3 Şubat 2017 Cuma

SA3933/CÇ366: Hangisi Sen?/ Roman-Bölüm I-4'ün devamının devamı

"Saatime bakmaya korkuyorum. Muhayyel bir köpeğin bir oyun oynamasından korkuyorum. Hükümet konağından Adliye binasına doğru yürümeye başlıyorum. Titriyorum."


Bölüm Bir
-4'ün Devamının Devamı

Bugün de Funda hanıma kimse sormayacaktı “naif” sözcüğünü. Gereksiz bir sözcük, hatta ağırlık yapan bir şey olarak geliyordu şimdi Füsun'un annesi Funda'ya. O sözcüğü ve anlamını bilmese de kaybetmeyeceği bir şey. Öyle ise ne diye hafızasında bir yer kaplıyordu ki? Ne diye kaplasındı ki? Hani denk getirebilse hemen yandaki komşuya karşın bir üstünlük sağlasa belki şuan hissettiği kadar bir ağırlığını hissetmeyecekti naif sözcüğünün. Çamaşır sepetiyle holden mutfak ve kızının odasının bulunduğu mahalde bir an durdu Funda. Kızın odasının kapısının kapalı olması işine gelmişti. 

Rahatça geçti mutfağa. Aslında istese kızın odasının kapısının önünden de geçmeyebilirdi. Hemen karşısındaki salona oradan da çamaşırların bulunduğu balkona rahatlıkla geçebilirdi. Ama nedense oldum olası salonun balkona açılan kapısını kullanmayı sevmiyordu Funda. Bu sevmeyişte sanki –gına gelmesine gına geldiğinin farkındayım ama maalesef yapacak bir şey yok- hemen yandaki komşunun “Ben mutfak kapısını yemek kokusunun dışarı çıkmasından başka kullanmıyorum, hep salondan çıkıyorum balkona!” sözleri vardı. 

Funda Hanım bu tuhaf mücadelenin zorlamalarıyla acaba daha ne gibi istemediği, hatta kendini zora soktuğu davranışlarda bulunuyordu? Belki öyle bıraktığı davranışlar vardı ki onlar için müthiş, can yakan bir özlem bile duyuyordu da, dile getirmekten çekiniyordu. Mesela sanki sözcük dağarcığından “adam” sözcüğünü çıkarmış gibiydi. Çok, çok, çok nadir kullanıyordu. Çoğu zaman “adam” yerine “herif” diyordu. Komik kaçsa da herif sözcüğünü kullanıyordu. 

“Allah’tan erkek bir çocuğum yok!” diye geçirirdi içinden “Eğer oğlum olsaydı tam yeri gelecek ‘adam ol!’ denmesi gerekecek, ben tutup ‘herif ol!’ diyeceğim, bu da yakışık almayacak. Belki ‘oğlum koskocaman adam oldun, ayıp değil mi?’ tümcesinde geçen adam yerine ‘herif’ sözcüğü yerli yerinde olur ama ‘adam ol!’ buyruğunda ‘herif’ sözcüğü yerine oturmaz gibime geliyor!”

Mutfaktan geçip balkona çıktı. Keşke yan balkonda komşusu olsaydı da mutfak kapısından geçtiğini görseydi diye temenni etmişti, daha önceki temenniler gibi bu da gerçekleşmemişti elbet. Hemen yandaki komşu niçin balkona çıkmazdı? Ne vardı balkona çıkmayı engelleyen? Bilemeyecekti. O gudubete bunu sorup onun egosunu tatmin etmeyecekti. “Geçen gün Funda hanım sorduydu!” diye başlayan bir tümce apartmanın hiçbir noktasında yankılanmayacaktı. Buna fırsat tanımayacaktı. Bir iki kere bir şeyler sormuştu. Ve şimdi buna pişmandı. 

Hemen yandaki komşu olur olmaz hiç ilgisi yokken apartmanın bahçesinde ikindi çayında “Şimdi aklıma geldi, aynısını Funda sormuştu da ona şöyle demiştim.. o etek o bluzla uymaz!” ya da daha başka “Ha.. sahi Funda da öyle demişti de ona ben üç yüz gram fazla olur, demiştim!” ya da bir başkası “Kuzum, ben Fundaya da önermiştim, limon yerine sakın sirke kullanma, diye!” 

Hemen yandaki komşu bunu hep yapıyordu. Uzun zamandır ona fırsat vermemeye başlamıştı Funda. Çamaşırlıktan çamaşırları ağır ağır, tek tek alırken alttan-alttan komşunun balkonunu gözlemeyi de ihmal etmiyordu. Olur ki mutfak kapısından balkona çıkardı ve laf arasında kendisinin de balkona mutfak kapısından çıktığını söyleyerek, yemek kokularının dışında da o kapının açıldığını ve o kapıdan balkona çıkıldığını, asla böyle bir şey yapmam demenin yersizliğini bir güzel kanıtlardı. 

Gel gör ki Füsun’un annesinin deyimiyle –Funda Füsun’ın annesiydi bilindiği gibi- “mendebur” yine salondan balkona çıkmıştı. Çıkıp hemen geri kaçmıştı. Cin çarpmışçasına. Hemen yandaki komşuda bir tuhaflık vardı. Kesinlikle vardı. Eğer bunu bir öğrenirse tüm apartmanda müthiş bir sükse yapardı.

Apartmanın hemen karşısında bir kahvehane vardı ve her iki evin de –emek apartmanının ikinci katındaki iki daire- balkonunu rahat bir biçimde görüyordu. Kahvehaneyi işleten adam dışarıya beş masa daha atmıştı bugün. Masa sayısı altı olmuştu böylelikle. Masaların gölgelikleri açılmamıştı. Kahvehane de birkaç apartman sakini içerde ayrı masalarda oturuyorlardı. 

‘İyi de bana ne bütün bunlardan.. ya Füsun! Füsun’a gelmeyecek misin?” derim yalvarmaklı. Givendelin omuz silker,

- Patlamadın ya.. der, azıcık sabret.. onunla ilgili neler anlatacağım neler bir bilsen!

Bu sözler, bu sözler alıp götürür beni. Donar kalırım. Gözlerim kapanır gibi olur. Baygın baygın bakarım ve öyle içten, öyle sevecen bir sesle 

- Eh neden durdun, lütfen devam eder misin? derim. 

- Funda balkondaydı. 

“Rüzgârdan!” dedi Funda kendi kendine. Hafif bir rüzgâr esiyordu. Ve kahvehaneye çay içip dedikodu etmek için gidenler güneşli havada kahvehanenin bahçesinde oturmak yerine içeriyi seçmişlerdi. “Acaba” dedi kendi kendine “Yan komşuyu ‘benim adam’ dediği kocası mı balkona bırakmıyordu? Kıskançlığından balkona çıkmasını istemiyordur belki?” bu uslamlamaya yine kendisi karşı çıktı;

“Olamaz. Olamaz çünkü bazen ikindi çaylarında bahçede öyle bir oturuşu, öyle bir konuşma şekli var ki kıskanç bir kocanın –ki onun konuşması ta kahvehaneden bile duyuluyordu bunu kocası Cevdet söylemişti- hanımı dünyada öyle bir şey yapamazdı. Demek ki hemen yandaki komşunun balkona çıkmayışında, çıktığında uzun zaman kalmayışında başka bir şey vardı. “Belki de” dedi kendi kendine “yükseklik korkusu vardır.” Bu yargı hakkında karşıt bir görüş belirtemedi. Belki de belirtmek istemedi. Ama hemen yandaki komşunun balkonla olan ilişkisine dair bir bilgiye ulaşmasının şimdilik bir imkânı olmadığını görüyordu. Bu görüş az da olsa sıkıntı veriyordu. Çamaşırlıktan çorapları alırken Cevdet’in –Serpil’in damadı, Füsun’ın babası, Fundanın da kocası oluyor Cevdet, unutmadıysan eğer- kahverengi çorabının sağ eşinin delik olduğunu gördü. Dudak büktü. “Bunu nasıl görmemişim!” dedi kendi kendine. “Görsem ne diye makineye –merdaneli çamaşır makineleri var, Füsun’un oldukça zengin bir ailesi olduğunu herhalde anlamışsındır- atayım ki? Hay Allah.. nasıl da gözümden kaçmış!” dedi yine kendi kendine ve çorabı balkondaki çöp kovasına götürüp attı, oysa nicelerinin annesi, nicelerinin karısı o tarihlerde yama bilir, yamardı. Ve fakat Funda çorabı hiç düşünmeden çöp kovasına atıvermişti. Böylelikle bir daha gözden kaçırmasının önünü almış oluyordu. Hani delik eşli çorabı sonra atmaya karar verse belki atmayı unutacak Cevdet yine farkında olmadan giyecek sonra kirlendi diye çamaşır sepetine koyacak –delik olup olmadığını kontrol etmeden, ne de olsa her şeyi kontrol etmek kendi üzerine vazife ya!- kendisi de kontrol etmeden makineye atacak, yine kontrol etmeden bir de kuruması için çamaşırlığa yerleştirecekti. Her şeyden önce yer kesecekti. İşte bu yüzden ivedilikle, yüksünmeden hemen o an çöp kovasına atmış, kendini rahatlatmıştı. İnsanı bazen öyle sıradan şeyler rahatsız ederdi ki o sıradan şey çok, çok, çok, çok önemli şeylerden daha fazla insanı etkiler hatta yataklara bile düşürürdü. Bunu annesi Serpil’den çok iyi biliyordu Funda. “Rahmetli nasıl da ‘başım.. başım.. başım!’ diyerek kendisini yatak odasına atar karanlıkta inildeyip dururdu. Oysa diyelim sakkavil olması gereken yere değil de hemen bir adım öte tarafa konulmuştur. Bunda abartılacak ne var? Olur mu? İz etmiş durduğu yerde, bahçede yeni bir iz daha mı yapılsın? Yapılsa ne olur? Toprak değil mi?” hafif bir tebessümle annesini, bahçeyi, yanlış yere konan sakkavili gözlerinin önüne getirdi. Çamaşırların toplanması neredeyse bitti bitecek. Neredeyse çamaşır sepeti tepeleme doldu dolacak, kızından ses seda yoktu. “Köpeği buldular her halde?” dedi kendi kendine duyulacak bir tonla. İlgisiz bir söyleyişti. Kaldı ki kendisi bile ilgilenmedi. Yan balkon bütün çıplaklığıyla gözlerin önündeydi. Ve hemen yandaki komşu yine balkona salon kapısından çıkmıştı sonra da aceleyle geri çekilmişti. Her halde baçede kimlerin var olduğunu kontrol ediyordu. Beklediği kişi veya kişiler gelmemiş olmalıydı. Gelmiş olsalar çoktan inmişti. Ve en yüksek perdeden birilerine bir şeyler anlatıp ve gülmeye başlamıştı. “Yarenleri henüz teşrif etmemiş demek ki!” dedi kendi kendine Funda. Yüzü kızardı bu söz üzerine Fundanın. Bu sözün de annesine ait olduğunu hatırlamıştı. Çeşmeye gitmek için sabırsızlandığı zamanlar “Yarenlerin çeşmeye teşrif etmiş olmalı” derdi, sakin sakin bir köşede otururken de “Yarenlerin çeşmeye teşrif etmemiş olmalı’” derdi. “Kız ama gerçekten öyleydi!” dedi gülerek. Fısıltıyla söylemişti bunu. Hani biri bu haline tanık olup, özellikle de –tahmininizde yanılmıyorsunuz- hemen yandaki komşu tanık olup tefe koyarlardı “Ay kulaklarımla duydum, ay kız, valla kendi kendine konuşuyordu. Ben önce mutfakta kızı bir şeyler yapıyor da ona sesleniyor, diye tahmin yürüttüm bir de baktım kız okuldan daha yeni geliyor, evde kendisinden başka biri yok, bir de elinde çamaşırlık, bahçeye bakıp habire konuşuyor! Konuşuyor da konuşuyor.”

Neyse ki kendi kendine konuşurken çok dikkatlidir Funda. Hemen herkes kendi kendiyle konuşur da bunu yüksek sesle yaptığında kınanır. Tuhaf! Yine işin içine gizlilik geliyor. Tıpkı kızının dediği gibi “Tuvalette senden gizli.. kabahat mi işliyorum?” tıpkı annesinin dediği gibi “Ya ne yapıyorsun?” 

Herkes de bilir tuvalette olan kişinin ne yaptığını. Kişi helada kısa kaldıysa küçüğüdür, uzun kaldıysa büyüğüdür. Bunun açıkta yapılmıyor olması kabahat olduğu için değildir. Annesi – ve elbette kendisi- yanılıyordu. Gizlide yapılan her şey kabahat sayılmaz ki.. bazen kişi kendinden bile gizler bazı yaptıklarını. Belki intihar bir tür tanık susturmaktır. Hani nedensiz olan intiharlar için böyledir, denilebilir. Edebiyat öğretmeni –“Ne akıllı kadındı kız!” derdi kızı Füsun’a Funda zaman zaman, özellikle de kadın cinsiyle erkek cinsinin karşılaştırmalarında bu yargı sık sık yinelenirdi- Behiye hanım öyle demişti bir keresinde. “Nedensiz intihar bir tür tanık susturmaktır. Size düşen tanığınızı sık sık gizli tanık olarak korumaya almaktır. Aksi takdirde bir cinayete yardım ve yataklık yapmış olursunuz!” 

Tanrı korusun, Funda hanım her zaman bu öneriyi dikkate alarak yaşamıştı. “Bilinçaltını şişirmeye gerek yok! Yeri gelir patlar sonra da tanığı susturmaya kalkar.” “Aslında” demişti bir gün Behiye Hanım bir derste –ki biri bir soru sormuştu “bilinçaltından nasıl kurtuluruz?” diye, soran kendisi miydi? Şuan emin değildi. Sorunun sahibi kendisi olmuş olsaydı herhalde kesin bilirdi. Demek ki kendisi değildi soruyu soran.- “Bilinçaltımız bizi yaşatandır. Bizi tehlikelerden koruyan yegâne şeydir!” demişti. 

Yoksa bunu psikoloji öğretmeni Berna Hanım mı söylemişti? Funda hanım ikilemde kalmıştı. Elinde tuttuğu dantelli külota bakarken. Hafif nemli gibiydi. Çamaşırlar nedense tam kurumamış gibi geliyordu bugün kendisine. Bu nemli külot –belki de değildi, ona öyle geliyordu- kendisinin miydi? Füsun’un mu?

- Bir dakika, bir dakika derim, sözün burasında. Bu kadar detaya girmeye gerek var mı? Peggy bile dantelli külot giymezken Füsun yahut annesi ne diye öyle bir külot giysin? Hem de bu tarihte, bu çağda, sen manyaksın.. sen cinsel tutkularının kurbanı olmuşsun beni de yanına çağırıyorsun?

- Daha neler, derdi, Daha neler.. açtırma ağzımı.. Muhayyel bir köpeğe balkon dikizlettiriyorsun ve sonra da ahlak abidesi kesiliyorsun! Güldürme beni! der, haklıdır bu çıkışında. Bütün bunların olması, böyle şeylerin ortaya çıkmasında müessir olan soğuktur bilirim.. ve susarım ve kısık bir sesle,

- Ya sonra, derim, bir an önce Füsun’a gelmesini umarak.

- Dantelli külotun kime ait olduğuna ilişkin henüz bir yanıt vermemişti ki hemen yandaki komşuyu yine balkonda gördü. Dantelli külotu aceleyle sepete koydu. Çamaşırlıkta henüz alınmayan çamaşırları kontrol ediyormuş gibi yaptı. Komşu ani bir biçimde görünmüş yine kaybolmuştu. Onun bu tavrında kendisine yönelik gizli mesajlar olmalıydı. Ne olabilirdi mesela? Mesela kendisini gözlüyor olabilirdi. Çamaşırları nasıl topladığını merak etmiş olabilirdi, özenle toplayıp toplamadığını bilmek istemiş olabilirdi. Ya da mesela çamaşırların temiz yıkanıp yıkanmadığını öğrenmek isteyebilirdi. Lekeli çamaşırlar varsa onlara nasıl bir muamelede bulunduğunu merak etmiş olabilirdi. Bu ve benzeri birçok merakla girip çıkıyor olabilirdi hemen yandaki komşu balkona. Yapardı. Çünkü çok tuhaftı. Hemen yandaki komşunun ‘bizim adamı’ da öyle tuhaftı. Cevdet demişti adamın tuhaf olduğunu. Birkaç gün önceydi, apartmanın bahçe kapısında karşılaşmışlar başlarıyla birbirlerini selamlamışlar, bizim herif dışarı çıkıyormuş, onun adam içeri giriyormuş, ya da bizim herif içeri giriyormuş onun adam dışarı çıkıyormuş o sırada bizim herife adam hiç nedensiz “Gezen insandan zarar gelmez!” demiş, bizim herif de gülmekle yetinmiş. Oysa kendisi, yani Funda olacaktı ki “Ne münasebet?” diye başlasın söze ve ne anlatmaya çalıştığını sorgulasın. Kimse nedensiz bir şey söylemez. Kimse nedensiz bir şey yapmaz. Mesela kimse nedensiz bir fırına gidebilir mi? Yine kimse nedensiz bir lokantaya gider mi? Yine kimse nedensiz tuvalete gider mi? Kimse nedensiz banyo yapar mı? Kimse nedensiz çamaşır yıkar mı? “Yok kuzum, kimse nedensiz bir şey yapmaz!” derdi Funda’nin annesi, Cevdet’in kayınvalidesi, Füsunun anneannesi Serpil. Funda “Bilmiyorum durup dururken yerdeki at fışkısına tekmeyi savurdu. İşte önlüğümdeki fışkı izi o yüzden.” demişti annesine okuldan eve geldiğinde. Mücella ile birlikte okuldan çıkmışlar her zamanki güzergâhlarını izleyip demirciler çarşısından geçerken –ne tuhaf hemen her kentimizde vardır bu adda bir çarşı- Mücella bir adım geride kalmıştı, ya da kendisi bir adım öne geçmişti. O sırada Mücella’nın karşısına çıkan, ya da Mücella’nın kendisi karşısına geçtiği at fışkısına –tanrı bilir nerden estiyse aklına- tekmeyi savurmuş ve fışkı parçalarından bir kısmı önlüğüne gelmişti. Bağırmıştı arkadaşı Mücella’ya. Mücella gülse de özür dilemişti. “Kız valla isteyerek olmadı. Hem bak benim ayakkabılar da pislendi.” demiş ayakkabısının fışkıya bulanmış ucunu göstermişti. Funda orada, o anda, milletin içinde hiç çekinmeden bağırıp çağırabilirdi. Ağzına geleni söyleyebilirdi. Herkesin bildiği, kimsenin duymadığı, herkesin duyduğu kimsenin bilmediği küfürleri savurabilirdi. Bu da ister istemez babasının kulağına giderdi. İşte o zaman olmazdı. Babası sakkavilin sopasıyla kaba etlerine, sırtına hatta belki omuzuna vururdu. Vururdu çünkü babası babasından, babası anasından, onlar da kendi babaları ve analarından öğrenmişlerdi ki kızını dövmeyen dizini döver. Dizini dövüp canını yakacağına kızını döver kızın canını yakardı. Ancak hiç kuşkusuz bu dayak faslında babayı sorumlu tutamayız. Demirciler çarşısının esnafı gözü önünde kavga edilecek, bağrışılacak.. hayır, hayır bu olmazdı. “Az biraz dikkat et ya.. neyse fazla bir şey yok!” demişti arkadaşına. Hani bu kadarını olsun demesi gerekiyordu. Yoksa rahatsız olurdu. Hiçbir şey söylememek, tepkide bulunmamak istenmeyen o eylemi yapanın o eylemi yinelemesine olanak tanırdı ki Tanrı korusun yine mi eteği at fışkısına bulanacaktı? Buna dünyada razı gelemezdi. Belki Mücella’ya yaptığının ne kadar kötü bir şey olduğunu anlatmak için bir başka at fışkısı yığınına geldiğinde kendisi tekme atardı ve onun önlüğü lekelenirdi. Böyle bir fırsatı yakaladığını anımsamıyordu. Hayır, anımsasa da gizli tanık eğretilemesini uygulamayı seçmişti bu konuda. İşte annesi önlükte gördüğü at fışkısı lekelerinin nasılını sorgularken kendisinin “hiç işte durup dururken” demesi üzerine demişti “Yok kuzum, kimse nedensiz bir şey yapmaz. Kesin onun altında bir şey vardır.” Funda “Anne ne olacak.. ille bir şey olmak zorunda mı? Canı oyun istemiştir, ne bileyim!” karşılığını verdiğinde annenin yüzünde gülücükler belirdi “İyi ya işte kızım benim dediğimi söylüyorsun.. canı oyun istemiştir, diyorsun ya.. bak.. nedensiz değil, değil mi?” Gerçekten öyleydi. Yani böyle bakınca. Ama Funda annesinin “altında mutlaka bir şey vardır” yargısından çıkardığı böylesi bir neden değildi. Serpil Mücella’nın o eylemi yapmasında birikmiş bir şeylerin dışavurumunu kastetmişti, evet, evet, evet o kuşkuyu ekmişti ve fakat ne büyük bir ustalıkla bunu örtmüştü. Serpil Hanım gerçekten söylediklerini gizlemede müthiş mahirdi. Tıpkı 104 numaranın balkona çıkışlarını, çıkış kapısının mutfak olmayışı.. “Kahretsin! Ay.. ay bu yan komşu üşendiği için salon kapısından balkona çıkıyor!” Nihayet Funda komşusunun balkona niçin mutfaktan değil de salondan çıktığını bulduğunu düşünmüş ve sevinmişti. “Tembel şey.. iki adımdan ne çıkar ki?” bu buluşu çok bilmiş kızı Füsun’a anlatmalıydı. Elbette bunu löppedenek söyleyecek değildi. Yani durup dururken. İnsan durup dururken bir şey söylemez. Söylerse etki etmez. Muhatabın merakını gıdıklamalı evvela. Sonra kendini naza çekerek, bir takım yoklamalarda bulunarak, kendisi için önemsizliğini –elbette üstü örtük bir biçimde- sezdirerek söylemeliydi. Buna kızı da dâhildi. Kocasının zaten dâhil olduğunu söylemeye gerek bile yok. “Bir yolunu bulur söylerim o bilmişe!” dedi kendi kendine. Renkli bir fanila almıştı eline. O da nemliydi. Ne diyordu kızı “Anne çok mu önemli balkona hangi kapıdan çıkıldığı? Salondan çıksa ne olur? Mutfaktan çıksa ne olur? Bir de onun kavgasını mı versin?” 

Elbet önemliydi. Salonun –ki kocamandı salon. Arada bir uğransa da kirleniyordu ve temizlenmesi zahmetliydi, temiz kalması için elden geldiğince kapısı çok az açılmalıydı. Oysa balkona salondan çıkıldığında çok çabuk kirlenirdi.- balkona açılan kapısını açarak girmek demek tozun toprağın balkona dolması demekti. Ve Füsun bunu hiç umursamıyordu. O da yandaki komşu gibi tembelliğinden mutfaktan dolaşıp balkona çıkmıyordu. Oysa salonla mutfak kızının odasına aynı mesafedeydi. Ha tabi kızı mutfağa girmeye korkuyordu. Belki bir iş söylenirdi kendisine mutfakta yakalanırsa. Hadi hemen yandaki komşu iki adım atmaya üşeniyordu ya kızı? Kızı haylazdı, hem daha haylazdı. Bir işin ucundan tutma ihtimaline karşı kocaman salonun kirlenmesine neden olacak davranıştan kaçınmıyordu. Niye kaçınsın ki, yasak savar kabilinden bir paspas yapışı vardı. Tutup öteberinin – vitrinin mesela –o zamanlar her evde vitrin yoktu, birçok evde telli dolap vardı vitrin yerine, ama dedim ya Füsunlar pek bir zengin ve pek bir güngörmüş bir ailedir, kuşkusuz bu güngörmüşlük erkek tarafındaydı, Funda’nın ailesi biraz yoksuldu, hem epey bir yoksuldu ve fakat koca evinde pek çabuk adapte olmuştu güngörmüşlüğe- mesela sehpanın, mesela fiskos masasının, mesela yemek masasının, mesela sandalyelerin- tozunu nasılsa Funda alıyordu. Salon kirlenmiş, tozlanmış ne umuruydu Füsunun? Elbette balkona hangi kapıdan çıkıldığının önemi olmazdı. Eğer baştan ayağa her hafta temizliği kendisi yapsaydı işte o zaman önemi olduğunun farkına varırdı. Belki kendisini oturduğu yerden kaldırmazdı.

 “Anne gezip dolaşma ya!” derdi. Kaç kez annesine böyle demişti. Derdi. Eğer Füsun böyle demiyorsa temizliğe olan katkısının yok derecede olmasındandı. Ya hemen yandaki komşu? Onun için daha farklıydı. Temizlikçi geliyordu -hemen yandaki komşu kendilerinden bir kademe daha zengindi- ‘Tuhaf kocası ne iş yapıyorsa artık. Tuhaf kocanın ne iş yaptığını hala öğrenemediğini fark etti Funda. İçerledi. Neredeyse beş yıl olmuştu ve adamın ne iş yaptığını bilmiyordu. Tuhaf adam hiç belli etmemişti. Sabah 10 gibi evden çıkıyor, akşam yedi sekiz gibi eve geliyordu. Kendi kocası, yani Cevdet öyle mi? Sabah yedide evden çıkardı ve dokuz onda eve dönerdi. Daha taşındıkları ilk gün apartmanda herkes adamın ne iş yaptığını biliyordu. 

1978 model Skoda Felica Pick Up Kamyonetinde kocaman harflerle “Beyaz Eşya ve Bakım Servisi” yazıyordu. Ve okuma yazması olan herkes adamın ne yaptığını biliyordu. Oysa tuhaf adamın kullandığı lüks 3D Model Jeep Wagoneer ne iş yaptığını söylemiyordu. Evet, kullandığı otomobili kendisinin zengin olduğunu söylüyordu ama ne iş yaptığını söylemiyordu. Hem “Gezen adamdan zarar gelmez!” derken ne demek istemişti. Kendisi gezen biri miydi? Hayır! Peki bir üst komşu emekli Ferit Bey gibi düzenli bir biçimde gezen biri mi? Hayır! Peki, Cevdet boş boş yürüyüş yapar mıydı? Ona da hayır? Öyle ise “gezen adamdan zarar gelmez” tümcesi niçin kocasına söylenmiştir? Kendisine yakın bulduğu için mi? Cevdet nere o nere? Cevdet normal bir insandı. Boyuyla posuyla normal bir insan. İşiyle gücüyle de normal. Duruşu, oturuşu, kalkışı, konuşması, dinlediği müzik, izlediği tv programıyla normal bir insandı. Oysa tuhaf adam –yani 104 numaranın ‘bizim adam-benim adam’ dediği- iri yarı, başında gangsterlerin giydiği türden bir fötr şapka –Füsun’a bir şekilde adamın başındaki şapkayı sormuş Füsun da gangster fötr şapkası olduğunu söylemişti adamın başındakinin, pahalı bir otomobil kullanan, sol elinin orta parmağına kalın bir yüzük takan, hem göğsünün hem kollarının tüyleri –her hangi bir insan kafasında normal karşılanacak çoklukta- saç tüyleri kadar yoğun olan, arabasına binerken ve inerken burnundan çekip ağzından tükürdüğü sümüğüyle, bodur boyuyla, kalın bedeniyle ve kullandığı otomobili onca uyarılara rağmen apartmanın hemen girişine koyan bu adam tuhaftı ve Cevdet’le en küçük benzerlikleri yoktu. Bütün bu ve benzeri düşünceler Fundanın hemen yandaki komşunun balkona niçin mutfaktan değil de salondan çıktığına dair bir ipucu yakalamasına yarayacak bir şeyler vermesi umuduyla yapılıyordu ve fakat umutsuzca bir girişimdi bu. Tıpkı şuan elinde yarım kollu rengi biraz solmuş hırkasının neden diğer çamaşırlardan daha kuru olmasını anlamak için yapacağı düşünsel faaliyetlerin de sonuçsuz kalacağı gibi. 

“Hemen yandaki komşunun gözü değdi!” demesine ramak kalmıştı ki hemen yandaki komşu yine balkona çıkmıştı. Funda elindeki hırkayı usulca ve ustaca bir biçimde katladı ve onu görmemiş gibi yaparak çamaşır sepetine koydu. Tanrı sizi inandırsın Funda her çamaşır parçasını sepete koyarken dizlerini hafifçe kırardı ve böylece eğilerek sepete koymuş olurdu. Hani haylaz kızı Füsun gibi buruşturup sepete atmazdı. Şunu da hemen belirtelim ki kızının çamaşır toplama ve sepete koyma stili kızın kendine ait bir stil değildi. Birçok çamaşır toplayanda bu savrukluk, bu lakaytlık kolayca gözlemlenebilirdi. Oysa kendisi özenirdi. Allah için diyelim Funda her işinde özenliydi. Kızı zıpırdı –Füsuna zıpır sözcüğünü layık gören annesi ve kimsenin yapacağı bir şeyi yok-. Hayır, yani düzeleceğine umudu tamdı. Umudu tamdı çünkü bir zamanlar –annesi Serpil abartmıyorsa eğer- kendisi de zıpırdı. İşler üstünkörü yaparmış, özenden yana hiç kaygı duymazmış. Sanki biraz annesi abartıyordu. Nihayetinde eğer gerçekten kendisi özensiz biri olsaydı bunu ilk gören ve görür görmez de söylemekten çekinmeyecek biri vardı ve evet o kesinlikle söylerdi. Elbette Behiye hanımdı sözü edilen. 

Behiye hanımın ne denli çevresine duyarlı ve gözlem yeteneği olduğunu bilmeyen yoktu. Eğer kendisi annesinin dediği kadar özensiz olsaydı bunun ayırdına varır ve mutlaka ama mutlaka söylerdi Behiye hanım. Ki kaç kere Mücella’ya niçin ödevlerini özensiz bir şekilde yaptığını sormuştu. Kem küm etmişti Mücella açıklamaya çalışırken. Açıkladıkça batıyordu. Sınıf gülüyordu, –Funda da gülüyordu, evet sıra arkadaşlarıydılar ama sınıftan ayrı bir davranış sergileyecek kadar bencil biri, kendini başkalarından üstün gören kendini beğenmiş bir genç, kısaca üstenci biri değildi ve o da sınıfla birlikte batan arkadaşına içi kan ağlayarak da olsa gülmüştü- öyle ki sınıfın kahkahalarına nerdeyse müdür çıkıp gelmişti. -hoş zaten müdür Behiye hanımın arada bir derslerine gelir, dinlerdi- Madem Behiye hanım kendisini özen konusunda uyarmamış ve bu konuya yönelik en ufacık bir şey demediği gibi bu konuda imaya benzer bir şey dahi yapmamıştır, öyle ise kuvvetle muhtemel annesi abartıyordu kendisinin zıpırlığını.

Ve annesi hep abartırdı. Ve Funda Serpil’in –annesinin- abarttığına dair tanıklar aradı. Ve tanıkların salt yaşayan olmasına itina gösterdi önce. Ve sonra bundan vaz geçti. Ve olaylar arasında sürdürdü tanık arayışını. Ve buldu da. Ve bulduklarını sıraladı. Ve sıralamasından memnun kalmadığında sıralamayı yeni baştan yaptı. Ve bu yeni baştan yapılan sıralamaya umutla sarıldı. Ve kendisi sakkavili yerine düzgünce koyarken diğer ev halkının hiç de öyle yapmadığını getirdi gözlerinin önüne. Ve Gâvur Ali’nin dükkânına gaz almaya ve gaz ocağı iğnesi almaya ve gaz lambası borusu almaya giderken nasıl başı önünde sağa sola bakmadan yürüdüğünü –ki niceleri seke seke giderken hem de- ve çeşmeden cakkılla su taşırken kovalardan bir damla su taşırmamaya çalıştığını ve verilen ev ödevlerini nasıl günü gününe yapmaya gayret ettiğini ve bütün bunları yaparken içinden gelerek yapıp yapmadığını yokladı bir-bir. 

Ve Funda hiç de annesinin dediği gibi zıpır biri olmadığına karar verdi. O zamandaki Funda da –çocuk, genç, bekâr dönemindeki Funda- gayet özenli biriydi. Hem de bütün işlerinde. Ve birden gözlerinin dolduğunu hissetti Funda. Elinde Cevdet’in çizgili mavi gömleği vardı. Ve gömleğin yakasından kontrol etmişti kuruyup kurumadığını ve kurumuşsa da nemli olup olmadığını ve nemliyse de hafif nemli olup olmadığını ve bütün bunları yaparken birinin, özellikle de –söylemeye gerek yok elbet- birinin onu gözetleyip gözetlemediğini araştırmıştı sezdirmeden. Ve gözlerinin tanıklığını yetersiz buldu. Ve kulak kabarttı. 

Ve bahçeden gelen sesleri anlamaya çalıştı ve kızının odasından duyulabilecek sesleri aradı ve utangaçlığıyla meşhur olduğuna inandığı – Allah sizi inandırsın böylesi bir inancının niçin olduğunu kendisi de bilmezdi ve sorulsa niçin böyle bir inancı taşıdığı akıllı uslu bir cevap verebileceğini sanmıyoruz- ispinoz kuşunun sesini duymaya gayret etti. Ve sesleri nasıl da ustalıkla birbirinden ayırdığını fark etti. Ve bu fark edişten ötürü kendisini tebrik etti. Ve balkona çıkan hemen yandaki komşunun acele geri dönüşünü de zihninde bir yere kaydetti. Ve elindeki çizgili mavi gömleğin kuruduğuna itimat getirip düzgünce katladı ve usulca sepete yerleştirdi. 

Ve sepette topladığı çamaşırların düzgün olup olmadığını yeniden kontrol etti. Hani eğer düzgün olmayan varsa onu düzeltir sonra diğerlerini toplamaya devam ederdi. Ve bir iki parçanın pek de düzgün olmadığına karar verdi. Ve dizlerini hafif kırarak eğildi ve düzgün olmadığına karar verdiği çamaşırları düzgünce katlayıp yeniden çamaşır sepetine yerleştirdi. Ve bunları niçin yaptığını kendi kendisine anlattı kızına yinelemek için. Ütüleneceklerdi çamaşırlar ve eğer sepete düzgünce yerleştirilmezlerse iz oluyordu. Ve hiç hoş görünmüyorlardı izli çamaşırlar. Ve bu hoş olmayan görüntünün önüne geçmenin biricik yolu da çamaşırları çamaşır sepetine düzgünce yerleştirmekten geçiyordu. Ve “Gençlik işte.. Umursamıyor kardeş!” dedi kendi kendine Funda. Ve bir gözü halen balkondaydı. Ve bir kulağı halen bahçedeydi. Ve bir kulağı da kızının odasından gelecek sesleri yakalamaya ayarlıydı. 

Ve sebepsiz yere gözlerinin dolduğunu ayrımsadı. Elini kocasının çizgisiz süt kahvesi renkli gömleğine uzatmıştı. Gözlerinin dolmasının nedeni süt kahvesi gömlek değildi elbet. Elbet hemen yandaki komşunun aceleyle balkona çıkıp balkonun korkuluklarına abanması ve abanıp semaverin kurulacağı alanda yer ayıran yahut oturan üçlüye işaret etmesi de değildi. Funda ağladı ağlayacaktı çünkü ilk kez bir şeyin farkına varıyordu. Elbet yıllarca farkında olmadığı şeyle böyle yalın, böyle kaskatı, böyle çırılçıplak karşılaşınca insan ağlamaklı olacaktı ve Funda da ağlamaklı olmuştu. 

Süt kahvesi gömleğin yakasını sıvazlarken “Kız Funda” dedi fısıltıyla “Kız bunca zaman nasıl fark etmedin? Nasıl görmedin? İnsan bu kadar kör olur mu kız? Anne babanın ve kardeşlerinin adlarını bir göz önüne getir bakalım! Hadi getir bakalım! Sen ki kardeşlerinin her birine yeri geldi ablanın ötesinde analık yaptın. Ya onlar? Ya annen ya baban sana ne yaptı? Sana ne yapmışlar böyle?” 

Bir türlü yanıtlamak gelmiyordu içinden fundanın. Hemen yandaki komşunun varlığından da fazla rahatsız ediciydi bu. Kendinden bir küçük kardeşi, ikinci çocuk kızdı ve adı Suzan’dı. Suzan’ın küçüğü bir erkekti ve adı Sacitti. Sacit’in küçüğü bir erkekti ve onun adı Sametti, Samet’in küçüğü erkekti ve onun adı Sadi idi. Ve Sadinin küçüğü bir kızdı onun adı da Süheyla’ydı. Annenin adı Serpil babanın adı Suat! Adlar S ile başlıyordu. 

- Aman tanrım.. demek Füsun’un ailesi s harfine tutkun! Öyle ise beni kabul etmeleri.. tümceleri dökülüyormuş ağzımdan ben ayırdına varamamışım meğer.

- Bir şey mi dedin? Sorusuyla kendime geliyor muşum. Utanarak,

- Özür dilerim, anlatınızı bölmek istemedim, sağ ayağım iyiden iyiye.. diyormuşum

- Her ne halt ise.. korkma donmazsın.. ha ne diyordum Ve ailedeki tek çocuk –yani kendisi- hariç diğerlerinin adı da S ile başlıyordu. “Bu haksızlık!” dedi iniltili bir sesle. Kırkını geçmişti ve bunu şimdi, şuan fark ediyordu. Bu tuhaflığı bu ayrımcılığı bunca zaman fark edememişti. Birden kendisini hem öksüz hem yetim gibi duyumsadı. Tıpkı şu anki çamaşırların içinde süt kahvesi gömleğin çamaşırlıkta sırıtması gibi kendi varlığının da ailede sırıttığını apaçık görebiliyordu. İşin kötüsü bunun hesabını soracak kimse yoktu. Yani ne annesine sorabilirdi ne babasına. Kardeşlerinden hesap soracak değildi. Nasıl sorsundu ki? Neyi soracaktı hem? Niçin Süheyla’ya Süheyla adını verdiklerini mi? Süheyla adını kendisi önermemiş miydi? Kendisi istemişti. Tamam diğerlerinde kendi dahli yoktu ama nokta Süheyla değil miydi? Süheyla idi ve noktayı koyan da kendisi olmuştu. Niçin böyle bir şeyi yaptığını bilemiyordu. Nasıl bilecekti ki? Belki Behiye hanımın kızının adını Süheyla koymuş olmasından etkilenmişti. Bak şu ismin bu isimlendirmede etkisi kesin vardı. Üstü açık sinemada izlediği bir filmin kahramanı da olmuş olabilirdi ancak Behiye Hanım unsuru daha etkin olmuştur. Süt kahvesi gömleği düzgün katlamayı unutup sepete atmıştı Funda farkında olmadan. 

“Lanet olasıca çoraplar!” dedi, çorapların hiç biri kurumamış gibi geldi. Akşamdan asılan ve neredeyse asıldığı saate üç dört saat kala hala kurumamış olmaları akıl alır gibi değildi. “Acaba yağmur yağdı da ben fark edemedim mi?” diye bir düşünce başıboş dolaşıp durdu.

Suzan ile bu ad sorunun konuşmalı mıydı? Hani içinden öyle duygular geçirmiyor değildi ama Suzan ne derdi ki? Ne desindi ki? Hani yakın kentlerde olsalar, ikisi de E.ile başlayan kentlerde yaşasalar da birinin –kendisinin- yaşadığı kentin sonu ‘um’la biterken, diğeri –Suzan- ‘can’ ile biten kentte yaşıyordu- üşenmez kız kardeşinin evine gider bir şekilde bu ad konusunu açar onun da düşüncelerini öğrenirdi. Şimdi telefonda neyi nasıl anlatsın? Hani hiç dolambaçlı yollara başvurmadan, doğrudan doğruya sorsa, bu imkânı bulsa bile karşıdakinin sözden öte duruşunu, davranışını göremeden gerçeği mi söylüyor, bir şeyler mi saklıyor, eğleniyor mu? Nasıl bilecekti? Bilemezdi. Lanet olasıca telefonun böyle bir nakıslığı vardı ve bu da canını yakıyordu. Yüz yüze görüşmedikten sonra soru sormanın anlamı ne? Yemek tarifi verecek ya da alacak değildi ya! Kardeşlerinden uzakta olmasaydı bir şekilde konusu açılıp konuşulabilirdi bu isim konusunun. Diğerlerinin de görüşleri alınabilirdi. 

Ne tuhaf! Kardeşleri ülkenin bir ucundaydı kendisi tek başına öteki ucundaydı. Tıpkı isim gibi. Kardeşlerinin her biri aynı memlekette, aynı mahallede, aynı sokakta, aynı apartmanda oturuyorlardı. Bir kendisi ayrı memlekette, ayrı mahallede, ayrı sokakta, ayrı apartmanda oturuyordu. Hani hiç değilse apartman adı aynı olsaydı. Kendisi Emek adlı apartmanda otururken kardeşleri dünyanın ta öteki ucunda Güneş adında bir apartmanda oturuyorlardı. Bir tuhaflık vardı. Bu açıktı. “Diyelim ki” dedi kendi kendisine Funda –kendisini teselli bağlamında bir uslamlamaya yönelmişti, böylesi bir yönelmeye kalkışmasa belki de kendisini balkonun mozaik zemine atar ayaklarını yere vura vura bir çocuk gibi ağlardı, tanrıya şükür aklına kendisine teselli verme düşüncesi düşmüştü de böylesi bir çocukluktan uzak kalmayı şimdilik başarıyordu- “Ben de aynı kentte, aynı mahallede, aynı sokakta, aynı apartmanda oturuyor olayım.. ben Süheyla’yı yine kucağıma alıp, dizlerimde hoplatabilecek miyim? Kız senin en az dört katın Süheyla! Nasıl dizlerinde hoplatacaksın Allah senin canını almaya e mi!” Bu sözler alıp götürdü Fundanın gözlerinde biriken yaşları. Ağlama tehlikesi tam bir hevese dönecekken yolu kesildi. Yüzünde yine o bildik, o tanıdık kendinden emin güleç ifade belirdi. Lanet olasıca çamaşırlar kurumaya karşı direnmiş gibiydiler. Belki güneşin nazlanmasından kaynaklanıyordu bu ve nemli havanın da yardımı olmuştu büyük bir ihtimalle. Hani üşenmese topladığı çamaşırları yeniden çamaşırlığa asar, kahvesini yapıp gelir balkondaki masaya kurulur, ikindi semaver çayı seslerine inat bir de sigara tellendirirdi. Ve kocasının iki de bir, yorulmadan, yılmadan yinelediği “Hanım çok berbat kokuyor, bari sigaranın markasını değiştir!” sözleri üzerinde ciddi ciddi düşünürdü de. Ve fakat üşeniyordu. Emeğine acıyordu. Neredeyse çamaşır toplama işi bitti bitecekti. Çorapların çokluğu kendisini yalanlasa da. Annesi olsa sıralı toplardı çamaşırları. Ve kendisine de kızardı “Karışık toplama şunları adam gibi topla.. sonra ayırması güç oluyor.” Elbet güç olurdu. Eğer çorapları toplarken her bir çifti tek bir parça haline getirmese dediği gibi olurdu. Oysa çoktan çorapların nasıl tek parça haline getirileceğini Mücella’dan öğrenmişti Funda. “Kız kendiliğinden bir kahve yapıp getirir mi acaba?” diye geçirmişti içinden Funda. Canı aşırı derecede kahve istiyordu işte. Sepeti böyle bırakıp gitseydi? Kınayanlar kınadıklarıyla kalsınlar. Hiçbir kınayıcının kınamasından çekinerek bir şey yapacak değildi. Belki hemen yandaki komşu. O da bahçeye inmişti ve cırtlak sesiyle çay suyunun yanlışlığını –hemen yakındaki komşunun inancına göre ikindi çayı mutlaka, ama mutlaka Zeynel Caminin çeşmesinden olmalıydı, yoksa karnı ağrırdı insanın ve fakat şimdi kimsenin dünyanın öteki ucundaki çeşmeye gidip bir tesit su getirecek hali yoktu- ilan ediyordu. Ve kuşkusuz sesi daha az çıkanlar şöyle demişlerdi “Hangi çeşmeden ikindi çayının suyu olur senden mi öğreneceğim? Yani senin canın Zeynel’in suyunu istemiş biz de şimdi kalkıp.. çok istiyorsan kendin bir koşu bir testi su kap gel! Sen ne kadar akıllısın?” böyle denecekti ve hep birlikte güleceklerdi. Cevdet şey etmemiş olsaydı –ne etmemiş olsaydı? Yani evet bir keresinde, neyse boş verin- belki o da şimdi bahçede olabilirdi. Fakat.. en iyisi şimdi bunları bırakmak çamaşırları toplamaktı. Cevdet suratını asmıştı. Hiç nedensiz? Her ne halt ise işte Cevdet surat asmıştı. Bilmiyordu ve bilmediğini itiraf etmeye yanaşmıyordu. Kocası Cevdet’in niçin surat astığını bilmiyordu. “Bilmediğini itiraf bir erdemdir! Bunu edebiyat öğretmenin Behiye Hanım öğretmedi mi sizlere?” diye iğnelemişti. Her iyi-isabetli olan şeyde referans Behiye Hanım olunca karşı taraf için kötü-isabetsiz olan şeylerde de referans olarak verilebilirdi elbet ve kocası bunu hani denir ya “taşı gediğine koymak” işte böyle taşı gediğine koyarak yapardı. Bu da canını yakardı Funda’nın. Kocası gerçekten niçin suratını asmıştı? Asıyordu? Biliyor da bilmezden mi geliyordu? 

‘Eğer bu surat asmaların’ demişti bir kere kendi kendine ‘Bu surat asmaların başlangıcı şu dantelli don değilse ben de hiçbir şey bilmiyorum!’ Böyle demiş biraz utanmıştı. Ya hemen yandaki komşu? Ona niçin gıcık kapıyordu? Niçin adını bile ne kendi kendineyken ne kalabalıklarda –mesela ikindi çaylarında, mesela kına gecelerinde- adını anmazdı? Anmazdı da niçin ‘hemen yandaki komşu’ derdi?

Aslında Funda'nın hemen yandaki komşuya niçin bu kadar gıcık olduğu sorulsa vereceği bir yanıtı olduğunu sanmıyoruz. Hani sorulsa soran kişinin yüzüne tuhaf tuhaf bakar, ne demek istendiğini anlamaya çalışıyormuş gibi tavırlar takınır sonra da “Nasıl yani?” diye karşılık verir miydi? Verirdi. Hemen yandaki komşuya gıcık olmak için bir gerekçesi olmayışı onun gıcık olmadığına kanıt değildi ki! Varlığıyla gıcıktı hemen yandaki komşu. İlle de bir şey yapmış olması gerekmiyordu. Soluk alışı, yürüyüşü, gülüşü, cırtlak cırtlak bağırması, baygın baygın konuşması, her şeyi bilmesi, daha doğrusu her şeye maydanoz olması, kendisi pencereden, balkondan sofra bezi yolluk ve benzerlerini gayet rahat silkelerken aynını yapanları “Köylü işte, kentte yaşasa ne olacak? Köylülükten kurtulamamış!” diye kınaması –galiba pencereden balkondan bir şeyler silkeleme hakkının salt kendisine ait olduğunu düşünüyordu hemen yandaki komşu- en berbat renklerde etek, hırka, bluz giymesi.. 

Funda hangi birini sayacaktı? Hangi birini sayabilirdi? Hemen yandaki komşu varlık olarak gıcıktı vesselam. Hemen yandaki komşu beş yıl önce taşındıklarında, bu apartmana adım attığında, hemen yanlarındaki daireyi satın aldıklarında, daha karşılaşır karşılamaz “Pardon!” dediği ilk gün gıcık olduğunu ilan etmişti. “Bulduk!” demişti Funda kendi kendine. Bu eve taşındıkları ilk gün katın sahanlığında karşılaşmışlardı hemen yandaki komşuyla. Hemen yandaki komşu daireden çıkmış aşağıya inecekti Funda da elinde bir saksı ile dairelerine girmek üzereydi. 

Hemen yandaki komşu “Pardon!” demişti “Pardon, ayakkabıları –kapının önünde iki çift ayakkabı vardı, ikisi de kocasınındı, onları gösteriyordu- içeri alacaksınız değil mi? Koku yapıyor da!” Sonra da saçlarını şöyle bir arkaya atıp yürüyüp gitmişti. Asansöre de binmemişti nedense. 

Sonradan öğrenecekti ki hemen yandaki komşu zayıflamak için bir tür spor yapıyordu asansöre binmeyerek “Yürüyeceğine boğazına tıktığın börekleri azalt!” demişti içinden ve gülerek eklemişti “Çelimsiz şey neyin kilosunu vereceksen!”. Hemen yandaki komşu bir ikindi çayı buluşmasında niçin asansör kullanmadığını –artık kimin umurundaydı ise o vakit- açıklarken. Zaten ayakkabıları dışarı koymak gibi bir huyları yoktu ki Funda’ların. O gün temizlik günüydü, ortalığı temizlemişti ve o iki çift ayakkabı da o yüzden dışarı sahanlığa konulmuştu. Sildiği yerler kurur kurumaz ayakkabılar içeri alınacak ayakkabılığa konacaktı. Ve elbet kapı önünde ayakkabı bırakmayacaklardı. Kendisi görgüsüz olmalıydı ki onları da görgüsüz bellemişti. “Bir dur yerler kurusun da!” demişti içinden Funda ve fakat dışarıya yansıyan ‘Elbette!’ olmuştu hafif tebessüm eşliğinde, kızdığını, öfkelendiğini belli etmeden. Kısacık bir elbette. “Mendebur dün nasıl da morardı patlıcan gibi!” diye geçirdi içinden Funda gri fanilayı ağır ağır katlayıp çamaşır sepetine koyarken.

Çamaşır toplama işi bitti biterken daha bir kulak kabarttı sosyal tesisten gelen, gelmesi muhtemel seslere. Duymak istediği sesler beklerken kızı Füsun belirdi balkonda. Elbette elinden düşürmediği defteriyle. Annesine baktı. Annesi görmezden geldi. Anne yeni bir fanila almıştı eline. Nemli değildi. Hemen katladı. Sepete bıraktı. Füsun defterini özenle masaya bıraktı annesine yardım için çamaşırlığın yanına geldi. O da bir yandan hızlı hızlı toplamaya başladı. “Bir kahve ne iyi olurdu!” dedi Funda fısıltıyla. Füsun elindeki çorap çiftini iç içe koyup sepete atarken “Bana yapma, canım hiç çekmiyor!” karşılığını verdi. Funda sağ kaşını kaldırdı. Kızına baktı. Kızın yüzündeki ciddiyet görülmeye değerdi. “Allah senin iyiliğini versin!” dedi Funda ve “Kahveyi sen yap diye dedim, kahve içer misin diye sormadım!” diyerek sürdürdü konuşmasını.

Füsun hiç aldırmadı. Çamaşırları toplamaya devam etti. Anne bir yanıt, bir karşılık bekliyordu elbet. Ve fakat kızın içinden bir yanıt, bir karşılık vermek gelmiyordu. Arada sırada böyle tuhaf bir hale kapılırdı Füsun. Canı hiçbir şey demek istemezdi. En çok da sözlülerde yaşardı bu durumu. Bildiği sorulara bile omuz silkerdi. “Canı cehenneme Freud’un!” derdi ya da “Çok umurumdaydı Fecr-i Ati temsilcileri” derdi, ya da “Bülbülü Öldürmek kiminse kimin.. ben öldürmedim ya bülbülü!” derdi. “Aman anne içmeyiver!” dedi şimdi de içinden. Funda kızının hallerini bildiği için üstelemedi. Kalan çamaşırların toplanmasını kızına bırakıp balkondan çıktı. Kendi kahvesini kendisi yapacaktı. Yaptı da. Tekrar balkona geçti. Kahvesini masaya bırakıp oturdu. Kızı bir şeylere mi bozulmuştu yoksa umursamazlık mı çökmüştü omuzlarına belli olmuyordu. Bir şeylere bozulsa oflar puflardı. Dudakları kıpır kıpır olurdu. Oflayıp puflamadığına, dudakları kıpır kıpır olmadığına göre umursamazlık yer etmişti. Bu açıktı. 

Hemen yandaki komşunun numaranın cırtlak sesi yankılandı. “Ömeeer.. Ömeeer!” 

Kızı çamaşır sepetini kucaklamış balkondan çıkmak üzereydi. Hemen yandaki komşunun dikkat çekici ünlenişini duyunca dönüp annesine baktı. Anne kız bakıştılar, sonra da gülümsediler. Kız elinde çamaşır sepeti balkondan çıkarken “Sepeti salona değil, yatak odasına koy! Orada ütüleyeceğim!” dedi Funda. Füsun “Tamam!” karşılığını verdi.

“Bu kadının her işinde bir tuhaflık, bir sahtelik, bir aldatmaca var. Acaba onuncu katta otursaydı yine mi binmeyecek asansöre? Binmez. Kız vallahi de billahi de bu mendebur çiroz o asansöre binmez.” dedi.

Füsun yeniden geldi balkona. Ana kız sessizce oturuyorlardı. Kız hatıra defterine bir şeyler yazmaya koyulmuştu. “Sence asansöre niye binmiyor?” diye sordu anne. “Büyük bir ihtimalle korkuyor!” diye yanıtladı kızı. 

Anne bir an kaşlarını kaldırıp kızına baktı. Kızı annesine bakmadan, annenin kaşlarını kaldırdığını bilmişti. “Hiç kaşlarını yıkma anne.. kapalı yerlerden korkuyordur ve bu korkusunu sizlerin bilmesini istemediği için de spor gerekçesine sığınıyordur.” dedi. 

Kızı umursamazlığı üzerinden atmıştı anlaşılan. Keyfi yerine gelmişti Funda'nın. Bunu bir şekilde dile getirecekti apartman sakinlerine. Hem de vakit kaybetmeden yapacaktı bunu. Hemen bugün olmasa da yarın, yarın olmasa da öbür gün, öbür gün olmasa da daha ertesi gün mutlaka bunu dillendirecekti. “Vay haspa!” dedi içinden Funda. “Vay ucube!”

“Nereden çıkardın korktuğunu?” dedi anne.

“Her halinden belli!” dedi kızı.

“Nasıl yani?” dedi anne.

“Bir deri bir kemik biri ne diye kilo vermek için merdivenleri kullansın?” dedi kızı.

“Belki kilosunu korumak istiyordur!” dedi anne.

“İyi de kilo eksiği var!” dedi kızı.

“Onu nasıl anladın?” dedi anne.

“Boy ölçüsünden!” dedi kızı.

“Kim diyor?” dedi kadın.

“Uzmanlar.. en az sekiz kilo belki daha fazla eksiği var.” dedi kızı.

“Kilo kanıtından başka bir kanıtın var mı?” dedi anne.

“Yok!” dedi kızı. “Yok, ama nasıl ki adımın Füsun olduğuna eminim, onun da kapalı alan korkusu olduğuna öyle eminim!”

“Yine kime ne yazıyorsun?” dedi anne.

“Kimseye!” dedi kızı.

“Ellerin niye oynayıp duruyor öyleyse?” dedi kadın.

“Kahveni soğutma!” dedi kız. “Sence bu öten –bu sırada sesi kendisine yabancı bir kuş ötmüştü- kuşun cinsi ne?”

“İspinoz.. alt kattaki Figen hanımlar yeni aldılar.” dedi anne.

“İspinoz kafes kuşu mu?” dedi kızı.

“Elbette.. niye ansiklopedilerine bakmıyorsun?” dedi kadın alay ederek.

“Niye alay ediyorsun anne!” dedi kızı.

“Niye alay edeyim?” dedi gülerek kadın. “Her şey var ya ansiklopedilerde!”

“Üff anne!” dedi kızı.

“İti bulmuş mu arkadaşın?” dedi anne.

“Hangi iti?” dedi kızı.

“Sabahtan beri başımın etini yediydin.. Feliciya mıydı? Gullit miydi ne işte?” dedi anne.

“Gwendelin!” dedi kızı.

“Hah işte o!” dedi anne.

“Bilmiyorum!” dedi kızı.

“Peki kim için yazıyorsun?” dedi anne.

“Sevginin selamı var!” dedi kızı. Annenin sorusunu duymamışçasına.

“Hangi Sevgi?” dedi anne. Kız başını kaldırıp annesine baktı. Ciddi miydi? Evet! Duruşuyla, sigarasından derin derin nefes alışıyla, bakışıyla ve hatta soruşuyla düpedüz ciddiydi kadın. “Anne” dedi kız. “Kaç tane Sevgi tanıyorsun?” 

“Bilmem..” dedi anne “Niye ki.. tüh saymak da gelmedi aklıma iyi mi?”

“Anne hep matrak geçer gibi bir halin var.. doğrusu şuan ciddi misin? Eğleniyor musun? İnan anlayamıyorum. Babam sana nasıl katlanıyor bilmiyorum!”

“Babana sor!” dedi bütün ciddiyetiyle kadın. 

“Yeğenin, Suzan teyzemin kızı Sevgi’nin selamı var.” dedi kız.

“İyi” dedi kadın “Sen de selam söyle, yanaklarından öpüyor, de, annesine de selam söylediğimi ilet, onun da gözlerinden öptüğümü yaz!”

“Yazdım!” dedi kız.

Bir süre sustular. Söyleyecek bir şeyleri kalmadığı o kadar belliydi ki, hani iki yabancı olsa bir birlerini tanıma merakıyla konuşmanın yollarını ararken analı kız konuşmamanın yollarını arıyor gibiydiler. Funda bu hale içerlemişti. Öyle az buz da değil hani. Çok fena içerlemişti. Kendine kızmıştı. Kendi kendine öfkeler yağdırıyordu. Sonra birden yepyeni bir şey bulmuşçasına yüzü aydınlandı ve “Defterin sayfalarını yıl bitmeden bitireceksin, sonra da başımın etini yiyeceksin!” dedi. Füsun hiç istifini bozmadı.

-Hep aynı nakarat anne! Şuan defterime bir şey yazdığım yok, yazılanları okuyorum.. dedi kız.

-Olsun.. sen yine de bu ay daha dikkatli olmalısın.. sanki bütçeyi aşar gibi olduk.” dedi anne. Biten sigarasını yeniledi Funda. Kız bir çiçek, papatya resmi çizdi boş sayfalardan birine. Sonra kalkar gibi yaptı. 

“Anne uç uca eklemeye başlamışsın yine!” dedi kız ve sürdürdü konuşmasını “Yine heyheylerin üstünde olmalı ha!”

“Kendi işine bak!” dedi kadın.

“Öyle olsun sultan hanım!” dedi kız ve kalkıp balkondan çıktı. Funda kız kapıdan çıkmadan “Dur!” demeyi istedi. Ve hatta içinden dedi. Kız elbet içte verilen bu buyruğu işitmedi ve bu yüzden de itaat etmedi, edemezdi.

“Oysa” dedi Funda kendi kendine “Oysa tam itiraf edecek kıvama gelmiştim. Çocukluğumla ilgili söylediğim yalanları itiraf edecektim eğer dursaydın! Durmadın!” 

Kendine kızma faslına dönmüştü yeniden Funda. “Ne korkaksın!” demişti kendi kendine. “Ne zavallı durumdasın! Kendi kızına, öz be öz kızına dahi söz söylemeye çekinirken nerde kaldı hemen yandaki komşun çiroza bir şeyler söyleyesin!”

Cakkılla su taşımadığını itiraf edecekti. Gaz almaya, gaz ocağı iğnesi almaya, kırılan gaz lambası borusunu almaya, ekmek almaya evin ne eksiği varsa işte onları almaya neredeyse kendisi hiç gitmemişti. Hiç istememişti hem. İki numara Sacit’in göreviydi bunlar. 

- Demek Füsun’un dayılarından birinin ismi Sacit öyle mi? derim Sacit adını duyunca. Givendelin sözünün kesilmesine kızmakla beraber anlayamadığı bir itkiyle

- Hayırdır, Sacit diye bir tanıdığın mı var? Sorardı. Diyemezdim Sacit’in benim de adım olduğunu.

- Hayır, derim, Hayır.. Funda hanım..

- Ha o kızına yani Füsun’a neleri itiraf edeceğini sıralayıp duruyor, yaptığı işleri ve yapmadığı işleri söylüyor mesela diyor ki; Evet, ev temizliği, evin toparlanması, yer yataklarının toplanıp yüklüğe konulması işlerini görürüm ve fakat yalnız başıma görmem. Diğer kızlar da işin bir ucundan tutardı. Suzan, Süheyla annesi Serpil ve kendisi evin iç işleriyle uğraşırken baba Suat, erkek kardeşler Sacit, Samet, Sait de öteberi alımıyla ilgilenirlerdi. Ağır işler erkeklerin üzerindeydi. Ve fakat erkekler de cakkılla su taşımazdı zira suyu evin içinde olan mahalledeki evlerden biri de kendi evleriydi. Ve mahallede evin içinde suyu olmayan bir iki ev ya vardı ya yoktu. Ve cakılla su taşıyan olarak bildiği -tüm mahallenin deli aba dediği- bir kişi vardı. O da sanki vakit geçirmek bir de mahallenin çocuklarının peşine takılması için yapıyordu bu işi. Şimdi şimdi o su taşıma işinin böyle bir niteliği olduğunu seziyordu. Ancak kendisinin de su taşıma hevesi duyduğu hatta bunun düşünü kurduğu bir gerçekti. Gerçekte taşımamış olsa da düşlerinde Deli Aba ile birlikte az su taşımamıştı. Niçin kızına böyle bir yalan söylediğini bilemiyordu. Aslında biliyordu da. Kızı ev işlerinde –okul ödevlerinde de- tembellik etmemesi için böyle tuhaf şeyler uyduruyordu. Masum ve fakat gerçekliği olmayan şeyler. Hani tembel olup el âlemi kendisine güldürmesin istiyordu. Yok, çocukluğuyla ilgili anlattığı her şey de uydurma değildi. Örneğin evleri. Evleri bahçeliydi. Ve bahçenin temizlenmesi gerekiyordu ama bunları da yapanlar yine erkeklerdi. Yani evle ilgili söylediği yalanlardan biriydi bu fakat hepten yalan sayılmazdı. Zaman zaman neredeyse boyu kadar olan sakkavili alır ve bahçeyi süpürürdü. Süpürgeyi yerli yerine koymayı beceremeyip annesinden zılgıt yese de bahçe temizliğine katılırdı. Alış verişe de katılırdı. 

“İyi de” dedi Funda “Hangimiz zaman zaman katılmıyorduk ki? Gâvur Ali’nin bakkalına mahalleden uğramayan kim vardı ki?” 

Hiç kimse. Hiç kimse, hiçbir ev yoktu, zira Gâvur Ali’de yok yoktu. Gâvur Ali bir bakkaldan öte bir şeydi. Aktardı. Hırdavatçıydı. Nalburdu. Kocakarı ilaçları için gereken hangi ot varsa yok demez isteyene çıkarır verirdi. Mahallenin alt sokağı, olduğu gibi marangoz atölyelerinin ve nalbantların yeri olduğu için de Gâvur Ali hırdavat ve nalburiye malzemeleri bulundururdu. Acil durumlarda esnafın da kapısını çaldığı bir yerdi Gâvur Ali’nin bakkalı. “Sahi niçin gâvur Ali derdik?” diye sordu kendi kendine Funda. Bilmiyordu. Bir türlü bulamıyordu. “Yapmıştır bir gâvurluk!” demişti bir keresinde annesine “Niye Gâvur Ali diyor millet!” diye sorduğunda annesi. “Hayır!” demişti kendi kendine Funda. “Bu kadar basit olamaz. Başka bir şey olmalı! Ama ne?”

Kaçıyorsun Funda! Şunu da bilmelisin ki, ütülediğin çamaşırlarla, yaşamın yaşamaya değip değmediği –çok önemli bir şeymiş gibi- üzerine yürüttüğün uslamlamalarla, kızına, komşularına, kocana söylediğin yalanlar da birer kaçış. Yaşamını yalanlar üzerine inşa etmişsin. Dur durak bilmeden yalanlar, yalanlar söyleyip duruyorsun. 

Çocukluğumda da böyleydim. Yalan söylerdim. Düş kurar düşlerin gerçekliğine kendimi inandırır sonra da gerçekmişçesine etrafıma anlatırdım. Düpedüz yalan söylüyordum. Niyesini hiç bilmeden. Hala da bilmem. Yalan söylerdim hem de apaçık hemen anlaşılan yalanlar ve inat ederdim. Tuhaftım. Kabul ediyorum. Başından beri. En başından beri tuhaftım. Mücella’ya karşı da, anneme, babama, kardeşlerime sokaktakilere.. Hemen herkese karşı tuhaftım. Kendime bile. Kendime bile tuhaftım. Halen de tuhafım. Hem ne tuhaftır bilsen. Funda dedin mi tuhaflığın envaitürlüsü aklına gelsin. Şunu yapmış, deseler, yok bu olmaz, o kadarı da olmaz ki! Yalan, iftira demeyeceksin, kesinlikle yapar diyeceksin. Eğer Funda için diyorlarsa kesin doğrudur. Öyle bir ağaçtan, öyle çürük bir ağaçtan böylesine harika bir meyve nasıl olur, bilinmez. Bu yüzden denmiştir Tanrının işine akıl sır ermez.

- Peki ya Füsun? derim tüm cesaretimi toplayarak.

- Ne olmuş Füsuna? diye karşılık verir Givendelin.

- Ne demek ne olmuş Füsun’a? Sen iyi misin? Bunca saat senin gevezeliğine boşuna mı katlandım? derim.

- Edebini takın! der.

- Edep mi? derim, Edep mi? Ulan zevzek kendini benim yerime koy, nasıl bir sabırla, nasıl bir heyecanla, nasıl bir coşkuyla, nasıl bir fedakârlıkla, nasıl bir efendilikle, nasıl bir umutla, nasıl bir kadirşinaslıkla, nasıl bir.. dinlediğimi görmedin mi? Hem de senin gibi bir zevzeği.. derim.

- Birden kabadayılığın tuttu he.. der, üzerime doğru yürür sivri dişlerini göstererek.

Moda Giyim Evinden benim yaşlarda bir çocuk yeninde dışarı çıktı. Ters ters bakıyor. Bir yerden başlaması gerekiyor konuşmaya çünkü onu buraya gönderen böyle istedi ondan, cesaret edemiyor önce, tepeden tırnağa ölçüp biçiyor, sonra dükkândakiler geliyor gözlerinin önüne ve kendinden olmayan bir cesaretle

- Ne iş arkadaş? diye soruyor, Ne bekliyorsun, işin gücün yok mu?

Daha o dükkândan çıkar çıkmaz sağ ayağımı eğip bükmeye başlamıştım. Sağ ayağıma sığınıyorum. 

- Ayağım, diyorum ayağımı göstererek, Ayağım uyuştu da.

- Öyle durursan daha çok uyuşur.. hele yaylan. diyor. Saatime bakmaya korkuyorum. Muhayyel bir köpeğin bir oyun oynamasından korkuyorum. Hükümet konağından Adliye binasına doğru yürümeye başlıyorum. Titriyorum.



<<Önceki                                     Sonraki>>

Cemal Çalık, 03.02.2017,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Kumpas, Roman 


Seçkin Deniz Twitter Akışı