17 Mart 2017 Cuma

SA4104/KY1-CÇ381: Hangisi Sen?/ Roman-Bölüm II-2'nin devamının devamının devamı

 "Kimliği meçhul şahsa bir kimlik bulunması acil bir sorun olarak algılanmıştı Sacit tarafından öyle ise bu sorun ivedilikle çözümlenmeliydi. Bir kimlik bulmalıydı."


Bölüm İki
-2'nin devamının devamının devamı-

Bir firarinin firar öyküsündeki frapanlık salt anlatıcı ya da dinleyicinin penceresinden görülen değildir. Fır Şeref’in firar ettiği bilgisi Sacit’e bu ve benzeri duyguları, çıkarımları, çıkarsamaları sağlarken, yaşamının – Sacit’in yaşamının bekleyiş olduğunu söyleyemeye gerek var mıydı? Bilmiyoruz. Belki böyle bir söylemeyi bekleyenler, umanlar olmuştur, onların da gönlünü kırmamak gerekir, diye düşünerek belirtme gereksinimi duyduk.- bir fanus içinde korumaya alındığı, sergilendiği zehabına kapılacaktı ara sıra. Ne feci bir şeydi bu. Filhakika bunun feciliğini, bunun fecaatini yalnızca Musa ve diğer üç kişi onamayacak değildi. Umulan onamaya başkaları da bulunabilirdi. 

Onayacak başkalarının –mesela Osman, yaşasaydı mesela Mahmut, yaşasaydı mesela Selahaddin- olabilirliğinin olasılığını da gerçeğe dönüştürmeliydi. Ve fakat bunu nasıl başaracaktı? Başaramadığı takdirde yaşamında bunu yeni bir falso olarak mı görmeli, değerlendirmeliydi? Hem de ne falso. Feza derinliğinde bir falso. Fezada var olduğu söylenen kara deliklere benzer bir falso. Felç yemiş kadit bir itin kıvranışları kadar acıklı, ağrılı bir falso. 

Birden Sacit’in gözü önünde felç geçirmiş kadit bir it figürü belirdi. Belirmekle kalmayıp bir de ete kemiğe büründü. Kadit itin feniklemeleri öylesine bir fecaat örneği sergiliyordu ki Sacit ne yapacağının şaşkınlığı içinde kalakaldı. Derin derin nefes aldı. Ferahlamayı umuyordu, ferahlamanın yollarını arıyordu. Bulur gibi olup flu düşünce dünyasından çıkmak umuduyla yerinden kıpırdadı bir iki adım atıp köşe başında durdu. İhtiyar ile ellerini sırayla dinlendiren kara giysili kara papaklı adama baktı. 

O ikisi dünyadan bihaber hala heyecanla konuşup duruyorlardı. Öylesine birbirlerine dalmışlardı ki dünya harap olsa, yeri göğü feryat figan tutsa, ardı ardına facialar, fırtınalar kopsa, sabiler, gözü açılmamış kediler, köpek enikleri fellik fellik ebeveynlerini –kedi ve köpeklerin işi bu konuda pek zor, onlar sadece analarını arıyorlardır- aramaya koyulsa, yanardağlar lav püskürtse, Füsun karda yürürken düşüp bir yerlerini incitse ve ağlasa umurlarında olacak değildi. Filvaki ne gamsız insanlardı bunlar böyle? Bunlara insan demek caiz miydi? Cübbeli cübbesiz müteali dünyadan haber aldığının hem söyleyeni hem tek kanıtı kendisi olan bilge birini bulup sormalıydı ve fakat şimdi sırası değildi. Fır Şeref firar etmişti bu kesindi.

Kesinlik yeter miydi? Yetmeli miydi? Ya o kimliksiz adam kimin nesiydi? Sacit’in aklına bu ifritçe sorular nereden ve nasıl hücum ediyor, tanrı bilir. Kimliği meçhul şahsa bir kimlik bulunması acil bir sorun olarak algılanmıştı Sacit tarafından öyle ise bu sorun ivedilikle çözümlenmeliydi. Bir kimlik bulmalıydı. Bulamasa! Ya bulamazsa –ki bu gidişle bulacağa benzemiyordu, neyin ucundan tutsa elinde kalıyordu görüldüğü gibi- kendini aç bir ağaç kurdu gibi yer bitirmez miydi bu merak? Hiç kuşkusuz yer bitirirdi. Öyle görünüyordu ki kendini yiyip bitirecekti ve buna karşın bir çare, bir çözüm de ufukta gözükmüyordu. Acaba bu ellerini sırayla dinlendiren kara giysili kara papaklı adam kendisi buradan gider gitmez mi bitivermişti ve hemen ihtiyarın yanına koşmuştu? 

Tıpkı büfeciden izin aldığı her halinden belli olan Limoncu gibi. Limoncu’nun büfeciden izin aldığını şıpın iş anlamıştı, böyle bir anlayışa oldum olası sahipti Sacit ve bu anlayışın tartışılmaya açık bir yanı yoktu. Ellerini sırayla dinlendiren kara giysili kara papaklı adam belki de Limoncu’nun arkadaşıydı. Hali hazırda limonlar satmak için çığırtkanlık yapan adam yorulunca –Limoncu kara giysili değildi. Pantolonu kahverengiydi ve palto yerine lacivert gocuk giymişti ve papağı da yoktu ve eldivenleri de yoktu ve ellerinin dayanılmaz üşümesini iki elini ağzına götürüp hohlamayla çözmeye çalışıyordu ve bunu sık sık yapıyordu ve yorulmuyordu ve hiç üşümemiş bir sesle limon müşterisi olabilecek insanlara sesleniyordu ve seslenmesini kimse iplemiyordu ve kimse dönüp bakmıyordu ve Limoncu neredeyse vazgeçecekti- kendisi geçecekti Limon sandığının başına ve seslenecekti limon müşterisi olma ihtimali olanlara. Belki o çığırtkanın yerini alacak olandı. 

Allah'tan limon sandığını kendi nirengi noktası olan trafik levhasının dibine koymamışlardı. Belki buna niyetlenmişler ve fakat ihtiyar şiddetle karşı çıkmıştı belki ve belki de Limoncu’nun ortağı olma ihtimali olan ve ellerini sırasıyla dinlendiren kara giysili kara papaklı adam ihtiyarı ikna için uğraşıyordu ve belki ihtiyar ölümüne direnmişti ve ölümüne direnecekti. Ve belki ölümüne direniyordu ihtiyar ve ellerini sırayla dinlendiren kara giysili ve kara papaklı adam son kozunu oynuyordu çaresizce. Hayır! Limoncu’nun arkadaşı değildi o adam! Belki o adam bu ihtiyarın yıllar önce E.Kentinden İ.Kentine göçen ve bir daha yıllar –belki elli, belki altmış yıl- sonra çıkıp gelen amcasının oğluydu ve iki amca çocuğu doyasıya hasret gideriyorlardı. Belki amcaoğlu değil de ihtiyarın adını sık sık duymasına karşın hiç tanışmadığı bacanağıydı.

 Belki o adam bu ihtiyarın hiç tanımadığı bacanağı değil de uzun süredir küs olduğu kayınbiraderi veya kayınbiraderinin kardeşi veya kayınbiraderinin dayısı veya kayınbiraderinin amcası veya kayınbiraderinin amcası değil de kayınbiraderinin halasının kocasıydı. Belki kayınbiraderinin halasının kocası değil de, kayınbiraderinin dünür babasıydı, belki kayınbiraderinin dünür babası değil de kız kardeşinden olma yeğeniydi. 

Belki kız kardeşinden doğma yeğeni değil de büyük abisinden olma yeğeniydi belki de büyük abisinden değil de abisinden bir küçük kendisinden bir büyük kardeşinden olma biriydi yahut onlardan biri değil de dün akşam borç aldığı –ihtiyarın borç alma ihtimalinin olmadığını kimse savlayamaz herhalde. Nihayetinde ihtiyarın da birtakım ihtiyaçları vardır ve onlardan bir kısmını gidermeye geliri yetmemiştir ve ister istemez borç için bir kapı çalmıştır, nihayetinde ihtiyar ağaç kovuğundan çıkmadığı gibi, ağaç kovuğunda da yaşamıyordur ve dolayısıyla borç almasında her hangi bir tuhaflık görülmemelidir.- ve sabah ödeyeceğini söylediği ve fakat sabah olunca aldığı borcu ödemediği için peşine düşen alacaklı yan komşusuydu. Belki o adam bu ihtiyarın alacaklı yan komşusu değil de ihtiyarın hiç görmediği kendinden küçük dayısıydı. 

Belki küçük dayısı değil de büyük dayısıydı. Belki büyük dayısı değil de büyük dayısından bir küçük olan dayısıydı. Belki anne tarafından değil de baba tarafından bir akrabaydı amcaoğlu olmamasına karşın büyük amcasının bizzat kendisi olabilirdi ve büyük amcası belki ihtiyarla aynı yaştaydılar belki yaşıttılar ve hatta bu amcayla adaş bile olmuş olabilirler. 

Belki adaş amca değil de amcasının baldızının kocası olabilirdi bir tarla bir toprak bir miras sorunu için bir araya gelmişlerdi belki de bunlardan hiç biri değildi de mahalleden biriydi. Yahut belki de cami cemaatinden –ihtiyarın sabah namazlarının müdavimi olduğuna dair birtakım çıkarımlar yapmıştı Sacit durup dururken kendi kendine ve bu çıkarımlara güvenerek öyle bir ussal yürütmede bulunmuştu, hani sorulsa ki o çıkarımlar neler? Hapı yuttuğumuzun resmidir, çünkü tanrı bilir Sacit o çıkarımlara nasıl ulaşmıştır, nasıl bir us yürütmedir bu, içinden çıkılamaz- biriydi o adam. 

Belki cami cemaatinden biri değil de her gün itiyat edindiği saatlerde geçtiği sokaklarda karşılaştığı ve böylece azımsanmayacak-çok görülecek bir aşinalık edinmişti ve işte o aşinalardan biriydi. Belki o aşinalardan biri değil de her gün takıldığı kahvehanenin bizzat sahibiydi ve ihtiyara niçin bugün kahvehaneye gelmediğini soruyordu öyle ki adam sabahtan beri sokaklarda kendisini arıyordu meraktan çıldırmıştı, ihtiyarı böyle bir davranışa iten saik veya saikler nelerdi? Kendisinden veya kahvehanesinden kaynaklanan bir durum ise bunu kendisinin bilmesinin gerektiği ortadaydı bu onun en doğal hakkıydı işte bu doğal hak nedeniyle şimdi kendisini sorguluyordu. 

Belki kahvehane sahibi değil de garsonlardan biriydi. Ve kahvehanenin sahibi garsonu ihtiyarı bulmak için göndermiş ve o da işte bulmuştu ve şimdi işte ihtiyarı sorguya çekiyordu ve işte bu yaptığının ayıp olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Belki ihtiyarın her zamanki gittiği kahvehanenin her hangi bir çalışanı sorumlusu değil de kahvehane müşterilerinden biriydi bu adam. 

Belki bu adam kahvehanenin müşterilerinden biri değildi de her zaman çöplerini aldığı yatalak kadının bir yakınıydı –Sacit nedense bu ihtiyarın yatalak bir kadının ihtiyaçlarını gördüğüne ilişkin bir görüşe sahipti ve elbet söylememize gerek yok ki, böyle bir görüşün temelinde ne var, bilmiyoruz. Hem bilmemiz de gerekmiyor. Hem bilince ne olacak? Hangi soruna çözüm, hangi yaraya bir merhem, hangi sancıya bir damla olacak? Böyle bir şeyin olma ihtimali yok mesabesindedir, anlamsız itirazlar kimseye bir şey kazandırmaz, hani kazandırır diyene kazandırdığı söylenen şeyi göster deriz.- ve niçin bu sabah çöpleri almadığını soruyordu kendini acındırarak. 

Çöpleri almadığı için kedilerin çöpleri ortalığa dağıttığını ve dağıtılan çöplerin ortalığı leş bir kokuya boğduğunu, ortalığa yayılan o leş kokudan mahallelinin rahatsız olduğunu, rahatsız olan mahallelinin zavallı yatalak kadını il sağlık müdürlüğüne şikâyet ettiklerini, bunun üzerine il sağlık müdürlüğü günün tatil olmasına aldırış etmeden işe koyulup kadını evinden zorla götürdüklerini ve yatalak kadının tekrar evine gelebilmesi için kendisinin gidip bir daha bu iş aksatmayacağına dair resmi makama güvence vermesi gerektiğini anlatıyordu da ihtiyar bu anlatılanlardan bir şey anlamadığını anlatan kişiye kendisini biriyle karıştırdığını söylüyordu. 

Belki o da değildi. Belki ihtiyarın yanında hiç kimse yoktu. Belki direğin gölgesi ete kemiğe bürünmüştü ve insana dönüşmüştü belki insana dönüşmemişti de kendisine öyle geliyordu. Yoksa durup dururken ne diye demir bir direk, –hem de bu havada, hani hava sıcak olsa neyse, belki çok az belki çok azdan bir az çok belki bir azdan azıcık az bir ihtimal de olsa düşünülebilirdi böyle bir şeyin olabilirliği- bir uyarı levhasının kendisi ve asılı durduğu direk bir insana, etten kemikten bir insana dönüşsün de ihtiyarın ağzına düşecek kadar kendini kaybetsin? Böyle bir şeyi en uçuk bir us dahi kabul edemez. Ve fakat Sacit kendisine böyle gelebileceğini kabul ediyordu. Yani cisimleşme yok da, kendi görmesiyle ilgili bir sorun. Yoksa demir levhanın mücessem bir boyutu olduğu söylenmiyor. Mücessem bir boyutunun olmayışını dinsel saiklerle söylemiyor değil de mantıksal bir zorunluluk olarak dile getirilemezliğinden ötürü söylemiyor. 

Belki ihtiyar tek başına nirengi noktası trafik uyarı levhasının altında duruyor ve kış güneşinin doğurduğu gölgeyi bir insan olarak alıyordu. Almıştı. Aslında ihtiyar yalnızdı belki de. Belki.. hani belki ihtiyarın kendisi dahi bir birsam olamaz mıydı? Oldu olacak kendinin de bir birsam olduğunu söyle! Çıkışını yaptı Sacit. Aslında söyleyebilirdi ve hatta söyler gibi oldu, söylemekten ziyade soru biçeminde dile getirir gibi oldu ve dedi ‘Ben Füsun’un kapıldığı bir birsam olamaz mıyım? Yahut karabasanı?’ 

Böyle deli-divane, şirazesini kaybetmiş gibi Füsun'un etrafında dönmesinin tek ve makul açıklaması olmaz mıydı? Sacit’e öyle geliyordu ki olurdu. 

- Olur, olmasına ama üşümeseydim belki! demişti kendisi.

- Üşümenin kendisi de bir karabasan olamaz mı? Somut bir şey değil de bir bilgi! diye yanıtlamıştı, kendisini.

- Bu durumda hiçbir şeyin içinden çıkılmaz ki, demişti kendisini yanıtlayana.

- Çıkmayı gerektiren bir zorunluluk mu var? diye sormuştu kendisini yanıtlayanı yanıtlayana.

- Üf, demişti biri, diğerine.

- Üf, diye karşılık vermişti üf diyen diğerine.

Kimdi bu adam? Kimdi ve ihtiyardan ne istiyordu? İhtiyar mı adamın önüne çıkmıştı adam mı ihtiyarın yanına sokulmuştu? Kendisini arayan bir sivil polis olma olasılığı var mıydı? 

Yine mi sivil polis, kaldıramam! demişti fısıltıyla Sacit kendi kendine. Niçin bu ihtimali es geçiyoruz, ne de olsa bir olaya tanık olduk, bir cinayet tanık olduk ve tanıklık yaptık ve fakat eksik bir şeyler bırakmış olabiliriz ve bunun üzerine emniyet peşimize birini göndermiştir, niçin olmasın? diye yanıtlamıştı fısıltıyla. Güneş ve kar buluşmasının bir oyunu olma ihtimali daha hoş! diye fısıldamıştı kendi kulağına. 

İçindeki bütün sesleri susturur gibi olmuştu bir anda. Ve bu bir anlık suskunluk hiç anlamadığı bir coşkuya sokmuştu Sacit’i. Demek ki Sacit’in böyle bir duruma acil gereksinimi vardı ve bu gereksinim fazla bir uğraşı gerekmeden giderilmişti. Evet, güneş ve kar gözlerine oyun oynamıştı. Ve pat pat diye ses çıkaran tabancanın sesi eşlik etmişti ve bedenine saplanan kurşunlarla biraz havalanıp sonra yere yüzüstü kapaklanan Mahmut Yıldırım'ın görüntüsü yanlarındaydı ve henüz Sacit kendisine gelmemiş olmalıydı. Bu tali sokağı kazasız belasız geçebilirse ve eğer ihtiyarın yanına kazasız belasız varabilirse o vakit ihtiyar onun için bir liman olabilirdi. Hatta ihtiyara kendisi için bir liman olup olmayacağını sorabilirdi ve hayır yanıtına karşın hazırlıklı olmak için biraz alıştırma yeterli olurdu. Zira sigara paketi yanındaydı ve ihtiyara rüşvet olarak bir tek sigara daha uzatabilirdi ve ihtiyar bu ikramın bir rüşvet olduğunu anlamazdı –anlamasına fırsat vermezdi diyelim- ve hemen liman olması teklifini kabul ederdi ve ihtiyar bu teklifi kabul eder etmez Sacit kendini bırakırdı, kendini dinlenmeye alırdı tıpkı kızağa çekilen her hangi bir gemi gibi ve ihtiyar belki “dandini dandini dasitana” diye başlayan ninniyi söyleyerek yorgunluğunu almasına yardımcı olurdu ve Füsun'un dershaneden çıkış saatine kadar gözcülük yapardı ve iyi ki İhtiyar vardı. İlk kez ihtiyarın varlığı Sacit’i sevindirmişti ve hatta gönendirmişti ve hatta neşelendirmişti ve hatta kendi kendisini tebrik etmesini sağlamıştı ve hatta ‘Keşke Öteki olsaydı!’ bile dedirtmemişti.

- Beni ezberlerime bırakmayın! Beni ezberlerime bırakmayın!’ diye adeta kükredi içinden Sacit. 

Niçin böyle bir çıkış yaptığını Allah sizi inandırsın bilmiyoruz. Ve hatta Sacit’in kendisinin dahi bu çıkışın nedenini bildiğini sanmıyoruz. Kesinlikle bilmiyordur. Sacit bunalmıştı. Bunaldığı her halinden belliydi ve bu bunalım ve bungunluktan çıkış için kendince bir yol arıyordu ve arayışları kuşkusuz amatörce idi. İhtiyarın yanındakinin kimliği konusunda bir aydınlığa kavuşmadan köşesine, nirengi noktası olarak aldığı trafik uyarı levhasının asıl durağına gitmesi pek olası değildi. 

Yeni baştan ihtiyarın yanındakinin kimliği üzerine düşünmeye, bir im bulmaya çalıştı. Elbette Öteki değildi. Öteki olmadığı kılık-kıyafetten önce boy konusu gelmişti. Boyu tutmuyordu. Ve Musa da değildi onun da kılık-kıyafetten önce boy hususu onun – Musa’nın- olma olasılığını elemişti. Ya üç kişi? Bak bu üç kişi işi biraz karışıktı. Ne kılık-kıyafet ne de boy onlardan birinden biri olma olasılığını eler gözükmüyordu. Üç kişiden biraz uzun –kendisinden biraz kısadan biraz uzun, kendisinden biraz kısa olandan biraz daha kısa olandan biraz değil de epey uzun olan- olanı olmaz mıydı?  

Bu adam da o uzun olanın boyundaydı ve ihtiyardan uzuncaydı. Hal böyle olunca ihtiyar iki de bir başını kaldırıp ve hatta ayakkabılarının burnunun üzerine basarak başını kaldırıp ve başını dik tutmaya çalışarak kendisini can kulağıyla dinleyen ellerini sırasıyla dinlendiren ve kara giysili kara papaklı adamın gözlerinin içine bakmaya çalışıyordu. 

Yine de kuşkuluydu. Belki üç kişiden biraz uzun olan değil de biraz uzundan biraz kısa olandı ihtiyarla heyecanlı-heyecanlı konuşan ve arada bir sağına soluna dikkatli bakışlar savuran. Ki zaten üç kişiden biraz uzundan biraz kısa olan etrafına kuşkulu bakışlar fırlatmakla meşhurdu ve çevresinde ‘pimpirikli’ diye tanınırdı. Pimpirikli tanımını kim yapmış ve kim üç kişiden biraz uzundan biraz kısa olanın üzerine bir etiket gibi yapıştırmıştır bilinmiyor. Hani bilinmiyor desek de her hangi bir tahminimiz olmadığını da söylüyor değiliz. Tahminimizce bu tanımı yapan ve bir etiket gibi yapıştıran ihtiyar adamın çöplerini toplamakla mükellef olduğu yatalak kadının kaldığı binanın üçüncü kattaki kiracısıydı. Yine de günahını alırız kaygısıyla dillendirmekten çekindik. Çekincemizin temeli konusunda başkaca argümanlar da dile getirebiliriz veya getirebilirdik ve fakat gereği olduğunu düşünmüyoruz.

İhtiyar adamın yanındaki gizemli kişinin kara giysili adamın üç kişiden ilk –boy bakımından elbet- iki kişinin olmadığını olanca çıplaklığıyla görüyordu Sacit. Görüyordu görmesine ama bir ipucu yakalamanın gereği üzerine böylesi uslamlamalar yapıyordu. Yoksa kendine yönelik bir nemesis –Füsun olmasa biz ne yapardık? Neyi nasıl tanımlardık? Sacit’in aklına böyle süslü bir sözcük nasıl ve nereden düşerdi? Elbette böyle bir olasılık yoktu olmayacaktı, Allah vere de bu ‘nemesis’ sözcüğü isabetli bir biçimde kullanılmış olsun, hani bir de yerli yersiz konulup kullanılıyorsa işimiz var, nemesis’in Olympos’un tanrısal cezalarından biri olduğunu tahmin ediyoruz- tasarımının gerçekleştirmesine yönelik uslamlama değildi. Ölümle sonuçlanan bir işkence kabilinden öç alma girişimi değildi yani. 

Böyle bir şey ne bizim ne Sacit’in aklının ucundan geçmiş değildir. Bütün bu olup bitenlerin sorumlusunun ihtiyarın bütün itirazlarına karşın –anımsanacağı gibi buradan ayrılmak için hamle ettiğinde ihtiyar, niçin gittiğini, niçin kendisini burada yalnız bıraktığını, eğer küçük su dökme gibi bir ihtiyacı varsa sinemanın olduğu binada yüznumara olduğunu, o da olmadı Lala Paşa camiinin daha yakın olduğunu anımsatmış ve gitmemesini istemişti- gitmekte diretmesi ve gitmesi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Ki kendisi de –Sacit’in- bunu dillendirmek üzereydi ve fakat acele etmemeyi kendisine ihtar edip duruyordu. Hem kendisini suçlasa ne olacaktı ki? Neyi değiştirecekti? Hiçbir şeyi. Belki daha bir bunalacak, belki daha bir yaralanacak, belki daha bir örselenecek, belki daha bir bedbin olacak, belki daha bir zedelenecek, belki daha bir sinecek, belki daha bir feveran edecek, fimabad belki daha bir fena olacaktı. Kendini suçlamanın kişiye bir yarar sağlamayacağını, sağlayamayacağını elbet biliyordu Sacit. Kendini suçlamak başkalarını suçlama kolaycılığının bir başka açılımı, bir başka sürümüydü. Sacit’e gereken kuşkusuz gerçek bir çözümdü. Hem sıradan bir çözüm de olmamalıydı. Sıradan her çözüm bir kaçıştı ve Sacit kaçmayacaktı. Ne yapacaktı? Bilmiyoruz. Kendisi de bilmiyor. 

Füsun’u görebilecek miydi bugün? Bu bekleyişin sonunda, göğüs gerdiği bunca sıkıntının ardında elde etmeyi umduğu şeye ulaşabilecek miydi? Yalnız gelmemeliydi. Şimdi yalnız geldiğine ilişkin dev bir pişmanlık boğazına sarılmıştı. Ya yalnız gelmemeliydi ya da kendisine ait olan köşeyi terk etmemeliydi. Hem ne güzel bir konuğu da olmuştu –burada sözü edilen ihtiyardır- hem ne güzel vakit geçiriyordu. Sohbet ediyor, latifeler yapıyor, latifeler dinliyor ve zaman su gibi akıp gidiyordu. Kendinde olarak olan her şeye tanık oluyordu. Ve fakat işte gitmişti. Ve işte yalnız gelmişti. 

Hani Musa’nın duracağına, kendisiyle birlikte üç saat geçireceğine aklı yatabilse ‘Keşke Musa ile gelseydim!’ dahi diyebilirdi. Diyemezdi çünkü Musa kendisiyle birlikte –veya yalnız- kimseyi üç sat bekleyecek tıynette değildi. Doğruya doğru asla kabul etmezdi ve hatta böyle bir teklifte bulunanı bin pişman ederdi teklifi yaptığına. Yaptığına yapacağına lanetler savururdu hem de en galiz küfürlerle yapardı bunu. Musa ile olmaz. Belki, belki üç kişiden biri bekleyebilirdi ve fakat üç kişiden birini nasıl koparabilirdi ki? Buna olanak var mıydı? 

Yanıtı bilinen bir soruyu sormanın aptallık olduğunu bile bile bu soruyu kendisine yönelten Sacit yüzünü buruşturdu. Üç kişi bir araya geldiğinde var olan bir varlıktı. Bir balık su dışında neyse kendisinden biraz kısa olandan biraz uzun olan, kendisinden biraz uzundan epey kısa olan ve kendisinden az biraz uzun olmakla aralarında bir farklılık bulunun üçün birinden hangisini nasıl koparabilirdi de buraya getirirdi ve hem de bunu üç saatten biraz fazla veya üç saatten biraz az bir süre kalmasını sağlar vakit geçirir, gücünü korurdu. Var mıydı böyle bir olanak? 

Mavi kar ne kadar olası ise o da o kadar olasıydı. Yahut güneşin batıdan doğup doğudan batmasıydı. Böyle bir şeyin olmasının düşünülmesi bile abesti. Güneş nereden doğarsa oraya doğu denirdi, güneş nereden batıyorsa oraya batı denirdi. Buncacık şeyin ayırdında olmamak ne kötüydü. 

Ve Sacit ne kadar kötü bir durumun içinde olduğunu ancak, yeni yeni anlıyor gibiydi. Ve Sacit, bu kötü durumun git be git yoğunlaşmasını engelleyecek tek şeyin dershanenin dağıldığına ilişkin bir takım işaretlere vakıf olmasının olduğunu görüyordu. Ve fakat ne yazık ki dershanenin dağılmak üzere olduğuna ilişkin hiçbir işarete vakıf değildi, etrafını saran sis bu yüzden kesif daha ürkütücü bir hal alıyordu. Ve Sacit bunu görüyordu. Gördükçe umudu tükeniyordu. Gördükçe ayakta durması zorlaşıyordu. Gördükçe kendini kaybediyordu. Gördükçe içindeki sızılar daha keskinleşiyordu. Gözlerini yumdu. Sımsıkı yumdu. Göz kapaklarını bastırdı. Bastırdı. En ufacık bir boşluk bırakmadığına kani olur olmaz bıraktı göz kapaklarını sıkmayı. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın göz kapakları açılmamalıydı. Keşke açılmasaydı. Şuana kadar gördüklerinin hiç birini görmemiş olsaydı. 

Hayır, hayır Füsun’u gördüğü ana kadar götürmeyecekti bu keşkeyi. O andan sonra birçok şey değişmişti ve hoştu. Hoş olmayan bugünkü bekleyişe ait olanlardı keşke onları görmeseydi, diye düşünüyordu. Tanrı korusun Füsun’u görmeden ne anlamı olurdu ki hayatın? Bir ot gibi yaşamaya yaşamak derse yaşamı öyle olacaktı. Ot gibi olduğunun kanıtı Füsunu gördükten sonra –aslında görmek değil de fark etmek desek meram daha iyi anlaşılır ya, anlayamadığımız bir inat uğruna Sacit fark etmek yerine görmeyi yeğliyordu, yeğliyor- olanlarla görmeden önce olanlar arasındaki farktı. Sözcükler bile gerçek yüzlerini, anlamlarını, derinliklerini, ahenklerini Füsun fark edildik –pardon- görüldükten sonra ortaya çıkmamış mıydı? Öyleydi bu apaçıktı. 

Demek ki Füsun görülmesi kendi yaşamının anlamı için zorunluydu. Kaçınılmazdı. Güneşin yaşam için kaçınılmaz oluşu gibi. Havanın yaşam için kaçınılmaz oluşu gibi. Suyun, toprağın, enasır-ı erba’in yaşam için kaçınılmaz oluşu gibi. Direnmeliydi. Buncacık sıkıntı, buncacık bir bungunluk, buncacık bir ıstırap, buncacık bir çaresizlik geçmişte olan her şeye küfrü haklı çıkaramazdı. Çıkarmamalıydı. Ve daha fazla beklemeden şu eşiği aşmalıydı. Aşmak zorundaydı. Aşacaktı. İhtiyarın yanındaki ellerini sıra ile dinlendiren siyah giysili, siyah papaklı adam gider gitmez gidecekti de. Belki gitmesini bile beklemeden gidecekti. Fazla uzatmadan. 

Nihayetinde durdukları o köşe kendisinindi. Kendisinin olduğuna ihtiyar da tanıklık ederdi. Eğer ki kara giysili kara papaklı adamın yalancılar kahvesinden tanık bulup getirmiş olmasın. Getirmeye kalkmasın. Kimse kalkıp ihtiyarın yalancılar kahvesinden biri olduğunu savlayamaz. Ayıptır. Günahtır. İhtiyarın o taraklarda bezi olmadığını anlamak için bir kere dikkatlice gözlerinin içine bakmak yeterliydi. Öyle anam-anam bir incelemeye gerek bile yoktu. Şöyle bir gözlerinin içine bakmak, elini tutup nabzını kontrol etmek yeter de artardı bile. 

Yalancı kahvehanesinin müdavimlerinin birtakım işaretleri vardır ki bir bakışta anlaşılmalarını sağlar ve böylelikle onlara gereksinim duyanlar hemen ulaşır. Yoksa onları bulmak için insanın ayaklarına kara sular iner. Gözleri kararır, dizlerinin bağı çözülür. İvedilikle çözümlenmesi gerek şey gecikir bu gecikmenin akabinde kişi kim bilsin ne gibi yaptırımlarla karşılaşır. Tanrı korusun! Bakarsın borcunu inkâr için kıvranan ve tanığa gereksinim duyan gariban inkâr ettiği borcu ödemek zorunda kalmış, bakmışsın nahak yere koydurduğu haciz kaldırılmış, bakmışsın gaspçı gaspının cezasını çekmek zorunda kalmış. 

Demek ki yalancılar kahvesinin müdavimleri çok çabuk tanınmalı, çok çabuk ulaşılabilmeli. Ve fakat ihtiyarın böyle olmadığının, yani yalancılar kahvehanesi müdavimlerinden biri olmadığının apaçık kanıtlarına karşın salt Sacit’in nirengi noktasının, trafik uyarı levhasının bulunduğu köşesinin gaspı için öylesi bir düşünceyi ima edecek olanların varlığının olabileceği düşüncesi, böyle bir kuşkunun kendini yoklaması karşısında Sacit bildiği tüm kısa sureleri hızlı hızlı okumaya böylece şeytanın içine düşürdüğünü düşündüğü vesveseden kurtulmaya kalkışmasında bir gariplik yoktur herhalde. 

Böyle düşünüyordu Sacit. Elbet bir gariplik yoktu ve düşüncesinde isabetliydi Sacit, her hangi biri yahut her hangi birileri  –diyelim Sacit’i çekemeyenlerden biri, belki bu çekemeyenlerden bir kısmı boyundan ötürü çekemiyordu Sacit’i mesela Musa böyle olabilirdi çünkü Musa’nın boyu Sacit’den kısaydı bilindiği gibi, mesela çekemeyenlerden bir kısmı hafızasından ötürü çekemiyor olabilirdi, kendi hafızasından mustarip olduğunu sık sık söyleyen Öteki gibi ve daha niceleri- isabetli olmadığı savında olsa bile, şu bilinen bir gerçektir ki içinden çıkılmaz- çıkılamaz şeyler karşısında her çiğ süt emmiş erkekten olma kadından doğma canlı varlık gibi bilmediği sözcükler yahut bildiği sözcüklerle yakarıda bulunurdu ve genel de yakarıları, yakarışları başının sıkıntıda olduğu zamanlara denk gelirdi ve bundan yüksünmezdi de ve işte Sacit de daralmıştı, bunalmıştı, derin bir bungunluğa yuvarlanmıştı, insanı lime lime eden vesveselere boyanmıştı ve kan ağlamaktaydı içi ve yapacak bir şeyi yoktu yakarmak öte. 

Yakarmaktan başka çıkar yol yoktu. Kendisini bu halden çıkaracak yegâne şey yakarıydı. Yakarmalıydı. Yakarmak için çıkmalıydı yol. Daha fazla durmamalıydı. Boydan boya ikiye bölünmek üzereydi, bir kâğıt parçası gibi yırtılmak, bir dağ gibi çökmek, kocamış bir çınar ağacı gibi yarılmak üzereydi ve hatta kendisi kabul etmese de yarılmıştı sanki. Sanki parçalanmıştı ve yeniden bir araya gelmek, huzura kavuşmak, yaralarını iyileştirmek için hemen yapmalıydı hemen diz çökmeliydi hemen secdeye kapanmalıydı hemen her iki elini de açmalıydı göklere ve en içten, en samimi, en çaresiz bir ruhla başlamalıydı, yol çıkmalıydı daha fazla ertelememeliydi. Yakarıya çıkmıştı ve vesveselerden kurtulmaya çalışmıştı. Çalışıyordu. Çalışacaktı da. Çalışmalıydı da.




<<Önceki                                     Sonraki>>


Cemal Çalık, 17.03.2017,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Kumpas, Roman 





Sonsuz Ark'tan
  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.

Seçkin Deniz Twitter Akışı