"Bir düşünceden, bunalmışlığın doğurduğu bir düşünceden öte bir gerçekliği olduğuna ilişkin kanıtlardan yoksundu Sacit ve eğer Musa’nın temsilcisi saat onu –Sacit’i- bu düşsel girdaptan çıkarmazsa, çıkaramaz ise ne olacaktı?"
Bölüm İki
-3-
Düşsel sıkıntılardan, kurgulanmış acılardan haz aldığını şuradan biliyoruz ki Musa’nın gerçekliğin kurguladığı-kurguladıkları gibi –Öteki ve Sacit’in yaptıkları yani, yani onların dış gerçekliğe karşı takındıkları, algıladıkları, duyumsadıkları ve savladıkları gibi- olmadığına ilişkin olanca ısrarına, olanca baskısına, olanca çabasına, olanca gayretine, olanca didinmesine, bir ton yahut bir buçuk ton yahut ondan daha az veya bir buçuk tondan az daha fazla kanıtlar ileri sürmesine karşın, -hem öyle yenilir yutulur kanıtlar olmadığını, epey bir sağlam, epey bir dirençli, epey bir ciddi, epey bir kesin, epey bir keskin, epey bir açık, epey bir elle tutulur kanıtlar olduğunu belirtelim- Sacit ‘la’ demiş ‘illa’ya geçmemekte diretmişti.
Musa gerçekçiydi. Kaskatı bir gerçekçilikti belki, belki sakıncaları olan bir gerçekçilikti ve fakat yaşam karşısında gerçekçiydi ve Musa’nın yaşamla uyumlu bir gerçekçiliğin sahibi olduğu belliydi. Musa Öteki’nden de gerçekçiydi. Bir kere her şeyden önce, herhalde kendisinin de bulunduğu ortamlarda gönül sorunları, gönül konuları açıldığında, ev kurma tasarısı kuranların suratına, kurulu her evin dipsiz bir ambar olduğu ve kurulmaya namzet her evin dipsiz bir ambar olacağı gerçeğini göz önünde bulundurarak tasarımlarına devam etmelerini ortaya atardı. Konuşanların, birtakım tasarımlar içinde olanların heveslerinin sözcüğün tam anlamıyla içine ederdi.
Bir keresinde Sacit müstakbel düğününün –Füsunla olacak düğün- kırk gün kırk gece süreceğine ilişkin düş kurmuştu kurulan düşün özünde ve temelinde ve bütününde ve üstünde ve altında ve genelinde ve yanında ve yöresinde ve hem tek hem her köşesinde gelin ile damadın gerdek odasında kırk gün kırk gece geçirileceği vardı ve Musa olanca gerçekçiliğiyle bu düşün karşısına dikilmişti hem de hiç hatır gönül saymadan, hem de hiç hatır gönül dinlemeden, hem de düşselliğin kendine özgü ölçütlerini saymadan, düşselliğin kendine ait bir dünyası olduğu gerçeğini göz önüne almadan, hem de düşlerde gösterilmesi gereken hoşgörüleri umursamadan ve hatta düpedüz bunlara şiddetli bir şekilde karşı çıkarak ‘Kırk gün kırk gece kim onlara –gelin ile damada- yemek verecek?’ demişti.
Buz gibi bir hava esmişti kahvehanede, Sacit ve Öteki ve Musa ve diğer üç kişiden oluşan meclisin içinde bir karabasan belirmişti, bir al karısı ortaya çıkmıştı bir yecüc mecüc saldırısı vücut bulmuştu, bir dev anaları panayırı kurulmuştu, zehirli soluklar duyulmuştu. Bu nasıl bir vicdansızlık, bu nasıl bir insafsızlık, bu nasıl bir düşmanlık, bu nasıl bir kıskançlık, bu nasıl bir düşüncesizlikti?
Sacit ‘Ben veririm’ demesini beklemişti Öteki’nden ve fakat Öteki böyle bir şey dememişti. Ve Sacit ne diyeceğini bilememişti çünkü bir hazırlığı yoktu böylesi bir soruya karşı, çünkü böyle bir sorunun sorulabileceği, böyle bir sorunun akıllarda gezineceği hiç usuna gelmemişti, hem sahi yemek neydi? O da nereden çıkmıştı? Gelin ile damat gerdek odasında yemek mi yiyeceklerdi? Ve işte Öteki’nden hayır yoktu kendisinde bir hayır olmadığı gibi. Ve zaten soruyu soran Musa olduğu için ondan da gelecek bir hayır olmadığı belliydi. Geriye diğer üç kişi kalmıştı ki onlar çoktan dalıp gitmişlerdi düşsel düğüne. Hala düşsel düğünün düşsel alanındaydılar ve o düşsel düğünde ikram edilmesini umdukları, ikram edileceği muhtemel içeceklerden doya doya içmekle meşguldüler.
Ve fakat Öteki böyle yapmamalıydı, öteki hiç değilse kaşlarını çatmalıydı, hiç değilse yüzünü karartmalı, öfkelendiğini belli etmemeliydi eğer ki maddi sıkıntılardan ötürü ‘ben’ dememiş idiyse. Öteki böyle sus pus durmamalıydı, susmamalıydı. Kendisi –Sacit- Öteki’nin kırk gün kırk gece sürecek gerdek gecesi için yemek işini rahatlıkla yerine getirirdi, eğer yemek yenilecekse, eğer yemeğe gereksinim duyulacaksa, varsın parasal sıkıntıları olsun gider birilerinden borç alırdı, kitaplarını giysilerini, özellikle de Hislon saatini rehin verir yemek masrafından kaçınmazdı. Varsın böyle bir şey aklına gelmemiş olsun Öteki’nin.
Ya şimdi niye susmuştu. Gerçekçi damarı tutmuş olmalıydı. Öteki Musa kadar gerçekçi olmasa da arada bir gerçekçi damarı tutardı. Öteki’nin gerçekçilik damarının tuttuğu zamanlar genelde kendisini –Sacit’i- kızdırmaya yönelik zamanlar olurdu ve hatta Öteki bunu rahatlıkla sergilerdi. Yani kendisini –Sacit’i-, yani göbekleri bir kesildiği söylenen arkadaşını kızdırmak için yaptığını gizlemezdi. Yoksa diğer zamanlarda –haftanın yedi günü, bir araya geldikleri her zaman- kendisi de –Öteki- Sacit gibi yorumlardı olan biteni, Sacit gibi yaklaşırdı tüm olan bitene ve böylece gerçekliğe göre kurgulanmışa, kurguladıklarına göre tavır alırlardı ve Musa onlara –Sacit ile Öteki’ne- öfkelenir, onların kendilerine gelmeleri için ya da onları kendilerine getirmek için –zira onların kendilerine gelecek dermanları olmadığı ortada, demek ki birileri onları kendilerine getirmeliydi- bayağı bir silkelerdi ussal ve mantıksal kanıtlarla.
Bu ussal ve mantıksal kanıtlar zaman zaman Öteki’nin aklını çeler gibi olurdu. Çünkü Öteki nihayetinde matematikçiydi ve Musa onun –Öteki’nin- bu yanına pek bir güvenirdi ve belli etmezdi. Ve fakat bu çelinme işi fazla sürmezdi. Ve o ikisinin –Sacit ile Öteki’nin- küplerine göre konuşmalarının önünü alamazdı.
Düşsel acılardan, düşsel sıkıntılardan, düşsel ıstıraplardan haz alma nasıl ki onlarda –Sacit ile Öteki’nde- bir takıntı ise Musa’da da onları gerçekliğe döndürme, olan biteni olduğu gibi algılamalarını sağlama işi bir takıntıya –Musa kendinde her hangi bir takıntının olduğunun söylenmesine, düşünülmesine, savlanmasına şiddetle karşı çıksa da, öyle bir şeyi istemese de -ki asla hazzetmiyordu- gelip karşısına dikiliyordu böyle bir sav, böyle bir düşünce, böyle bir uslamlama, böyle bir çıkarsama, böyle bir söylem ve onun da ister istemez bir takıntısı olduğu ortaya çıkıyordu ki onun da zaafı arkadaşlarıydı yoksa kendini beğenmişliğin, kendini göstermenin, kendini kanıtlamanın doğal bir sonucu değildi, elbet onun bu tavırlarını denildiği gibi yorumlayanlar vardı boyundan ötürü ve fakat Musa’nın bizzat kendisine sorulduğunda Musa’nın söyleyeceği şey arkadaşlarına, Öteki ile Sacit’e olan düşkünlüğüdür, böyle bir düşkünlüğü olduğuna ilişkin her hangi bir imin başkaları tarafından henüz ayırdına varılmadığı söylense de böyledir, böyleliği elbette Musa’ya göredir, bunu sadece Musa söylemektedir.- dönüşmüştü. Ve Musa da bundan ötürü acı çekmekteydi.
Çektiği bu acıyı her defasında yana yakıla dile getirirdi Musa. Adeta Musa da bundan haz alıyordu. Bütün bunların boyunun kısalığıyla ilgili olduğunu Sacit’in, Öteki’nin ve diğer üç kişinin ve diğer üç kişinin tanıdıklarının ve Sacit’in ve Öteki’nin tanıdıklarının ve o tanıdıkların yakından tanıdıklarının ve onların yakından tanıdıkları arkadaşlarının uzaktan tanıdıklarının ve o uzaktan tanıdıklarının arkadaşlarının tanıdığı komşularının iddiaları bu yönde olsa bile Musa başkalarında olan bu gerçekliği üzerine almazdı. Öyle kolay kolay pabuç bırakacak birisi değildi Musa. Musa tek başına bir orduya direnirdi ve işte direniyordu da.
‘Boyumun kısalığı bende değil, siz de takıntı!’ derdi durduk yerde ve bu söz üzerine o an mecliste hazır bulunanlar önce şaşırır, dudak büker sonra güler geçerlerdi. Boyla ilgili her hangi bir tek sözcük bile geçmemişken boydan söz etmek sadece Musa’nın yapabileceği şeydi ve yapıyordu da. Sacit, bütün bu ve benzeri kusurlarına karşın –Musa’nın bu ve benzeri kusurlarına karşın, mesela sorularıyla birinin canını burnundan getirmesi hemen her şeyin, hemen her sözün, hemen her tümcenin, hemen her eylemin, hemen her düşüncenin, hemen her önerinin ıcığını cıcığını çıkarmaya kalkışması ve hatta çıkarması hiç de küçümsenecek bir kusur değildi- güçlü bir gerçekçilik anlayışı yüzünden şuan, şimdi burada olması için –Musa’nın burada olması için- adeta diz çöküp yalvarır olmuştu. Kendi içinde kendi önünde diz çöküp yalvar yakarır haldeydi.
Sacit’e Musa gerekti. Sacit’in içine düştüğü bu sıkıntıdan, bu bunalımdan, bu bungunluktan, bu insanı paramparça eder cinsteki düşsel girdaptan çekip kurtaracak, çekip çıkaracak yegâne kişi Musa’ydı. Buna, bu düşünceye inanı bütün bir inanlı gibi iman etmişti. Bu iman birden bire ve şuan belirmişti içinde Sacit’in. Ve fakat Musa yoktu işte.
Birden kolundaki saate bakmayı geçirdi içinden. Saat de bir yerde Musa’nın temsilcisiydi şuan. Saat de kendisini bu düşsel acılardan, bu düşsel sızılardan, bu düşsel sıkıntılardan, paramparça edecek durumdaki düşsel girdaptan çekip çıkarabilirdi. Ve fakat cesaret edemiyordu. Saatin ya da Musa’nın kendisini bu durumdan kurtarma olasılığı gerçekten var mıydı?
Bir düşünceden, bunalmışlığın doğurduğu bir düşünceden öte bir gerçekliği olduğuna ilişkin kanıtlardan yoksundu Sacit ve eğer Musa’nın temsilcisi saat onu –Sacit’i- bu düşsel girdaptan çıkarmazsa, çıkaramaz ise ne olacaktı? Böyle bir şeyin olma olasılığı Sacit’e geri adım attırıyordu.
Bu yüzden, ‘Yemişim gerçekliğini!’ dedi fısıltıyla.
Sacit ne yapsın? Sacit’in yarası derin! Sacit’in acısı büyük! Sacit’in ıstırabı insana kök söktüren cinsten. Bir yanda Füsun bir yanda toprağa düşen, toprağa düşürülen, bedenleri kana bulanan dalyan gibi sevdalı gençler. Sacit aç! Sacit susuz! Sacit yorgun! Sacit bitkin! Sacit çölde birlikte yola koyulduğu kervandan ayrı düşmüş. Sacit bir yaşama acemisi. Sacit bir yitik! Çölde susuz kalmış bir garip Sacit.
Tamam kabul Füsun çölün kendisi değil de çölde göze görünen serap, tamam Füsun çölün kendisi değil de çölde göze yerleşen, beyne mıh gibi çakılan bir birsam, bir sanrı.. kabul! Kabul Sacit’in gözünü almış bir birsam Füsun ve fakat ne yapsın Sacit? Sacit susuzluğu bilmeyene kendisini yakıp kavuranı nasıl anlatsın? Yolunu yitirmiş, yönünü şaşırmış pusulasız biri kime neyi nasıl anlatsın, neyi nasıl anlatır?
Sacit hangi korkusunu, hangi kaygısını, hangi acısını hangi sızısını, hangi sıkıntısını hangi sözcüklere nasıl yüklesin, hangi sözcükleri, kavramları kendine, duygularına elçi kılsın? Hem bakalım o sözcükleri duymuş mu Füsun’dan? Füsun veya bir başkası dile getirmiş mi bakalım o sözcükleri, o kavramları, o terimleri? Sacit ne yapsın? Musa ve onun gerçeklikleri ne bilsin Sacit’in çektiklerini!
Musa bir filmin bir sahnesinde takılıp kalır o takılıp kaldığı yerden çavuşu tokatlayarak çıkacağını umar ve tokatlar çavuşu ve gider hamama arındırır kendini, arındığına inanır ve tekrar çavuş tokatlatacak takılacağı bir sahne için fırsat kollar. Musa ne bilir ne bilsin Sacit’in çektiklerini. Ne benzerliği var Musa’nın çektiğiyle Sacit’in çektiğinin?
Sacit’in ne çektiğini neler çektiğini bilse bilse yahut anlasa anlasa bir Öteki anlayabilirdi. O da biraz anlayabilirdi belki. Birazdan az belki, belki birazdan az biraz fazla. Daha fazla değil. Ve fakat Musa ve diğer üç kişi anlayamazdı. Anlamıyorlardı. Anlamayacaklardı. Belki anlasa anlasa bakırcı Hüsam emi anlayabilirdi biraz. Birazdan biraz az veya birazdan biraz fazla anlama olasılığı vardı bakırcı Hüsam eminin. Çünkü eşini birkaç ay önce kaybetmişti ve bu kaybedişin ardından bambaşka biri olmuştu. Arada bir dalışları, derin derin sigarasından çekmesi öyle bir imada bulunuyordu Sacit’e. Arada bir gülmesi, durup dururken, kendi kendisiyleyken, yanında hiç kimse yokken birden hafif bir sesle gülmesi onun –bakırcı Hüsam eminin- anlayabileceğini ima ediyordu Sacit’e.
Sacit yalnız değildi. Füsun vardı bir yanda, bir yanda Öteki vardı, bir yanda bakırcı Hüsam emi vardı, bir yanda daha yeni tanıştığı üzerinden bir saatten az bir zaman geçen ihtiyar vardı. Belki büfenin hemen yanında, hemen azıcık önünde sergisini açan Limoncu bile onların arasına katılabilirdi.
Gerçek Limoncu’ydu. Gerçek ihtiyardı. Gerçek bakırcı Hüsam emiydi. Musa ve diğer üç kişi heveslerinin sürüklediği bir yaprak bile değildi. Ve onların –Musa’nın ve diğer üç kişinin- gerçeklikleri saman alevi mesabesinde bir şeydi. Hükmü o kadar bile olmayabilirdi. Denizin dalgaları üzerinde raks eden köpükler gibi ya da.
Füsun gerçekti. Füsunun yaşamına anlam kattığı gerçekti. Mahmut gerçekti. Mahmut’un katli gerçekti. Selahaddin Durmazpınar gerçekti. Selahaddin Durmazpınar’ın katli gerçekti. Sigara ikram ettiği ihtiyar gerçekti. Bungunluğu gerçekti Sacit’in. Acısı gerçekti. Gencecik bir cana gözleri önünde kıyılmıştı bu acı gerçekti. Gencecik bir cana gözleri önünde kıyılacaktı bu acı gerçekti. Bakırcı Hüsam emi gözlerinin önünde nedensiz gülecekti bu gerçekti. Yalancılar Kahvesi gerçekti ve kahvehanede tanık arayanlar gerçekti. Tanık bulamayıp hüzün içinde geri dönenler gerçekti. Tanık bulup sevinçle koşanlar gerçekti. Musa ve diğer üç kişinin herhangi bir filmin bir sahnesine takılıp çavuş tokatladıkları bir gerçekti ve Sacit’in bu son gerçeklikle bir ilişkisi yoktu. Olamazdı. Olmayacaktı. Bu ruhunu satmaktı. Belki nemesisin tam karşılığı o eylemdi. Ve kendisi o eylemden uzak hem pek uzaktı. Uzak da kalacaktı. Ruhunu şeytana satmayacaktı.
Sacit’in böylesine doğal bir şeyi ruhunu şeytana satmak olarak algılamasının altında fiziksel bir noksanlık olduğunu sanmak safdillik olur. Fiziksel bir noksanlığı yoktu yok olmasına ama gerçeklikten kopuk olduğunu biliyoruz. Dinlediği masallardan, okuduğu öykülerden, Füsun’un baygın bakışlarından –Füsun’dan öncekilerin de baygın bakışlarından, duruşlarından, hemen fark edilen saflıklarından- kaynaklanan bir kopuştu ve bunun ayırdında değildi. Saplanıp kalmıştı acılara.
Ve bundan haz alıyordu. Bundan haz almanın bir yolunu bulmuştu. Musa ve diğer üç kişi nasıl çavuş tokatlamaktan haz alıyor ve aldıkları her hazdan daha bir aç kalkıyorlar idiyse Sacit ve Öteki de kurgusal, düşsel acılardan haz alıp daha bir aç kalkıyorlardı ve fakat bundan mutluydular. Ve mutlulukları her hallerinden belli oluyordu.
Şikâyetleri görünüşte bir şikâyetti. Zira öfkeli değillerdi. Kızgın değillerdi. Merhametsiz değillerdi. Ve fakat işte Musa ve diğer üç kişi kızgındılar, öfkeliydiler ve merhametsiz idiler. Musa’nın ve diğer üç kişinin kızgın, öfkeli ve merhametsiz olduğunu başkaları değil kendileri de sık sık dile getirir ve hatta eylemleriyle gösterirlerdi. Göstermekten çekinmezlerdi.
- Öylesi zevk olmaz olsun! dedi fısıltıyla Sacit. Başkalarının gönlünü kırarak, başkalarının kafasını yararak, suratını dağıtarak elde edilen haz, elde edilen zevk benden uzak olsun! diye de ekledi Sacit kendi kendine.
Gözyaşları dinmiş miydi? Ayaklarının titremesi geçmiş miydi? İhtiyarın yanındaki ellerini sırayla dinlendiren kara giysili kara papaklı kimliği meçhul adam gitmiş miydi? Bu sorular yanıtlanması için mi sorulmuştu? Diyelim bu sorular yanıtlanması için sorulmuştu peki kim yanıtlayacaktı? Kendinden başkası duymuş değildi ki sorulan soruları! Kendinden başkasının duymadığı soruları başkalarının yanıtlaması elbette olası değildi.
Böyle bir beklenti içinde duyumsuyorsa Sacit kendini yapacak bir şey yok. Sacit kendini yitirmiş demektir. Sacit’in kendini yitirmesinin bir anlamı yok elbet. Zira Sacit’in kendisinin değil beklemesinin bir anlamı vardı ve o anlam hala sürmektedir. Varsın Sacit göklere çekilsin! Varsın yağmurlu günlerde çıkan eleğimsağmalara –nedense karlı günlerde eleğimsağma çıkmıyordu, oysa karlı günlerde çıkacak eleğimsağma yağmurlu günlerde çıkan eleğimsağmalardan daha estetik görüneceğini pek şiddetli bir savla ileri sürerdi Sacit ve Öteki- binip gitmiş olsun yiten bir anlamdan söz edemeyiz. Madem bir bekleyiş doğmuştur, madem bir bekleyiş var olmuştur, madem bir bekleyiş içine düşülmüştür ve o gerçekleşene kadar herhangi birinin veya herhangi bir şeyin kaybolmasının anlam üzerinde olumsuz bir etki yapacağı düşünülemez. Bunu bizzat Sacit’in kendisinden duymuşluğumuz vardır. Ve öyle yabana atılacak bir sav olmadığı da her halinden belli oluyor. Kimi savlar görünmeyebilir, kimi savlar kulak ardı edilebilir, kim savlar duyulmamış gibi değerlendirilebilir ve fakat Sacit’in anlam üzerine ileri sürdüğü bu sav bize de pek tutarlı görünüyor.
Anlam zaten bekleyişle sınırlıydı. Ve bekleyiş olduğu yerde duruyordu. Öyle ise Sacit ha kendini yitirmiş ha son nefesini vermiş bir anlam kaybına neden olmayacaktır. Dershanenin çıkış saatinde dershane dağılacak ve Füsun onuncu kattan asansörle inecek ve binanın yan kapısından değil –beştir ön kapıdan çıkmıştı Füsun, durup dururken niye yan kapıdan çıksın ki?- ön kapısından çıkacak ve görülecekti gören her ne ve her kim var ise, var olacaksa. Görecek her kim var ise. Anlam buydu. Gerisi anlamsızdı.
Sacit anlam üzerine düşünmenin, anlam üzerine tartışmanın, anlam üzerine bir takım çözümlemelere girişmenin beyhude olduğunu bilse de hoşuna gitmiş ve hoşuna gittiği şekilde anlamın yakasından tutmuştu. Elbette bu eylemle rahatlamanın, vakit geçirmenin –şimdi vakit geçirme uğraşı ihtiyarın yanındaki adamın gitmesi üzerineydi ve oldukça heyecanlı ve oldukça tedirgin edici ve oldukça rahatsızlık verici bir durumdu- peşindeydi Sacit. Bırakmayacaktı. Bırakmamalıydı. En azından nirengi noktasını yeniden elde edecek güce kavuşması için bırakmamalıydı. Gerçekten de ayaklarının titremesi geçmişti.
Neydi o öyle zangır-zangır titremeler? Hem de kitapçının az aşağısında moda giyim evinin orada! Aman tanrım! Gerçekten öyle bir durum yaşamış mıydı? Şimdi Sacit’e bir düş, bir karabasan gibi geliyordu o yaşadığı anlar.
- Dünya varmış! dedi sevinçle kendi kendine.
- Hakket, diye yanıtladı kendini, Valla dünya varmış!
- Demek insanı sadece soğuk titretmiyormuş! dedi kendi kendine.
- Evet, diye yanıtladı kendisini, Kimi tanıklıklar da ayazda kalmış kadit bir it gibi titretiyormuş insanı, diye de ekledi.
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.