!”
Cevdet omuzlarını silkti:
“Lafa tutmasaydın arkadaşım, benimle çene çalıştıracağına gözlerini yola dikeydin! İlk kez mi oluyor bu durum? Hayır! Körlüğümle, dalgınlığımla dalga geçer durursun. Körlüğüme dalgınlığıma hükmetmişsin o zaman gözünü yoldan ayırmayacaksın, dönüş sinyali ver diyeceksin. Dönmeye hazırlan, şimdi dön diyeceksin. Ama şunu rahatlıkla söyleyeyim ki şimdi ne dalgınlık var ne körlük senin gevezeliğin. Allah sana bir çene vermiş.. pah..”
“Lan olum sen de artık hakkımda kesin bir karar ver.. daha bu sabah ‘lan ağzından bir tek kelime çıksın, konuş la, ağzına görünmez kilit mi taktın, lal mısın?’ diyordun, şimdi de geveze biri olduğumdan şikâyet ediyorsun.. hangi sözüne uyayım anlamadım ki!”
“Sapağı kaçırmışım, kör müymüşüm? Sen dua et yolu görüyorum.. sapağı kaçırmışım.. yolu kaçırmadığıma dua et odun kafa! Ha şu ana kadar altıma kaçırmadığıma da dua et! Ve dua et ki eve varıncaya kadar da kaçırmayayım. Sonra kokudan şikâyet eder durursun” dedi Cevdet.
“Arkadaş” dedi Alpaslan. “Cidden kötüysen ben kullanayım arabayı. İstersen hemen bir hastahanenin aciline gidelim.”
“Yok ya.. o kadar kötü değilim. Ama hak et karnımı içeriden bir el, görünmez bir el buruyor sanki. Şırdan mı yaptı acaba?”
“Olabilir, sen de pisboğazın tekisin.. bu vakitte böyle ağır şeyler yersen olacağı.. oha.. arkadaş ikinci sapak da kaçtı.. manyak mısın nesin? Gözlerine inme mi indi?”
“Tamamla.. konuşmuyoruz. Konuşan yarınki yemekleri ısmarlar. Altıma edecem senin yüzünden. Bu sapağı da kaçırırsam valla donuma ederim.. sanki adamı evde hanımı çocukları bekliyor da geç kalmaktan söz ediyor. En fazla Figen anadan fırça yersin, daha ne olur? ya benim halim nice olur? Paçalarımdan sıza sıza eve gittiğimi düşünsene? Karıya ne derim la sonra? Senin yüzünden oldu sapak kaçırmalar. Senin gevezeliğin yüzünden.”
“He.. şoför koltuğunda ben varım değil mi?” dedi Alpaslan.
“Artık konuşmuyoruz birader bu sapağı da kaçırırsam sabaha evde olurum.. Tamam küsülüyüz. Konuşmuyoruz. Bak sustum. Hatta –sol elini ağzına götürdü- aha fermuar çektim ağzıma.”
İstenilen zamanı arkadaşını kuşkulandırmadan kolayca elde etmişti Cevdet. On- on beş dakikadan daha fazla bir süre. Üçüncü sapaktan sapıp otomobilin hızını arttırdı.
“Altıma yapmadan seni bir eve atsam!” dedi gülerek. Alpaslan cevap vermedi. Oturduğu binadan otuz kırk metre uzaklıktaydılar.
“Yav devrem seni burada indirsem, ben de buradan dönsem olmaz mı? Yoksa yol daha uzayacak he!” dedi yapmacık bir sevecenlikle.
Alpaslan, “Durumun fena ise gel bizim tuvaleti kullan.” teklifinde bulundu. Cevdet başını hayır anlamında salladı arabayı durdurdu. Alpaslan arabadan indi. Cevdet vakit kaybetmeden sokaktan caddeye geçen sapağa sürdü arabayı. Derin bir nefes aldı.
Alpaslan “Altına yapmasa bari!” dedi gülerek kaldıkları apartmana doğru yürürken.
Mesleki bir dikkatle sokağı şöyle bir taradı Alpaslan. Her şey yerli yerin görünüyordu. Sokakta olağanüstü bir durum yoktu. Her şey o kadar normaldi ki çöp toplayan 20’li yaşlardaki Kunduz Cenk bile çöp bidonunun başındaydı. Uzun zaman –neredeyse iki yıl geçmişti üzerinden- önce tanışmışlardı. Cenk ilkin epey çekingen davranmıştı. Adını sorduğunda utana sıkıla ve kısık bir sesle;
“Kunduz” demişti. Alpaslan tebessüm etmişti duyduğu Kunduz adına.
“Kunduz mu?” demişti. “O nasıl isim?”
“Herkes bana Kunduz, der” demişti Cenk. “Yatalak anam bile” demeyi ihmal etmeden. Böylece gencin yatalak bir annesini olduğunu öğrenmişti. Genç az konuşarak ne çok şey söylemişti.
“Peki Kunduz, resmi bir adın vardır herhalde.. Kafakâğıdın yok mu yoksa?” diye devam etmişti sorgusuna Alpaslan. Genç duralamıştı. Kaygılı gibiydi. Sırlarını kimse bilsin istemiyor gibiydi. Sonra nasıl olmuşsa bütün o olumsuz duyguları atmıştı:
“Olmaz olur mu abi.. Kafa kâğıdımda Cenk yazıyor. Cenk Kırılmaz.”
“Peki, Cenk Kırılmaz annenden başka kimsen yok mu?”
“Yok.. ben küçükken ölmüş babam.. annem de temizliğe gidermiş.. merdivenlerden düşmüş. Böylece çalışamaz oldu. Anama ben bakıyorum!”
“Anladım!” demişti. Ve arkadaş olmuşlardı. Kullanmadığı giysilerini veriyordu. Bazen nakit para verdiği oluyordu, Kunduz asla isteyerek almamıştı kendisine uzatılan parayı. Sahte bir tehdit ve öfke karşısında yenilmiş gibi yaparak alırdı. Hemen her gün bu saatlerde burada olurdu. Bazen de gündüzleri gelirdi.
Bir keresinde nöbetten çıkmış eve gelmişti Cenk’i çöp bidonundan biraz uzağa kaldırıma oturmuş kitap okuyorken bulmuştu. Selam verip yanına oturmuştu şaka ile, “O beyimiz mesai zamanında kaytarıyor ha? Ne okuyorsun bakayım!” demişti. Alpaslan’ı gören Cenk sevinmişti. Toparlanıp ayağa kalkmak için davranmıştı. Alpaslan genci durdurup yanına oturmuştu.
Cenk , “Dorian Gray’in Portresi” diye bir kitap..” ve kitabı göstermiş “Şimdi bu bidondan çıkardım, biri atmış.. baştan birkaç sayfası eksik ama.. olsun.” demişti.
Alpaslan, “Okuma yazma bildiğini bilmiyordum. Demek okula gittin!” demişti.
“Orta ikiden terk.. anam merdivenden düşünce.. birinin eve ekmek getirmesi gerekiyordu.” demişti Cenk üzüntüyle.
Alpaslan konuyu değiştirme gereği duymuştu:
“Biliyor musun Kunduz bu kitabı adam bir haftada yazmış, derler.”
Cenk şaşırmıştı:
“Uydurmadır abi” demişti. “Ben bunu iki yüz elli sayfalık kitabı bir ayda okuyamam adam nasıl yazmış? Uydurmadır!”
Alpaslan omuzlarını silkmişti:
“Uydurma veya değil. kesin bilmiyorum. Ama yazmışsa yazmıştır. Sen ben de Oscar Wilde gibi olsak biz de o kadar belki daha fazla yazarız. Bakma sen yazmak boş adam işidir.. ne evde aç kalacak biri var kaygısını biliyordur, ne kira derdi vardır.. sen ben ekmek parası için koşuyoruz.. elbet vakit bulamayız. Ama onlar şeylerinin üstünde fındıkkıran insanlar.. yazar elbet niye yazmasın!”
Cenk bu sözler üzerine gülmüş ve “Şeylerinin üstünde fındık kırmak.. doğru dedin be abi.. ama ben onun gibi olsam, yani ekonomik olarak onun gibi olsam yine de yazamam gibime geliyor.” demişti.
Alpaslan kızar gibi yapmıştı. Omzuna hafif vurmuştu:
“Sen o adamdan daha mükemmelini yazarsın Kunduz.. sen hayatın içindesin. Uydurmana gerek kalmaz, uydurma ihtiyacı duymazsın, senin yazdıkların bir çilenin ürünü olur. Sinsiliği, ikiyüzlülüğü, yokluğu, yoksulluğu, çaresizliği senden iyi kimse yazamaz, anlatamaz. Yazan anlatan sadece işin orospuluğundadır!” demiş sonra da cebinden sigarasını çıkarmış, Kunduza da ikram etmiş yan yana sessizlik içinde sigaralarını tüttürmüşlerdi.
Sokakta iki apartman yukardaki siyah panelvan gözünden kaçmamıştı Alpaslan’ın. Kuşkulanacak bir şey göremedi. Herhalde birileri birine misafir gelmiş olmalıydı. Kunduz’a selam verdi. Bir sigara ikram etti. Ayaküstü birkaç dakika konuştular.
Annesinin halini hatırını sordu Cenk’e. Cenk iyi olduğunu söyledi.
“Dün çok mu geç geldin? Rastlayamadım sana. Biri bir palto verdi. Tam senin üzerine göre. Dairede kaldı. Yarın getiririm. Hadi sana kolay gelsin Bay Kunduz” dedi çöp bidonunu ağır adımlarla geçti.
“Sağol abi” dedi Cenk çöpleri doldurduğu arabaya eğildi. Alpaslan binanın kapısına daha yeni varmış, anahtarı henüz kapıya sokamadan o bildiği sert brovning marka silahın sesini..
“Ah be dede!” dedi Sacit.. “Ya bari silah brovning olmasın ya!” diye itiraz etti.
Ay Dede:
“Tamam la oğlum, sen söyle ne marka olsun silah? Işın silahı deme de!” karşılığını verdi gülüyordu Ay Dede, tam eskiden olduğu gibiydi her şey. Her dinleyici hekata karışıyor, katkıda bulunuyordu ve hekat daha bir heyecanlı hale geliyor, daha bir zenginleşiyordu.
Sacit gülerek,“Korth ya da Baby Eagle II” dedi.
“Hangisi.. ikisi birden olamaz!” dedi Ay Dede ciddiyetle.
“Baby Eagle II olsun!” diye söze karıştı Semra. “Yalnız sorun şurada nasıl oluyor da çok çok iyi biliyor o silahın sesini?”
“Neyse en azından silahın adında birleştik. Silahın sesini tanımasına gelince!” dedi Ay Dede, daha sözünü bitirmeden baba Ferhat araya girdi.
“Atış talimini hep Baby Eagle II ile yapıyormuş, o tabancaya adeta âşıkmış, en sessiz olunan zamanlarda bile o âşık olduğu silahın sesini duyar kendinden geçermiş!”
Ay Dede oğluna baktı. Onaylayarak ses tanıklığının böyle olduğunu söyledi. Seher dudak kıvırmıştı, ama şimdi o dudak kıvırmanın hesabını görecek değildi. Günü geldiğinde, taşı gediğine koyar, o hareketin hesabını alırdı. Bu düşünceyle güldü Ay Dede ve anlatmasını sürdürdü:
Alpaslan binanın giriş kapısına daha yeni varmış, anahtarını henüz kapıya sokamadan o çok iyi bildiği keskin tok sesli Baby Eagle II’nin düşen tetiğini duyunca ani bir reflexle başını arkaya çevirmeye çalışmıştı. Başını çeviremeden sırtına saplanan ilk kurşundan bir parmak uzağa giren ikinci kurşun daha bir sendeletmişti Alpaslan’ı. İki eliyle kapıya dayandı.
Yaralarının ölümcül olduğunu biliyordu. Kurtuluşu olmadığını seziyordu. Ve fakat celladının yüzünü görmeyi çok istiyordu.. Güçlükle döndürdü başını arkaya, sonra tüm bedenini. Sırtını kapıya yasladı. Ayakları güçten kesiliyordu. Bütün gücünü gözlerine verdi. Çöp tenekesinin başında sokak lambasının ışığı altında Kunduzun elinde tabancayla dimdik durduğunu gördü.
Kunduz’un gözleri dolmuştu sanki. Sanki değil çocuk ağlıyordu. Yanaklarından aşağı süzülen yaşları da seçebiliyordu çocuğun. Tebessüm etmeye, gülmeye çalıştı Alpaslan. Sanki Kunduz'a,“Seni affediyorum Kunduz, bile isteye yapmadığını biliyorum Kunduz!” der gibiydi.
Kunduz sol eliyle gözlerindeki yaşı silmiş sonra da bir el daha ateş etmişti. Bu kere tam alnından vurmuştu. Alpaslan yavaş yavaş yere doğru süzüldü. Siyah panelvan hızla Kunduz’un yanına gelmişti. Aracın sürgülü kapısı açıldı. Çöp arabasını hızla içeri aldı iki el. Kunduz da hızla bindi arabaya. Kimse hiçbir şey görmemişti.
Genç güvenlikçi Alpaslan’ın yüzündeki şaşkınlık ve hüzün onu bulanlar gelinceye kadar silinmeyecekti.
Cemal Çalık, 31.10.2016, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Kumpas, Roman