"Bu hekat ölümü, ölümleri kutlayan değil yaşamayı ve yaşatmayı seçenlerin hekatıdır. Bu hekat bir dirilişin sessiz çağıltısıdır."
Bölüm Beş
-1-
"Devrem bu işte bir yanlışlık var!" dedi.
Cevdet büyük bir ustalıkla evin içinde bulunması zor yerlere gerekli kanıtları yerleştirmiş, son olarak da şifresini kırdığı bilgisayara mafya babalarından biri ile ilgili yazışmalar, yapılacak operasyonlara ait dokümanları yüklüyordu. Alpaslan gözetleme işini yapıyordu. Girdikleri ev kalp krizinden ölen emekli komiser Serdar Akkuş’un eviydi.
Yunus Alkış en güvendiği hizmet mensubu güvenlikçilerden Cevdet Gülen’i çağırmış ve olan biteni kısaca anlatmıştı. Serdar bir rastlantı sonucu örgütlerinin birtakım eylemlerine ilişkin bilgi ve belgeler ele geçirmişti. Susturulması gerekiyordu. Kalp krizi ile susturulmuştu. Ama çanta detayını gözden kaçırmıştı. Yanına ağzı oldukça sıkı birini, hizmet gurubuyla ilgisi olmayan birini almasını ve Serdar’ın evine mafya bağlantısıyla ilgili kanıtları yerleştirmesi için görevlendirdi.
Yanına aldığı kişi kuşkusuz bir takım sorular soracaktı, ona söyleyecekleri şöyle olmalıydı; Emir çok, çok üst düzeyden gelmişti. Kayıp bir çantanın peşine düşen medyanın susturulması için yapılan bir kamuflajdı bu. Eğer medya gerçeği öğrenirse hiç iyi olmayacaktı. Rahmetli Serdar’ın onuru, şerefi iki paralık olacaktı. Emniyet buna göz yumamazdı, emniyet göz yumsa bile kendisi göz yumamazdı.
Hani yaşarken fark edilseydi belki engel olmanın yolları aranırdı, ama şimdiki durum.. Ölünce ortaya çıkmıştı. Bunun üzerine emniyet müdür yardımcısı Yunus Alkış kendisini yanına çağırmış, olan biteni anlatmış ve bu işin hemen, acilen bitirilmesini istemişti. Kendisine olan güveni tamdı. Bu iyiliği kendisi için yapmasını istemişti. Böyle anlatacaktı.
“Devrem, bak” dedi Cevdet masaüstü PC’ye gerekli kanıtları yerleştirmiş, şimdi de laptopa yerleştiriyordu. “Bir yanlışlık yok..”
“Nasıl yok?” dedi Alpaslan. “Hepimizin babası bir adama iftira atıyoruz! Ömrü mafya ile yasa dışı yapılarla mücadelede geçmiş bir adamı mafyanın bir elemanı olarak göstermenin neresi doğru? Hem kim inanır buna? Nasıl yanlışlık yok dersin birader, aklım almıyor.”
İşlerini bitirmiş evden çıkmışlardı. Çorba içmeye gideceklerdi. Aynı konu üzerinde tartışıp duruyordu iki arkadaş.
“Hâlâ bana yanlışlık yok diyorsun? Nasıl ya?” dedi Alpaslan yeniden, kendi kendine mi sormuştu arkadaşına mı sormuştu o bile belli değildi. Yine de bu soruyu yanıtlamalı ve olası kuşkuların önünü kesmeliydi Cevdet, neredeyse yanına Alpaslan’ı aldığına pişman olmuştu, yine de iyi karardı, kuşkuları olması, şimdilik susmaması iyiydi, Alpaslan asla gevezelik yapmayacak biriydi, sağda solda hava atan tiplerden biri değildi, böyle tipler vardı emniyette. Ya eşine ya anasına-babasına, ya en yakını bildiği arkadaşına önemli biri olduğunu hissettirmek için olan biteni –üstüne üstlük yalın halde bile değil, katarak- anlatırdı. Oysa Alpaslan’ın ağzından kessen laf alamazdın. Öyle ki hazırladığı raporlar bile hep üstü örtük olurdu. Olaydan habersiz biri onun raporlarını okusa öylesine yazılmış şeyler sanırdı. Bu açıdan bakıldığına Alpaslan iyi bir karardı, elbet aşırı kuşkucu olması dışında elbet.
“Yanlışlık yok.. biz rahmetliye iyilik yapıyoruz. İşin iç yüzünü bilmediğin için sana yanlış geliyor. Tamam bak.. aramızda kalacak. Söz ver bana.. senden başkası bilmeyecek. Hiç kimse bilmeyecek anladın mı? söz ver!”
“Anladık, söz söz deyip durma.. tamam aramızda kalacak söz.. kimse bilmeyecek!” dedi öfkeyle.
“Bu işi benden isteyen kimdi sanıyorsun? Sence bu işi kendi başıma mı yapıyorum? Günahsız birine bok atmak bana ne kazandıracak. Bu işi kim istemiş olabilir? Hadi bir tahminde bulun?”
“Nereden bileyim, müneccim miyim ben kahrolası?”
“İşte bu yüzden” diye lafa girdi Cevdet, “İşte bu yüzden yanlış görüyorsun. Rahmetlinin oğlu gibi sevdiği müdür yardımcısı Yunus Bey istedi. Düşünebiliyor musun? Yunus Bey.. babasının en yakın arkadaşı, babası ölünce ona babalık yapan biri istedi bunu. Sence niçin? Babası yerinde birinin itibarını korumak için! Babasının itibarı için!”
“Bok.. itibarı içinmiş.. itibar korumak böyle ise kalsın!” dedi öfkeyle.
“Tamam unutma söz verdin. Şu kayıp çanta olayını izliyorsundur medyada öyle değil mi?” diye sordu Cevdet.
“Evet!” dedi Alpaslan.
“İşte her şey o çanta yüzünden” diye sürdürdü konuşmasını Cevdet. “O kahrolası çantayı Yunus Bey almış.. ve çantada gördükleriyle şok olmuş.. anlıyor musun, şok olmuş. Çantayı boşaltıp hanımına veremezmiş. Kaldı ki ben de veremezdim. Boş çantayı adam niye yanında taşısın, Sanem Anne demeyecek miydi bu çanta niye boş, hadi diyelim çantayı boşaltmadı, çantaya hiç bakmadı adamı hastahaneye yetiştirmeye çalıştıklarında çantaya bir göz gezdirmeyi akletmeyip de Sanem Anne'ye verseydi ne olurdu? Kadın kocasının ölümüne mi yansın yoksa yıllarca aynı yastığa bir sapıkla baş koyduğuna mı? Yunus Bey “Cevdet oğlum inanır mısın biri adeta çantanın içine bak diye fısıldadı, inanır mısın o ana kadar elimde tuttuğum çantanın farkında bile değildim. Çantaya baktım.. kahrolası çantaya baktım!” demişti bana işi verirken. Bakmayı es geçip karısına vermediği çantayı açıp baktı. İyi ki de baktı. Bu durum da ya çantayı boşaltıp teslim edecekti ya çantayı saklayacaktı. Saklamaya karar verdi. Boş çantayı veremezdi. Adam boş çantayla niye dolaşsın? Sen ben boş çantayla niye dolaşalım, vermemiş. Boş çanta dolu çantadan daha çok kuşku çekerdi elbet. Kimsenin çantadan haberi olacağını ummamış. Kim emekli bir adamın çantasının peşine düşer ki? düşünki adamın karısı bile sormamış kendisine cep telefonu verildiğinde. Yunus Bey Sanem Hanım'a telefonunu uzatırken içinden “inşallah çantayı sormaz!” diye geçirmiş. Gerçekten kadın sormamış. Ne diye sorsun ki? Yunus bey bu merakın adamın durumunu bilen biri ya da birileri tarafından dillendirildiğini düşünüyor. Öyle ya da değil kahrolasıca bir muhabir tanrı bilir nereden aldı bilgiyi, çantayı sorup duruyor. Tüm basılı medya ağız birliği etmişçesine ille de çanta, ille de çanta deyip duruyor. Bok vardı çantada. Yanında bir çanta varmış, çantadan haberiniz var mı? Biliyorsun Yunus Bey rahmetlinin yanındaymış son nefesini verirken. Tabi çanta ona soruluyor. Bu çanta merakı bana da adamın durumunu bilen birileri tarafından dillendirildiğini söylüyor.”
“Kahrolası çantada ne varmış lan!” diye bağırdı araba sola dönme sinyali verip sert kavşağı tehlikeli bir biçimde hızla alırlarken. Arabadaki iki kişi savrulur gibi olmuşlardı. Cevdet azıcık dikkatsiz olsaydı kuşkusuz direksiyon hâkimiyetini kaybedip refüje çıkmaları hatta refüjü de geçip karşı yola geçmeleri işten bile değildi.
Güçlükle toparlanıp hiddetle:
“Hah işte o kahrolası çantada çocuk pornosu..” dedi. Üzerinden büyük bir yük kalkmış gibiydi. Üzerine basa basa,“Bak söz verdin, aramızda kalacak! Beni rezil etmeyeceksin tamam mı?” diye sordu.
Alpaslan donup kalmıştı. Cevdet konuşmasını sürdürüyordu:
“Bu aramızda kalacak, söz verdin! Senin sözünün senet olduğunu bilirim. Yunus Bey birlikte gideceğin kişi bile bilmesin ve ağzı da oldukça sıkı bir olsun, diye tembihledi. Biz PC’ye laptopa mafya kanıtları yerleştirirken, bizden önce gelen ekip de PC’de laptopta çocuk pornosuyla ilgili bilgi ve belgeleri sildi. Şimdi anladın mı niye bir yanlışlık olmadığını? Anladın mı?”
Alpaslan bu uslamlama karşısında susacak değildi:
“Ha iyi.. bizden sonra da bir ekip gider mafyayı siler onun yerine casuslukla ilgili bilgi belge koyar.. Bu da rahmetlinin casus olduğunu kanıtlar öyle mi?”
Cevdet sırıtarak başını salladı:
“Kardeş hakkatten görmek istemiyorsun.. Yahu ya çantadakileri ne yapacağız? Yunus Bey'in çantada bulduklarını ne yapacağız ha? Onu da bir başkası mı koydu çantaya? Yunus Bey her hayırlı evladın yaptığını yapıyor. Ölmüş gitmiş bir adama sapık damgası vurulmasın diye kendi kariyerini bile ayaklar altına alıyor.. sen kalkmışsın bu işte bir yanlışlık var, deyip duruyorsun!” diye çıkıştı.
Alpaslan çantada bulunduğu söylenen şeylere bir açıklama bulamıyordu. Hani bulanın Yunus Alkış olduğu söylenmese, o bulduğunu söyleyen kişiyi suçlardı hiç düşünmeden. Hiç düşünmeden suçlardı çünkü rahmetli Serdar Akkuş’a her şeyi ile kefil olurdu. Öyle yakından tanıyordu.
Eğer Serdar Akkuş’un Yunus Alkış hakkındaki kanaatini bilmese ondan bile kuşkulanırdı. Ama her şeyi ile itimat ederdi Serdar Akkuş Yunus’a. Kaç kez bunu onun ağzından işitmişti. Sağlam karakteri, doğruya olan sadakati, ülkesine olan sevgisi eşsizdir Yunus’un, derdi. Yunus kendi menfaatini düşünecek en son kişi değildi, kendi menfaatini hiçbir zaman düşünmeyeceklerin en önünde yer alacaklardan biriydi.
Kaç kez rahmetli kendisine;
“Başına bir şey gelirse hiç çekinme ona git, bir kumpas, bir açmazla karşılaştığında hiç düşünmeden ona git. Hakikat için ne üst dinler ne ast. Öylesine dirayetli biridir. Ha bak yanlış yapan babası olsa ona bile sahip çıkmaz. İşte öyle biridir, Yunus.” demişti. Ve fakat eğer gerçek ise işte babası yerine koyduğu adamın bir yanlışı karşısında hiç de tarafsız kalamamıştı Yunus Bey. “Ben böyle bir şeyle karşılaşsam ne yapardım? Babamın çocuk pornosuyla ilgisini yakalasam ne yapardım?” diye sorular soruyordu kendine. Acaba bunu yaşarken yakalasa farklı mı davranırdı? Herkesçe iyi bilinen birinin ölümüyle ortaya çıkan kahrolası pislikleri örtmeye mi kalkardı?
Bir cevap bulamıyordu. Ama inanmak istemiyordu. Serdar Baba öyle biri değildi, olamazdı. Hayır, bunda kesinlikle yanlış bir şey vardı. Tamam, Yunus Bey çantada örtmeye çalıştıkları şeyle ilgili belgeler bulmuş olabilir ama biri ya da birileri tarafından konulmadığını nereden biliyoruz? Bilebilir mi?
“Yunus Bey’in bulduklarının örtülmesi gerektiğini kabul ederim!” dedi Alpaslan. “Ben de karşılaşsam pislik de olsa onca insan iyilik yapmış birinin ve artık ölü birinin pislikleri ortaya saçılsın istemem. En çok da eşi için istemem bunu. Kim bir sapığın eşine sahip çıkar? Herkes sırtını döner, her kapı yüzüne kapanır. Kadının bu son demlerinde bunları yaşamayı hak etmediğine inandığım için yaparım bunu ve bu yapılanı bu yüzden hoş görürüm, yani kamuflaj işini. Buraya kadar yanlış bir şey yok. Ve Yunus Bey’in söylediklerine de –yani çantada bulduğunu söylediği şeylerin öyle olduğuna da- inanırım. Ama bu yine de rahmetli Serdar Baba'nın öyle olduğunu göstermez ki? Ya biri tuzak kurduysa rahmetliye? Emniyet içinde bir savaş var, bunu biliyorsun. Bu savaşın taraflarından biri tuzak kurduysa rahmetliye? Bu taraftan bakamaz mıyız? Bakılamaz mı? bunu Yunus Bey’e sordun mu?”
Cevdet kısmen rahatlamıştı.
“Evet!” dedi.“Elbette sordum. Ve Yunus Bey de aynı şeyi düşünüyor. Ama işler öyle çabuk gelişiyor ki dedi Yunus Bey, biz gerçeği bulup çıkarıncaya kadar adamın itibarını da gömerler. Hele bir bunun önünü alalım, sonra da gerçeğin peşine düşeriz, dedi. ki ben de bu işin içinde bir iş olduğunu düşünmüyor değilim. Ve sen yahut bir başkası yapmasa da kendim kimseye sezdirmeden bir soruşturma yapmaya karar vermiştim.”
“Ben de varım!” diye araya girdi Alpaslan. “Ben de varım!” diye yineledi. Çorba içecekleri “Mevlana Çorbacısı 24 saat açık” yanar söner tabelası göründü. Arabayı..
“Bir dakika, bir dakika dede!” diyerek Ay Dede'nin sözünü kesti erkek torunu Sacit, Ay Dede kaşlarını çattı. Kızar gibi yaptı. Oysa kendisi de ne çok keserdi hekat anlatırken babaannesinin sözünü.
“Ne var?” diye sordu Ay Dede.
“Dede bak şimdi, uzayda bir gezegende geçiyor olay.. hadi bu dünyaya benzer bir yer.. hadi kahramanlarının adı Türkçe.. tamam.. iyi de be Dede bari çorbacının adı böyle olmasaydı..”
“Niye olmasın?” diye dedesinin yerine yanıt verdi Semra “Tıpkı dedi ya? Dinlemiyor musun?”
“Yani bu normal bir ad öyle mi? Uzayda bir gezegen.. Şakamonya adlı bir ülke.. ve lokantanın adı da “Mevlana Çorbacısı 24 saat açık” bunda bir tuhaflık yok öyle mi?"
Baba, gelin ve dede gülmüşlerdi bu çıkışa.
“Aslında çocuk haklı!” dedi Seher.. “Bana da biraz tuhaf gelmedi değil hani!”
Kahkahalarla gülerdi ya.. kayınbabasının yüksek sesle gülmeyi hoş karşılamadığını unutmuş değildi.
Dede öksürür gibi yaptı ve konuştu:
“Bunda bir tuhaflık yok.. hekâtı anlatan benim.. eğer bunu bir Hindu, bir Budist anlatsaydı belki çorbacının adı “Krişna Çorbacısı 24 saat açık” olurdu ya da ne bileyim bir Fransız olsaydı o da herhalde “Milen Ruj Çorbacısı 24 saat açık” diye yazıyor, diye anlatırdı.. ne bileyim bir Rus anlatıyor olsa “Gogol Çorbacısı” mı derdi “Gonçarov mu” bilmiyorum ama herhalde “Mevlana” yahut “Yunus” yahut “Fuzulî” demezdi.. yani ben anlatıyorum, değil mi?”
Oğlu Ferhat:
“Oğlum hekâtı anlatan deden elbette çorbacısı haftada birkaç kez gidip çorba içtiği yerin adını verecek, kalkıp da ‘Nebula Visivox Çorbacısı 24 saat açık’” diyecek değil ya!” dedi gülerek.
Ay Dede tatlı sert bir sesle:
“Hayır yani istemiyorsanız anlatmayayım..” dedi.
“Aa..” dedi hep birlikte dinleyiciler, “Elbet istiyoruz. Oyunbozanlık ediyorsun Dede”
“Ama siz de..” dedi Ay Dede “İkide bir sözümü kesiyorsunuz. Şimdi ben çorbacıya gelen iki kişiden birinin bir damar bir şırdan, diğerinin sadece şırdan sipariş ettiğini söyleyeceğim, -Semra’yı işaret edip- aha bu haylaz yüzünü ekşitip ‘ıy!” diyecek, -Sacit’i işaret edip- “Aha bu hayta ağzını şapırdatacak, -gelinine baktı- gelinim de ‘inşallah Ferhat niye sen de yapmıyorsun? Eskiden ne güzel yapardın!” diyecek, -Ferhat’a bakıp- oğlan da “la bu elektrikler gelmezse babamı da alıp çorbacıya götüreyim, ben paça içerim babam da damar!’ diyecek. Hadi deyin ki yanlış!”
Dinleyiciler hep beraber dedelerinin kızmayacağı bir tonda güldü. Dede yeniden hekata döndü.
Arabayı park edip, çorbacının terasına geçti, iki arkadaş. Gelen garsona Alpaslan bir paça sipariş verdi, Cevdet bir damar bir de şırdan, deyip beklemeye koyuldular. Çorbacı her zamanki gibi kalabalıktı. Hafif bir uğultu vardı. yine de işten konuşulacak yer değildi çorbacı. Ve ikisi de havadan sudan konuşacak havada değillerdi. Birbirlerine bakmak bile istemez bir halleri vardı.
Cevdet, “Lavaboya gidip geleyim!” dedi yerinden kalktı. Lokantadan içeri girip dışarıdaki tuvaletlere doğru yürüdü. Arka kısma geçip gelip gideni görür biçimde konumunu ayarlayıp Yunus Alkış’ı aradı.
“Efendim her şey tamam.. yalnız Alpaslan biraz kuşkulu!” dedi.
Karşıdaki adamın öfkelendiğini anlamıştı Cevdet. Yunus bir şey demeden, “Efendim Alpaslan iyidir. Başını verir sırrını vermez. Ağzı çok sıkıdır. Biraz kuşkucudur hepsi o!” dedi.
“Kahretsin!” dedi Yunus, “Ne birazı be adam.. tam götürecek adamını bulmuşsun! Çanta gibi yeni bir belanın ayak sesini şimdiden duyar gibiyim.”
“Yok, yok!” dedi adamı sakinleştirmek için. “Gerçekten efendim.. hani azıcık kuşkulanması lehte bir durum. Bunun bir kumpas olabileceğini, o istemese de kendi kendime bir soruşturma yapacağımı söyledim. Hemen atıldı kendisini de dâhil etmem için. Bir başkası daha tehlikeli olurdu.”
“Her neyse.. olan oldu. Gözetim altında tut. En ufacık bir şey sezdiğinde haberim olsun. Bak en ufacık bir sezgiden söz ediyorum, anladın mı? Bu uyarıyı sakın atlama aslanım!”
“Anlaşıldı abi! Hayırlı geceler!” dedi. Telefonu kapadı. Lokantaya doğru yürüdü. Alpaslan da boşluktan istifade edip hemen küçük bir soruşturmanın ilk adımlarını atma hevesi duymuştu.
Telefonunu çıkardı. İstihbarattan tanıdığı sevdiği Tankut Alsen’i aradı. Uykulu bir sesle yanıtladı aramayı yanıtladı Tankut.
“Abi ben Alpaslan.. bir şey soracağım.. sen rahmetli Serdar Baba'nın gözdelerinden biriydin. Nasıl bilirdin Abi?” dedi.
Karşıdaki bir süre sustu, sonra:
“Gecenin bir vakti aklına nereden düştü aslanım? Kalp krizi geçirdi işte, neyini merak ediyorsun!” dedi.
Alpaslan ne diyeceğini bilemez bir haldeydi. Tankut Alsen sağı solu belli olmayan bir elemandı. Şeytana pabucunu ters giydirebilen biriydi. Ve Serdar babanın yetiştirdiği bir istihbaratçıydı. Söylenen sözün ötesinde neyin söylendiğini anında anlayan bir yetenek. Ona bir sayfa yazı verin. Karıştırılmış bir yazı olsun bu bir sayfa, her bir sözcüğün, her bir harfin yerini değiştirip verin o sayfaya şöyle bir, bir iki dakika bakar sonra düzgün bir biçimde okurdu. Ve müthiş bir sezgisi vardı. Ne diyecekti şimdi?
“Şey Abi.. hani hakkında her hangi bir dedikodu duymuşluğun falan var mı? diye..”
Karşıdaki ses alaycı bir tonla yankılandı:
“İşin dedikodulara kaldıysa kadınlar hamamına gideceksin, şimdi ya dilinin altındaki baklayı çıkar konuş ya da telefonu kapa.”
Bir süre sustular. Terasın giriş yerini gözlerini adeta mıhlarcasına dikti:
“Abi.. nasıl diyeceğim bilmiyorum.. bugün rahmetlinin evine bir örtü serdik. Mafya ile.. daha feci şeyler varmış.. bilmem anlatabiliyor muyum?”
“Tamam.. şimdi dinle.. bu örtüyü Cevdet’le mi sardın?”
Alpaslan Cevdet ismini duyunca irkildi. Hani kimse bilmiyordu. “Evet!” dedi kekeleyerek. “Ama kimse bilmiyor denilmişti..”
“Boş ver ne denildiğini.. yalnız mısın?”
“Sayılır, çorbacıda birlikteyiz. Lavaboya gitti. İşimizi bitirip çorba içmeye geldik.”
“İyi.. şimdi telefonu kapa. Sonra görüşelim ve asla renk verme! Şimdi telefonu kapa!”
Donup kalmıştı Alpaslan. Telefonu kapadı ağır ağır cebine koyarken terasın kapısında Cevdet belirdi. Hemen telefonu cebine koydu. Elbet görmüştü son hareketi Cevdet.
Oturdu gülerek:
“Hayırdır sevgililerin mi aradı?” dedi. Siparişlerle gelen garson araya girince kendini toparlama fırsatı buldu Alpaslan. Garson çorbalarını önlerine bırakırken Alpaslan şaşkınlığını geride bırakmış, sakin bir edayla
“Annem.. "bu gece nöbetçi falan değilsin, nerede kaldın?" diyor.. arkadaş yüz yaşıma da gelsem peşimde dolanacak, bu nasıl iş” dedi.
Cevdet çoktan çorbasından ikinci kaşığı alıyordu, kafasını salladı:
“Lan devrem analar-babalar hep böyle. Allah seni inandırsın benimkiler neredeyse benimle operasyonlara gelmeye kalkışırdı ha! Hele rahmetli anam..”
“Allah rahmet etsin!” dedi Alpaslan bütün içtenliğiyle. Cevdet küçücük de olsa bir şeyler sezmişti. Alpaslan bu kadar geveze olamazdı. Hem de kafasını allak-bullak etmiş bir örtü operasyonu sonrası ilgisiz bir konuyu detaylandırmak Alpaslan’ın işi olamazdı. Acaba! Bu acaba kendisine “Küçücük bir olumsuzluk sezersen hiç vakit kaybetmeden bana bildir!” uyarısını aklına düşürdü. Madem içinde bir acaba belirdi, lamı cimi yoktu durumu anlatmalıydı, anlatacaktı. Çorbalarını yemeklerini bitirip kalktılar. Hesabı Cevdet ödedi. Arabaya bindiler. Cevdet anahtarı sokup marşa bastı.
“Kahretsin” dedi. Elini karnına bastırdı.
Alpaslan “Hayırdır devrem ne oldu?” dedi.
“Karnım.. lan ishal olduk.. lavaboya yetişirsem iyi.. Yetişemezsem, arabayla beni sen eve bırakacaksın, ben arkada donu boklu bir biçimde oturacağım” diyerek hızla arabadan çıktı.
"Gerçek miydi, başka bir şey mi vardı?" diye düşündü Alpaslan. “Daha neler?” dedi fısıltıyla.
Kuşkulanacak bir şey yoktu. Sık sık böylesi durumları yaşamıştı bu adamla. Yine de Tankut Alsen’le konuştuktan sonra acaba der gibi olmuştu. Böylesi ters durumların yaşandığı anları göz önüne getirip detaylandırmak istedi, sona vazgeçti bu istekten. Ne yeri ne zamanıydı acabanın kuşkunun. Şuan değildi ve kovulmalıydı. Kovmaz da derinlikli analiz yapmaya kalkışırsa renk verilirdi. Hem de kolayca renk verilirdi. Eli ayağına dolaşırdı.
Tankut nasıl da tiksintiyle söylemişti “Cevdet” adını. “Uzak dur! Yanından kaç!” der gibi olmuştu. Öyle ise renk vermemeli, Cevdet’i kuşkulandıracak uslamlamalardan, söylemlerden uzak durmalıydı. Eğer uzak duramaz da Cevdet’i kuşkulandırırsa zavallı rahmetli Serdar Baba'nın başına gelenlerin ortaya çıkmasını tıkardı ki, buna asla rıza gösteremezdi. Serdar Baba emniyette yoksul aile çocuklarının hemen hepsine babalık etmişti. Hemen hepsinin mesleklerin daha ilk yılında bırakıp kaçmalarını engellemiş, onlara yol yordam öğretmiş, her açıdan kollayıp gözetmişti. Şimdi o borcu ödeyecekti. O borcu ödemekten onu alıkoyacak hiçbir güç olamazdı.
Yıllardır güvendiği arkadaşının –üç yıldır birlikte çalışıyorlardı, akademide de sıkı fıkı arkadaş olmuşlardı- yanında emniyette hissederdi. Birden bire bu güven, bu arkadaşlık iskambilden yapılmış bir kale gibi yerle bir olmuştu şuan. Bunun anlaşılmasına imkân vermeyecekti.
Vermemeliydi. Otomobilin radyosunu açtı. En sevdiği müzik kanalını bulup sesini kıstı ve arkadaşını beklemeye koyuldu.
Cemal Çalık, 10.10.2016, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Kumpas, Roman