PEK YAKINDA
Bölüm Bir
-1-
E. Kenti, 1978 yılı, 25 Şubat , Cumartesi günü saat 11:30
Sacit bir aşağı bir yukarı Dadaş Sineması'nın bulunduğu
binanın önünde gidip geliyor, arada bir sağ kolundaki –dikkatinizi çekerim sağ
kolunda- Hislon marka saatine bakarak dershanenin çıkış saatine ne kadar
kaldığını hesaplıyordu. Sacit zamana fırsat verse belki çabucak geçecek de
fırsat vermiyor ki. Daha yirmi adımlık yolun –volta attığı güzergâhın- iki
adımını atmadan saate bakıyordu. Bu acelecilik zamanında geçmesi gerekenin de
gecikmesine neden oluyor, gibisine geliyordu. Bu yargıyı birkaç kez kendi
kendine dillendirmişti dadaş sinemasının bulunduğu binanın önünde attığı her
voltada.
Dadaş Sineması'nın bulunduğu binanın iki kapısı vardı. Her
iki kapı da hem giriş hem çıkış için kullanılırdı. Bu gereksiz bilgiyi
–kapıların her ikisinin de giriş çıkış için kullanıldığının bilgisi- vermemizin
nedeni akıllara kapılardan birinin sadece giriş, diğerinin de sadece çıkış için
olduğunun gelmesi, böyle bir sanıya kapılma olasılığının olmasıdır. Gerçekten
bu sanıya varan olur mu? Olur!
Olur, çünkü sinemadan söz edilmiştir ve
sinemalar iki kapılıysa mutlaka biri yalnız giriş için diğeri yalnız çıkış için
kullanılır ve Dadaş Sineması'nın da bir giriş bir çıkış kapısı vardı zaten.
Ancak hatırlanacağı gibi sinemadan değil –kesinlikle değil, hani unutkanlıkla
bile olsa bu değili unutup sinemadan söze edecek değiliz- Dadaş Sineması'nın
içinde bulunduğu binadan söz ediyoruz. Lütfen!
Binanın iki kapısı vardı hemen herkesin –hemen herkesin
dememizdeki neden ola ki kendini herkesten soyutlayan biri vardır da o farklı
söylüyordur- ön kapı dediği kapı tam Cumhuriyet caddesine bakıyordu. Diğeri
yüzünüz sinemaya dönükken –yani sırtınız caddeye dönükken- sağ tarafa düşen –ki
sırtınızı binaya yüzünüzü caddeye döndüğünüzde ister istemez sol tarafa düşer-
yan kapı.
Yan kapıdan yukarı –yani sırtınız caddeye dönükse eğer- doğru giden
sokak sizi Vani Efendi mahallesine yahut Çırçır mahallesine götürürdü. Elbet
Çırçıra gidebilmeniz için Vani Efendi mahallesini geçmeniz gerekirdi. Taş
ambarlarını geçtikten sonra. Biraz sola saparak gittiğinizde yani. Aslında
bizim o iki mahalleyle de bir işimiz yok. Kaldı ki Çırçır mahallesine sadece o
sokaktan da gidilmez hani. Hatta en doğru istikamet Ali Ravi Caddesinden yokuş
yukarı gitmektir. Eğer çırçır mahallesine gitmek istenirse. Çırçır mahallesine
niçin çırçır denilmiştir? Bilmiyoruz. Pirinçle alakası olmadığını rahatlıkla
söyleyebiliriz. Artık hangi muzibin canı nasıl bir oyun çekmişse.. Dediğimiz
gibi bizim o iki mahalleyle de bir işimiz yok, olacağına da ihtimal vermiyoruz.
İhtimal vermiyoruz çünkü mezkûr mahallelerde öykümüzdeki kişilerden eğleşen,
ikamet eden –yahut gezip tozan- dolayısıyla bizi ilgilendiren kimse yok. İşimiz
Dadaş sinemasıyla, daha doğrusu dadaş sinemasının bulunduğu binayla bu binadan
çıkacakları görebilmekle.
Ki, binanın en üst katı dershaneydi ve Füsun da o
dershaneye gidiyordu. Sacit O’nu görmenin –sömestri tatilindeydiler, öyle
olmasa zaten kolaylıkla görürdü Füsun’u- peşindeydi. Ve bu görme edimini
gerçekleştirme eyleminde kafasını yan kapıya takmıştı. Kim ne diye hiçbir
anlamı olmayan ve tek tük insanın kullandığı bir yan kapı yapar bilinmez. Bunda
arada sırada bir art niyet bulmaz değildi. Yaptığı sıkı gözlem sonucunda o
kapının –yan kapının- hepten lüzumsuz olduğuna hükmetmişti.
Allah sizi
inandırsın beklediği üç saat boyunca –ki bekleyişleri üç saatten az sürmezdi-
iki yahut üç kişi o kapıyı ya kullanmış ya da kullanmamıştı. Onlar da –yan
kapıyı kullananlar- büyük bir olasılıkla girdikleri ön kapının yolunu
şaşırdıkları için kullanmak zorunda kalmışlardı. Çünkü o üç kişi de cumhuriyet
caddesine doğru yürümüş, binayı geçince sağa dönmüşler ve vilayete doğru
gitmişlerdi. Aslında onlar o yan kapıdan çıkarak yolu uzatmışlardı ve bunun
ayrımında bile değillerdi.
Sacit bu kapının anlamsızlığına hükmetse de kuşkusuz
dünyada nicelerinin anlam veremediği –hem de hiç anlam veremediği- birçok şeyin
olup bittiğini bilecek, kestirecek kadar duyarlı biriydi. Kendisinin tuhaf
karşıladığı yan kapının tuhaflığı o tuhaflıklar karşısında her hangi bir yer
edinemeyeceği gibi, tuhaf bile olmadığını yeminle söyleyen insanların
çıkacağını bilirdi, yani benmerkezci biri değildi ve hatta öylelerinden hiç ama
hiç hazzetmezdi. Her ne halt ise iki kapıdan çıkanları da görebilmesi
gerekiyordu Sacit'in dolayısıyla hem yan kapıyı hem ön kapıyı rahatlıkla
göreceği köşede bir yer edinmişti.
Bu yer edinmenin her hangi bir mücadeleyi
gerektirdiği gibi bir sonuca varılmasın. Yok öyle bir şey. Her hangi bir
mücadele verilmemiştir. Bu altıncı gelişiydi. Daha ilk gelişinde şuan durduğu
trafik uyarı levhasının –az ilerde ışıklı geçit olduğuna dair bir uyarı
levhasıydı bu ve bu levhanın otomobillere yönelik olduğunu, otomobillere
hızlarını düşürmesi gerektiğine ilişkin adeta bir dip not olduğunu çok iyi
biliyordu ki zaman zaman bu bilgisinden ötürü kendini kutlamadan duramazdı-
altında durmuştu ve şimdi de duruyordu. Bu nokta hem ön kapıdan girip çıkanları
hem yan kapıdan girip çıkanları rahatlıkla gören, gösteren bir noktaydı. Burayı
bulmak o kadar zor da olmamıştı.
Tesadüfen –Öteki ile- sinemaya gelmişlerdi.
14:30 seansına gideceklerdi film Alain Delon’un 1974 yapımı orijinal adı Les
Seins de Glace olan yerli afişte “Buzdan Göğüsler” yazan filmdi. Öteki’nin –Öteki
Sacit’in en samimi arkadaşı, hatta tek arkadaşıydı ve biz onu hep Öteki olarak
anıp anlatacağız. Yani bizden bir isim istenmesin. Ne zaman “Öteki” sözcüğü
karşınıza çıkarsa kuvvetle muhtemel Sacit’ in arkadaşı, sırdaşı olandır.-
ısrarı ve abartısı sonucunda yine bir cumartesi günü buraya gelmişler –gerçi
şimdi yalnızdı Sacit ve hep yalnız gelmeyi kararlaştırmıştı, bu kararı
ilanihaye sürdürebilecek miydi, o da belirsizdi, ama şimdilik dediğimiz gibi
altıncı yalnız gelişiydi.
Aslında beşinci denmeli çünkü ilk görüşte Öteki
yanındaydı, hatta bu görüşü, görmeyi Öteki sağladı bile denilebilir, O –yani
Öteki- sinemaya gitmeye ısrar etmeseydi, hem de o saatteki seansa gitmekte ayak
diremeseydi, -saat dörtte bir işi vardı Öteki’nin, kavuşabilmek için 14; 30 seansına
gitmeleri zorunluydu- daha sinemadan içeri adım atmadan Füsun’u göremezlerdi.
Hayır,
Öteki görmemişti. Sacit görmüştü. Sacit aslında her gün görüyordu. Yani
haftanın beş günü görüyordu Füsun’u. Aynı sınıftaydılar. Füsun kendisi gibi
pencere tarafındaki sıra dizisinin en önündeki sırada oturuyordu, kendisi de
aynı dizinin en arkasındaki sırada otururdu. Bu sıra seçimi öyküsünü belki
ilerde anlatırız. Çünkü gerçekten bu seçim işinin –istese ön sıralardan ya da
bir arkalarındaki sıralardan birine oturabilirdi zira boyu uygundu, boy
uygunluğuna ve diğer uygunlukla ilgili bütün koşullara sahip olmasına rağmen
–örneğin bunlardan biri de gözlüklü olmasıdır- o en arkadaki sıraya oturmayı
seçmişti. Ve şimdi de bu seçiminden –Füsun’u fark ettiğinden beri pişmanlık
duyuyordu- bir öyküsü vardı.
Ve fakat şimdi bu öyküyü anlatmanın ne yeri ne
zamanı gibi geliyor. Sınıfta oturulan sıra konusunu, öyküsünü bir kenara
bırakıp hiç vakit kaybetmeden Dadaş Sineması'nın önüne gelmeliyiz. Kim bilsin
sınıfta Füsun'la kaç, ama kaç kez konuşmuşlar, belki gülüşmüşlerdi de birbir
söylediklerine. Madem böyledir de niye şimdi, şuan, burada ilk kez görmüşçesine
çarpılıp kalmıştı Sacit?
İhtimal siyah önlük Füsun’u görmesine engel olmuştu,
oluyordu. “Siyah önlük bir tür bir perdedir demek ki!”
“Bu buluşu usumun bir
köşesine yazmalıyım!” diye geçirmişti, niçin Füsun’u daha önce gördüğü halde
ilk kez görmesini sorgularken ve yazmıştı. Ve yeri geldiğinde yüksek sesle
söyleyecekti. Ve yeri geldiğinde bir yere yazacaktı. Bu buluş başkalarıyla da
paylaşılmalıydı. Öyle de yaptı. Tekrar Füsun’u ilk kez gördüğüne hükmettiği ana
yöneldi.
Her şeyden habersiz iki kafadar filmin afişine bakıyorlardı
–biletlerini almışlardı sonra sigara içmek için dışarı çıkmışlardı- Mireille D'arc filmin kadın kahramanıydı ve filmdeki adı Peggy idi, afiş pek ilgi
çekiciydi Alain Delon’un sağ omuzuna kapanmıştı Peggy. Kadın kahramanın adını hala
dün gibi anımsıyordu Sacit.
Gelgelelim Alain Delon’un canlandırdığı tipin adını
bir türlü çıkaramıyordu. Ne zaman birileri –filmi ballandıra ballandıra
anlattığı zamanlarlar da- o filmdeki –o filmin Sacit üzerinde hiç kimsenin
öndeyide bulunamayacağı kadar bir önemi, etkisi olduğu biliniyor başkaları
bilmese de bilen biri –en azından Öteki- vardı.- erkek kahramanın adını sorsa
kem küm eder, unuttuğunu inkâr yolunu seçer sonra da bu seçimden vazgeçip
“Aklımdan çıkmış!” derdi.
İşte öylece meraklı gözlerle uzaktan afişe
bakarlarken afişin önünden adeta sekerek, yok, adeta süzülerek –bu her iki
deyimde Sacit’e aittir, bunda en küçük bir dahlimiz yoktur- O geçti. Bir anlık
bir geçiş sanki asırlarca sürmüştü. Zaman durmuştu. Tam Peggy’nin durduğu yerde
duruyordu Füsun.
Sacit’in gözleri karardı. Sanki Peggy’i sarıp sarmalayan
kendisiydi ve Peggy’de Füsun'du. Siyah önlük yoktu. Nasıl olsundu ki bugün
tatildi –cumartesiydi- ve Füsun sivildi bugün. Kahverengi, kısa bir mont vardı
bedeninin üst kısmında. Altında da kırmızı bir pantolon vardı ve neredeyse
dizlerine kadar uzanan siyah bot giymişti. Sacit o an Füsun’un renk uyumu denen
şeyden haberdar olduğunu ayrımsadı.
Ki bu ayrımsama kendisinde hiçbir
değişiklik yapmamıştır. "Renk uyumu nedir?" diye bir soru aklından bile
geçmemiştir. Aklından böylesi şeyleri geçirenlere de tuhaf tuhaf bakmıştır. Ve
fakat Füsun başka. Füsun’un bunu bilmesi, buna uyması bambaşka bir şeydi.
Marilla Darc halt etmiş! Hele örgüsüz –okulda her zaman örgülü- saçlarının
rüzgârlarda savruluşu, raks edişi –bu deyiş te Sacit’e aittir, biz saçların
rüzgârlarla ne raks ettiğine, ne dans ettiğine tanık olduk- insanın nefesini
keserdi ve zaten nefesi kesilmişti de.
Öteki’nin dürtmesiyle binadan içeri
görünüşte girmişti. Görünüşte filmi izlemişti. Her şey görünüşteydi. Bir
Marilla Darc –yani Füsun- vardı bir de kendisi. Ta ki o uğursuz, o meşum, o zalim
sözcüğü işitene kadar; Salaş.. filmin bir sahnesinde –doğrusu asıl filmden bir
sahnede mi yoksa gelecek hafta filminin tanıtımındaki bir sahne mi emin değildi-
o sözcük çalındı kulağına.. yeniden dünyaya döndü Sacit.
- Şimdi o sözcüğün yeri miydi? Ne alakası var? dedi Sacit.
- Hangi sözcüğün, dedi Öteki.
- Canım şimdi, biraz önce Peggy demedi mi “O salaş yere
gitmeyelim?” diye dedi öfkeyle Sacit.
- Ben duymadım, dedi Öteki.
- Nerenle filmi izliyorsun bilmiyorum ki?, dedi Sacit
kafasını sallayarak.
- Kaçırmışım demek ki, dedi Öteki utanarak.
Gerçi o sözcüğün söylendiği sahne filmde yoktu ve gelecek
haftaki filmin tanıtımında geçmişti Öteki biraz dikkatli olsaydı filmi asıl
seyretmeyenin –yahut neresiyle izlendiğinin sorgusu- kim olduğu sorgusu daha
rahatlıkla yapılır ve yersiz suçlamanın hiç de hoş bir şey olmadığını münasip
bir dille anlatabilirdi arkadaşına. Ve fakat Öteki umursamadı.
-Sence gittikleri yerin salaşlık nesi vardı Allah aşkına?, diye sordu Sacit.
Bir yanıt beklediği o kadar belliydi ki, konuyla ilgisiz her
hangi biri bile kolaylıkla yanıt beklendiğini yeminlerle söylerdi. Ancak
Öteki’nin umursamazlığı beklentiyi boşa çıkarıyordu.
-Yanılıyor muyum?, diye üsteledi Sacit.
-Ben o sahneyi büyük bir ihtimalle kaçırdım, diye yeniden
yanıtladı Öteki.
-Sen de hep böyle yapıyorsun, diye omuz silkti Sacit, hiç
de salaş bir yer değildi. Yav o görkemli bara sen nasıl salaş dersin? Derme
çatma nasıl dersin? Tabi izleyicilerin cahil olduğu ön kabulüyle yola çıkarsan
böyle bir sözü de rahatlıkla kahramanına söyletirsin. Hadi metruk desen
anlarım. Gerçi o sözcük de orası için yersiz olur. Ama salaş kadar yersiz
değil. Dersin ki “sayılı –sayısının bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar
olduğunu bir şekilde ima ederek- müşterisi olduğu için o sözcüğü kullandım.”
Anlarım. Anlaşılır. Hani zoraki de olsa kabul edilir. Lan o binanın neresi
salaş?
- Hangi binanın?,dedi Öteki.
-Peggy’nin bir şeyler içmek için gittikleri yer için
söylediği binanın, dedi Sacit.
-Gerçekten de dediğin gibi, dedi Öteki. Başka türlü
kurtulamayacaktı elinden. Onaylamakla kurtulup kurtulamayacağı da belli değildi
hani, yine de şansını denemek istemişti umutlanarak. Sacit böyleydi. Taktı mı
takardı. Hem de ipe sapa gelmez nice şey varsa. Gerçi kendisi de pek
vurdumduymazdı.
Vurdumduymazlığı Sacit’in takıntılı hali kadar vardı. Belki de
bu yüzden iyi anlaşıyorlardı. Birbir aşırılıklarını törpülüyor olabilirlerdi.
- Ne dediğim gibi?, diye sordu Sacit.
- O bina hiç de öyle değil, dedi Öteki.
- Hangi bina?, diye sordu Sacit
- Yoksa unuttun mu?, diye sordu Öteki.
- Benimle dalga geçiyorsun, diye yanıtladı Sacit.
- Niçin dalga geçeyim?, diye karşılık verdi Öteki.
- Senin huyundur, dedi Sacit, susmuşlardı. Susmuşlardı çünkü
Füsun’un rüzgârda dalgalanan saçları belirmişti Sacit’in gözlerinin önünde.
Kırmızı pantolon, siyah botlar. Gözlerinin –Füsun’un gözlerinin- rengindeki
mont bütün çıplaklığıyla, en ince detaylarına kadar gözleri önünde belirmişti
ve bunun keyfini çıkarmalıydı. Hem bunun keyfini çıkarmalıydı hem de Öteki
durumu fark etmemeliydi. Şimdi zamanı değildi. Daha sonra, epey sonra, ya da
hiçbir zaman -ki hiçbir zaman pek de mümkün değildi- söyleyebilirdi. Hem kendisi
söylemese de Öteki kendisindeki değişimi görecek, peşine düşecek onu
değiştireni bulacaktı elbet. Öteki’nden saklayamazdı. Hem saklayıp ne olacaktı?
Bugüne kadar sakladığı ne olmuştu ki? Saklamadığı için ne gibi olumsuz
durumlara düşmüştü ki? Hiç! Tersine faydası bile olmuştu.
- Şu salaş sözcüğü!, dedi kendi kendine. Yine karşısına
çıkmıştı ve sinirleri de tepesine çıkmıştı elbet. Kahrolasıca bir şey aklına
bir kez düştü mü zor çıkardı. Sahi ne vardı bu sözcükte ki kendisini delirtip
küplere bindirecek kadar sinirlendiriyordu?
Sacit’e öyle geliyordu ki bu sorunu
çözmeden dünyada ona rahat yüzü yok. “Bu sorunu çözmeliyiz arkadaş!” diyordu
kendi kendine “Düşün bir.. eğer bu sorunu çözmezsek diyelim Füsun’la evlisin
–hemen de evlenmişti imgeleminde, evlilikle ilgili en küçük bir düşüncesi
olmadan hem de. Tek bildiği aynı yatakta yatıldığı, aynı sofrada yemek
yenildiği, oysa bunun daha pazarı vardı, alışverişi vardı, temizliği vardı,
üstüne üstlük pazarı, yani mutfak alış verişi her hafta vardı, yani bir kerelik
değildi ve bunların hiç biri hakkında ve daha niceleri hakkında hiçbir şey
bilmiyordu ve yine de çabucak duraksamadan evlenmişti- ve bir tatil günü mutlu
mesut kahvaltı yapıyorsunuz birden sokaktan geçen biri, bir satıcı diyelim,
yahut radyoda – o zamanlar, yani bin dokuz yüz yetmişler, tv. yaygın değildi bu
yüzden aklına tv. Gelmemişti Sacit’in, hani günümüzde olmuş olsaydı tv.yi,
hatta pc, laptop, tablet yahut akıllı telefonları da anardı- boş boğaz bir
spiker hiç durduk yere, her hangi bir nedeni olmaksızın –sanki ne diye bir
nedeni olacaktı söyleyenin, hem niye söylesinler ki?- ‘salaş’ sözcüğünü
söyleyiverdi, ne yapacaksın?”
Sahi ne yapardı? Bunu bilemiyoruz. Ancak bütün
bütün sinirleneceği ortadaydı. Belki hızla masadan kalkacak elindeki çay
bardağını hızla yere –yahut duvara- çarpacak, kahvaltılık malzemelerini
dağıtacaktı. Bu hiç de hoş bir durum değildi elbet. Hani bunu hoş karşılayacak
biri çıkar mı, emin değiliz.
Ve fakat, "Durup dururken ortalığı dağıtmak da
nereden çıktı?" demeyecek miydi Füsun? Derdi. Elbet derdi ve hatta suratını
asar, küser, belki günlerce konuşmaz yüzüne bakmazdı. Böyle yapmasından ötürü
kimse de onu kınayamazdı. Hangi hakla kınayacaklardı?
Bu sorunu –salaş
sözcüğünün onu çileden çıkarma sorununu- mutlaka çözmeliydi. Yüzleşmeliydi onunla
yoksa -yukarıda da söylendiği gibi- dünyada ona rahat yüzü yoktu. Bu yüzleşmeyi
de yalnız yapacağa benziyordu. Çünkü Öteki’nin umurunda değildi. o umarsız
adama ne diyecekti? Söze nasıl başlardı? Hem buna kalkıştığında ağzından
Füsun’a ilişkin bir şeyler kaçırmayacağını nereden biliyordu? Diyelim ki
kaçırdı, ne olurdu? Bu ilk kez olan bir şey değildi ki.
Yıllar, yıllar önce –üç
yıl önce- istasyon şeflerinden Rahmi Bey'in kızına âşık olmuştu da –ortaokul
birinci sınıf arkadaşı, tayinleri çıkmıştı da günlerce kendine gelememişti
Sacit. Eğer tayinleri çıkmasa yine Füsun’u fark eder miydi? Belki de Füsun’u
fark etsin diye tayinleri çıkmıştı, burada Sacit’in yazgıcı bir yanı olduğuna
tanık oluyoruz.- birlikte – Öteki ile- Gülcan’ın peşine düşmemişler miydi?
Başlarda sıkılmıştı Öteki. Ama Gülcan’ın karşı komşularının kızı Eda ile –
Eda’da aynı okuldaydı ve Öteki ile aynı sınıftaydılar tıpkı kendisinin
Gülcan’la aynı sınıfta oluşları gibi- okula gidip gelmesi onda da –az da olsa-
bir umursarlık peyda etmişti ve fakat bu halden önce, “Arkadaş niçin yolu
uzatıyoruz? Bak şimdi biz bir Z çiziyoruz. Oysa L çizsek okuldayız.” Sacit
baştan söylememişti yeni güzergâhlarının nedenini. “Her gün aynı yoldan
gitmekten sıkıldım!” demişti yapmacık bir gülüşle. Öteki de inanır görünmüştü.
Hatta hoşuna gider gibi olmuş ve fakat yolun epey uzaması canını sıkmıştı.
Evden çıktıklarında –Sacit’le Öteki’nin evleri yan yanaydı.- sola dönüp
yürüdüler mi –ki bu yol L’nin kısa bacağı oluyor- karşılarına okula giden ana
yola çıkıyorlardı. Oradan da sağa dönüp –L’nin uzun çizgisi- okula varıncaya
kadar dümdüz yürürlerdi. Oysa şimdi Sacit yolu değiştirmiş, sağa döneceğine
sola dönmeye başlamıştı –Z’nin uzun çizgisi- bu da bir Z çizmelerine neden
oluyordu –üstüne üstlük Z’nin uzun çizgisini iki defa yürüyorlardı- ve bu Z’e
yolu neredeyse iki katına çıkarıyordu.
Üçüncü gidişlerinde demişti Öteki;
-Niçin yolu uzatıyoruz? diye. Altıncı gidişte artık
inanmamaya başladı;
-Aynı yerden gidip gelmeye sıkıldım! Yanıtına.
Çok
üstelemeden ne olduğunu, nelerin döndüğünü bulmuştu Öteki, zira matematiğe
oldukça yatkın bir zihinsel yapısı vardı. Hele ders aralarında nereye gitseler
karşılarında Gülcan ve arkadaşı Eda’yı görünce iyiden iyiye huylanmıştı. Ve
anlamıştı. Sonra da sesini çıkarmamıştı artık o da bir şeyleri umursamaya
başlamış gibiydi. Yani tam bir umursarlıktan söz edemeyiz elbet, yine de az da
olsa bir şeyler olmuştu. Eda fena kız değildi hani. Sevecen, güleç, hoş bakışlı
biri. Göz göze gelmemeye dikkat etse de arada bir göz göze geldikleri oluyordu
ve o esnada hemen gözlerini kaçırıyordu Öteki.
Böylece – yani Öteki’nin
anlamasıyla, durumu keşfetmesiyle- yepyeni bir dönem başlamıştı. Birlikte
dertleşiyorlardı. Düşlerini anlatıyorlardı. Kızların –Gülcan ile Eda’nın-
bakışlarını, yürüyüşlerini –ki bazen iki kız el ele tutuşarak yürürlerdi
evlerine kadar- yorumlar çıkardıkları anlamları birbirleriyle paylaşırlardı.
Duygularını paylaşmak iyi geliyordu. Hem pekiyi geliyordu. Bazen öyle
çetrefilli konuşurlardı ki aman Allah’ım! Elbet başkalarının yanında öyle
konuşurlardı. Hatta bir keresinde sabaha kadar öyle konuşmuşlardı başlarından
savamadıkları bir arkadaşlarının yanında ve o dinleyici hışımla ayağa kalkıp
–ki söylenenlerin bir tek tümcesini sözcüğünü anlamamıştı ve sabah ezanı
okunuyordu- “Eğer ne konuştuğunuzu bana adam gibi demezseniz yarın sizi bütün
mahalleye, bütün okula –o da aynı okuldaydı- afişe ederim! Hem de bire bin
katarak! Ya anlatırsınız ya her türlü iftiraya katlanırsınız!”
Bu sözler
üzerine bir süre bir sessizlik olmuştu ve neden sonra –tehdit eden dâhil-
kahkahalarla gülmeye başlamışlardı. Hem dinleyici hem kendileri ellerinde
olmadan kasıklarını tutarak gülmüşlerdi.
Öyle ise Öteki’nin duymasında,
yakalamasında, anlamasında ne gibi sakınca olabilirdi ki? Hiç! Yine de
Öteki’nin bilmesinden önce çözmesi gereken “salaş” sözcüğü sorunu vardı ve bu
her şeyden önce geliyordu. Maazallah dağıtılan sabah kahvaltısının ötesinde kim
bilir daha nelere neden olurdu! Bunu göze alamazdı. Almamalıydı. Yoksa
çekiniyor muydu? Saatine baktı. Topu topu beş dakika mı geçmişti? Tam
“Kahretsin!” diyecekti vazgeçti. Sızlanmak olmazdı. Hayır! Bin kere hayır!
Yine hayır! Dünyada olmazdı! Olamazdı zira sızlanmak insanın dengesini bozardı.
Dengesi bozulan insan da yapmayı kurduğu hiçbir şeyi hakkıyla yapamazdı.
Herhangi biri şeyi hakkıyla yapmayan insan da başarısız olurdu. Başarısız olan
insan da eninde sonunda asosyal olup çıkardı. Bir asalaktan farkı olmazdı.
“Diyelim
ki böyledir bunun ne sakıncası var?” dedi biraz çekinerek ve fısıltıyla. Hani
gelen geçen duyar “Şu gence de bakın.. bu yaşta sıyırmış kafayı, kendi kendine
konuşuyor” derlerdi. O yüzden de kendi kendine olan konuşmalarını kendisinden
başkalarının duymamasına azami dikkati, itinayı gösteriyordu.
- Önce salaş!, dedi mırıltıyla Sacit. Asosyal, asalak olmanın
herhangi bir sakıncası olup olmadığına ilişkin bir uslamlama için duyduğu
onulmaz sevincin, özlemin önünü kesmişti böylelikle. Tanrıya şükür sorunlar
arasında kaybolmaktan kurtulmuştu. Gerçi usunu kurcalayan –şu an için- sayısal
olarak az da olsa niteliksel büyüklüğünü kimse yadsıyamazdı. 15. Adımda durdu
başını kaldırdı –trafik levhasına arkasını dönüp yürüdüğü güzergâhta her 15
adımda duruyordu, üstüne üstlük adımlarını saymaktan da vazgeçmiyordu, belki
adımlarını saymaktan vazgeçmemesinin nedeni başını ne zaman kaldırıp
kaldırmaması gerektiği üzerine yaptığı bir uslamlama sonucu edinmişti, böyle
düzenliliği andıran davranışlar umarız kimseye Sacit’in obsesif kompulsif bir
karakterde olduğunu düşündürtmez. Allah için O’nun gözle görünür tek bir
takıntısı olduğuna dair bir tek tanık bulunamaz. Çünkü herhangi bir takıntısı
yoktu delikanlının. Ya bu “ salaş” sözcüğünün durumu? Sıradan aklın örtük
yargıları arasında saymak yeterli olurdu.
“Sıradan aklın örtük yargılar!”
Ne mükemmel bir tümcedir o.
O tümceyi felsefe hocasından duymuştu ve pek beğenmişti. Kant denen filozofa
ait bir yargıydı ve bu yargıyı tüm cepheleriyle anladığına hükmetmiş içinden
çıkamadığı durumlarda hemen hiç durup düşünmeden –belki uygun düşmüyordu ama Sacit
düştüğüne iman etmişti- o yargıyı dile getirir rahatlardı.
-Salaş sözcüğünün o sinirlendirmesinin aklın örtük bir
yargısı niye olsun?, dedi kendi kendine. Elbet bunu yine fısıltılı bir şekilde
söylemişti. Ve birkaç kez yinelemişti. Verecek bir yanıtı yoktu. Bafra
sigarasından tek bir sigara çıkarıp yaktı. İlk dumanları büyük bir özen ve
özlemle savurdu. Ağır ağır başını kaldırdı çevresine bakındı. On beş adımda bir
olmasa da erimeye yüz tutmuş karlar üzerindeki yürüyüşünü durdurup her başını
kaldırdığında dört bir tarafa bakmayı adet edindiğini söylemeye gerek var
sanırım.
Öyle ya durup da ne yapıyor? Kafasını kaldırıp kül renkli bulutlara mı
bakıyor? Binanın en yüksek katındaki dershanenin camlarına mı bakıyor? Ne
yapıyor? Bunun bilinmesi gerekti. O yüzden durup dört bir tarafa baktığını
alışkanlık haline getirdiğini söylemeliydik, zaten söyledik. Erimiş karlar
ayaklarının altında vıcık vıcıktı. Her adım attığında “şılap şılap” diye ses
çıkarıyordu erimiş kar suları. Erimiş kar sularının seslerini duymak için özel
bir gayret sarf etmiyordu böylelikle. Yine durmuştu. Sigarasını yakmıştı. Önce
sağına dönmüş havuz başına doğru giden yola bakmıştı. Sonra sırtını sinemaya
vermiş Yakutiye medresesin olduğu parka, caddenin olduğu tarafa bakmıştı. Denizin
dalgalarını saymaya başlamıştı.. yok, kahretsin! Ne denizi? Ne dalgası? E.
kentinde deniz mi vardı?
Karların gösterdiği bir birsam mıydı bu yoksa Sacit
görmediği halde yazarın yorgunluğundan kaynaklanan bir durum muydu? İkisi de
değil.. Bu –denizin dalgalarını sayma işlemi- çok çok yıllar sonra
karşılaşacağı bir manzaraydı Sacit’in. Öyle az buz bir zamandan söz edilmiyor.
Şimdi şuan 17-18 yaşlarındaydı denizle tanışması için –turist olarak değil,
mukim bir birey olarak tanışması- daha otuz yıla yakın bir zaman vardı. Kar ile
mücadelesi henüz bitmemişti ve Sacit bu maceranın –kar ile olan macerasının-
biteceğine ilişkin bir hevese, bir düşünceye sahip olmadığı gibi düşünü dahi
kurmamıştı. Kış başkaydı. Kar başkaydı. Sıcağı sevmediğine yeminler yeminler
etmişti, ederdi.
On beşinci adımda durup başını kaldırınca Eda’yı gördü. Bir
tuhaf oldu içi. Eski günleri hatırlayacaktı neredeyse. Oysa hatırlanacak bir
şey kalmamıştı. Eda’dan ötelere baktı. Acaba Öteki peşinde miydi? Hani olurdu,
olsa da çok görecek değildi. Belki biraz içerlerdi hepsi o. Hani içerlemesinde
de haksız sayılmazdı.
- Boş ver bitti!, demişti Öteki, Sacit yoklama çektiğinde.
Bir
de bakıyormuş ki arkasında Öteki! Yoktu elbet. Gülcanlar E. Kentinden ayrılıp
gidince ve Eda da düz lise yerine ticaret meslek lisesini seçince işler sarpa
sarmıştı. Muhtemel ki kızın ailesi kızın bir an önce ekmeğini eline almasını
istemişti. Ders durumu da pek parlak değildi. Hem ekonomik durum hem zihinsel
durum –hayır yani kızın zekâsında bir özür görmüşlüğümüz, duymuşluğumuz yok,
düz liseyi okuma anlamında, isteksizliği anlamında zihinsel bir durumdan söz
ediliyor burada- yollarını ayırmıştı.
Eğer Eda düz liseye gelseydi aynı muhitte
oturduğumuz için hiç kuşkusuz E.lisesine kaydolacak ve Öteki ile karşılaşacaktı
ve belki aynı sınıfta, aynı sıraları paylaşacaklardı. Ve fakat Gülcan yoktu,
dolayısıyla Eda kendileriyle aynı okula gelseydi işler çok çetrefilli olmaz
mıydı? Acı duymaz mıydı? Unutmak zor olmaz mıydı?
Neden sanki düz liseyi
seçmişlerdi? Yok, kendilerinin seçimi olduğunu söylemek zor. Sigarasından derin
bir nefes çekip soba borusundan çıkarmışçasına bir duman üfürdü, rüzgârın ters
esmesiyle duman gözlerine doldu. Gözleri yaşardı. Eda onu böyle gözleri yaşlı
görse eski günlerin bir kıpırtısı falan mı sanırdı? Muhtemelen öyle sanırdı ve
fakat Eda Sacit’i görmemişti. Gördüyse de belli etmemişti. Kızlar –o devrin
kızları- bu görmezlikte pek mahirdiler. Bunu ancak kırk yıl sonra öğrenecekti
Sacit. Hem de hayretler içinde kalarak öğrenecekti, hatta tabir yerindeyse
küçük dilini yutacaktı.
Cemal Çalık, 16.12.2016, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Kumpas, Roman