"Anlatamazdı, anlatıyordu çünkü yürümesi, üşümesi ve titremesi bir sıra üzerineydi. Anlatıyordu ve fakat bir türlü anlayamıyordu. Sanırız anlamak istemiyordu."
Bölüm İki
-1'in Devamı-
- Tamam, dediğin gibi olsun da bu anlattıklarının anlamı ne? diye sözünü kesti vaaz veren Sacit’e konuşmasını biraz daha yavaş söylemesini isteyen canı tez Sacit. Gözleri pörtlemiş, avurtları şişmiş, göğsü inip kalkıyordu bütün bu imler de adamın ne denli kızgın olduğunu gözler önüne seriyordu. Bu çıkıştan destek alan bir başka dinleyici –ki her zaman ortalarda bir yerde otururdu bu dinleyici ve pek sesi çıkmazdı-.
- Bizi çileden çıkarmak için mi böyle yapıyorsun? dedi kızgın ve öfkeli olduğunun bilinmesini hem istiyor hem istemiyor gibi bir tavırla. En arka sırada oturan ve sürekli soru soran Sacit vaaz veren Sacit’e baktı. İzin ister gibi bir hali vardı.
Vaaz veren vaazcı Sacit istediğine kavuşmuştu artık kimsenin onun tıkanmasıyla ilgili bir şey düşünmesine olanak yoktu ve bu yüzden de ha bire başını sallayarak izin vermeyi seçti ve başını olumlu anlamda salladığı anlaşılsın diye de gülümsemeyi ihmal etmedi.
- Ben sizi niçin çileden çıkarmak isteyeyim? dedi en arkada oturan ve soru soran Sacit.
- Anlattıklarından, dedi vaaz veren Sacit’in yavaş konuşmasını isteyen canı tez Sacit’in hemen yanında oturan ve başı sürekli önünde olan utangaç Sacit.
- Ne anlatmışım? dedi soru soran Sacit.
- Ne anlattığının ayrımında bile değilsin, dedi utangaç Sacit –ortalarda oturan ve başı sürekli önünde olan Sacit-
- Sen öyle san, dedi soru soran Sacit.
- Kimse öyle sanmıyor, dedi canı tez Sacit –vaaz veren Sacit’in yavaş konuşmasını isteyen-
- Sen sus da sözü söyleyen yanıtlasın, dedi soru soran Sacit.
- Ayrımında olsan der miydin ‘ne anlatmışım?’ diye dedi utangaç Sacit.
- Siz hiç biriniz –dinleyicilerin her birini tek tek eliyle işaret edip- üstadı –vaaz veren Sacit’i işaret ederek- gönül gözüyle dinlemiş değilsiniz. Hem de hiçbir zaman, dedi soru soran Sacit.
- Senin nerenle dinlediğin söylediklerinden bir güzel anlaşılıyor! dedi canı tez Sacit
- Bence de öyle! dedi utangaç Sacit.
- Bir dakika, diye söze girdi her zaman içteki tartışmaların alevlendiği zamanlarda söze giren ortalığı yatıştırmaya ayarlı Sacit adıyla meşhur Sacit, Amacınızın ne olduğunu anlamış değilim, sükûnet içre olursanız belki de aynı şeyi istediğinizi göreceksiniz.
- Zırvalama, dedi utangaç Sacit. Bıktım senin iyi polis oyunundan. Sen bu –soru soran Sacit’i göstererek- adamın söylediği bir tek sözcüğü anladın mı?
- Karga ve Kuzgun denen kuşgillerden canlıların birbirlerinden ayrı olduğunu ve fakat üstün körü bir bakışla her ikisinin de aynı sanıldığını, bunun yanlış olduğunu anladım, dedi ortalığı yatıştırmaya ayarlı Sacit. Sen anlamadıysan benim günahım ne? diye ekledi ve sözünü bitirdi.
- Maşallah çok iyi anlamışsın? dedi canı tez Sacit alay ederek ve alay ettiğinin anlaşılmasını umarak.
- Sen kendi zavallılığına gül! dedi yatıştırmaya ayarlı Sacit.
- Sen de ahmaklığına doyma, dedi utangaç Sacit.
- Sen de canı tezin eküriliğine devam et! dedi yatıştırmaya ayarlı Sacit.
- Asıl sen sorgucunun eküriliğini yaparsın her zaman ve bir de utanmadan başkalarını suçlarsın, dedi canı tez Sacit.
- Yahu kulaklarınızı açsanız adamın söylediklerini kolayca anlardınız, dedi yatıştırmaya ayarlı Sacit. Kim bilsin o konuşurken siz neredeydiniz.
- Ben de senin dişlerini gıcırdattığını gördüm, dedi bu ana kadar hiç konuşmamış Sacitlerden bir Sacit.
- E ne olmuş dişlerimi gıcırdattıysam, dedi yatıştırmaya ayarlı Sacit.
- Senin de soru soranın anlattıklarına öfkelendiğini ve fakat şimdi bilgiçlik taslamak için böyle anlayışlı ayaklarına yattığını gösterir, diye yanıtladı yatıştırmaya ayarlı Sacit’i Sacit’lerden bir Sacit.
- İşte sen ve senin gibiler bu kadar anlıyor, insan davranışlarını bu kadar okuyabiliyorsunuz? Hiç aklına geldi mi benim dişlerimi gıcırdatmamın nedeni soru soranın anlattıklarının daha önce benim aklıma gelmemiş olabilme ihtimalini, dedi yatıştırmaya ayarlı Sacit ve "Böyle bir ihtimal aklının köşesinden geçmediği için de şimdi güya beni köşeye sıkıştırmaya içimizdeki kimi beyinsizleri savunmaya, aklamaya, yandaş olmaya, arka çıkmaya, onların tarafında olduğunun anlaşılmasına kalkışıyorsun, diye sürdürdü konuşmasını.
- Hop hop, dedi canı tez Sacit, İşi hakarete vardırmak da neyin nesi? Herkes haddini bilsin!
- Bilmezse ne olacak?, dedi soru soran kaşlarını çatarak.
- Bildirirler, dedi utangaç Sacit.
- Kim bildirecekmiş, dedi yatıştırmaya ayarlı Sacit.
- Bildirecek biri bulunur, dedi Sacit’lerden bir Sacit.
- O biri sen misin? dedi yatıştırmaya ayarlı Sacit.
- Bilmem.. belli mi olur, dedi Sacit’lerden bir Sacit.
- Yani gözün kesiyor öyle mi? dedi yatıştırmaya ayarlı Sacit.
- Kesse ne kesmese ne? dedi soru soran Sacit.
- Sen kendini ne sanıyorsun? dedi utangaç Sacit.
- Hep şunun –vaaz veren Sacit’i göstererek- yüz vermesi yüzünden oluyor, dedi Sacit’lerden bir Sacit’in yanında oturan diğer Sacit.
Bu söz bir parolaymış gibi, bir anahtar, bir işaretmiş gibi tüm dinleyici Sacit’lerin kafasını, bakışlarını vaaz veren Sacit’e çevirtmişti. Sacit bu bakışlardan ürkmemiş değildi. Kendi kendine kızmasına ramak kalmıştı vaaz veren Sacit’in. Bunların bu kadar ileri gitmesine, ağız dalaşlarının uzamasına fırsat vermemeliydi ve fakat işte vermişti ve işte tüm Sacit’lerin kafası, bakışı kendisine dönmüştü. Gözleriyle adeta onu boğacak gibiydiler. Yalvarır gibi bakışlar fırlatsa daha da aleyhine dönerlerdi bunu seziyordu. Daha kendinden emin, daha sert bir tavır takınarak
- Susun! Dinleyin ve itaat edin!, dedi. Tam kıvamında bir buyruk olmuştu bu çıkış. Bu kıvamı tutturuşundan ötürü kendisini tebrik etti, neredeyse kutlama törenlerine başlayacaktı neyse ki bu sarhoşluktan ivedilikle sıyrıldı ve dinleyicilerin kapıldıkları şaşkınlıktan yararlanarak,
- Hemen su koyuveriyorsunuz? Hemen her zaman birbirinizle dalaşmak için fırsat kolluyor gibisiniz? Bu bize, bu size yakışıyor mu? Gören de sizlerin birbirlerinin en amansız rakibi sanır. Düşman kardeşler gibisiniz yazık! Oysa ben sizlere sık sık bir olmanın, birlikte olmanın, tek olmanın faydalarını anlatıp durmadım mı? Siz de bu isteğin faydalarını görmediniz mi? Fimabad böyledir, böyledir ve fakat vaazlara epey bir fasıla verdiğim için midir yoksa benden habersiz kapılıp gittiğiniz bir fantezi midir bilinmez sokaklarından geçen faytonun arkasına takılan haylazlar gibi fenikip duruyorsunuz.
- Yine başladı, dedi kısık bir sesle yanında vaazın başından beri suspus oturan diğer Sacit’in duyacağı bir tonla Sacit’lerden bir Sacit.
- Neye başladı?, dedi suspus oturan diğer Sacit.
- F ile başlayan sözcükler kullanmaya, dedi Sacit’lerden bir Sacit, Farkında değil misin?
- Filvaki farkındayım, diye yanıtladı suspus oturan diğer Sacit. Ve fakat bunda garipsenecek ne var Füsun’u beklemiyor muyuz?
- Evet hem de fasılasız bekliyoruz, dedi Sacit’lerden bir Sacit, Ama sence de kabak tadı vermiyor mu?
- Ben bunda her hangi bir tuhaflık görmüyorum, dedi suspus oturan diğer Sacit.
- Senin de aklın hiçbir şeye basmıyor birader, dedi Sacit’lerden bir Sacit gülerek.
- Söylediklerinin hepsi fasarya, dedi suspus oturan diğer Sacit.
- Fesuphanallah, dedi Sacit’lerden bir Sacit.
- Ne aranızda fısıldaşıp duruyorsunuz, diye ikisine birlikte çıkıştı vaaz veren Sacit. Ve daha biraz önce, daha şimdi size ne söyledim, siz ne yapıyorsunuz?
- Öylesine konuşuyorduk, dedi Sacit’lerden bir Sacit, başını suspus oturan Sacit’e çevirerek, Öyle değil mi?, diye devam etti.
- Öyle, dedi suspus oturan diğer Sacit.
- Sıradan veya değil, öyle veya değil.. burada bir şeyler anlatıyoruz. Hayır, yani dinlemek istemeyen niye burada dursun ki? Kimseyi zorlamış değiliz. Kimse bu vaazlara katılmak zorunda değil. Hepinizi gönüllü biliyordum. Değilse buyurun söyleyin, kimseyi zorla tutacak değiliz. Burada bulunuşunu bir tür zorunlu bir bulunuş olarak algılayan varsa tüm samimiyetimle söylüyorum ki işte kapı.. –muhayyel bir noktayı kapı diye gösterdiğinin ayrımındaydı vaazcı Sacit- hemen.. hemen çıkıp gidebilir.
Dinleyicilerin tümünü tek tek sert bakışlara süzüyor, kaybettiğini sandığı hâkimiyetini kurmayı planlıyordu ve ortama egemen olan sükût üzerine planının başarıya ulaştığını gördü ve daha bir kendinden emin ve daha bir tok sesle;
- Susun, işitin ve itaat edin!, dedi. Susmayıp işitmeyip itaat etmezseniz, bir olmazsanız, bir olmazsak nasıl direniriz yokluklara, yoksunluklara, zora, zorluklara, meşakkatler karşısında nasıl ayakta kalabiliriz? Kaç kez söyledim bir olmanın gereğini, kaç kez daha söylemeliyim? Yapmayın, etmeyin, insaf edin! Filhakika biz ayrılır, her birimiz bir köşeye çekilirsek nasıl ayakta kalabiliriz? Bizim ayakta kalışımızın yegâne teminatı birlikteliğimizdir. Kim bu birlikteliği bozmaya kalkar veya bozarsa bilsin ki kendi varlığı da tarumar olur! Efendiler bu hakikati nasıl görmezsiniz? Bu durumun ne denli feci ve ne denli fecaat arz ettiğini gerçekten göremiyor musunuz? Görmek mi istemiyorsunuz? Bu nasıl bir lakaytlıktır? Bu nasıl bir anlamazlıktır, bu nasıl bir görmezliktir, bu nasıl bilmezliktir? Bunun bir izahı olamaz. Bunu hiç kimse değil başkasına kendisine dahi izah edemez.
- Senin ki yine coştu, üfürdükçe üfürüyor, dedi suspus oturan diğer Sacit hemen sağında oturan ve sürekli gözyaşı döken Sacit’e. Sürekli gözyaşı döken Sacit – Allah sizi inandırsın bu gözyaşının kaynağı ağlamak mıdır yoksa gülmek midir ne ilk bakışta, ne üstün körü bakışta, ne son bakışta, ne sıradan bakışta, ne şöyle bir bakışta ne de derinlikli bakışta anlaşılabilen bir durumdur- solunda sürekli suspus oturan diğer Sacit’e bakmadan derin bir hıçkırıkla yanıt verdi. ve yine yeniden gözyaşlarını kurutma mücadelesine döndü.
- Bu da amma tuhaf, insan bir evet ya da hayır der, neredeee, diye söylendi kendi kendine suspus oturan diğer Sacit. Suspus oturan diğer Sacit’in sürekli gözyaşı döken Sacit’e bir şeyler söylediği vaazcı Sacit’in gözünden kaçmamıştı ve fakat şimdilik görmemeyi seçti. Bunu daha ilerde karşısına çıkacak fırsatlarla değerlendirirdi, Yeter ki unutmayayım, dedi kendi kendine. Ahenkli ve tüm dinleyicileri mest ettiği, kendinden geçirdiğine inandığı ses tonuna yeniden sarıldı ve konuşmaya başladı.
- Susun, dinleyin ve itaat edin, biz azaldıkça çoğalan, çoğaldıkça azalan olmanın yolunu bulmalı ve öyle de olmalıyız. Yeri geldiğinde agâh yeri geldiğinde bilgisiz, yeri geldiğinde ağdalı yeri geldiğinde yalın yer geldiğinde ağır yeri geldiğinde hafif yeri geldiğinde ağlayan yeri geldiğinde gülen, yeri geldiğinde ağır yeri geldiğinde hafif, yeri geldiğinde ahenkli yeri geldiğinde uyumsuz, yeri geldiğinde aheste yeri geldiğinde çabuk, yeri geldiğinde ahir yeri geldiğinden evvel, yeri geldiğinde alicenap yeri geldiğinde gaddar, yeri geldiğinde arif yeri geldiğinde bilgisiz, yeri geldiğinde aşırı yeri geldiğinde ölçülü, yeri geldiğinde aşikâr yeri geldiğinde gizli, yeri geldiğinde aşina yeri geldiğinde yabancı, yeri geldiğinde sarhoş yeri geldiğinde ayık, yeri geldiğinde ayıran yeri geldiğinde birleştiren, yeri geldiğinde aydınlık yeri geldiğinde karanlık, yeri geldiğinde aymaz yeri geldiğinde uyanık, yeri geldiğinde aynı yeri geldiğinde farklı..
- Bir de uzatmasan, dedi canı tez Sacit tüm dinleyici Sacit’lerin duyacağı ve fakat vaazcı Sacit’in duymayacağını umduğu bir sesle.
- Efendim, dedi vaazcı Sacit, Bir şey mi dedin canı tez?
- Hayır üstadım, dedi canı tez Sacit.
- Hayır yani canını sıkan bir şey varsa biz de duyalım, dedi vaazcı Sacit.
- Şükür, canımızı sıkan bir şey yok, dedi canı tez Sacit.
- O zaman dudakların hareket edip durmasın, dedi vaazcı Sacit.
- Farkında değilim, özür dilerim, dedi canı tez Sacit.
- Farkında olmak zorundasın bir topluluk içindesin, hepiniz farkında olmalısınız, dedi vaazcı Sacit. Farkında olmayanın işi ne bir toplulukta. Hayır yani kişi kendinin yahut bir başka dendikte kendisinin farkında olmayan ne yaptığının farkında olabilir mi? Hayır, ne kendinin ne kendisi olmayanın farkında olmaz. Diyelim yellendi ve topluluğu rahatsız edici bir koku yaydı ve fakat bunu kendisinin yaptığından haberi yok ve üstüne üstlük başkalarını suçlar bir tavır takındı bu sizce hoş bir şey olur mu? dedi vaazcı Sacit.
- Olmaz, dediler dinleyici tüm Sacitler hep bir ağızdan.
- Öyle ise kendinizin farkında olmak zorundasınız ki başkalarının da farkında olabilesiniz. Canı tez Sacit’e gözlerini dikti ve, Ne hakkın var sohbetin, konuşmanın nasihatin insicamını bozmaya? dedi.
- Özür dilerim, dedi yeniden canı tez Sacit.
- Umarım bir daha tekerrür etmez, dedi vaazcı Sacit, Ne demiştik en son?
- Yeri geldiğinde aynı yeri geldiğinde farklı, demiştiniz dedi yatıştırmaya ayarlı Sacit.
- Evet, neyse ki içimizde dinleyenler hem de can kulağıyla dinleyenler var.. evet yeri geldiğinde aynı yeri geldiğinde farklı olabilmeyi becerebilmeliyiz. Her duruma aynıymış gibi tepki verir, aynı davranışta bulunmaya kalkarsak halimiz nice olur? Bakın şu halimize. Siz de farkındasınız ne halde olduğumuzun. Farkında olduğunuzun farkındayım. Fimabad siz de benim sizin farkınızın farkında olduğumun farkında olmalısınız.
- Şu ‘f’leri bir aşsak tüm derdimiz biterdi, diye söz karıştı suspus oturan diğer Sacit. Tüm dinleyiciler bu çıkışı onaylamışlardı.
- Derdimizin bu olduğunun farkındayım ve siz de farkındasınız ve işte size hak veriyorum, diye yanıtladı suspus oturan diğer Sacit’e diş bileyerek. Karizma yer ile yeksan olacaktı eğer karşı çıksaydı. Çünkü tüm dinleyici Sacitler suspus oturan diğer Sacit’i onamışlardı. Kendisi de onamak zorundaydı sözünü dinletmek istiyorsa.
- Gördüğünüz gibi biz ‘f’leri aştığımızda ne soğuk, ne üşüme, ne titreme yolumuza çıkmaya güç yetiremeyecektir. Kesinlikle güç yetiremez. Belki, belki biraz biraz belimizi büken yorgunluk olacaktır. Ve bu durum karşısında da eğer tek olmayı becerirsek yorgunluk da belimizi bükemeyecektir. Direnişimizi yenemeyecektir. Dimdik ayakta durmamızı bozamayacaktır. Öyle ise tek olmayı sürekli gözetmeli ve tekliği ifsat edici davranışlardan, tekliği ifsat edici sözlerden kaçınmalıyız varsın söylenenler fasih olsun fark etmez onlardan uzak durmalıyız. Vaktimiz daralmıştır. Ve fakat yorgunluk omuzlarımıza çökmüştür. Gün bize oyun oynamıştır ve fakat işte vakit gelmiştir. Bir iki adım daha atmamız gerektiğinin hepiniz farkındasınızdır. Hayır yani Füsun her zamanki güzergâhı izlese ortada her hangi bir sorun kalmayacak hatta şu anki konumumuz nirengi noktası direğin orada durmaktan daha iyi. Ve fakat ya yan kapıdan çıkıp gitmeye kalkışır ve yaparsa. Yan kapıdan çıkar, vani efendiye doğru yürür, cezaevini geçer, sola sapar sonra o sokağı geçer ve sonra ana caddeye çıkar sağa döner sonra da Aliravi caddesinden evlerine yukarı doğru yürümeye başlarsa ne olacak? böyle yaparak yolu uzatmış gibi görünse de yolu uzatmış olmaz. Bu durumda bizim halimiz nice olur? Üç saatten fazladır bekliyoruz, beklerken onca badireye, onca sıkıntıya, onca zorluğa, insanı alt üst eden tanıklıklarla karşılaştık ve göğüs gerdik ve göğüs geriyoruz ve fakat parmaklarımızın arasından kayıp gitsin olmasını umduğumuz şey ki kayıp gidiyor gibi. Tıpkı bir cıva gibi. Yazık günah değil mi? Biz burada kendimizle didişirken bırakın gayemize ulaşmayı soluk almayı bile becerebileceğimiz meçhul.
- Tam beş keredir aynı kapıdan çıkan niçin başka kapıdan çıksın ki? dedi canı tez Sacit.
- Ha yani rahatlıkla kavga edip bir bir kafamızı kırabilir, gözümüzü çıkarabiliriz öyle mi? dedi vaazcı Sacit.
- Ben öyle bir şey demedim, dedi canı tez Sacit.
- Ya ne dedin? Hayır yani öyle bir şey demedin de ne demek istedin? dedi vaazcı Sacit.
- Beni yalnızca siz yanlış anladınız gibi, dedi canı tez Sacit. Dinleyici Sacit’lerin tümü de başlarıyla onayladılar bu yargıyı. Sacit susmak zorunda kaldı. İçindeki tüm sesleri boğmak istedi, boğmalıydı. Bir anlık bir durgunluk suspus oturan diğer Sacit’e güven vermiş olmalıydı ki izne falan gerek duymadan,
- Usta senin işin Theresa’dan da zor ha, dedi. Sacit kızardı. Avurtlarını şişirdi her zamanki gibi ve gardı düşmüş bir boksör gibi sadece inledi ve neden sonra,
- Beni benzettiğin şeye, benzettiğin kişiye bak! dedi kısık bir sesle vaazcı Sacit.
- Ne var, dedi canı tez Sacit, O senin kadar bile düşmedi, ha genç bir kız başka genç bir kıza aşık mışmış da.. e ne olmuş? Aşık olmuşsa ne olmuş?
- Elinin körü olmuş, dedi sürekli gözyaşı döken Sacit, Bir sapkınlığı bizim aşkımıza, bizim ulvi durumumuza nasıl benzetirsin? Nasıl buna cüret edersin? Bu gücü nereden alıyorsun?
Her hangi bir yanıt beklemeden ayağa kalktı canı tez Sacit’in üzerine yürüdü sürekli gözyaşı döken Sacit, vaazcı Sacit hemen araya girdi. Ortalığı sakinleştirip yeniden bir halka oluşturmalarını sağladı içindeki Sacit’lerin.
Korkuyordu. Üşüyordu. Titriyordu ve atması gereken iki üç adımı atamıyordu bir türlü. Hiçbir tehlike olmadığı halde bunu yapamıyordu. Adım atmak için toplamaya çalıştığı güç hepten dumura uğramış gibiydi. Bastırmalıydı içindeki sesleri ve yürümeliydi. Tıkamalıydı kulaklarını içindeki çığlıklara, kavgalara, karşı çıkışlara ve adımını atmalıydı. Gerçekten de vakit daralmıştı.
Keşke Theresa kadar güçlü olsam, dedi Sacit utanarak. Theresa kadar dirençli olabilsem! diye hayıflandı. Gözleri yeniden yaşarmıştı. Rüzgârın gözlerine doluşmasından kaynaklanmıyordu. Çaresizlikten, güçsüzlüğünün farkında olmaktandı gözlerinin yaşarması.
- Beni perişan ettiniz, benim perişan olmamdan adeta zevk alır oldunuz! Bu muydu? Böyle mi olacaktı? Buraya kadar mıydı mezara kadar süreceğine ilişkin kavilleştiğimiz birlikteliğimiz? Siz de hiç insaf, sizde hiç merhamet, siz de hiç acıma yok mu? Hava diyorum görmüyorsunuz, üşüyorum diyorum duymuyorsunuz, titriyorum diyorum bakmıyorsunuz. Ne oldu bizim bir oluşumuz? Nereye gitti o dillerden düşmeyen aynılığımız? Hadi başkaları duyarsız ya siz niye öylesiniz? Hadi başkaları duygusuz ya siz niye duygusuzsunuz? Hadi başkaları merhametsiz siz niye merhametsizsiniz? Hadi başkaları nemelazımcı siz niye nemelazımcısınız? Hadi başkaları vurdumduymaz siz niye vurdumduymazsınız? Hadi başkaları sağır siz niye sağırsınız? Hadi başkaları kör siz niye körsünüz? Siz niye başınızı öteye çeviriyorsunuz. Vallahi üşüyorum, billahi titriyorum. Ve fakat vallahi havadan değil. Billahi havadan değil. Kimsesizlikten yalnızlıktan, limansızlıktan böyleyim. Bu bitaplığın, bu yorgunluğun nedeni ıssızlıktır, bikesliktir ve en acısı da sizlerin halidir. Üşüyorum, titriyorum görmüyorsunuz. Ki görseniz kucak açardınız. Kucak açmıyorsunuz demek ki görmüyorsunuz!
- Kafayı hepten sıyırdı, dedi arkada oturan ve soru soran Sacit. Öylesine ortaya söylemişti.
- Haklısın, dedi canı tez Sacit.
- Haklısın, dedi suspus oturan Sacit.
- Haklısın, dedi Sacit’lerden bir Sacit.
Sacit içindeki Sacit’lerin kendisine kazan kaldırdığının farkındaydı farkında olmasına ve fakat duymazdan geliyor ve habire saydırıyordu içindeki her birine. Bir küfretmediği kalmıştı.
Yürüyemiyordu. Evet, üşüyor, titriyor ve fakat bir türlü atması gereken adımı atamıyordu. Yoksa atmak mı istemiyordu? Adım atmayı ister görünüp adım atmaktan kaçınıyordu da farkında mı değildi? Böylesi işine mi geliyordu?
Sacit bu uslamlamayla kendi kendisine madik attığı düşüncesine ulaşmıştı, ulaşmıştı ulaşmasına ve fakat bundan hiç hoşnut olmamıştı. Hem bu hale ihtimal vermiş de değildi henüz! İhtimal verse kabul edecek değildi olduğunu. Olduğunu kabul etse yürürlüğe koyacak değildi. Hem Sacit kendi kendisine ne zaman madik atmış yahut madik atmaya kalkışmıştı ki? Ne zaman kendine bir söz vermiş de o sözün ardında durmamıştı ki? Yoktu öyle bir şey. Kedisine verilen sözü çiğnemekten başka nedir kişinin kendine madik atması? Öyledir ve kendisi de bu ana kadar böyle bir şey yapmamıştır. Zihnini ne kadar yoklarsa yoklasın bir kere bile kendine verdiği sözün hilafına bir tek eylemde bulunduğunu anımsayamıyordu. Anımsayamazdı çünkü öyle bir şey vuku bulmamıştı. Ve madem kendisine söz vermiştir cumartesileri Füsun’u göreceğine ilişkin öyle ise bu sözünde duracaktır. Çünkü daha önceleri hep durmuştur. Hep durmuş olması yine duracağına kanıt olmayabilirdi ve fakat bu uslamlama geçersiz hatta kadüktü.
Ruhunu hangi ifrite, hangi iblise satmıştı ki kendisine madik atıyor olsun? Atmaya niyetlensin? Böyle bir şey elbette yoktu. Kuşkusuz belki de yersiz bir kuruntuydu. O adımları atacak ve nirengi noktasına bir çırpıda ulaşacaktı. Bunu kesinlikle biliyordu. Lamı cimi yoktu. Asla ve asla bundan kaçınmayacaktı. Hem sonra aynada kendi yüzüne nasıl bakardı? Hangi bahaneye sığınırsa sığınsın bu çok kötü bir son olurdu. Sonu hiç de hayırlı bitmezdi. Sonucun kendisini götüreceği fecaati açık açık seziyor ve hatta görüyordu. Üşümek, titremek olacakların yanında bir hiç olurdu. Hiçten de öte bir hiç olurdu. Tanrı günahlarını affetsin kendi kendinin katili bile olurdu kendisine madik atmaya kalkarsa. Böyle bir şeye rıza gösteremezdi.
Theresa kadar da mı olmayacaktı? Keşke onun –Theresa- kadar cesur olabilsem, diye gıptayla söylenir buldu kendini Sacit. Başını salladı. Güldü. Tuhaf bir hisle güldüğünün ayrımındaydı. Aklına gelen şeyleri dile getirmekten utandı. Biraz daha büzüldü içinde. Biraz daha dip bir köşeye çekildi, ürkek bakışlarla etrafını süzdü. Kimse kalmamıştı.
Allah’tan, dedi kendi kendine Sacit, Herkes çekip gitmiş, burada olsalardı, tövbe tövbe adımızı kim bilsin neye çıkarırlardı. Mahallenin değil âlemin delisi yapar peşim sıra koşarlardı, dedi kendi kendine ve yeniden muzip muzip güldü. O nasıl düşüncelerdi öyle? Nereden türemişlerdi? Nereden koşup gelmişlerdi?
Bütün bunlar Theresa yüzündendi elbet. Hep onun başının altından çıkmış gibiydi. Hep bu filmler yüzünden, diye fısıldadı kendi kendine. Nirengi noktasına bakmaya üşendi. Baksa ne görecekti ki. Hiç! Koskoca bir hiç. Hiçliğin ortasında büzülüp kalmış olacaktı. Sanki şu anki durum yetmezmiş gibi. Sanki başında başka gaileler yokmuş gibi. Sanki her şey güllük gülistanlıkmış da lümpen sıkıntılara gereksinimi varmış gibi. Sanki yeterince acılar, sanki yeterince sızılar içinde değilmiş de artistik kaygılar çekmiş canı. Sanki susuzluktan çatlayan bir toprak parçası değilmiş de çöle hasreti duyarmış.
Bir katib-i dircan bulsa da içinde olup bitenleri kaydetse ve cümle âlem görse neyin ne olduğunu. Hatta kendisi dahi görse yahut görebilse.. heyhat görecek gözü var mıydı? Görecek gözü olan kendisinin kendisine madik atıp atmadığından kuşkulanabilir miydi? Böyle bir şeye ihtimal verir miydi? Elbette vermezdi.
"Bu her şeyden Füsun’a karşı büyük bir saygısızlıktı. Bu Füsuna karşı apaçık bir ihanetti. Bu Füsuna karşı aleni bir kalleşlikti. Bu hiç kuşkusuz küfürdü? Bu bir küfürdür bayım", dedi kendi kendine Sacit.
Birine yahut kendine ciddi ciddi kızdığında hemen ‘bayım’ sözcüğünü kurduğu tümcenin bir yerinde kullanırdı, ya şimdiki gibi sonunda kullanırdı ya başında ya da ortasında, bazen hem başında hem ortasında ve hem de sonunda kullanırdı aynı tümcenin içinde öyle kullandığı zaman çok çok kızdığı hatta hiddetlendiği ve hatta kızgınlıktan köpürdüğü bile söylenebilirdi, bayım sözcüğü pek tehlikeli durumların habercisiydi. Ve şimdi de kullanmıştı. Demek ki çok ciddi bir biçimde kendine kızmıştı.
Bu bir küfürdür bayım, dedi yeniden kendi kendine. Hangi yüzle aşkın mabedi Taç Mahal’e gideceksin ve Füsunu da götüreceksin?
–Sacit’in indinde Füsun kendisiyle her yere sorgusuz sualsiz gelirdi. Böylesine bir saflık ancak Sacit ’de gözlemlenebilirdi ve işte saflığı olanca haşmetiyle karşımızda ayan beyan duruyor, çıplak gözle görünen rüyet gibi parlıyor. Füsun kendisiyle Taç Mahal’e gelirmiş! Füsun seninle aynı sınıfta olduğundan bile rahatsızdır belki de bayım. Ciddi ciddi rahatsızdır ve bunu defaatle ima etmiştir ve fakat Sacit körlüğü seçmiştir. Kız daha ne etsin? Lan bırak seninle bir yere gitmeyi kız seni görmek bile istemiyor. Yok, bunu görmezden gelir, görmezden gelir çünkü bizim Sacit saf ve olabildiğince naif biridir. Kurguladığı dünyanın gerçekliğine iman etmiştir, öyle yaşamayı seçmiştir. Füsunun onunla herhangi bir yere gitmeyeceğini, bırakın gitmeyi öyle bir düşüncenin aklının hiçbir yerinden geçmediğini cümle âlem bilirdi de bir kendisi bilmezdi garibin. Belki böylesi işine geliyordu. Bilmiyoruz. Bilmek için de peşine düşmeyi düşündüğümüz söylenemez. Ne hali varsa görsün, deyip geçiştirsek de sorunu çözmüş olmuyoruz, varsın sorun olduğu gibi öylece duruversin yine de.-
Bu bir küfürdür bayım, diye yineledi kendi kendine Sacit. Aşkın mabedi Taç Mahal bize kapılarını açmaz. Hani Füsun'a açsa da sana açmaz. Aklını başına devşir. Bu küfründen vazgeç. Tövbe et! Gözyaşı dök. Hem samimi olsun gözyaşların! Sahte gözyaşlarına sığınma. Tez vakit geçirmeden toprağa yüzüstü kapaklan ve ağlayarak tövbe et! Pişmanlığını belirt! Kibir putunu kır ve Theresa kadar cesur olmaya azmet. Yoksa halin perişan demedi deme!
Cemal Çalık, 17.02.2017, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Kumpas, Roman