"Bu hekat ölümü, ölümleri kutlayan değil yaşamayı ve yaşatmayı seçenlerin hekatıdır. Bu hekat bir dirilişin sessiz çağıltısıdır."
Bölüm Beş
-11-
Öfkeliydi çünkü haber alma müsteşarı Kaan Ardıç’a ulaşamamıştı. Öfkesinin kabarmasında bu ulaşılmazlık daha etken gibiydi. Düpedüz bu bir sorumsuzluk örneğiydi ve böylesi bir sorumsuzluğu kabul etmesi mümkün değil, bunun yaptırımları ağır olacaktı. Belki de bugün şuan istifasını istemeliydi Kaan Ardıç’ın. Ülkeyi birlikte ifritlerden temizleyeceği söylenen adam telefonlarına çıkmamazlık yapıyordu, böyle bir şeye cesaret edebiliyordu.
Yine de toplantıdakilere bir şey sezdirmemeye çalışmıştı. İçişleri Bakanı'nın imalı,“Böyle bir günde daha önemli işleri olan haber alma müsteşarımıza veda töreninde sanırım madalya vermeliyiz?” sözlerine Başkan, “İdris Bey, müsteşarım birazdan burada olacak, gerekli bilgi ve belgeleri dosya haline getirip öyle gelecek!” yalanını söylemeyerek müsteşarı savunmak zorunda kalmıştı.
İdris Kuzgun nedense ifritler gibi Kaan Ardıç’tan hiç hoşlanmamıştı. Sürekli müsteşarın hata yapmasını bekler gibi bir hali vardı. İki değer verdiği insanın aralarında anlayamadığı, çözemediği bir husumet vardı. bu da kendisini oldukça üzüyordu. Bu iki insan can-ı gönülden elbirliği yapsalar her şey daha kolay olacaktı.
“Acaba?” kuşkusu yer yer başkanı yoklamıyor değildi. İdris ifritlerin safında olabilir miydi? Hayır. Buna ihtimal vermiyordu. Hem şahsen tanıyordu İdris’i ve hem de referansları göz ardı edilecek gibi değildi. Kuşkuları hepten yersiz gibi geliyordu. Büyük bir ihtimalle aralarında olan kişisel bir şeydi. İdris Kunduz’un bir ifrit mensubu olacağına asla ihtimal veremezdi. Kaldı ki Kaan Ardıç da bu yönde bir bilgi ve bulguya sahip değildi. Ve bu yönde en küçücük bir imada bulunmamıştı. Üstelik yeni baştan yapılan araştırmada da adam temiz çıkmıştı. Kaan Ardıç, “Çok, çok iyi gizlenmiş ise bunu bilemem.” demişti, Başkan aralarında olan şeyin nedeninin hocaefendinin müridi olma ihtimali olup olmadığını sorduğunda.
İşte şimdi yine zehrini kusuyordu İdris Kuzgun.
"Müsteşar nerede? Müsteşar ayakta mı uyuyor? Şuan burada olması gerekmez mi? Acaba?"
Başkan'ın alnında boncuk boncuk ter birikmişti halihazırda olan hakkında bilgisi olduğunu söylerken. Emniyet Genel Müdürü Fuat Sansar da başkanın sözlerini desteklemişti. Sansar, olay üzerinden beş on dakika geçmeden müsteşarın kendisini aradığını olayla ilgili çok önemli bir ipucu yakaladığını söyledi ve tahminen şimdi onun peşinde koştuğu kanaatinde olduğunu belirtti. Müsteşarın tatmin edici sonuçlara ulaşıp öyle ortaya çıkmayı yeğleyen bir yapısı olduğunu eklemeyi de ihmal etmedi.
İdris Kuzgun emniyet genel müdürünün açıklamasını yersiz bulmuş “Sen kimin yanındasın?” der gibi bakmıştı. “Patronun kim senin Sansar!” demişti içinden İdris Kuzgun. Gözlerini gözlerine dikmiş, kafasını sallıyordu. Fuat Sansar gözlerini kaçırmak için başını önüne eğmiş önündeki kâğıtlarla ilgileniyormuş gibi yaptı.
Alper Eken Fuat Sansar’ın sözleri üzerine kızgınlığını biraz olsun atmıştı. Telefon zili çaldı. Başkan gelen telefona yanıt verdi. Arayan Kaan Ardıç’tı.
“Sayın Başkanım brifingde olduğunuzu beni aradığınızı biliyorum. Benimle konuştuğunuzu sezdirmezseniz sevinirim. Ve eğer mümkünse kimsenin olmadığı bir yerden sürdürelim konuşmamızı. Ben bürodayım, aramanızı bekleyeceğim efendim.”
Başkan “Tamam..” dedi. Telefonu kapattı. Toplantıdakilere dönük, “Arkadaşlar yabancı devlet başkanları taziyelerini sunmak için arıyorlarmış. Toplantıya biraz ara veriyoruz. Bu arada sizler de yeni bilgileri derleyip toparlayın hazır edin. Eğer ben gelmeden haber alma müsteşarı gelirse ona merasim odasında kendisini beklediğimi söyleyin.” dedi ve makam odasından dışarı çıktı.
Merasim odasına geçen başkan hemen müsteşar Kaan Ardıç’ı aradı ve öfkeyle:
“Neredesin sen? Neler oluyor? Niçin telefonlarıma cevap vermedin? Bu ne demek oluyor?”
Kaan Ardıç başkanın konuşmasını bitirene kadar hiçbir şey söylemedi. Başkanın nasıl öfkeyle dolduğunu ve burnundan soluduğunu sezebiliyordu.
“Özür dilerim Başkanım”, dedi. “Çok önemli bir operasyonun ortasında aramıştınız. Operasyon çok daha acildi. Bölemezdim.”
“Laf!” diye çıkıştı Başkan, “Tıpkı eski rejim müsteşarlarının davranışı bu davranışın. Benden neler saklıyorsun Efendi? Benim aramalarımdan daha önemli ne olabilir? Hem de böyle bir günde?”
Kaan sözünü esirgeyecek değildi:
“Başkanım operasyon size hesap vermekten daha önemliydi başarılı olup olmaması tüm dikkatimizin oraya yönelik olmasına bağlıydı ve ülkenin bekası da bu operasyona bağlıydı?”
Başkan daha da öfkelenmişti:
“Ülkenin bekası mı? Hangi beka? Bir ayda başkentin göbeğinde üç bomba patlasın, sen buna engel olama, bostan korkuluğu gibi olun her biriniz, sonra da ülkenin bekası? Bugünkü olayda kaç ölü var biliyor musun? Olayın üzerinden iki saat geçmiş benimse istihbarat servisim güzellik uykusunda.. Madem çok mühim, devlet başkanının telefonuna çıkılmayacak kadar mühim operasyonlar başarıyorsunuz öyle ise iki yüze yakın ölüme neden olan bombayı nasıl durduramıyorsunuz? Sen benim külahıma anlat önemli operasyonunu! Kahretsin! Bunun bir özürle geçiştirilemeyecek bir şey olduğunun umarım farkındasındır Sayın Müsteşar”
Müsteşar vurgusunun anlamını biliyordu Kaan Ardıç. Hiç önemsemedi. Makam için olduğu yerde olmuş olsa bir anlamı olabilirdi. Hayır, makam Kaan Ardıç için hiçbir zaman önemli olmamıştı. Önemli olan ifritlerle olan savaştı ve bu savaş iki taraftan biri bitmeden bitecek değildi. Makam en sonda bile düşünülecek bir şey değildi.
Başkanın konuşmalarından hiç etkilenmeden:
“Sayın Başkanım kim şuan ki toplantıda kim ne demiştir, ne gibi yargıda bulunmuştur bilemem ama haber alma değil güzellik uykusu, uyku nedir bilmez, evet meşguldük, hem de sizin telefonlarınıza çıkamayacak kadar meşguldük. On bir adet” dedi müsteşar sustu, derin bir nefes alıp verdi ve konuşmaya devam etti:
“Tam onbir adet.. aynı vasıflarda on bir adet canlı bombayı ve aracı ele geçirdik efendim. Ya operasyonu bırakıp size bilgi verecektik ya da ele geçirip öyle bilgi verecektik.”
İkisi de susmuştu. Başkan bu meydan okuyucu tok kendinden emin sese daha bir öfkelense müsteşarın söylediklerini gözlerinin önünde canlandırmaya çalışıyordu. Yutkundu.
“Onbir mi dedin?” diye sordu.“Onbir öyle mi?”
Kaan aynı ses tonuyla karşılık verdi.
“Evet efendim.. onbir adet bombacı çocuklar ve bomba yüklü araçlar şuan merkeze getiriliyor. Kimi geldi kimi de gelmek üzere.”
“Çocuklar mı? tıpkı bugün kendini patlatan çocuk gibi.. öyle mi?
“Evet efendim aynı yaşlarda benzer araçlarla on bir adet..”
“Nerede yakalandılar?”
“Yedisi başkentimiz Şendilya’da ikisi Kastinya ikisi de..”
Müsteşar sustu, derin bir nefes aldı ve “İkisi de Erzinya-buhur’da” dedi.
Başkan bir şaşkınlık nidası attı:
“Erzinya da mı? Lan bunlar çıldırmış mı? Küçücük bir kentte öylesi bir bombayı nasıl düşünebilirler? Bunların gözü hepten dönmüş ya! Düşman yapmaz bunların yaptığını.”
“Maalesef efendim.. maalesef..” diyerek katıldığını belirtme ihtiyacı duydu Kaan.
Başkan derin bir nefes alıp verdi:
“Yüreğime su serptiğini söyleyeyim Sayın Müsteşarım, ancak davranışına kızgınlığımın kolay geçeceğini sanma.. kırk beş dakika sonra bir basın toplantısı düzenleyeceğim. Derli toplu görsel belgeler hazırlayıp hemen bana ulaştır.”
“Şey efendim” dedi Kaan. “Basın toplantısını en az üç saat sonra düzenlemelisiniz. En az!”
“Kaan senin kulakların söylediklerini duyuyor mu? Başkanlık binasını görsen.. yıkılıyor. Ulan bu ülkede miting yapacak kadar bir medya ordusu olduğunu biliyor muydun? Danışmanlarım kırk beş dakikayı bile çok görürken.. sen en az üç saat diyorsun.”
Bir süre süren suskunluk ardından müsteşar kendinden emin ve buyurgan bir sesle:
“Efendim Başkanlık sözcüsü çıksın medya önüne.. Ve gelişmeleri, elde edilen sonuçları üç saat sonra düzenleyeceğiniz basın toplantısıyla kendilerini aydınlatacağınızı söylesin. Ben üç saat sonra size Nizarileri gömecek bilgi ve belgelerle geleceğim. Sözcü Nizarilerin başının da 24 saate kadar bulunduğu ülkeden sürgün edileceğini hatta bize teslim edileceğini bildirsin.” dedi.
“Sen ciddi misin?” diye sordu Başkan hayretle.
“Evet efendim.. hem de çok ciddi. Belki bu gece yarısı Salih'ül Emre derdest edilmiş olarak Şendilya’da olacak. Bu sizin Penisilinyalı yetkilileri ikna etmenize bağlı. Gerçi ikna edemeseniz de.. ben bir yedek plan hazırlayacağım..”
Bu sırada Muhsin bir hayalet gibi müsteşarın odadan içeri daldı. Küle dönmüş bir renk. Hortlak görmüş gibiydi Muhsin. Ayakta duracak halde değildi. Kaan eliyle koltuğa oturmasını işaret etti. Muhsin gayr-i ihtiyarı koltuğa çöktü.
Alper Eken aldığı haberler sarhoşa dönmüştü. Bu müthiş bir haberdi. Bin yıllık bir savaş kazanılacaktı öyle mi?
“Aman Tanrım!” dedi içinden. “Aman Allahım bu ne güzel haber!” Müsteşar’a, “Peki.. iki saat!” dedi başkan, sevincini belli etmemeye çalışarak.
Kaan içinden Lahavle çekip sert bir ses tonuyla,
“Bakın Başkanım, özür dileyerek söyleyeyim ki zaman konusu pazarlığa tabi bir şey değil. Bir tiyatro eseri sahnelemesi yahut bir futbol karşılaşması değil ki saat üzerinde oynama yapalım. Üç saat denilmişse üç saattir. Bu arada sayın Başkanım operasyonun anlaşılmaması için dikkatleri başka yöne çevirmelisiniz. Tüm ülkenin dikkatlerini başka yöne çevirmelisiniz. Hangi sözcünüz nerede ne söyleyecekse bir birlerine taban tabana zıt şeyler söylesinler ve asla Nizarilerle bir bağlantı kurmasınlar. Ayrılıkçı örgüt, yabancı güçler, mafya.. artık ne denirse. Ha yine bu arada İdris Bey'le Fuat Bey'in başkanlık konutundan ayrılmalarını engellemelisiniz.” dedi.
Başkan kaşlarını çattı:
“Kaan ne dediğini İçişleri Bakanımla Emniyet Genel Müdürüm hakkında söylediklerini kulağın duyuyor mu? Ne diyorsun sen?”
“Sezgi diyelim efendim..”
Başkan:
“Sezgi mi.. sen sezgilerinle konuşmazsın, karşında çocuk mu var?”
“Güçlü bir ihtimal.. çok güçlü bir ihtimal, diyelim.” diye yanıtladı müsteşar.
“Peki.. başka bir şey var mı?”
“Üç saat sonra görüşürüz başkanım!”
Telefon ahizesini yerine koyar koymaz ayağa fırladı. Muhsin’in karşısına geçti:
“Sen çıldırdın mı? Ne işin var burada? Niçin revirde değilsin?”
Muhsin bitkin bir sesle:
“Revirden şutladılar beni.. eve gitmemi söylediler.”
“Ee tamam işte doğruyu söylemişler.. Muhsin’im doğruca eve gidiyorsun.”
Adamı koltuktan kaldırmaya çalışırken telefonu çaldı. Muhsin elini ceketinin cebine sokup telefonunu çıkardı.
“Alo!” dedi. Telefondan cızırtılı bir sesle müzik sesi geldi. Muhsin daha yüksek sesle bağırdı:
“Alo.. kimsin lan sen?”
Telefondan mekanik bir sesten “Schubert’in bitmeyen senfonisini dinlediniz!” tümcesi duyuldu.
Muhsin irkildi. “Kahretsin!” deyip telefonu yere fırlattı. Telefon mermer zemine çarpınca paramparça oldu.
“Kimdi o?” diye sordu Kaan. Muhsin omuzlarını silkti:
“Sanırım hayvanın biri bakmadan numaraları tuşlayıp duruyor. Canı bitmeyen senfoniyi dinletmek istemiş..”
Kaan kuşkuyla baktı Muhsin’e. Gergin ve bitkin arkadaşı dizlerine tırnak geçirmeye çalışıyor, başını sallıyor, inliyordu.
Müsteşar şefkat dolu bir sesle:
“Bak Muhsin can doğru revire gidiyorsun.. eğer revirde kalmak istemiyorsan eve de gönderebilirim. Refakatçin de olur!”
Muhsin başını iki yana salladı. Yalvarmaklı bir sesle:
“Müdürüm bana bu kötülüğü yapma! Karısının, yavrusunu karnında taşıyan eşinin paramparça oluşunu izleyen bir adama bu kötülüğü yapma! Beni buradan gönderme. O canavarları yakalayıp ciğerimi soğutmama izin ver. Bir faydam olduğunu göreyim!”
Koca adam bir çocuk gibi yalvarıyor ve ağlıyordu. Kaan Muhsin’i sarstı:
“Dinle, beni iyi dinle Muhsin.. sakinleşmen lazım. Gücünü toplaman lazım. Sana söz veriyorum o bombayı patlatma emri veren caniyi, o vahşiyi yirmi dört saat içinde senin karşına çıkaracağım. Hayır adalete, savcılığa teslim etmeyeceğim. Beni anlıyor musun? Ve kendim de cezalandırmayacağım. Onun cezalandırmak, ona verilecek cezayı tayin etmek senin hakkın. Ama gücünü toplayacaksın. Sakinleşeceksin. Beni anlıyor musun?”
Muhsin başını evet anlamında salladı. Sonra Kaan’ın ellerine sarıldı:
“Yoksa o burada mı?” dedi sevinçle.
“Hayır” diye yanıtladı Kaan. “Nerede olduğunu biliyorsun. Onu oradan çürük bir diş gibi söküp sana getireceğim. Hiç kimseye değil. Sana!”
Muhsin biraz olsun rahatlamış, sevinçle arkadaşına sarılmıştı.
“Şimdi” dedi Kaan. “Revire gidiyorsun. Benim saatim şuan on altı. Sen de saatini ayarla ve geri saymaya başla. Yirmi dört saat!”
Muhsin denileni büyük bir coşkuyla yaptı. Yumruğunu havaya savurdu, odadan çıktı. Kaan derin bir “Oh!” çekip koltuğuna oturdu. Artık Salih Çopur’la Salih’ül Emre’nin tabut kapağını çivileyip gömme işlemine başlayabilirdi.
Yerinden kalktı. Zemindeki telefon parçalarına ilişti gözleri. Cep telefonunu çıkarıp iki nolu tuşa bastı. Dayı’nın sesi duyuldu telefondan.
“Evet şefim!”
Kaan dudak bükerek:
“Dayı beş dakika önce Muhsin’e bilinmedik bir numaradan telefon geldi. Kim aramış, ne demiş bulup bana bildir olur mu? Ve hemen!”
Dayı, “Anlaşıldı şefim.. olmuş bil!” dedi.
Kaan odadan dışarı çıktı. Sekreterine, “Hülya Hanım arkadaşlara söyleyin de odamı temizlesinler. Sim kartı da analiz merkezine götürsünler” dedi.
“Hemen!” diye yanıtladı sekreter. Telefon ahizesini kaldırıp temizlik bölümünü aradı. İstenilenleri söyledi.