"Bu hekat ölümü, ölümleri kutlayan değil yaşamayı ve yaşatmayı seçenlerin hekatıdır. Bu hekat bir dirilişin sessiz çağıltısıdır."
Bölüm Altı
-3-
Genç muhafız tok bir sesle "Hayır efendim!" yanıtını verdi.
"Güzel!” dedi dik dik muhafıza bakıp, “Kapıyı açacak mısın?" diye sordu.
"Baş üstüne efendim!" dedi muhafız. Yan durup -bu duruşla olası bir saldırıya hazırlıklı olduğunu gösteriyordu- hızla elektronik kilide şifreyi girdi kapıyı açtı. Müsteşar sorgu odasından içeri girip kapıyı kapadı. Salih Çopur'u bıraktığı gibi buldu. Adam yerinden milim dahi kımıldamamış gibiydi. “Hareketi sevmiyor bizimki” diye geçirdi içinden. Misafir, müsteşar içeri girer girmez hafifçe kıpırdadı yerinden.
Sırıtarak, "Hoş geldin müdürüm, gerçi ikram edecek bir şeyim yok ama..” dedi.
Kaan adamın karşısına olanca ciddiyetini takınarak oturdu. Elindeki dosyayı masaya bıraktı. Dosyayı açıp şöyle bir karıştırdı. Kâğıtlardan birini eline aldı. Sonra yeniden dosyaya bıraktı. Bu hareketleri yaparken bir yandan da adamı gözetlemeyi ihmal etmiyordu. Dosyayı kapadı, sağ eliyle başını kaşıdı.
“Evet!” diye söze başladı müsteşar, “Verdiğin adreslerde hem çocukları, hem refakatçileri hem de araçları ele geçirdik. Bu yüzden samimi teşekkürlerimi sunuyorum. Tüm öfkeme rağmen bu böyle. Gelelim örgüte.. bugün detaylara girmeden bir şeyler anlatmak ister misin?”
Salih Çopur başıyla onayladı öneriyi. Müsteşar onayı aldıktan sonra ceketinin cebinden dijital bir kayıt cihazı çıkarıp masanın üstüne koydu. Adam oldukça lakayt bir biçimde kayıt cihazını gösterip söze başladı.
Bence söylediklerimi alet edevatla kayıt altına almak yerine hafızanıza kaydetmeniz daha isabetli olur.. tabi yine de siz bilirsiniz. Bunu şunun için söylüyorum, insan kayıt cihazına güveniyor, sonra da kayıt cihazının başına bir şey geldiğinde hatırlamaya çalışıyor ama iş işten geçmiş oluyor.”
Konuşmasını bitirince müsteşara baktı. Müsteşar adamın söylediklerinin bir tek sözcüğün dahi duymamış gibiydi. Ellerini kavuşturmuş adama bakıyordu.
“Eh.. kabul.. kaşınan benim. Size kuş diyorsak da kuş olmadığınızı anlamış oldum.. Demek ki sizi yönlendiremeyeceğiz Bay Ardıç,” dedi kendi kendine. Ardıç kayıt cihazını çalıştırmış olsa da elbette hafızasına kaydediyordu söylenenleri. Adamın bunu söylemesine gerek yoktu. Karşısındaki kişi de kendisinin ne olduğunu, nasıl bir fotoğrafik ve güçlü bir belleği olduğunu biliyordu kuşkusuz.
“Evet müdürüm.. nereden başlamamı istersiniz.” dedi sırıtarak.
“Bence örgüt içindeki konumunuzdan, örgüte üyeliğinizden, örgüt yapısından başlayıp başkalarının üstlendiği ve fakat kendinizin yaptığı eylemlere doğru gitseniz hiç fena olmaz. Ve özet mahiyetinde. Başkana brifing vereceğim. Ve kuşkusuz örgütün sizce zayıf noktaları, liderinizin zaafları, bunları da birer cümle ile anlatırsan, hoş olur.”
“Anlıyorum. Hemen en başta size haksızlık yaptığımız söyleyeyim. Yo ben değil. Bizim her şeyi bildiği zehabında olan hoca efendimiz sizi küçümsedi her zaman. Size kuş, diyor biliyor musunuz? Örgütte “kuş şöyle bir şey yapmış” denildiğinde sizin kastedildiğinizi bilmeyen yoktur. Tabi başkana da nedense ekilmiş der. Soyadının bir çağrıştırması zannetmiştim ilk önceleri, sonradan fikrimi değiştirdim. Başkanın aldatıldığının, hem de müthiş bir biçimde uyutulup aldatıldığının müritleri tarafından unutulmaması için bu adı seçmiş. Senin anlayacağın oldukça uyanıktır bizimki. Gerçekten çok uyanık ve oldukça sinsidir. Sinsiliğini insanlar zeka diye akıl diye okur.. değil. Yapılanması, eylemlerinin karmaşıklığı bu sinsiliğinin zorunlu ya da doğal sonucu diyelim. Bana gelince.. Benim mazim öyle çok da derin değil. Örgütte hepi topu belki on yıldır bulunuyorum. Örgüte girişimin temel nedeni de casusluktu. Evet, ben casus olarak girdim örgüte. Devlet tarafından yönlendirildim. Umur Bey beni örgütün girmem için yönlendirdi. Kendisinin gözü kulağı olacaktım. Daha önce de söylemiştim Umur Tılsım’ın en gözde öğrencilerindendim. Senden önce elbet. Sonra da koptuk. Ben ikili oynadım. Evet ikili oynadım. İkili oynamam da zaafım. Oğlanlara bayılıyorum. Maalesef böyle. bunun üzerine beni defterden sildi. Sonra da seninle ilgilendiğini duydum.”
Sustu.
Kaan kayıt cihazına uzanıp kapadı. Adam şaşkınlıkla bakıyordu kendisine. Anlamaya çalışıyor gibiydi.
“Bakın” dedi müsteşar “Öncelikle bir konuya açıklık getirelim. Sizi herhangi bir şey anlatmaya zorluyor değilim. Bugün verdiğiniz bilgiler yeter de artar bile. Bana bir şeyler kanıtlamak zorunda değilsin. Bana kendin hakkında olduğundan farklı bir portre çizerek bir şeyler söylemene gerek yok. Dolayısıyla yalana hiç tevessül etmeyin. Sizi konuşmak için zorlayacak da değilim. Ne klasik zorlamalarda bulunacağım ne de modern. Eğer sizi dinlememi istiyorsanız yalandan vazgeçeceksiniz. Şuan kalkıp gidebilirim. Sizi koruyacağıma söz verdim. Elimden geleni yaparım. Eğer yalana devam edersen görüşmemiz burada biter.”
Adam konuşmaya yeltendi müsteşar eliyle susmasını işaret edip devam etti:
“Lütfen sözümü kesmeyin. Yalan ve abartı olduğunda bu iş biter. Dediğim gibi anlatmak zorunda, bir şeyler kanıtlamak zorunda değilsiniz. Umur Tılsım ile Kastinya’daki menfur olaydan önce hiç tanışmamıştın. Ve fakat hem örgüt içinde hem başka zeminlerde rahmetliyi tanıdığını, onun eğitiminden geçtiğini söyleyip durdun. Ki bunun yalan olduğunu ikimiz de biliyoruz. Ve yine ikimiz de biliyoruz ki onu öldüren mafya değildi. belki tetiği bizzat sen çektin belki başkası. Ha niye rahmetlinin adını verip durdun? Beni hiç ilgilendirmiyor. Ön Hareket Dairesi Başkanının sırtından kariyer yapmayı düşünmüşsündür. Ama bunlar beni hiç ilgilendirmiyor. Anladığını umarım.”
Sözlerini bitirip adama baktı. misafir başını önüne eğmiş ellerini önüne kavuşturmuştu. Başını kaldırıp müsteşara baktı. müsteşar kayıt cihazını masadan aldı. Cebine götürürken Salih;
“Anlaştık bay müdür. Yalnız boğazım kurudu. Şöyle Erzinya işi bir demlik çay gelse bazen bardakları siz bazen ben doldursam.. ne dersiniz?”
Müsteşar kayıt cihazını tekrar masaya bıraktı. Diafondan adamın söylediği gibi çay söyledi.
“Çay gelinceye kadar dinlenelim, istersen?” diye önerdi müsteşar. Salih öylece, öneriye yönelik hiçbir eylem yapmadan masa üzerine koyduğu elleriyle ritim tutarak beklemeyi seçti. Sessizliğe dayanamadığını yine dayanamayacağını biliyordu Çopur, kendisini ne kadar tutmaya çalışırsa çalışsın konuşacaktı. “Kahretsin” dedi içinden. “Kahretsin bugün kendi kendimle konuşmayı da beceremiyorum” Öksürdü, “Özür dilerim Kaan bey” dedi, “Gerçekten özür dilerim. Demek diyorum insan gün geliyor kendi söylediği yalana inanır oluyor. Bu öyle. Bunu şimdi net bir biçimde görüyorum. Size yalan gelse de ben hep o adamı, o efsane ismi izledim. Ön Harekât Dairesi Başkanı Umur Tılsım! O bizim çocukluğumuzda bir efsaneydi biliyor musunuz? Belki bir çoğu uydurmaydı ama.. Öyleydi. Tıpkı bir film kahramanı gibi çatışmalara girerdi bizim dünyamızda, yirmi otuz kişiyi tek başına bertaraf eder, ordu içine silahsız soksanız yumruklarıyla oradan sağ salim çıkardı. Böyle anlatırdık bir birimize.”
Salih Çopur güldü ve devam etti:
“İnanır mısınız sayın müdürüm mahalledeki bütün çocuklar onun benim öz dayım olduğuna inanırlardı. Her biri de bu sırrı ölümüne saklayacaklarına –çünkü dayım olduğu bilinirse deşifre olurdu, onu ailesi aracılığıyla mağlup edebilirlerdi işte o yüzden hem yetim hem öksüz diye bilinirdi- yemin etmişlerdi. Her neyse.. haklısın.. Kastinya’daki o menfur olaya kadar asla karşılaşmadık. Ve evet tetiği ben çekmesem de ölmesini isteyen bendim.” Başını sağa sola sallayıp “ Doğrusu kurt bir istihbaratçının o kadar çabuk tuzağa düşeceğini ummamıştım. Hatta şaşırdığımı itiraf edeyim. Onun zaafı da çocuklardı. Ağlayan bir çocuk bütün dikkatini dağıttı. Müdürüm anlayacağın adam merhametinin kurbanı oldu. Çocuklara karşı duyduğu merhamet.”
Kapı açıldı Tilki Süleyman elinde tepsi içeri girdi. Büyükçe bir demlik çay yapmıştı. İki de fincan getirmişti. Çopur genç adama baktı. Tilki de ona dik dik baktı. müsteşar Tilki’ye “Çıkabilirsin” dedi. Tilki bir şey söylemeden çıkıp gitti. Kaan fincanları doldurdu birini Salih’e verdi. Kendi fincanın alıp ağzına götürdü. Bir yudum aldı.
Salih başını salladı:
“Dedikleri kadar varmışsınız müdürüm” Güldü “Sizi tanıyanlar adamın ağzında teneke var sanki ona yüz derece kaynamış çayı verin hiç duraklamadan bir yudum alır. İlk yudumu mutlaka konur konmaz alır.”
Kaan da güldü:
“Demek çay içme şeklimize varıncaya kadar fişliyorsunuz ha Çopur?”
“Eh.. evet çaylarımız da geldiğine göre kısa kısa geçelim ve sizi birifinge yetiştirelim. Yakın zamanda olan olayların tamamı bizim tarafımızdan yapıldı. Beylikdüzünde öldürülen iki genç güvenlikçi buna dâhil. Ki zaten onun öldürülüş biçiminden öyle olduğuna hükmetmiştiniz ve başkana da söylemiştiniz.”
“Bu gizli bir bilgi” dedi müsteşar şaşkınlıkla,“Bu hükmü bilen toplasan beş kişi yoktur.”
Salih gülerek, “Eh demek ki değilmiş.. şimdi efendime söyleyeyim, hazır söz gizli bilgiden açılmışken içişleri bakanı İdris Kuzgun ve emniyet genel müdürünüz bizim has elemanlarımızdandır. Fuat benim emrim altındadır. Kuzgun ise doğrudan Ümid Buzurg’dan emir alır.” dedi.
Kaan Ardıç şaşırmamıştı. Biliyordu. Fakat elinde kanıt yoktu.
“Bunların öyle olduğuna dair elinizde kanıt var mı? Bir de Ümid Buzurg’un gerçek adı?”
Salih hayır anlamında başını salladı.
“Müdürüm Nizarilerde çoğu şey şifahidir. Dolayısıyla kanıt olmaz. Gerçi hoca efendi hemen her görüşmesini kayıt altına alır. Olur ki bir terslik olur, biri sözünden vaz geçer, diye. Ümid Buzurg’un gerçek adını bilmiyorum. Kod adı olduğunu biliyorum. Ancak Ümid Buzurg diye resmi kimliği de vardır. Beni kendi adamı olarak bilir ve şuan ikinci adamdır. Hoca efendi cartayı çektiğinde yerine geçecek isimdir.”
“Kanıt olmadan iç işleri bakanını, emniyet genel müdürünü nasıl bertaraf edebilirim ki?” dedi Kaan hayıflanarak.
Salih Çopur gayet sakin:
“Çaycı” dedi. “Sizin çaycı. Hem Sansar hem Kuzgun oldukça açık insanlardır. Hoca ile görüşmelerinden birer enstantane alması hiç de zor olmaz.” dedi. “Buluşturmanız da zor olmamalı!”
“Sen Tilkiyi çok iyi biliyorsun? Bu nereden?”
“Oo.. öyle bir yeteneği gözden kaçıracak kadar kör olduğumu düşünemezsiniz sayın müdürüm. Ama olmadı. Çok uğraştık ama örgüte dahil edemedik. Tahir Kirmanı bu yüzden çok sert bir fırça yemiştir hoca efendiden.”
“O da kod isim değil mi?” diye söze karıştı Kaan Ardıç, Salih başını salladı:
“Evet.. Tahir Kirmani örgüte yeni eleman kazandırmadan sorumlu kişidir. Kimin alınması gerektiğinden tutun da hangi elemanın nerede yararlı olacağına kadar her şey ona ati. Sonra Hüseyin Kâini.. medyadan sorumlu. Algı oluşturulma işlemi ona aittir. Bir tür imaj marker diyelim” dedi gülerek. “Ve hoca efendinin özel ihtiyaçlarını, gelen misafirlerin ağırlanma işlerini de Hamza Errecanlı yürütür. Bu isimler de kod isimlerdir. Belki de gerçek isimleridir bilemiyorum. Çünkü bu isimlere ait kimliklerinden haberdarım. Ben Ümid Buzurg’a bağlıyım. Bu arada Ümid Buzurg Hüseyin Kâini’nin defterini dürme işi verdi. sanırım hoca efendinin yerine geçmede problem çıkaracağını düşünüyor. Efendim..” Fincanını doldurup konuşmasını sürdürdü:
“Hoca efendinin de benim gibi zaafları vardır, hani zaaf demiştin ya.. o yüzden.. parlak oğlanları sever benim gibi.”
Müsteşar yüzünü buruşturdu tiksinerek:
“Sen bu oğlancılık konusunda ciddi misin? Söylenti mi? O adamın bütün rezaletlerine rezilliklerin vakıfsam da bu konuda bir bilgi yok. Üstüne üstlük bu konularda aşırı bir titizliği olduğunu da biliyorum. Çok hassas. Bekâr oluşunu da cinsellikten tiksindiğine bağlıyordum. Şimdi sen..” dedi.
Salip Çopur elini sallayıp, “Hah..” dedi “Yaptıkları tiksinç.. bütün cemaat arasında adamın yüz erkek gücünde olduğu konuşulur. Niçin? Efendim böylesi bir gücü olduğu halde kendini hizmete adamış, aile hayatından uzak durmuş.. benim külahıma anlatsınlar. Penisilinya’ya gitmeden önce, bu kadar meşhur olmadan önce Şendilya’da sıradan bir belletmen iken etrafında intihar eden çocukları araştırsan her şeyi ayan beyan görürsün müdürüm. Ah ne mizansen.. bak şimdi bu adam kozmolojik imam ya.. seçilmiş ya.. onun her şeyi insanlık için bir şifa. O tuvalet gitsin peşinden elemanlar koşar.. aa. Gül gibi bir koku. Cennetten yayılmış bir koku.. sen de hassaslıktan söz ediyorsun. Ve evet onun en büyük zaafı da bu. Bunlardan aşırı derecede utanır. Gerçekten. Biri ona yaptığı pisliğin belgesiyle gitse onu parmağında bir böcek gibi oynatır. Evet sizin çaycıya çok büyük iş düşüyor. Onu neyle suçlarsanız suçlayın, hiç birine boyun eğmez. Hatta onunla gurur bile duyar. Ama cinsellik.. çaycı yakaladığınız çocuklardan kaçamağıyla ilişkili görüntüleri rahatlıkla alabilir. Çocukların kendilerini kilitleyecek durumu yok. Onlardan alınacak beş on dakikalık, hatta iki üç dakikalık bir görüntü Salih’ül Emre’nin bir köpek gibi her istediğinizi yaptıracağına kalıbımı basarım.”
Durdu. Gözlerini kıstı ve endişeli bir sesle:
“Oğlan demişken umarım çocuklar bir aradadır.” dedi.
Kaan Ardıç adamın endişeli tavrına dikkat etmeden sözünü kesti:
“Neden böyle bir şey dedin? Hepsini ayrı odalara koyduk refakatçılarıyla birlikte. Böylesi daha güvenliklidir.”
Salih inanmamış gibi baktı müsteşara..
“Ah” dedi, “Ah müsteşarım.. tamam yumurtaları ayrı sepete koymak akıllıcadır.. ve fakat böylesi durumlarda değil. Bir suikastçının işini zorlaştırmak istiyorsanız hedeflerin hepsini aynı yere koymalısınız. Suikastçı gürültüyü sevmez. Suikastçı elinden geldiğince hedeflerini teker teker ortadan kaldırmak ister. Düşünsenize burada uyuyan bir müridin uyandırıldığını.. çocuklar bir arada olursa tutup el bombası mı atacak? Ya ölmeyenler olursa? Gürültü çıktığında eylemini engelleyeceklerdir. Oysa hedeflerin hepsinin ölmüş olduğundan emin olmalıdır. Nizariler bin yıldır böyle çalışır. Ah be müdürüm!”
“Uyuyan müritler mi?”
Salih dudak büktü:
“Demek ilk kez duyuyorsunuz” dedi. “Gerçekten ilk kez mi duyuyorsunuz bu adlandırmayı.. yapmayın be müdürüm.. bu denli çaresiz, başarısız oluşunuz boşuna değilmiş.. evet müdürüm uyuyan mürit.. hemen her önemli önemsiz kurumda bir veya daha fazla uyuyan mürit vardır. Bir tür ipnotize edilmiş gibi. Kendileri bile bilmez. Sonra bir gün ya bir mektup, ya bir telefon, ya bir gazetede atılan manşet, bir kahvede, lokantada, tavernada, meyhanede, sinemada çalınan söylenen bir müzik parçasıyla uykudaki güzel uyanır. Her ne istenmiş ise yapılır!”
Adama kendi kurumunda böyle birinin olup olmadığını sormaya gerek yoktu. ve şuan buna inanıp inanmamak gibi bir lükse sahip olmadığına karar verip hemen cebinden telefonu çıkardı müsteşar. Ön Harekât Daire Başkanı Dayı’yı aradı. “Dayı geldin mi?” dedi aceleyle.
“Şuan yuvadan içeri girmek üzereyim. Kastinya ve Erzinya’dan gelen emanetleri aldık. Depoya teslim ettik.” diye yanıtladı Dayı.
“Dayı beni dinler misin?” dedi sesinde öfke vardı ve Dayı bundan bir şey anlamamıştı. Neyi ters yapmıştı? Ha.. şu muhafiz..
“Muhafıza mı kızdın?” dedi gülerek.
“Dayı hemen çocukları bir araya topluyoruz. Acil.”
Telefonu kapadı. Tilki’yi aradı.
“Süleyman bir oda hazırlıyorsun. Ve çocuklardan bir kaçından hoca efendiyle ilgili görüntü alıyorsun! Uzun olmasına gerek yok. Ve özel görüntüler.. yatak!”
“Yatak mı?” dedi şaşkınlıkla “onlar erkek” diye de ekledi.
“Biliyorum Süleyman.. biliyorum. Sen de lütfen benim dediğimi anlamış ol!”
Telefonu kapayıp cebine koydu. Soğumuş çayını bir yudumda içti. Yeniden doldurdu. Ve Salih’in karşısındaki yerini aldı:
“Bizim kurumda var mıdır? Demeyeceğim. Muhakkak vardır.”
“Elbette var.. var olduğunu biliyorum. Adını bilmesem de. Kendi kulaklarımla bizzat hoca efendiden duydum. Sizin müsteşar seçilmenize bozulmuştu. ‘Kimi seçer seçsinler beni seven uyuyan güzelleri de seçemezler ya!’ demişti. Hava atmasını sever bizim ihtiyar. Bayılır hava atmaya pörtlek gözlü iblis!”
“Pörtlek Gözlü İblis mi? Senin hiç inancın yok bu adama karşı.. peki niye hizmet ediyorsun?”
“Ben” dedi Salih, “Ben profesyonelim.. parayı veren düdüğü çalar misali. Zerre kadar inanmış değilim inançlarına. Ve ‘Pörtlek Gözlü İblis’ adını burada bir çocuktan duydum. Çok iyi bir çocuktu. İyi olmasına iyiydi ama dik kafalıydı. Bugün evden çıkmamasını, çıkarsa da kesinlikle pazara uğramamasını söylemiştim. Beni dinlemedi..”
Salih bu son sözleri kederle söylemişti. İtiraflarının nedeni anlaşılmıştı. Çocuk dediği muhakkak odalığı olmalıydı ve bugünkü patlamada ölmüştü.
“Sevmiş miydin?” dedi Kaan üzüntülü bir sesle.
Salih iç geçirdi:
“Bir canavar da olsam –ki canavarlığı kabul etmem- evet.. kalbim ilk kez biri için çarpmıştı.. ve elimden aldılar onu.”
Kaan Ardıç başını sağa sola sallayıp, “Kızma hakkın yok!” dedi. “Senin marifetin.. sizin marifetiniz!”
Adam hiçbir şey söylemedi. Gözleri dolmuş gibiydi. Telefon çaldı. Kaan telefonu açtı. Telefondaki Dayı idi, nefes nefese ve öfkeliydi.
“Kahretsin.. müdürüm hemen gelin.. kahretsin.. çocuklar..” diyebildi.
Kaan’ın kalbi gümbür gümbür çarpmaya başlamıştı. Rengi de bir anda kaçmıştı. Salih Çopur yumruklarını sıktı ve “Beceriksizler” dedi kendi kendine.
“Müdürüm.. yoksa..”
Kaan eliyle sus işareti yaptı:
“Dayı ne diyorsun.. hepsi mi?”
“Hayır” diye yanıtladı Dayı “Üçü refakatçılarıyla birlikte güvende.. sekiz tanesi susturuculu tabanca ile vurulmuş”
Kaan Ardıç telefonu kapadı. Salih Çopur’a,“Kahretsin.. senin uyuyan mürit oldukça hızlı çıktı. Sekiz çocuğu refakatçılarıyla birlikte öldürmüş. Seni buradan çıkarmalıyım. Makam odamda zırhlı bir oda var. dışarıdan benden başkası açamaz, sadece içerden açılır. Bir haftalık yiyecek ve içecek, yatacak yer, her şeyi ile bir oda gibi. Seni oraya koyalım. Şimdilik en güvenlikli yer orası. Benden başkasına da kapıyı açmazsın. İsterse çıkmanı başkan istemiş olsun. Benden başkasına kapıyı açmazsın. Hadi!” dedi.
Birlikte aceleyle odadan çıktılar. Asansörleri Dayı iptal etmişti. Merdivenlerden hızla ikinci kata çıktılar. Üçüncü kata tırmanırlarken Muhsin’le karşılaştılar. Muhsin oldukça kendine gelmişti. Daha derli toplu ve rengi de yerindeydi.
“Muhsin” dedi Kaan, “Duydun mu?”
Muhsin şaşkın bir ses tonuyla “Evet” diye yanıtladı. “Ben de Dayı’nın yanına gidiyordum. –Salih’e baktı- Bu kim?” diye sordu.
Kaan “Misafir..” dedi. “Kasada misafir edeceğiz. Şey.. yav sen götürsene! Yalnız dikkatli ol! Ne de olsa binada kimliği meçhul bir katilimiz var!” dedi. Salih’e döndü:
“Muhsin’le gidiyorsun. Ve dediğim gibi yapıyorsun?”
Salih yalvarır gibi baktı Kaan’a. Kaan bu bakışlardan bir şey anlamamış gibiydi. “Şey müdürüm” dedi, Kaan çoktan hızla birinci kata inen merdivenlere doğru gitmiş, pat pat aşağı inmişti bile. Salih Muhsin’e sırıtarak baktı. Sonra da “Umarım şefiniz kadar itinalı bir mihmandarsınızdır!” dedi.
Muhsin konuşmadı, adama yol verdi. Muhsin’in geriden gelmesi akıllıca değildi. ya suikastçı onları bekliyorsa ilk kendisi görülecekti. Hedef kendisiydi.
“Şey..” dedi “İşinizi gibi öğretmek olmasın da.. hani.. kasaya konacak inci benim.. siz önde olsanız!”
Muhsin iğrenerek bakıyordu adama. Salih adamın bakışlarından huylanmış, zihninin derinliklerinde Muhsin’le ilgili bir şeyler bulmaya çalışıyordu. Adamın dosyası kendisinde vardı. Devletine sadık, dürüst, akçalı işlere bulaşmamış ve hatta kalın harflerle “Satın alınamaz!” diye de not düşülmüştü. “Peki beni rahatsız eden şey ne bu adamda?” dedi kendi kendine. Evet Muhsin’de kendisini rahatsız eden bir şey vardı ama ne? Kafasını salladı. “Evham herhalde!”
Muhsin, “Haklısın.. sen geriden gel!” dedi adamın önüne düştü. Birlikte merdivenlerden dikkatle yürüdüler. Muhsin tabancasını da çıkarmıştı. Dayı’dan almıştı haberi. Sekiz çocuk refakatçılarıyla birlikte susturuculu tabanca ile öldürülmüştü. Ve katilin kimliği şuan için bilinmiyordu. Altınca katta haber alma örgütü müsteşarının odası önündeydiler. Muhsin kapıyı usulca açtı. İçeri şöyle bir kolaçan etti. Tedbiri elden bırakmamalıydı. İçeride kimsenin olmadığından emin olduktan sonra Salih’i de içeri aldı. Odada kitap raflarının bulunduğu bölüme doğru gitmesini söyledi Muhsin. Salih itaat etti.
Muhsin masa üzerindeki telefonu kaldırıp önce yıldız sonra dört, ardından kare, sonra da bir beş sekiz ve sıfırı tuşladı. Kitaplı her iki yana doğru açıldı. Zırhlı oda karşılarındaydı. Muhsin adama içeri girmesini işaret etti. Salih Muhsin’e gülerek baktı. El salladı ve odadan içeri girdi. Kitaplık yavaş yavaş kapandı.
Kaan Ardıç Dayı ile olayı görüşüyorlardı. Misafir hanelerdeki kameralar çalışmıyordu. Müsteşar olduğu zaman kendisi iptal ettirmişti ve bunun büyük bir hata olduğunu şimdi anlıyordu. En azından çocukları buraya koymak hataydı. “Çocukları hücreye koymak hoş olmaz” demişti kendi kendine. Doğruydu. Ama başlarına birer muhafız koymamak nasıl açıklanabilirdi. Allah’tan üç çocuk ve refakatçileri hayattaydı.
“Dayı biz ne büyük bir halt ettik? Ben seni bir daha dinlemezsem çek tabancanı vur beni?” dedi, Dayı adamın yüzüne baktı. Söylediğinde gayet ciddiydi adam!
Dayı tıpkı Salih gibi çocukların bir arada hatta bir hücrede tutulmalarının daha iyi olacağını, çözülmelerinin sağlanacağını söylemişti ve fakat kendisi merhamet gösterip “Hayır.. o çocuklar hücreye konamaz. Onlar yeterince yaralı zaten demişti.” Dayı omuz silkip inat etmemişti. “Haber alma örgütünde kim ne yapabilirdi ki çocuklara?” diye düşünmüştü.
Ve fakat yapıldığını, yapılabildiğini büyük bir acıyla görmüştü. Acı bir tecrübe daha kazanmıştı. Hem de çok acı. Kaan da acı bir tecrübe olarak öğrenmişti. Çocuklar ve refakatçıları alınlarından tek kurşunla vurulmuşlardı. Biri banyoda diğeri salondaydı cesetlerin. Soruşturmaya nereden başlanacaktı? Birimlere hemen gerekli emirler verilmişti. Kim görevinin başında değil? Yahut kim görevinin başından uzun süre ayrılmıştı. Hemen isteniyordu bu bilgi. Bir de kurşunların balistiği istenmişti. Allah’tan yönetici olur olmaz örgütün bünyesinde binanın içinde bir kriminoloji laboratuvarı kurdurmuştu. Otopsiye şuan zaman yoktu. Maktullerden bir ikisinden hemen kurşunlar çıkarılacak ve incelenecekti.
“Kahretsin! Başkana ne diyeceğim?” diye geçiriyordu içinden. Yaşayan çocukları hemen Tilki ile buluşturması gerekiyordu. Dayıya gerekenleri söyledi. Dayı çocukları Tilki’nin hazırladığı yere götürmek için müsteşarın yanından ayrıldı. Kaan tek tek odaları dolaşıyor, cesetlerin dile gelip kendisine katili vermesini istiyordu. Bu isteğin ne denli çocukça bir istek olduğunu bile bile. Doktor Serpil Poyraz elinde gerekli kitle bulunduğu odaya girdi. Selam verdi. On yaşlarında alnında kurşun yarası olan çocuğa baktı. Kurşunu bu yavrudan alamayacaktı. Doktorun çekingenliğinin nedenini anlamıştı ağlamaklı bir sesle “Diğeri banyoda Serpil hanım! Biri bu işi yapmalı!” diyebildi. Serpil banyoya doğru yürürken telefonu çaldı. Doktor cebinden telefonu çıkardı. Elinden düşürdü. Telefon sert zemine düşünce pil kapağı bir tarafa pil ve telefonun kendi diğer tarafa uçtu. “Özür dilerim!” dedi doktor. Kaan donup kalmıştı. Bu olay, odasında yaşadığı o olayı çağrıştırmıştı. Sendeledi. Kapıya tutunmasa belki de düşecekti.
“Çocuk cesedi insanı çok daha kötü ediyor değil mi şefim!” diyebildi kadın. Beti benzi atmış bir şekilde, ayakta zor durur haldeydi.
Kaan Ardıç kafasını sallıyor, “Hayır.. hayır!” diyordu. “Hayır.. yo..”
Kadın doktor adamın yanına geldi. Elini tutmak için hamle yaptı “Kendinizi iyi hissetmiyorsanız şöyle –kanepeyi gösterip- otursanız” dedi.
Kaan Ardıç telefonun güçlükle cebinden çıkardı.
“Dayı.. Dayı çocuklar güvende mi?” diye sordu.
Dayı “Güvende şefim” dedi “Dediğin gibi çaycı ile muhabbet ediyorlar..”
“Dayı.. Dayı çocukların muhafız sayısını arttır ve adamlarına söyle Muhsin’i gördükleri yerde tutuklasınlar. Direnirse ne yapılacağını biliyorlar.”
Daha konuşmasını bitiremeden silah sesleri işitti Kaan.
“Dayı.. Dayı neler oluyor?”
“Onun bunun çocuğu bana ateş etti.. beni karnımdan vurdu imece çocuğu.. onun bunun çocuğu bana ateş etti şef.. şef bize sıktı hain.. bir adamım yerde yatıyor.. Onun bunun çocuğu.”
Kaan hemen diafondan “Tüm birimlerin dikkatine katil ikinci bölümde.. muhafizlar acilen intikal etsin.. çatışma var!” diye bağırdı. Sonra da hızla odadan çıktı. Beylik tabancası elinde merdivenlerden uçarak aşağı indi. Zemin kattan bir kat aşağıda karşı harekât birimine gidiyordu ve yaklaştıkça kurşun sesleri duyuluyordu. “Diren Dayı.. diren Dayı” diye kendi kendine söyleniyordu.
Muhsin ayak seslerini duymuş olmalıydı ki yüzünü seslerin geldiği yöne doğru döndü. Birimin çelik kapısını kendisine siper etti, ilk gelene kurşunları yağdırdı. Müsteşar olay yerine vardığında dört güvenlikçinin kendilerine siper olarak seçtikleri kolonlardan Muhsin’in bulunduğu yere doğru ateş ettiklerini gördü. ateşi kesmelerini emretti.
“Muhsin” diye bağırdı,“Muhsin bırak elindeki silahı ve teslim ol!” dedi.
Muhsin ağlamaklı, boğuk bir sesle “Şefim onlar canavar.. şefim onlar karımı ve doğmamış çocuğumu öldürdüler.. şefim sen onları bana teslim edecektin.. onlar canavar” dedi. Takılmış bir plak gibi “Onlar birer canavar!” deyip duruyordu.
“Dinle” dedi Kaan Ardıç şefkat dolu bir sesle “Dinle.. dinle bak..Muhsin onlar daha çocuk.. onları bir silah gibi kullananı sana kendi ellerimle teslim edeceğim.. söz.. şimdi silahını indir..”
Muhsin çıldırmış gibi kahkaha savuruyor bir yandan da, “Şefim.. Teslim ettin ya! Teslim ettin ya!” diye bağırıyordu.
“Kahretsin!” dedi kendi kendine Kaan Ardıç.. Salih Çopur’u kendi elleriyle teslim etmişti.. Adamın o yalvarmaklı bakışı. “Niye dikkate almadım! Ben ölmeyi hak ediyorum.. Ben ölmeyi hak ediyorum!”
Canciğer arkadaşını diri olarak yakalamak istiyordu. Muhsin’in uyuyan mürit olduğu kesindi ancak bu ana kadar tarikata hizmet etmiş değildi. Tarikatın kurbanlarından biriydi. Bugün şu telefon geldikten sonra her ne yaptıysa bilmeden yapıyordu. Ne yaptığının farkında bile değildi. Kuşkusuz Muhsin kendi özel intikamını aldığını sanıyordu. Böyle olmadığını göstermeliydi arkadaşına. Göstermeli ve kurtarmalıydı. Bunu ona borçluydu.
“Bak Muhsin’im.. sen çocukları öldüremezsin..”
“Onlar çocuk değil!” diye bağırdı öfkeyle.. “Sen onların gerçek yüzünü görmüyorsun.. afsunlamışlar her birinizi. Her birinizi zehirlemişler. Ben gerçek yüzlerini görüyorum. Onlar çocuk görüntüsünde birer sırtlan!” Yeniden bulunduğu yöne doğru kurşun sıktı.
“Onlar sırtlan!” diye ağlıyordu Muhsin. Bir el silah sesi duyuldu. Silah sesiyle birlikte bir insan bedeninin zemine düşüş sesi duyuldu.
Dayının acı dolu sesi duyuldu:
“Tehlike bertaraf edildi.. tehlike bertaraf edildi”
Kaan Ardıç hiç düşünmeden kapıya doğru koştu. Muhsin’in kafası paramparça olmuştu. Kafasının arkasından girmişti Dayı’nın kurşunu. Dayı bir eliyle karnını tutuyor, bir eliyle de kendisini duvara doğru sürüklüyordu. Kaan Ardıç gözyaşlarına engel olamıyordu. Arkadaşının başucuna diz çöktü. Kana bulanmış kömür saçlarını okşadı.
“Bunların hepsinin hesabı sorulacak kardeşim! Hepsinin!” diye inledi. Doktor Serpil Hanım ve diğer sağlık elemanları hole doluşmuşlardı. Dayıya ilk müdahaleyi orada yaptılar. Kanamasını durdurup sedyeye yerleştirdiler. Muhsin için yapılacak bir şey yoktu.
Kaan Ardıç istemeye istemeye odasına gitti. Neyle karşılaşacağını biliyordu. Kuzuyu kurda teslim etmişti. Ama nasıl bilebilirdi ki? Bilmenin bir imkânı var mıydı? Kendisini biliyor muydu? Ya kendisi de uyuyan bir mürit ise? Bunu bilmenin imkânı yoktu.
Sekreter Hülya Hanım masasında oturuyordu. Yanından öylece geçip gitti. Dalgın ve bitkin. Yürüyor muydu? Bastığı yeri biliyor muydu? Korkunç bir kâbustu yaşadığı. Şuan kesseler damla kan akmazdı bedeninden öyle biliyordu. Kapıyı yavaşça açtı. Kapıyı yarı açık bırakıp içeri girdi. Bugün, bu an bir rüya olsa ne güzel olurdu? Bitimsiz bir kâbus olmasına bile razıydı gerçek olmasından ise. Bitimsiz bir kâbus. Tekli koltuğa oturdu başını elleri arasına aldı. Sekreterin sesi ile kendine geldi. Başını kaldırdı. Hülya kendisine bir kağıt parçası uzatmıştı. “O da sizi çok severdi” demişti kadın.
Uzatılan a4 kâğıdını fark etmemiş gibi anlamsız gözlerle baktı 25 yaşlarında kendinden her zaman emin ve soğuk kanlılığını hiç kaybetmeyen kıza. Kız;
“Muhsin beye gelen telefon..” dedi kısık bir sesle.. “Onunla ilgili bilgi.”
Alıp baksaydı da ne değişirdi ki? Ne değişecekti. Uzatılan kâğıdı aldı, kız odadan çıkmak üzereyken “Revire söyleyin buraya da bir ceset torbası göndersin?” dedi.. kız irkildi.
“Anlamadım efendim!” Karşılığını verdi. Kaan Ardıç öylesine bitkindi ki, sözcükler tane tane döküldü ağzından;
“Neyi anlamadın Hülya hanım? Gerçekten bir ceset torbasının neyini anlayamadınız? Ya da ben neyi anladım ki siz neyi anlayamayasınız! Bir ceset torbası!”
Kız anlamamış olsa da ürkek bir sesle “Baş üstüne efendim!” deyip çıktı odadan. Kapıyı usulca kapamıştı.
Kaan Ardıç eline tutuşturulan a4 kâğıdına baktı. İfritin ikametgâhı olan Penisilinya’dan gelmişti telefon. Ve Schubert’in “Bitmeyen senfonisi” dinletilmişti arkadaşına. Demek ki şifre buydu.
Uykudan uyanmasını sağlayan lanetli zehirli sözler. Muhsin nasıl da öfkeyle fırlatmıştı telefonu yere! Nasıl da öfkelenmişti. Keşke gelen telefonun peşine düşseydim, diye düşündü Kaan Ardıç. Belki o vakit arkadaşını kurtarabilirdi. O lanet uykudan belki uyandırabilirdi. Ayağa kalktı. Kırmızı telefonu kaldırıp zırhlı odanın şifresini tuşladı. Kitaplık ikiye ayrıldı. Kapıyı açtı. Salih Çopur yüz üstü kapanmıştı. Kan gölü oluşmuştu.
En ufacık bir acıma duymadı. Yine de iniltili bir sesle, “Zavallı adam.. başına gelecekleri nasıl da biliyordu!” dedi. Sağ elinin duruşu dikkatini çekti. Yavaşça, kana basmamaya dikkat ederek bir şeyi işaret eder gibi duran elin yanına vardı. Kanıyla büyük bir M harfi çizilmiş ve üzerine de çarpı işareti atılmıştı. M harfi altına H=U yazılmıştı. En alta da bir gülme ikonu yapılmıştı. Kaan Ardıç, son nefesini vermeden önce Salih Çopur’un kendisine vermeye çalıştığı mesajı çözmeye uğraşıyordu.
Başı zonkluyordu. Bir terslik vardı. bir şeyler tersti. Üzerine çarpı atılan M bir ismin ilk harfi mi? Muhsin’in ‘M’si miydi? Ya ‘H’! Zırhlı odada olmaması gereken ve neredeyse genzini yakan tanıdık parfüm kokusu.. derin derin burnundan nefes aldı. “Aman tanrım!” dedi. Oda kapısının açıldığını hissetti. Ceketinin sol tarafına yavaşça elini uzattı, beylik tabancasını kılıfından çıkardı. Temkinli ayak sesleri iyice duyuluyordu, kendini hızla yere fırlatırken tabancasını çekmiş zırhlı odanın kapısını ortalayacak şekilde elini kaldırıp tetiğe basmıştı. Üç mü, dört mü.. tabancadaki kurşunları kendisine susturuculu tabancayı doğrultan sekreterinin üzerine boşaltmıştı. Kadın olduğu yere çökmüştü.
Kurşunlardan biri kalbini bulmuştu. Bir diğer kurşun da kadının boğazını parçalamıştı. Kaan Ardıç ağlıyordu. Ağlayışının bir sevinç ağlaması, gözyaşlarının bir sevinç gözyaşı olduğunu kimse bilemeyecekti. Muhsin uyuyan mürit değildi. Kendini kaybeden acılı bir eş acılı bir babanın yaptıklarını yapan sıradan bir insandı. Kaan Ardıç ayaklarını karnına çekmiş hüngür hüngür ağlıyordu. Canından çok sevdiği arkadaşı dirilse belki bu kadar sevinirdi.
Aslında Muhsin dirilmemiş miydi? İtibarı yerle bir edilerek bir daha öldürülmemiş miydi Muhsin? Bütün tanıdıkları gözünde bir hain olarak kalacaktı. kimse onu bir daha anmayacaktı. Ta ki ihanetten söz edilinceye kadar. teşkilatta ihanetin konusu açıldığında belki de ilk akla gelecek olan o olacaktı. Arkadaşı bir kere değil bin kere öldürülmüştü. Ve işte yeniden dirilmişti. İtibarı geri alınarak diriltilmişti.
Cemal Çalık, 09.01.2017, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Kumpas, Roman