"Bu hekat ölümü, ölümleri kutlayan değil yaşamayı ve yaşatmayı seçenlerin hekatıdır. Bu hekat bir dirilişin sessiz çağıltısıdır."
Bölüm Dört
-9-
Bahar Kahvehanesi'nin hemen arkasında tek odalı tuvaleti dışarıda olan bir gecekonduda kalıyordu Süleyman. Anahtar da kapının üst sövesinde duruyordu. Süleyman kapıyı açıp hemen sağdaki elektrik anahtarını çevirdi ışığı yakıp konuğunu içeri davet etti.
Dar bir hol üç adım ötedeki bir kapıya kadar uzanıyordu. Hol topraktı. Holün duvarları kireçti. Hafif bir nem kokusu, küf kokusu vardı sanki. Kaan Ardıç bu kokuyu çok iyi tanıyordu. Kendi öğrencilik günlerinden kalma kokuydu. Kendisi de tıpkı böyle metruk bir yerde tek başına yaşamıştı üniversite öğrenciliği süresince. Onun bekâr evi de tek gözdü. Hem yatak hem koltuk görevi gören bir divan, bir masa, masanın karşısındaki duvarda dört raflı bir kitaplığı vardı Kaan’ın. Kitaplığın çoğu rafı boştu. Süleyman’ın evi de kendisi gibi sadeydi. Tek fazlalık üç adet tahta sandalye idi. Bir de kitap yoktu. mutfak malzemelerini –bir tencere, bir tava, sıvı yağ, salça- barındıran dolabı saymazsak ev hemen hemen aynıydı. Masanın üzerinde bir de laptop vardı.
“Abi müsaadenle ben bir çırpıda yemeği yapayım. Sen istediğin gibi takıl. Yan komşu sağ olsun wifi şifresini verdi. Onun sayesinde internete girebiliyorum. İstersen laptopu kullanabilirsin.” deyip masa üzerinde duran laptopa uzandı.
Kaan:
“Gerek yok!” dedi.
“Sen bilirsin abi!”
Çok geçmeden menemen yapıldı. Birlikte yediler.
Süleyman:
“Abi rahatlığına bakılırsa sen de böyle yerleri mesken tutmuşsun gibi.” demişti gülerek.
Kaan da tebessüm etmişti:
“Haklısın.. öğrencilik günlerime gittim.. güzel günlerdi!” karşılığını verdi.
Yemek yenmiş sofra kaldırılmış çay demlenip birer bardak içilmişti. Kaan hiç acele etmiyordu. En ufacık bir huzursuzluk durmuyordu. Soru da sormamıştı. Süleyman kendisi anlatmak isterse anlatacaktı.
“Şimdi” diye başladı söze. “Abi ben bile inanmıyorum bende olana. Sen de görmeden inanmazsın. Onun için şimdi bir şey yapacağız. Kimsenin bilmediği, çok da mahrem olmayan bir anını canlandır zihninde. Zihninde o olaya odaklan. Sonra da bana olayın niteliğine göre –onun için, kısa ve senden başka da kimsenin bilmediği bir şey olsun- bir zaman dilimi ver. En fazla yarım saat. Laptopta hazırlayacağım şeye bak, sonra da konuşalım. Hazır mısın abi?”
Kaan,“Hazırım!” dedi. Kendinden başkasının bilmediği, özel, unutamadığı bir anı. Öğrenciyken yalnız başına evde oturuyordu. Kapı açılmıştı. Bir genç, hiç tanımadığı oldukça düzgün giyimli bir genç odadan içeri dalmıştı.
“Kaan sen misin?” demişti genç. Kaan ürkmüştü. Belli etmemeye çalışarak, “Evet, evet benim!” diye yanıtlamıştı. Genç adam, “Beni bir dostumuz gönderdi. İkimizin de tanıdığı. Berat Abi gönderdi. Benimle tekkeye kadar geleceksin!” demişti.
Kaan donup kalmıştı. Tekke evinden iki- üç yüz metre uzakta bir mezarlıktı. Tepeye kurulmuş bir mezarlık. Bir yanı uçurum olan bir yatıra ev sahipliği yapan, adını o yatırdan alan bu yer gündüz bile insanı ürpertirdi kaldı ki geceleyin... Çoğu müntehir tekkeyi seçerdi. Gecenin bir yarısı kendisini yardan atan birçok insan olmuştu tekkede.
“Anlamadım!” diyebilmişti kekeleyerek Kaan. Genç hiç istifini bozmadan tekrarlamıştı:“Tekkeye. Berat Abi senin gelebileceğini söyledi.”
Gitmişlerdi. Tam uçurumun kenarında oturmuşlardı. Yabancı sigara paketini çıkarmış, kendisine de ikram etmiş, birlikte ağır ağır içmişlerdi sigaralarını. Sonra birden genç adam hüngür hüngür ağlamıştı. Kalkıp gitmişti. Kaan onunla birlikte gitmeyi göze alamamıştı. Ondan epey bir süre sonra kalkıp eve varmıştı.
Kalbi delice atıyordu. Bu olayı Berat Abi’den başka kimseye anlatmamıştı. Berat Abi'ye genci tarif etmişti ve fakat Berat Abi öyle birini veya o tanıma benzer birini tanımadığını söylemiş “Belki sadece adımı biliyordu” cevabını verip kendisine dün gece hiç kimseyi göndermediğini de eklemişti.
“Demek” demişti Berat Abi “Tek başına ağlamaya cesaret edemeyen korkak biriymiş, başını omuzuna koyacak kimsesi olmayan bir garibanmış demek ki!”
Bu kadardı, kısaydı. Gözlerinin önünde olduğu gibi canlanmıştı bu anı. O hayalinde canlandırırken Tilki Süleyman da adeta transa girmişti. Kaan Ardıç canlandırma işini bırakınca Süleyman da transtan çıktı. Divana oturdu. Laptopu açtı:
“Kendim bir program geliştirdim. Daha doğrusu bir programı modifiye ettim diyeyim. Bilmem biliyor musunuz? Cinema d4 diye.. onu arka kapı olarak kullanıyorum. Sonra da okuduğum düşünceleri o program aracılığıyla üç boyutlu renksiz bir film haline getiriyorum. Ha bu arada her hangi bir okula gitmediğimi söyleyeyim. Kompüterle olan ilişkim tamamen alaylıdır.”
Kaan Ardıç duydukları karşısında şok olmuştu. Ne demek üç boyutlu görüntüye çevirmek? Bu nasıl olurdu? Böyle bir şey mümkün müydü? Abartıyordu kuşkusuz. Sormak yerine izlemeyi seçti.
Tilki Süleyman kendini kaybetmiş gibiydi. Adamın parmakları transa geçmiş bir piyano virtüözünün parmakları gibiydi. Parmaklarının hareketini izlemekte zorlanıyordu Kaan. Tilki Süleyman kâh dudaklarını ısırıyor, kâh derin bir nefes alıp birden bırakıyordu. Bazen “Kahretsin!” diyerek öfkesini dışarı vuruyor, bazen de küfrediyordu. Hem sinkaflı küfürlerdi bunlar. Yarım saat dolmamıştı bile. Ellerini laptoptan çekti. “Şimdi konvert etsin.. sonra da izleyelim! Tahmin süre on dakika. Hani şöyle daha teferruatlı bir makinem olsa bu iki dakika bile sürmez. Ama ne yapacaksın elimizde olan bu!” dedi, geriye yaslandı.
Süleyman’ın gözleri ekrandaydı. Kaan ise şaşkınlıktan ne diyeceğini, ne yapacağını bilemez haldeydi. Yani şimdi hafızasında canlandırdığı anısını bir film gibi, siyah beyaz bir film gibi izleyeceklerdi öyle mi?
Süleyman’ın “Evet.. hazır!” sözleri kulaklarında yankılandı. Avi formatında konvertlediği nesneyi sağ tıklayıp “birlikte aç” seçeneğine dokundu fareyle. Avi oynatıcı programlardan birini seçti. Film oynamaya başladı. Oldukça netti.
Kaan yirmi beş yaşlarındaydı. Bekâr odasında oturmuş daktilo başında bir şeyler yazıyordu ve ağzında filtresiz sigara vardı. Hemen sağında büyük bir fincanla çayı duruyordu. Birden kapı açıldı. Genç biri odaya girdi. Kaan Ardıç gördüklerine inanamıyordu.
“Bu imkânsız.. hayır, bu imkânsız” diye tekrarlıyordu. “Bu olamaz! hayır, hayır bu olamaz.”
Kafasını olmaz anlamında sağa sola hızla sallıyordu. Tilki Süleyman’ın keyiften bir oynamadığı kalmıştı.
“Bu nasıl olur Süleyman? Bunun bir açıklaması var mı?” diye sordu güçlükle.
Süleyman:
“Abi düşün ki ben bir kriminoloji ressamıyım. Hani tanıklar anlatır, orası şöyleydi, burası böyleydi, üç aşağı beş yukarı tanığın gördüğüne ulaşılır. Bunun daha gelişmişi bu.” diye zevkle yanıtlamıştı.
“Yani ben anlattım, sen dinledin öyle mi?” dedi Kaan tatmin olmamıştı, olacağı da yoktu.
“İşte orası” diye karşılık verdi Süleyman, “Orası biraz alengirli. Kendimi bildim bileli bende bu hal var. İster Tanrı'nın bir lütfu denilsin, ister bir ucubelik olarak değerlendirilsin, biri düşünürken ona konsantre olursam görebiliyorum. Sanki bir tür iç konuşma gibi. Yüksek sesle anınızı anlattığınızı düşünün. Bu halimi fark edince kendi kendime dedim ki ‘neden bir ressam gibi bunları canlandıramayasın? Hele de bu çağda. Kompüter çağında. Kompüterlerle neler yapılmaz ki?”
“Serdar Abi'ye de böyle bir gösteri mi sundun?” diye sordu gözlerini ekrandan ayırmadan.
“Evet!” diye yanıtladı Süleyman, “Bir çatışmada arkadaşıyla birlikte yaşadıklarını ona film olarak sundum. Sahi.. arkadaşı Serdar Abi'nin ayaklarına takılıp düşmese belki de hayatta olurmuş!” diye sürdürdü konuşmasını.
“Bunu bilmiyordum. Rahmetlinin kendisini siper ettiğini söylemişti bana, herkes de öyle bilir.” diye konuştu Kaan.
“Öyle imiş.. arkadaşını herkes bir kahraman bilsin istemiş. 'Beceriksiz korkakça davrandığını bilecekler de ne olacak?' dediydi, neden doğrusunu anlatmadığını sorduğumda.”
“Eh doğru demiş.”
Hâlâ olan biteni anlamaya çalışıyordu. Ekrandan başını kaldırdı. Süleyman’a baktı.
“Pekâlâ.. bu her zaman oluyor, dedin yanlış duymadıysam!” diye sordu.
“Her zaman.. yoğunlaştım mı bütün çıplaklığıyla görürüm.” diye cevapladı Süleyman.
Kaan heyecanla, “Bunun ne anlama geldiğini biliyor musun? Bunun ne büyük bir nimet olduğunu anlıyor musun?” dedi. Süleyman’ın bir karşılık vermesini beklemeden sürdürdü konuşmasını, “Şimdi, seni ben kendime özel yardımcı olarak alıyorum. Hiçbir itirazını kabul etmiyorum. Belki farkındasındır, belki değilsindir.. ifritlerle büyük bir savaşım vermekteyiz. Bu bir ölüm kalım savaşımı. Ülkemizin, sadece ülkemizin de değil tüm insanlığın bekası için bu savaşımı kazanmalıyız. Nizarileri duydun mu? Bilir misin?”
Süleyman gülümsedi ve “1097 yılının ağustos ayında büyük bir hezimete uğrayıp yer altına çekilen ifritlerin en şedit, en sinsi, en zalim kolu değil mi?” cevabını verdi.
“Hah işte o!” dedi Kaan, işte tarih yeniden onları bizlerin karşısında çıkardı. Başkan Alper Eken olmasaydı bundan kimsenin haberi olmayacaktı. Kimse onlarla savaşı göze alamayacaktı. Ki bunca zaman kimse farkında olamadı. Her renge büründüler. İşte seninle onların bir adım önünde olacağız. Kimse bilmeyecek. İster isteyerek, ister istemeyerek benimle geleceksin.
“İyi de Bahar Kahvehanesi ne olacak? Osman Abi babam yerindedir, onu yüzüstü bırakamam. Ben bırakıp gidersem tükenir.” diye açıklamada bulundu Süleyman.
“Hepi topu bir garson değil mi? Ben ona iki garson bulurum. Hem de yirmi dört saat çalışıp öf demeyecek iki garson. Sana bir hafta mühlet veriyorum. Resmi olarak işe alamam. Diploman yokmuş. Ama çay ocağına elemanda diploma zorunluluğu yok. Çay ocağını sen işleteceksin. Ve istediğim soruşturmada sen de bulunacaksın. Her soruşturmada değil. Gerek yok. Bazen sıradan görüşmelerde de yanımda olacaksın. Ne diyorsun?”
“Osman Abi razı olduktan sonra niçin olmasın. İyi makinalarla bakarsınız üç saatlik dört saatlik film yaparız kötü mü?” diye gülerek cevapladı.
Kaan Ardıç oturduğu yerden kalktı.
“Unutma bir hafta sonra.. benim yerimi biliyor musun?” diye sordu.
“İstihbarat biriminin yerini bilmeyen mi var?”
“Bir hafta sonra geliyorsun. Çay ocağı için geldiğini söylüyorsun. Hepsi bu. şimdilik iyi geceler!” dedi kapıdan çıkmak üzereyken kendisin geçiren Süleyman’a “O filmi de sil!” emrini verdi. “Hem benim hem Serdar Abi'nin filmini sil!”
Evden çıkıp karanlık sokağa daldı. Kendini tutmasa çocuklar gibi hoplaya zıplaya yürüyecekti sokakta. Öylesine mutlu ve öylesine heyecanlıydı. Nizariler bu kez daha büyük bir hezimete uğrayacaktı. Her bir ifrit sindiği köşeden çıkarılıp lağıma fırlatılacaktı. İçinde kuşkulara yönelik en ufacık bir kırıntı bile kalmamıştı.
Cemal Çalık, 03.10.2016, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Kumpas, Roman