"Yaşamım düş kurmakla geçti ya!"
"
"Ayıbımı yüzüme karşı söyleyen bana zulüm etmemiş,
aksine bana bir armağan getirmiş demektir."
Ferideddin-i Attar
Bölüm Sekiz
-VIII-
"Kadın çok alıngandı!”, diyordum ki, "Tınmıyordu!" "Et yok!", diye bağırdım, "Kuşbaşılık da kalmadı.."
Yaşlı kadın tezgahın önündeydi, çekine çekine uzaklaşmıştı...
"Pürmaye!", dedim, "Baksana, tavuk istiyorlar!" Çırak dışarıya çıktığında, benden başka kimseyi görmemişti. Yüzüme bön bön bakarken, "Hani usta?”, demişti, "Kim tavuk istiyor?”
"Gitti, gitti!" demiştim, "Sen geç kalınca.."
Son günlerde gördüğüm rüyalardan başımı kaldıramıyordum, "Hep sizlerin yüzünden” mi deseydim. Yoksa, "Ben artık kendimi tanıyamıyorum, bunu böyle bilesiniz" mi deseydim. Yoksa, "Siz haklısınız. Ben kaybettim” mi deseydim.. Yoksa, "Her şeyi açıklıyorum. Beni dinleyin ey ahali!” mi deseydim.
"Karımın yüzünden aklımı oynattım, kafamdaki tahtalar yerinden oynadı, tahtası eksiklerden biri de benim, bunu böyle bilin ve belleyin!"
"Beni karım ve o filmler çıldırttı!"
"Finamek, oğlum!", demişti yaşlı kadın, "Benden korkuyor musun hâlâ?”
Yaşlı ve dul kadın annem olduğunu söylemişti, gözyaşları içinde, odadan çıkmaya hazırlanıyordum ki, Kötürüm Kadın’ın karşısında elim ayağım birbirine dolaşmıştı. "Bak, hayır anne!", demek istemiştim, "Senin düşündüğün gibi değil!"
Oturma odasının küçük penceresi açıktı, Şehrinaz açık pencerenin karşısında durmaktaydı, sonra bana dönüp, "Gelsenize!", demişti, "Gel bak, burada ne var! Bil bakalım ne var işte?."
Gittim baktım; o beyaz atlardan biri. Sonra yine o hayal açıldı, beni kuşattı, ama sesimi bile çıkaramadım, benim yerime bir başkası bakıyordu pencereden ve onlarda oradaydı. Şekerci, Mihri Mah, Müjgan, Ernüvaz, sonra o Cüce ve Şeker Adam. Mirelle Mathieu Gülüşlü Kadın, atın yanında durmuş yelelerini sevip okşamaktayken, Napolyon'un askerlerine benzeyen bir nefer de ona göz kırpmaktaydı açıktan açığa. Apoletlerine bakıp güldüm sonra, yaşlı kadın karanlıkta dökülen bir gölgenin üzerine kapanarak kaybolmuştu. Sanki yer yarılmış da içine girmişti. Bana her şeyi açıklamak istiyordu, ama yaşlı ve dul kadın birdenbire ortadan kaybolmuştu. Rahat bir soluk almak için sırtımı söveye dayamıştım, gözüm duvarda asılı duran aynalı saate ilişince korktuğum başıma gelmişti.
"Siyah Tayyörlü Kadın’la Kendirev Bey ikisi birlikte odaya girmişler, ona sözde yardım etmek için orada bulunduklarını, -yoksa başka ne için gelebilirlerdi ki zaten!- söylemişlerdi de Kasap hiç aldırış etmemişti", demişti Şehrinaz, "Hadi, söyle bakalım?", demişlerdi, "Cesedi nereye koydun?”, diye sormuşlardı da o hiç sesini etmeden beklemişti!"
"Niye böyle yapıyor?”, demiştim ben de.
"Kimden söz ettiklerini bile bilmiyordu Kasap!”, demişti Şehrinaz, "Saatlerden iyi anlayan bir insanın bir gün saatlerle kafayı bozarak nasıl çıldırdığını karısı Ş.,anlattığında inanmamış, hatta kendini tutamayarak nasıl da gülmüştü, ama şimdi karşısında duran Kendirev Bey'in gerçekten de çıldırmış biri olduğundan en küçük bir kuşkusu bile yoktu."
"Ne yani bu kadar mı?”, diye sormuştum nedense. Şehrinaz da, "Yok, yok!", demişti. Şaşkın yüzüme bakan kadına karşı öfkem birikiyordu. Her şeyin sonuna gelmek için sabırsızlıkla beklemekte, artık sabrımın son noktasında dolaşmaktaydım. Sanki bunları anlamıştı, beni oyalamak için gözlerini iri iri açarak bir yan bakış fırlattıktan sonra..
"Şeyh Destigayp’ın çıldırmasından ilk kuşkulanan da Büyük Hala oluyor! Bir akşam odasına çıktığında onu perişan bir halde bulunca, gözlerinin içi kan çanağına dönmüş bir halde saatlerin kirli emellerinden söz ederken hatta ilk başta Büyük Hala bir insandan bahsettiğini sanıyor!", demişti Şehrinaz, "Biraz daha yanına sokulup da söylediklerine kulak misafiri olunca Şeyh Destigayp’ı kaybettiklerini anlıyor, sonra sesini çıkarmadan odadan çıkıyor, merdivenleri birer ikişer basamak atlayarak sofaya vardığında büyük baba eski taş plakta Dede Efendi'yi dinlerken görüyor.. sonra dayanamayıp "Bey!" diyor, "Bey.. Destigayp’ı kaybettik!"
***
Perdeleri kapatmamı ve hiç sesimi çıkartmamamı söylediğinde Şehrinaz, yine cinlerinin geldiğini düşünüyordum, film anlatmaktan usanmayan bir kadını daha fazla üzememek için yanına gittiğimde çıldırmış gibi yüzüme bakıyordu, Şekerci'nin anlattıklarına ve Dehhak Döngel’in yazdığı şeylere inanmış bir kadın duruyordu karşımda sanki.
"Büyük Baba bunu ilk başta Hala’nın evhamına yorduğundan, görmeden inanmam dediği için, ikisi birlikte çıkıyorlar bu sefer Destigayp’ın odasına!”, dedi Şehrinaz, "Her zamanki gibi Şeyh Destigayp hayatımıza sokulan saatlerin kirli emellerinden söz ediyor, bunu da üstlenen bir yer altı şebekesinin varlığından dem vuruyor, sonra saatlerin korkularımızı yenmemiz için bizlere nasıl yardım edeceklerini bildiğini, ama açıklamak istemediğini, çünkü öldürülmekten çok korktuğunu, daha akla gelmedik ne zırva şeylerden söz ediyor da ben buraları kısa kısa geçmek istiyorum!"
"Niye?”
"Bir de o sahneden bildiğim şeyi de yeri gelmişken söyleyeyim!”, dedi Şehrinaz, "O da şu, benim güzelim! Evet, köksüzlüğün nerelere kadar vardığını anlamak için bir saate bakmak yeterliymiş aslında!"
"Şeyh Destigayp’ı kapattıkları odada saatlerle nasıl konuştuğunu, onlara içini nasıl açtığını, saatlerin dilinden anlayan dayısını Ş.,'nin neden hiç sevmediğini Kasap şimdi daha iyi anlıyordu!”, dedi Şehrinaz, "Düşünsene bir?” Zaman nasıl da çabuk geçiyordu. "Nereye gittin?”, sorusuna ne diyeceğini unutmuştu. Karısı Ş., yanıt vermesini beklemekteydi Kasabın. "Hiç!", demişti, "Beyaz At, pencerenin önünde duruyordu, ona bakıyordum. Sizlerin geleceğinden haberim yoktu. Annen bir şey söylemedi. Bilseydim. Yani. Daha önceden. Ne ise boş verin!"
"Küçük pencere açıldığında Liz Taylor onlara bakıyor, sonra kahkahalar atıyordu!", dedi Şehrinaz, "Yelkovanın üzerine asılmış bıyıklarının eğiticisi, Kasabı yarı yolda bırakmıştı hastalanarak. Her defasında aynı şeyleri söylemekteydi. "Saatin masal çağında unutulmuş siyah bir küheylan olduğunu!”
"Kasap karanlık bir aynada savrulup giden şekilleri, sonra insanları bir araya getirmekten epeyce canı sıkılmış gibi geriye döndüğünde sanki aksi, budala, şeytansı bir gülüşle neredeyse o cüce kasaba benzemişti!", dedi Şehrinaz.
"Ya öyle mi?”, dedim güya meraklar içindeymişim gibi.
***
Dışarı çıkarken Kiyanüs’ü gördüm, elindeki Türk Bayrağı’nı bir sağa bir sola sallarken yine o marşı söylüyordu, belki de yine darbe oldu diye bir düşünce geçti içimden, güldüm, başımı sağa sola salladım, üzerinde ketenden çizgili pijamaları vardı, belki de Kiyanüs çıldırmıştı, evet, dedim Müjgan, sonunda Kiyanüs’ümüzü de kaybettik.
Takip ettim, geniş caddeden, "Dağ başını duman almış, yürüyelim arkadaşlar!”, marşını söyleyerek Atatürk Anıtı’na doğru yürümekteydi. Bilgi İşlem Merkezi'nden içeri girdiğimde Dehhak Döngel’i her zamanki gibi koltuğuna oturmuş bir halde gördüm, sinsi bakışlarını yüzüme çevirdi ve gözlerimin içinde oyalandıktan sonra "Kendini oyuna kaptıran Kiyanüs'ün bu kadar ileriye gideceğini bilmiyordum!”, dedi, sonra da insanı sinir eden alaycı ve küçümseyici o bildik bakışlarından birini fırlatmıştı bana doğru ki ben de öfkeleneyim, elimde olmadan bir taşkınlıkta bulunayım, her şey bitsin diye..
***
"Bütün öteki resimler gibi, diğer resimlerde, uzak bir kış gününün resminde toplanmışlardı sanki!”, dedim, "Düş Treni’nde ona el sallayan kadın, siyah yeldirmeli annesi ve küçük kız Ernüvaz’ın İstiklal Caddesi’nde yürürken bir imgeden, bir fotoğraf karesinden imgeleminde yarattığı tiplerdi -Kırmızı beresini bir kış sabahı unutup gitmiş, sonra da bir daha geri dönmemiş o kadını düşünerek günlerce pencerenin karşısında dikilip kaldığı ilk gençlik yıllarındaki odasında o kış bir başka insan Kayıp Sevgili Mihri Mah’ı yeni bir rüyaya sürüklemiş.. evet, Cemşid üzeri küllenmiş aşklarını, yitirdiği insanları, yaşanmamışlıkları ve yaşadıklarıyla artık geçmişte kalmış o günleri, yalnızlık dakikalarını.. daha sonra bütün bunları günlükleri yazarken rüyanın içine yerleştirmekten çekinmemişti hiç. Sonra yine Küçük Kız’ın 'Duygusal Mülteciler' anıştırmasına dayandırdığı senaryonun kimi bölümleri, eksikli metinlerin kimi yerlerinde karanlık gibi görünse de. Cemşid’in neden böyle yaptığını, sonra kadına neden "Çok gördüm bunları!”, dediğini, şimdi çok daha iyi anlıyordu Cendel. Sonrasındaki karanlık köşeler, bütünselliğe gidemedikleri için, ya da başka sebeplerden dolayı İstanbul'u terk etmeye karar vermesi de öyle çabuk olmuştu ki, bu konuda aradığı kadın ona yardımcı olamayacağını, bu yüzden üzgünüm derken yine de bir sır saklar gibiydi, ama Cendel’in yapacağı fazla bir şeyi olmadığından bunun üzerine de gidememiş, oradan ayrılırken umutsuz ve çaresiz dik yokuşu adımlamaktaydı bile. Sanki senaryonun nereye gittiğini yürürken daha iyi anlamaktaydı, çalışma odasına çekildiğinde hep bunları düşünmüştü. Yitik Aynaların Naif Direnişi’ni okumaya başladığında saat neredeyse gece yarsına gelmekteydi. Akrep Adası oldukça ilginçti. Cemşid gördüğü ilk rüyasında kadın kulağına eğilmiş Akrep Adası'nda olduklarını fısıldıyordu kulağına. Yıllardır yapmak istediği bir şeyi başarmış bir yüz, Ayaklı Duvar Aynası'nda beliriyordu. Dahası tam olarak belirginleşmediği için, ya da aynanın solan yüzünde Mihri Mah, yine her sabahki gibi sarı dişlerini gösteren gülümseyişiyle karanlık rüyadan çıkıp geldiğinde gözlerine inanamamıştı. Kesik bir el gördüğünü çığlıklar atarak uyandırdığı insana söylemeye çalışırken Cemşid’in ne yapmaya çalıştığını anlayamadı. Ama Lekeler kısmını yazmaya başladığında günlüklerden rahatlıkla yararlanabileceği düşüncesine kapılınca derin bir soluk almayı unutmayan Cendel, çalışma masasından kalkıp odanın içerisinde dolaşmaya başladığındaysa Mihri Mah yine pencerenin karşısında durmuş Galata Kulesi’ne bakıyordu. Sonra birden aklına şeytani bir düşünce gelmiş gibi yüzünde aynı tebessüm belirmiş, Destigayp gibi gülmeye başlamıştı. Asıl şimdi onun ne yapmaya çalıştığını daha iyi anlıyordu. Bu yüzden Cendel de aynı kararı vermekten çekinmemişti, onun gibi aynı yolculuğa çıkmayı kafasına koymuştu bir kere, sonu ne olursa olsun denemek istiyordu. Kararı kesindi, sabah olur olmaz ilk işi bir bilet alıp Antik şehre gitmek olacaktı. Sanki senaryonun yarım kalan bölümlerini orada bulacakmış gibi kalbine birden umut dolmuştu, bu yüzden heyecanını yenemediğinden gözlerini uyku bile tutmamıştı!”
"İlginç bir karşılaşma!”, diyerek lafımı kesti Şehrazat. Durup yüzüne baktım, geçen haftaki konuşmalardan sonra hala daha bir burukluk okunmaktaydı gözlerinde. Hiç görmediği insanlarla bu kadar yakından alakadar olması beni şaşırtıyordu, rastlantılarla büyüyen, büyüdükçe içinden çıkılmaz olan senaryomun neredeyse sonuna gelmiş sayılırdım. Bunların hepsi bir insan için var olmuşlardı, sonra tekrar karanlıklarına dönmek zorundaydılar. Sinematografın en güzel yanını keşfetmiş gibi o sabah neden hemen uyanmak istediğimi anlıyordum. Uyanınca da fazla telaşa kapılmaksızın bundan önceki rüyalarımda ve yaşadıklarımda neredeyse silinmeye yüz tutmuş yüzler, şekiller, imgeler çemberi yakama yapışmış beni bir yana bırakmak istememişlerdi sanki. İlk Akrep Posteri’nin hemen karşısındaki aynada kırılmış bir insanın yüzü belirdiğinde onu tanımakta hiç de güçlük çekmedim, burkulmuş bir yüzle bana bakan Superisi, Mat Kadın, denizin derinliklerini gösteren kadın Şehrazat bana bakıyordu. Sanki Şehrazat'a değil de ona anlatır gibi..
"İşte bir dönem daha kapanmıştı böylece Ernüvaz İçin bir eylül sabahı!”, dedim, "Market’te yaşadıklarından sonra böyle bir hayallemeyi Şehrazat'a anlatacağı dakikaları düşlemişti, ama genç
kız kayıp sevgili Şehrazat onu hiç aramamış, yanına bile uğramamıştı. Kaç kez okulunun önüne gidip beklemişti, ona neden kırgın olduğunu merak etmiş, ama bir türlü cesaretini toplayıp soramamıştı, Son günlerde okulun bahçe kapısına kadar ancak gidebiliyor, sonra çekindiği için geri dönüyordu. Şehrazat onu görmüş müydü acaba? Bir keresinde bindiği dolmuşun arkasından nereye gittiğini merak ettiği için koşmuştu. Hiç bir şeyden korkmadığı günler her şeyi göze alabilecek kadar gözü karaydı üstelik. Cemşid’in İstanbul'u neden terk ettiğini, gazeteci arkadaşını bulup bulmadığını, kayıp zamanların peşine düştüğü zamanlardaki kadının başına neler geldiğini, gel-gitler yaşadığı o dönemde daha nelerin olduğunu merak ediyordu. İkisinin çektiği acılar, ardında bıraktığı eksikli senaryo Cemşid’in başına bela olmuştu sanki. O kadar yoğun ve sıkıcı yazı çalışmasına kendini kaptırdığı şu günlerde Finamek’in de bu caddeyi belki kaç defa geçtiğini, belki aynı hayalleri kurduğunu düşünerek yolunu yarılamış sayılırdı. Başka bir dünyanın ruh iklimim yaşadığı için belki de, aynı rüyayı paylaşan diğerlerinden bu yönüyle ayrılmaktaydı. Cemşid’le şiir, müzik, edebiyat konusunda tartıştıkları ve kendini ona anlatmayı deneyip de her defasında bunu başaramadığını düşündü. Kim bilir nasıl bir insandı? Bu yüzden Cemşid’in elim bir trafik kazasıyla öldüğünü biliyordu artık!”
"Kahramanını niye öldürdün?”, diye sordu Şehrazat. "Böyle olması gerekiyordu!”, dedim, "Ölümsüz aşklarının hiçbir zaman bitmesini istemediğim için, başka ne için olabilir!”
"Ya Bilgisayar Operatörü’ne ne oldu?”, diye sürdürdü sorgusunu Şehrazat. "Onu da son bölüme bıraktım tabi ki!”, dedim, "Her şeyi orada anlattığımdan , bu kadarı yetmez mi?”
Sonra durup yüzüme imayla bakan kadına güldüm, artık gitmenin zamanı gelmişti, sokakları, birbiri ardına açılan eski kentteki kıvrımlı yolları, sabahın erkeninde üzerime üzerime gelen dolambaçlı sokakları düşünürken.. aylar sonra böyle hatırlamalarla senaryonun sonuna geleceğimi kim söylese o zaman inanmazdım herhalde. Şehrazat neredeyse kapamak üzereydi Ofis’i.
Şehrinaz’ın dumanlı mavi gözleri yine gelip karşımda durdu, mutsuzluğun çizgileri yüzünde dolaşırken bunların da diğerleri gibi Akrep Adası’na gömüleceklerini son anda anlamış o insanı da unutmamamız gerektiğini düşündüm. Ama uykularımda sayıkladığım kadın aslında Şehrinaz’dı. Birinci yüz çerçevede solmuş, kararmış, islenmişti. İkinci yüz metinlerde sürekli kılık değiştiren Şehrinaz’ın giderek belirsizleşmeye başlayan yüzüydü. Ofis’ten dışarı çıkarken her şeyin sonuna gelmiş bir insan gibi içim içime sığmıyordu, çünkü Şehrinaz yanımdaydı, hayallerimi, aşkımı, yarın için kurduğum düşlerimi sürükleyen insanla birlikte yürüyorduk?
***
Şehrinaz’ın da yüzünde hiçbir ifade olmadığı halde -yüzünde hiçbir ifade yoktu- aynadan ona baktığını gördü. Hiçbir şey yapmadan geniş, büyük kapının buzlu camlarında eriyen gölgesiyle anne olmayı hiçbir zaman düşünmemiş o kadını da gördü, diğer resimleri de. Solmuş yüzler, eski pikaplar. Camlı firuze kutuların içinde özenle saklanılmasına nasıl dikkat edildiğini gördü. Görkemli yüzlerin kederle açılan gözlerinde hep aynı ışığın parıldadığını, ne yazık, evet, gördü. Yalnızca yanına onu almak isterdi, yalnızca Şehrinaz’ı. Senaryo’nun büyüsüne kapılmış, sonra Cemşid’in yaşadığına inancını hiç kaybetmediği kadınla konuştukları, otobüs yolculuğunda birbirlerine anlattıkları oldukça ilginç olduğunu, hem onlarla birlikte kendisini de ilgilendiren sonraki olayların çala kalem yazıldıklarını gördü. Plak kapaklarının üzerindeki harflere her geçen gün başka gözle bakan kadının öyküsünü öğrendiğinde Cemşid’in neden ondan uzak durmaya çalıştığını da gördü. İçlenmeleri ve kuruyarak çekilen duygu selinden geriye bir şeyin kalmadığı yitip gitmişlikleri, yaşanmışlıkları ve yaşanmamışlıkları, eksiklikleri gördü. Renk renk, çeşit çeşit irili ufaklı şapkaları, sonra çengeldeki o melon şapkayı gördü. Eski gramofon yine kilitli sandığın içinde duruyordu.
Büyük Baba’nın belli belirsiz görünen içe kaçmış gözlerinde hafızasını kaybetmeye başladığı sıralarda hayatına dair şeylerin çekilmekte olduğu ama hiçbir iz bırakmamış rastlantısal olayların bir simgesi olan rüya tozlarının uçuştuğunu gördü. Şehrazat’ın okuduğu kitapları, bir raf dolusu korku öykülerini gördü. Bunların çoğu düşsel öykülerdi. Bir Kış Günü’nün Fotoğrafı önünde, Şehrinaz’ın yeniden annesine dönüşünü anlatan cümlelerde, hep aynı sayıklamayı yaşayan böyle bir insanı abartarak anlatan Cemşid’i gördü. Onu, okurun hiçbir zaman bağışlamayacağını düşünerek, "Ey okur!", diye seslenmek isterdi, elimden gelse daha fazlasını anlatmak isterdim, aynaya rüyanın nasıl girdiğini, ilk Türk Düş Senaryosunu yazmakta olduğumu ve bu yüzden ilk kez yıllardır süren suskunluğumu nasıl bozduğumu anlatmak isterdim, sabret, sabret ki göresin!" gibi cümleleri bir yerde Cemşid’in özür dileme gereği duyduğu için kaleme aldığını gördü.
Evet, sabret ki, eski zaman aynalarını da, bir zaman öyküsünün düşüncesinde ve kalbinde bundan başka bir şeyin olmadığını anlatayım. Sabret ki, o rüyanın nasıl söndüğünü, o ışığın nasıl uçtuğunu, o umut ve hülyanın kanatları kırık bir kuş gibi yerlere, çamurlara nasıl düştüğünü anlatayım. Sabret, sabret ki göresin. Sabret ki, hayatın, senaryo için karşısında düşündüğü ayna gibi nasıl karanlık olduğunu.. hayatında daha birer can bulmamış, tohum halinde kalan bütün emellerine -yokluktan çıkıp gelmiş o- acılı son bakışını attığı zaman üzerinden bir yükün kalktığını ve rahatladığını, o coşkuyu iliklerine kadar nasıl tattığını anlatayım.
Sabret ki, hayatın şu ayaklarının altında dalgalanan karanlık uçurum gibi olduğunu göresin. Sabret, sabret ki.. senaryonun, şurada parlayan bir ışığa, bir hiçliğe nasıl bağlı kaldığını, saatlerce düşüncelere nasıl daldığını.. kendi dünyasından çıkarak rüyasını nasıl yitirdiğini ve bir zamanlar onunla nasıl avunduğunu anlatayım. Sabret, sabret ki, göresin.. Sabret ki, senaryonun, onda yalnız bir sevginin, belki bir hayatın anısını sevdiğini anlatayım. Sabret ki, senaryonun yıkıntısının tam göçüşünü görmek için Cemşid’in mağaraya uğradığını, iki damla gözyaşı döktüğünü anlatayım. Sabret, sabret ki, göresin.. Evet, ey okur, senaryonun benimle ilgisi işte bir ölü ile mezarın ilgisi gibiydi!" cümlelerini de gördü..
Sonra yine yitirilişi, yaşanmamışlığı, yitirdikleri ve kazandıkları, umutları ve umutsuzlukları, dün için anı anına kaydedilmiş resimleri, görüntü parçalarını, kendisini gördü..
Öykü, şimdi sona ne kadar yaklaşmıştı acaba?
***
Yazdığım şeyleri bir gün adam edeceğimi, onu ölümsüz kılacağımı söyledim. Kafamdakileri bir bir sayıp önüne döktükçe Şehrinaz daha da büyüdü, ondan yayılan ışık dalgası beni sardıkça yeni sözcüklere ihtiyacım olduğunu anladım.. bana yol gösteren kadını gözden yitirinceye kadar beklediğim odada bir başına kalınca durdum ve bir daha beni böyle yüzüstü bırakmayacağı öyküler tasarladım kafamda. Mabet belki de bu yüzden çok güzel oldu.
Mahi Azadecuy "Saçmalama!”, dedi, "O bir kadın!”
Cemşid Ulu içeri girdiğinde, beni böyle bir noktaya bakarken görünce, dalgınlığıma, yitip gitmişliğime bir anlam veremedi, ona diyemedim, Şehrinaz biraz önce buradaydı, uzun yerleri süpüren siyah bir eteklik giyinmişti ve o hülyalı haliyle bir peri kadar güzeldi. Yeniden o karanlık çöktü, senaryonun karanlığı sardı dört bir yanı, kimsenin yerinden canlanmasına izin vermeyen bir hava esmekteydi yüzünde.
Al dedi şu altın tası Juliet, gözlerinden dökülen gözyaşlarını ona akıt, sonra da onu bana geri ver! Çünkü unutulan ve kırılan şeyler için akıttığın gözyaşlarını onda saklayacağım. İleriki çağlarda yaşayanlar hiç anlamayacaklar gözyaşlarının anlamını, ama yine de bazıları çıkacak çıkmasına, ütopyalara inanan ve etik değerlere inanan ve de dünyayı dönüştürmeyi deneyen Donkişotlar çıkmayacak değil hani. En güzeli de Gözyaşı Şirketleri’nin kurulduğu dönemde yaşanacak biliyor muydun? Senin anlamlı büyülü gözyaşlarının peşinde olacak yediden yetmişe herkes. Öyle ki taklitleri yapılacak, korsan gözyaşları üretilecek. Kitapların arasında saklayacaklar, birbirlerini tanımaları için bir işaret, bir şifre olacak Gül Kardeşliği için. Bu da onların avuntusu olacak. Dev karteller, holdingler, gözyaşı akrabalığını sürdürmek için uzak akrabalarını çağrıştırsa da o iğretilik peşlerini hiçbir zaman bırakmayacak bir karabasan gibi.
Mahi Azadecuy yüzüme bakıyordu, anlamamış gibi yüzüme neden bakıyordu bu adam? Gri rengindeki pencerelerden dışarı baktım, ölüm her şeyden önce çiçeği burnunda bir alışkanlıktı, kurulu düzenlerinden başka yapma çiçekler de gündeme geldi, işte her şey yalınlıktı, düşüncelerim yasaktı, oturup zamana dilekçe yazmayı düşündü Cemşid Ulu, onu çileden çıkaran çığırtkanlıklara gelmişti sıra, oturmak zamanı değildi artık.
Sonra yine o sahne açıldı karşımda. Durup baktım. Homurtusu kulaklarında eşinip durmuş uzaylı yaratığın çığlığına bir nokta koyduğu sahneyi düşündüm. Burnunu uzatanların yok oluşuna tanıklık yapacak kimseye de rastlayamamış o garip gezgini düşündüm ve sustum. Gözlerimi biraz daha kısarak homurtulu sesin sahibini aranır gibi aynalı kapıyı çevirip gözlerimi, orada, bir zaman öyle kalmak isteyen Cemşid Ulu’yu düşündüm ve sustum.
Çığlıklarıyla kirlenmiş bir aynada Genelevi Patronu Neriman, son tangoyu yapan eski bir Antalya Aşüftesi gibiydi, ekoseli eteğiyle rengi ihtişama gönül vermiş, bağlanmış sultani zevk alemlerinden birinde tam yakalamışken peşini bırakmak istemeyen baygın bakışlarını savurarak aynayı kendine mekan eylemiş o dilber, işte o kaybolan dünyanın, sönükleşen, biten, yok olacak olan son dünyanın ihtişamıyla oradakilere şuh bakışlar fırlatmakta.. civanların, yeni yetme delikanlıların -dahası bıyığı yeni terlemekte olan gençlerin de- yüreğini ağzına getirmekteydi sanki.
Siyah Ayna. Tabut, kutu, ölüm gibi esinlenmeler için kullanılmış bir düş anahtarıydı onun için. Güzel gözlerinden, körpe dudaklarından, silikonlu memelerinden gözlerini alamayarak baktığı o insanı kaybetmek istemese de bunlar bir zaman sonra hayal olacaktı. Hayalin belki de vazgeçilmezliği buradaydı, yüreğine çöreklendiğinde varlığından kuşku duyulamazdı.
Siyah Ayna'nın kıyı köşesi irinli akıntıyla çevrelenmişti, kulaklarını kakafonik sese kapatması lazım geldiğini, kaytan bıyıklısı eğilip kulağına fısıldamış, O da, şimdi böyle kendinin uzağında hayalin en güzel yerini bulmaya çalışıyordu. Çekilen bu düş sancısı ikisini de yaralamıştı, bir dünya bulmuşlardı. Kulakları Büyük İnsanlar meydandan çekilmişti. Canları sıkılmıyordu. Bu kadar insanın hep aynı şeyi yapması hiç de şaşırtıcı değildi. Hortumlarını sallayan fillere yine çölde rastlanıyordu.
Sivri ojeli tırnaklarını etine geçiren cadılardan biri yüzünün yırtılan yerini dikmeye çalışırken düşlerin eski efendisi çıkıyordu karşısına. Dev ekrana yansıyan insan irisi, ucube, kolunu son anda Yıldız Kapısı’ndan çekebilmişti, sıkışmadan kurtarabildiği için kendini şanslı sayıyordu. Yüzündeki gülümseme buna işaretti. Çöl Gezgini de aynı fikirdeydi, Çöl Masalcısı’yla aynı düşü paylaştıklarından bir şaka olarak yorumlamışlardı bunu. Zamandan umut kesilmezdi, diye bir söz onun ağzında sakız olmuştu, ritüellik kazandırmanın bir anlamı olamazdı. Sonra yine senaryo kahramanımı tam bir Baykuş olarak düşündüm, Kör bir Baykuş.. Aslında hep kötü anlaşılmıştı, dahası psikanalizim ile uğraşırken kendine Baykuş adını yine kendisinin taktığını unutmamalıydım, diye düşündüm.
Gel zaman git zaman, adı ucubeye çıktığından bundan kaçamadığı için de alnına vurulan bir veba lekesi gibi dolaşıp durmaya başlamıştı insanların arasında. Sonra bütün yaşamı marketle sınırlı olduğu için oyunları seçen insanı düşündüm. Bundan daha doğal ne olabilirdi ki? Zaten bu yüzden psikoloğuyla da oynamaya başlayacak, asıl onların problemli olduklarını düşünerek ona komplolar kurmaya kadar götürecekti işi diye düşündüm. Gizli, gizli takip ettiği insanın evine girmesi, onu korkutması bildiğimiz şeylere dair kalıplaşmış bir sahne değildi, sonra zavallı kadıncağızın halüsinasyonlar görmesi rastlantılara dayanmakla birlikte kurgulanmış bir şey olarak düşündüm. Ama bunlar başına başka işler de açacaktı.
Örneğin; aranılan bir insan olmuştu, insanlar ondan kuşkulanmasa da o böyle bir paranoyaya kapılmıştı. Ama en sonunda kadıncağız çareyi kahramanımı polise şikayet etmekte bulacaktı. Bunlardan önce söylenmesi gereken bir şey varsa o da senaryo kahramanımın özellikle bir kadın psikolog seçmesiydi, bu okuyucuya gösterile gösterile verilecek temalardan biriydi, işte bakın, görün sevgili okuyucularım, der gibi bunun üstünde bu kadar durmak isteyişim basit görünse de hiç öyle değildi aslında. Evet, basitti basit olmasına, ama bu iyi işlenmeliydi belleğine okuyucunun. Bu kareyi verişim kahramanımın kadınlara daha rahat açıldığını göstermek içindi, başka bir niyet aranmamalıydı, diye düşündüm..
Hiç unutamam, kadıncağız tam bir psikanalistti sözleriyle okuyucunun yeni bir komiklikle karşılaşacağını düşündüm sonra. Her şeyi sistematik açıdan gören bir insanı açmazından yakalayıvermem bir tesadüftü yalnızca, sonra üstelik statükonun buyruklarıyla hareket etmeye çalışıyordu.. seansların birinde mat oluşu da kahramanımın sorduğu soruyla vuku buluyordu.
Sevgili Kahramanımız gayet doğal ve içten, ama kadıncağızın gözlerinin içine bakarak, "Sen hiç düş kurmayı sevmez misin?”, diye soruyordu. “Örneğin alanında yeri yerinden oynatacak bir kuram geliştirdiğini.. hiç aklından geçirmedin mi?”
Aslında hiç de basit bir soru değildi. Çünkü; kadıncağız bu soruyla çelişkiye düşüyordu. Bunun Fruedyan tezle bir alakasının olmadığını kavrıyordu, yıllardan sonra. Asıl önemli olan şey burada kendini Fruedyan teze nasıl esir ettiği şizofren gözüyle baktığı insan aracılığıyla ortaya çıkıyordu.
"Rüya görmek güzeldir!", diyecekti, "Ama gerçek bir rüya!”
O kadar yılın boşlukta sallanan bir ipe benzemesi ne kadar acı bir şey.. Kadın psikolog çıldırarak kendi yaşamına son veriyordu.
***
Cemal Çalık, 13.10.2016, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Düşlerin İsyanı, Roman