"Bu tansığa güvenerek etrafına bakındı Sacit, usul ve kendinden emin adımlarla biraz önce dikildiği köşeye kadar vardı yeniden aynı yerde dikilmeye ihtiyarla ihtiyarı can kulağıyla dinleyen kara paltolu, kara papaklı ve ellerini sırayla dinlendiren adamı izlemeye koyuldu."
Bölüm İki
-3'ün devamının devamının devamı-
‘Boş İnançlar Bütün Gerçeklerin Sarnıcıdır!’ tümcesini üç kez daha yineledi. Sacit gerçekten rahatlamıştı. Gerçekten ferahlamıştı. Gerçekten içi açılmıştı. Kırık yıl önceki kırk yıl sonraki Sacitleri karıştırmayalım. Kırk yıl sonraki Sacit’i kendi derdiyle –prostat- beklediği hastanede bırakıp taş ambarlarına doğru gittiğini sanan Sacit’e dönelim.
Gittiğini sanan diyoruz çünkü bu tali yol onu taş ambarlara götürecek değildi. Çünkü taş ambarlara bir arka caddeden gidilirdi yani biraz önce korka korka –korkuyordu zira ayakları tir tir titriyordu ve dizlerinin bağı çözülmüştü zira tanıklığı daha tazeydi, tanıklığı daha diriydi- karşıdan karşıya -hükümet konağından adliye konağına doğru- geçerken epey bir zorlandığı caddeden yüzü dağlara dönük –palandöken dağları görünür- yukarı doğru yürüseydi varabilirdi.
Oysa şimdiki yol onu götürse götürse Vaniefendi ile Mapusane çatalına götürürdü. Şaşırmıştı. Şaşırdığını fark ettiğinde geri dönmek için durdu. Sacit geri dönerken yahut öne doğrulurken dururdu. Durup bir etrafına bakınır, adeta biraz soluklanır gibi yapar sonra yürürdü ne tarafa yürünecekse.
Genelde ne tarafa yürüneceğine kendisi karar verirdi ve buna azami titizliği gösterirdi. Tabi kendisinin karar verebilmesi olayının gerçekleşebilmesi için yanında bir başkasının olması gerektiği açıktır. Durup dururken, yanında kimsecikler yokken ister gizli ister cehri bir biçimde ne diye ‘Buradan gidelim!’ desin?
Elbette böylesi bir söyleyiş anlamsız olur. Ve fakat bu anlamsızlığın az biraz da olsa kuşkulu görünür bir hali var. ‘Niçin’i de gayet açık. Alışkanlığın bir tür dışa vurumu olabilirdi. olabilir bu davranış. Diyelim yanında kimsecikler yok –şu anki gibi- ve dönmeye karar verdi –şu anki gibi- verdiği karar doğrultusunda ister hafi ister aleni bir biçimde ‘Buradan gidelim!’ demesinde bir sakınca olmaz.
Nihayetinde böylesi bir davranışa alışmıştır, alışıktır. Sonradan edinilmiş bir davranış olsa belki hor görülebilir, ne olacak artistlik yapıyor serkeş, türünden bir yargıda bulunulabilir –bizce pek de hoş yargılar değil bu ve benzeri yargılar ve nasıl ki kötü söz sahibinindir, kötü yargılar, kötü vargılar, kötü düşünceler de sahibinin olmalıdır.- ve fakat sonradan edinilmiş değil.
Demek ki diyoruz Sacit kendi başınayken de gizli veya açık ‘Şu taraftan gidelim!’ diyebilir ve bunda kınanacak bir durum yoktur. Zaten demiştir de. Dedi yani. Yoluna çıkan ortanca eniştenin ayak üstü konuşmaları, yön verme girişimleri kendisine yanlış bir yönde –taş ambarlarına doğru gidişte- olduğunu anıştırmıştı ve böylece ortanca enişte gözden kayboluncaya kadar beklemiş –ki arkasını dönmeden ortanca eniştenin gözden kaybolduğunu anlamak için ortanca eniştenin adımlarını tahmini bir sayı ile sayıp bir tahminde bulunma yolunu seçmişti, hani dönüp ortanca eniştenin arkasından baksa daha sağlıklı bir sonuca varırdı ve fakat bir kere inat ediyordu arkasını dönmeye.- ve sonra geldiği yöne yüzünü dönmüş ve tekrar caddeye aşağı yürümeye başlamıştı.
Bu kere attığı adımları pek de tedirgin biçimde atmıyordu. Adımlarını kendinden emin bir şekilde atıyordu ve gerçekten de ortanca enişte gözden kaybolmuştu. Tahmini olarak kaç adım attığını saydım? diye sordu kendi kendine. Unuttum, diye yanıtladı kendi kendini. Bir tahminde bulunamaz mısın? diye sordu kendi kendine. Bir tahminde bulunurum bulunmasına ve fakat işin içinde ortanca enişte varsa insan durup düşünmeli, diye yanıtladı kendi kendini. Ve kendi söylediğine hafifçe gülümsedi.
Taş ambarları yanlışlığını düşündü. Böyle bir yanlışı nasıl yapmıştı? Böyle bir yanlışı yapacak biri değildi. Öyle ise bu yanlışı nasıl yapmıştı? Yön konusunda, var olan yapıların, sokakların, caddelerin, parkların, kapıların –bildiğimiz kapı değil, yani evlerin girişinde, odaların, mutfakların, sofaların, salonların, tuvaletlerin, banyoların girişinde, elbet eğer dışındaysak bu yerlerin, içindeysek çıkışında dememiz gerekiyor, olan türünden değil, sembolik, kentlerde, kasabalarda ya güneyde, ya kuzeyde, ya doğuda, ya batıda olan sembolik mekânlardır sözü edilen kapılar- bulunduğu yerleri konusunda kendine oldukça fazla güvenir.
Ve bu güveninde haksız değildir Sacit. Bir bakmışsın kendisini Alipaşa Camisi önünde bulmuş oysa Lalapaşa Camiine gitmek için yola çıkmıştır, bir bakarsın Tebriz Kapı diye Erzincan kapı önündedir bir bakarsın tahtacılara doğru gittiğini düşünürken Gez mahallesinin içlerinde bulmuş kendini. Kalenin kulesinden etrafı izlediğini sanırken Başak Cami'nin müezzinin minarede ne işi olduğu sorusuyla çokça karşılaşmıştır. Ve bu sorulara zaman zaman ‘Minare mi? hocam kulede değil miyiz?’ türünden pişkinlikler de yapmıştır. Bu yüzden yer ve yön konusundaki mahareti üzerine kimse tartışmaz Sacit’in. Kimsenin tartışmasına fırsat vermez.
Diyelim kulededir ve fakat minare olduğu açıktır. Nasıl ve ne zaman kuleden minareye çıktığını düşündüğü hiç olmamıştır. Sanrıları bu kadar da derin değildir elbet. bütün bu yanlışlıklarda tembelliğinin etkisi ortadadır. Düpedüz üşenmiştir.
Diyelim yüksekçe bir yerden bakma hevesi uyanmıştır içinden ve diyelim o sırada bu heves demirciler çarşısında düşmüştür ve o hevesin de kalenin kulesinde giderilmek gibi bir arzusu vardır. Bu durumda kaleye kadar yürümesi gerekecektir. Oysa demirciler çarşısında başak caminin önünde durmaktadır. Ya yüksekten bakma hevesinin erteleyecek ya da bir an önce hali hazırda oldukça yüksek olan caminin minaresine çıkıp o gerçekleştirecektir.
Peki hevesin kule arzusu ne olacak? Eğer hevesin arzusuz görmezden gelinir, kulak ardı edilirse o heves gerçekleşmiş sayılmazdı. Saymazdı. Öyle ise bir kılıf bulmalıydı minareye. Caminin önünde değil kalede kulenin önündeydi. Öyle ise tırman! Tırmanırdı. Ve minarenin kapısını kapatmadığı için –minareden yukarı çıkarken dünya da kapatmazdı kapıyı Sacit, böyle bir huyu vardı- Belki avlunun –caminin üst katına mahfile avlu derdi Sacit, böyle bir tuhaflığı vardı- ışığından faydalanmak için yapıyordu bunu. Belki değil de kesin ışıktan yararlanmak için yapıyordu. Hoş istese merdivenin ışığını daha çıkmadan yakardı ve fakat işte ışığı yakmaya da üşenirdi.
Işıkları yakan elektrik düğmesinin uzakta bir yerde oluşundan kaynaklanan bir şey değildi üşenmesinin nedeni, zaten elektrik düğmesi uzakta değildi. kim ne diye aydınlatılması gereken mahallin elektrik düğmesini uzak bir yere yerleştirsin? Meğerki şakacı biri olsun! Böyle bir şakacılığa, böyle bir şakaya kimsenin tahammül edemeyeceği açıktır.
Zaten elektrik düğmesi hemen kapının yanında, daha kapıyı açmadan uzanılacak yerdeydi, minarenin ışığını açan anahtarın konumunun böyle olmasına, bu kadar yakınlığa karşın nedense Sacit üşenirdi. Nedensiz bir üşenmeydi ve hem her üşenmenin bir nedeni olacak değil ya, türünden bir düşüncesi de vardı Sacit’in. Ve Sacit düşüncelerine pek bağlı biriydi.
O yüzden ne zaman Başak caminin minaresine tırmansa –bazen yüksekten bakmak için, bazen döne döne çıkmaktan zevk aldığı için, bazen de yalnız kalmak istediği için tırmanırdı minareye- ışığı yakmadan ve kapıyı açık bırakarak tırmanırdı. Caminin müezzini de ne zaman minarenin kapısını açık ve ışığın yanmadığını görse aklına ilk gelen Sacit olurdu ve ‘Bu haytayı, bu serkeşi, bu rezili bir gün minarede mahpus etmeli!’ diye geçirirdi içinden.
Sacit’in üşengeçliği camiyi kaleye, minareyi de kuleye dönüştürürdü işte. Yön duygusu, mekân bilgisi çok keskindi çok. Coğrafya dersi hocasının bütün azarlamalarına, bütün alaylarına, bütün dayaklarına karşın böyleydi. ‘İyi ki kendi sağını solunu karıştırmıyorsun!’ derdi zaman zaman.
Doğu nere batı nere bir türlü işin içinden çıkamazdı. Hadi yüzünü güneşin doğduğu yere dön. Güneş bir yerde dursa iş kolay. Yahut hep ilk belirdiği yerde dursa kolay. Geziyordu güneş. Ve diğer yönlerde nedense güneşe göre belirleniyordu. Sağ kol doğu tarafına, sol kol batı tarafına çevrilirse ön taraf kuzeyi arka taraf ise güneyi gösterir deniyor da güneşin doğduğu yeri bir bilse. Hayır, hayır bunu kesinlikle mahsusçuktan, hani Füsun’un coğrafya derslerinden birinde kendisi gibi yön konusunda sıkıntı çeken erkek –her ne kadar Sacit sınıf başkanı da olsa o öğrencinin adını bir türlü söyleyemiyor ve anımsayamıyor sadece numarasıyla hitap ettiğini belirtelim- bir öğrenciye uygulamalı olarak sağ kolunu tutup doğuya sol kolunu tutup batıya doğru döndürmesi yüzünden bilmediğini söylüyor değildi.
Niçin sol kolumuzu değil de sağ kolumuzu güneşin doğduğu yere uzatıyoruz? Sol kolumuzu uzattığımızda güney arkamızda kuzey önümüze düşmez mi? Niçin sol kol öyle mi? Solaktır o yüzden. Ki o -Sacit’in adını bir türlü aklında tutamadığı çocuk- kişi de solaktı ve haklı olarak sormuştu niçin sağ kolumuzu güneşin doğduğu yere uzatıyoruz? Diye.
Hayır, solaklık siyasal kimlikle alakalı bir şey değildi. Çocuk düpedüz solaktı. Solaklık pek meşakkatli bir işti. Düşünün daha başlangıçta işi zordur. Çok çok, daha ilk başta, hamur mayalanmasında başlar zorluk. Milyonlarca sperm savaşır en son sadece iki tane sağ kalır biri sağ biri sol. daha sonra onlar da savaşır kuvvetli olan ana rahmine girer yumurtayla birleşir çocuk meydana gelir..
Yüzde 98 hatta 99 daima sağ kazanır nadir de olsa bazen sol kazanır çok daha nadir bazen ikisi berabere kalır hatta üç belki dört tane kalır. Sonuçta eğer ilk söylediğimiz kazansa insan sağ elini kullanır yani sağlak olur. Diğeri kazansa solak olur ikisi birden kazansa ikiz doğar biri sağlak, diğeri solak. Üçü kazansa üçüz dördü kazansa dördüz doğar.. beşi kazansa.. altısı kazansa.. sonu yok bunun! Her ne halt ise solaklık fiziksel olarak da birçok zorluğu barındırır.
Neyse ki o çocuk –Füsun’un bir sağ kolunu, bir sol kolunu tutup yönleri gösterdiği- yeryüzünün ilk zamanlarında dünyaya gelmemiş. Düşünsenize öyle bir şey olsaydı –hani öyle bir şey olsaydı Sacit’in pek de umurunda olacağını söyleyemeyiz- ilk çağlarda dünyaya gelseydi cezası hazırdı kırk katıra mı kırk satıra mı rıza gösterdiği sorulurdu kesin. Asiliğin bir göstergesiymiş o devirde solaklık. Ve zaten bu çocuk da asiydi işte.
Ne diye hemen fırladın ayağa? Hazır uygulamalı olarak gösterecek kişi Füsun, diyemedin mi ‘Başkanımız bu işe daha layıktır. Benim üzerimde gösterilmesi benim kuşkularımı gidermez, en isabetlisi başkan üzerinde gösterilmesidir böyle daha iyi gözlemleyebilirim’ diye. Hayır, asiliğini yapacak!
Kaldı ki yön konusunda yer konusunda kimse onun –Sacit’in- eline su dökemezdi. Söyleyecek çok şeyi olurdu. Belki o yön özürlüsü bile daha net, daha açık görürdü. Hadi şimdi camilerin kapısından hareketle yön tayin edin. Caminin ya şerefeye açılan kapısını siz ana giriş olarak alırsanız güney ne tarafa kuzey ne tarafa düşer? Hele çubukla vakit geçirilecek gibi değil. Çubuğu yere dikeceksin de gölgeyi takip edeceksin de bir ayağını.. aman! Kalsın! Lazım değil! Sakın kilise falan demeyin evet çan kuleleri batıyı gösterir ve fakat hani kilise? Minareler de öyle kuzeyi gösteriyor. Demek ki yönünüzü tayin için önce bir cami bulmalısınız. Ya da en iyisi pusula. Ya da en iyisi gideceğiniz yeri Sacit’e sorun Sacit size sorduğunuz yere kadar eşlik eder çok önemli bir işi yoksa.
Öyle ya diyelim cumartesidir ve saat on dört otuz olmak üzeredir nasıl gelsin, nasıl eşlik etsin şimdi Sacit? Sizinle gelemez, size eşlik edemez, böyle bir beklenti içine girmemelisiniz. Ortanca enişteden bir iz kalmadığını gördü rahatladı şimdilik bir uğursuzluk yakasına yapışmamıştı. Kesin okuduğu Felak-Nas sureleri bir kalkan olmuştu.
Ne mi olabilirdi? Saçak altlarından yürüyordu kolum – ya da Sacit’in kolu kadar, ya da Öteki’nin, ya da Musa’nın, ya da ortanca eniştenin- kadar kalın buz sarkıtlarının tepesine geçmemesi için hiçbir neden yoktu, tersine buz sarkıtlarının düşmesi için gereken tüm koşullar hazırdı. Hava dondurucu değildi, karlar erimişti bu buz sarkıtlarının da kökünde bir yumuşama, bir çözülmeye neden olmuştur. Ve işte her hangi bir buz sarkıtı tepesine düşmemiş ise müteali dünyadan bir el işin içindeydi.
Bu tansığa güvenerek etrafına bakındı Sacit, usul ve kendinden emin adımlarla biraz önce dikildiği köşeye kadar vardı yeniden aynı yerde dikilmeye ihtiyarla ihtiyarı can kulağıyla dinleyen kara paltolu, kara papaklı ve ellerini sırayla dinlendiren adamı izlemeye koyuldu.
Adam gitmemişti ve ihtiyar da susmamıştı ve Limoncu da bir tek limon satamamıştı. Satmış olsaydı limon sandığında bir eksilme fark edilirdi. Nihayetinde adam –yani Limoncu- limonlardan bir piramit yapmıştı. Piramidin en üstündeki tek limon gitmeden önceki gördüğü limondu. Zaten öyle anlaşılıyordu ki o en üstteki limon satılsa diğer limonlar da hemen satılacaktı ve fakat işte o mendebur limonun bir alıcısı henüz çıkmamıştı ve çıkacağa da benzemiyordu. Şu kara paltolu, kara papaklı ve ellerini sırasıyla dinlendiren adam almaz mıydı o limonu.
Limoncu’nun sesi Sacit’i epey bir rahatsız ediyordu buna karar vermişti. Yani Limoncu’nun sesinin kendisini epey bir rahatsız ettiğine karar vermişti. Allah’tan Limoncu gideceğine dair birtakım davranışlar sergilemeye başlamıştı. İkide bir eğilip limonları eline alıyor, paltosunun hemen göğsünde parlatıp sandığa bırakıyordu. Öylece bırakıyordu yani artık piramit imal etmiyordu bu da Limoncu’nun gideceğine ilişkin çok açık bir işaretti.
Bu işaretle Sacit çocuklar gibi sevindi. Bu sevincin eşliğinde hiç de hazzetmediği, sevmediği ve hatta nefret ettiği bir tümce belirdi dilinin ucunda. Yere tükürdü. Gerçek bir tükürme değildi elbet. Tükürüksüz bir tükürme eylemi. Dilinde beliren ‘sevinene balon!’ tümcesini tükürüyordu. Lanetler okuyarak yapıyordu bunu. O tümce en kara günlerinden yıllar yıllar önce en kara günlerinden – on on bir yıl önce- bir günün temsilcisiydi. Lanet olasıca o gün! Sacit ve Öteki ve Musa ve diğer üç kişiden ikisi –biraz uzun ile biraz uzundan az kısa olan- öğleden sonra evlerinin karşısındaki bahçede kardan adam yapıyorlardı ve kardan adam neredeyse bitmek üzereydi üç kişiden en kısa olanı –henüz üç kişi tek kişi olmamışlardı, her biri bir oluş için gün sayıyorlardı ve bu yüzden her biri oldukça silik idiler- bahçeden içeri girmişti. Pis bir gülüş kondurmuştu suratına. Sinsi bir gülüş. İnsanı cehenneme sürüklemek için yola çıkanın yüzüne çektiği perdenin benzeri bir gülüş. Yanlarına yaklaştı ve elindeki kutuyu –elinde plastik bir kutu vardı bafra sigarası paketi büyüklüğünde- sallayınca bozuk para sesi yayıldı elindeki kutudan.
- Annem bu parayı al, arkadaşlarınla öteberi alın yiyin! dedi.
Yalan yok hem Sacit hem Öteki hem Musa ve diğer iki kişi pek bir sevindiler. Hemen etrafını aldılar en kısa olanın. Yine yalan yok Sacit ve Öteki biraz çekinik durdular. Para ile çıkıp gelen ve sonradan diğer üç kişi olacak varlığı oluşturacaklardan en sinsi olanın pek doğru söylemediklerini biliyorlardı. Epey bir yalancıydı, kendi işlediği bir kabahati suçu gayet rahatlıkla başka birinin üstüne atmaktan çekinmezdi. Bunu Sacit ve Öteki ve Musa biliyordu diğer uzun ve uzundan biraz kısa olan da biliyorlardı ve fakat şimdi işlerine gelmişti. Kuşkuya yer bırakmıyorlardı. Sacit ve Öteki de üzerlerinden atmışlardı çekinikliği.
Ne yerlerdi ki? Ne kadar para vardı ki? Tahmin etmedikleri kadar bir para vardı. Hepsi de iki buçuk lira. Saymaya üşenmişlerdi. Yarım kardan adamı bırakıp bahçede tablacılara doğru yürüdü altı kişi. Öteki Sacit’in kolundan dürtmüştü. Parayı getiren diğer üç kişiden en kısa olanın evlerinin önünden geçseler daha çabuk varırlardı tablacılara ve fakat en kısa olan yolunu değiştirmiş, evin bulunduğu sokağın bir üstündeki sokaktan gitmişlerdi.
Sacit Öteki’nin niçin kolunu dürttüğünü anlamışsa da –anladığını ve fakat umursamadığını yıllar sonra iddia edecektir Sacit, yoksa anladığı falan yoktu- umursamamıştı. Elma mı alıp yemediler, portakal, mandalina kuru üzüm mü alıp yemediler. Hem patlayıncaya kadar yediler. Sonra her biri evine gitti.
Bu altı kişi ve daha birçok yaşıtları sabah mahallenin cami mektebine gidiyorlardı öğleden sonraları tatildi. Ve sabah olduğunda Sacit ve Öteki ve Musa birlikte caminin yolunu tutmuşlardı. Ve camiye vardıklarında içerdeki havanın dışardaki havadan daha soğuk olduğunu görmüşler ters bir şeyler olduğunu sezmişlerdi.
Ders aldıkları müezzin onlar camiden içeri girdiklerinde ters ters bakmıştı. Musa en arkadaydı ve daha bir geri durdu ve fakat daha fazla gerileyemedi. Kalfa dedikleri kendilerinden hem yaşça hem boy-bosça büyük olan kapıyı tutuyordu. Hocanın işaretiyle kapıyı kapadı kalfa. Üç kişi yan yana hocanın hemen sağında oturuyordu. Müezzin kendilerini de yanına çağırdı ve onlar da diğerlerinin yanına diz çöküp oturdular.
Ve diğer üç kişiden en kısa olanın alnında dün olmayan bir morluk gördüler, suratındaki, alnındaki izlere karşın gözlerindeki sinsilik daha bir keskindi ve ifritçe bir gülüşün perdelendiğini duyumsuyorlardı. Sacit ve Öteki ve Musa ne olduğunu tam olmasa da az biraz anlıyor gibiydiler. Dün yedikleriyle ilgili bir şeyler olmalıydı. Müezzin kalfaya ‘Getir bakalım!’ dedi. Kalfa hiç sektirmeden yerinden kalktı ne getireceğini kendileri –Sacit ve Öteki ve Musa ve diğer üç kişi –artık diğer üç kişi olmaya ilk adım atılmıştı- bilmese de kalfa biliyordu demek ki.
Kalfa dışarı çıktı. Kapıyı kapadı. Bir süre sonra elinde kazma sapına benzer iki ucundaki deliklerden kalın bir ipin geçirilip düğümlendiği bir sopa ile gelmişti. Falaka fısıltıları yükselmişti. Güya Sacit ve Öteki ve Musa ve diğer iki kişi bu üç kişiden en kısa olanı oyunlarına almıyorlarmış, dün de kardan adam yaparlarken yanlarına sokmamışlar ta ki evden para getirip kendilerine bir şeyler ikram ederlerse o başkaymış.
Düpedüz yalandı, düpedüz iftiraydı ve fakat şimdiki diğer üç kişiden en kısanı olanı zaten bu değil miydi? O gün falakaya yatmış ve kalfa bütün gün onlara ‘Sevinene balon!’ deyip durmuştu ve Sacit ne zaman ‘balon’ sözcüğünü duysa elinde olmadan fıttırırdı. Ve şimdi de diline bulaşan bu ‘Sevinene balon!’ tümcesiyle fıttırmak üzereydi.
Sert bir biçimde ayaklarını yere vurdu. Hem birkaç kere vurdu. Sanki ayaklarının altında kalfa ve diğer üç kişiden en kısa olanı varmış gibi. Ortanca enişteden bir iz, bir eser kalmamış olması, limoncunun gitmeye hazırlanıyor gibi tavırlar takınması elbet sevindirici bir şeydi ve fakat o tümcenin söylenmesini gerektirecek bir şey değildi. hani aklına başka tümceler gelse neyse! Kendisini gerçekten mutlu edecek tümceler.
Ve Füsun’la yaşam bulmuş tümceler olsa mesela. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın, ne kadar didinirse didinsin bir türlü o uğursuz, o zalim, o meşum tümceyi dilinden kovup Füsun’la yaşam bulmuş tümceler bulamıyordu Sacit. Böylesi sevinçli bir anında –biraz abartıyor gibiydi, hatta kendi kendine ‘biraz abartıyor muyum?’ diye de sormammış değildi hani- hiç mi mutluluğunu, sevincini, neşesini daha da arttıracak bir tümce yoktu?
Elbet vardı. Ve fakat bir türlü aklına gelmiyordu. Dilinin ucundaymış gibi ve fakat yok işte. Uydurmak da istemiyordu. Birden bir gerçekçilik duygusuna kaptırmıştı kendini. Epey bir yokladı kendini. Baktığı yeri –ihtiyara, kara paltolu kara papaklı ellerini sırayla dinlendiren adama, Limoncu’ya ve sinemanın ön kapısına bakıyordu- görmüyor gibiydi. Tanrım mini minnacık bir tümce! diye inledi. Hafızası kilitlenmişti adeta. Adeta yüksek sesle küfürler etmek üzereydi, adeta hakaretler yağdırmak üzereydi, adeta kendini yere atıp çocukları gibi ayaklarıyla hem yeri dövüp hem çığlıklar savurmak üzereydi, adeta bir şeyler yapmak üzereydi ve fakat kendisi de bilmiyordu.
Lanet olasıca ‘Sevinene balon!’ tümcesi dilini, benliğini, hafızasını, bilincini tas tamam işgal etmişti. Kahretsin! Kahretsin! Kahretsin! Dedi. ve kara giysili kara papaklı ellerini sırasıyla dinlendiren adamın ihtiyarın yanında olmadığını sevinçle gördü. Dünyası ışıdı. Gönlü aydınlandı. Rahat adımlarla nirengi noktasına, kendi köşesine, ihtiyara doğru yürüdü.
Cemal Çalık, 14.04.2017, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Kumpas, Roman
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.