"Bu imtihân hayatından, sapacak ve gazaba uğrayacak işler yapmadan, Allah’ın koyduğu standartlarda ve râzı olacağı şekilde imanımızı korumak ve Müslüman olarak Rabbimizin huzuruna çıkmakla mükellefiz."
بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم
Süfyan b. Uyeyne" (v. 197) şöyle belirtmiştir:“Âlimlerimizden sapıtanlarda “Yahudîlere”; âbidlerimizden sapıtanlarda da "Hristiyanlar"a bir benzerlik vardır.” [1]
Azîz kitâbımız Kur’an-ı Kerim farklı konuları içerir. Bunlar arasında yer alan kıssalar, insanlığın geçmişi, içinde yaşadığı ortamı ve geleceği hakkında karar vermesine yardımcı olur. Kur’ân’ın önemli yerini ihtiva eden kıssalar, Kur’an’ın kendisini açıklamak ve yorumlamak, ya da, hayata geçirecek biçimde somutlaştırmak için vasıta olarak kullanıldığı gözlenir. Hz. Adem’den günümüze, doğruları ve yanlışları algılama imkanı verir.
Kıssalar, İslam’a inanan insanları müjdeleme, inanmayanları uyarma, terbiye etme, haber verme, güzel ahlakı tanıma, akide ve ibadetlerin esasını bilme açısından önemlidir.[2] Kıssalarda söylenen ve kıssalarla söylenilenler, bir amaçtan ziyade, hedefe götürmede bir vasıta kabul edilir. Kur’ân, insanları hidayete ulaştırmak için gönderilmiştir.( İsrâ, 17/8-9.) Bu yapılırken, hikmet ve güzel öğüt kıssalarda kendini gösterir.( Âli İmran, 3/138; Nahl, 16/125.)
Kıssalar, Kur’an’ın üçte birini, üçte ikisini, bazılarına göre de, Hz. Peygamber dönemindeki bazı olayların eklenmesiyle yarısını oluşturduğu,[3] Hz. Peygamber dönemi çıkarılacak olursa 1650 ayeti ihtiva ettiği doğrultudadır.[4] Kur’ân’da geniş bir yer oluşturan kıssaların içeriği iyi, güzel ve doğruları ortaya çıkarmadır. [5] Böylece Tevhid'i ve Tevhid istikametinde hayatı tanzim etme yollarını göstermektedir[6]. Kıssalar diliyle yüksek Dini ve İlahi mesajlar tecrübi olaylarla, ameli bir surette, adeta gözlere seyrettirilir, kulaklara işittirilir.[7]
Allah Te'ala'nın insana bildirmek istediği yüksek manalar akl-ı selimin idrakine kolayca sunulur. Kıssalar diliyle fikirler adeta müşahhaslaştırılır. Dinleyenlerin kolay anlaması sağlanır. Zihinde daha iyi yerleşir ve unutulması da zor olur.
Rabbimiz, Kur’ân kıssalarıyla geçmiş milletlerin özelliklerini belirterek, daha önce gönderilen Peygamberler ile Hz. Muhammed’in benzer yönlerine işaret etmiş, hakikatin üstün geleceğini hatırlatmış, inananlara teselli vermiş, Allah’a karşı gelenlerin sonlarını hatırlatmış ve Müslümanların azmini artırmak istemiştir[8] Konuya bu açıdan yaklaşıldığında kıssaların iki amacının olduğu gözlenir.
a) İnsanları tevhıd inancına uymayan olumsuz alışkınlıklardan uzaklaştırmak.
b) Hz. Peygamberle Tebliğ edilen inancı işlev hale getirmek.
Kur’ân’da yer alan 84 civarındaki olayları anlatan kıssaların amaçlarını altı maddede özetlememiz mümkündür:
a) İnsanlar arasında Tevdid’i hakim kılmak,
b) Hz. Peygamberin risaletini ve vahyi ispat etmek,( Yusuf, 12/2-3.)
c) İlahi dinlerin aynı kaynaktan geldiğini ortaya koymak,( Enbiyâ,21/48-52. Şuara, 42/13.)
d) Yüce Allah’ın İnananlara yardım edeceğini, inanmayanlara mühlet verdiğini veya azabı hatırlatmak,( Hud, 11/120; Ankebut, 29/14-40.)
e) Seçkin kullara verilen nimetlere işaret ederek, güzel amel işlemelerine teşvik etmek,
f) Şeytandan sakındırmak[9] ve şeytan eksenli inançların yanlış olduğunu ortaya çıkarmak[10].”[11]
Kur’ân-ı Kerim’in örneklerini sunduğu gazapla ilgili hâdiseler ise, insanoğlunu, bu kimselerin tavırlarından uzaklaştırma işlevi görür. Bir nevi testiyi kırmadan uyarma mâhiyetindedir.
Bu hadiselerde, bu nedenle tarih ve zaman faktörüne fazla yer verilmez. Kur’ân-ı Kerim’in hiçbir bölümünde şu kavim kesin olarak şu tarihte yaşamıştır, diye bir bilgiye rastlanmaz. Aynı şekilde Kur’ân-ı Kerim, mekân unsuruna da fazla önem atfetmez. Bunun nedeni,Kur’ân-ı Kerim’in tarihe bakış açısında gizlidir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim, tarihi olayları anlatırken, onlardaki insan karakterleri ve toplumların davranış şekillerini ön plana çıkartır ve onları detaylı bir şekilde tahlil eder. Hangi davranış şekillerinin, Allah Teâlâ katında nasıl bir karşılık gördüğünü önemle vurgular. Böylece insana, yapması ve yapmaması gereken davranışlar listesi sunar. Bunu yaparken de, dünya ve ahirette mutluluğa ulaşmasında davranışlarına hâkim olması gereken temel felsefeyi ve yaklaşım şeklini, bütün ayrıntılarıyla idrakinin algılayabileceği ölçülerde izah eder. Bu duruma göre tehlikeli durum -sapma ve gazaba uğramanın sebepleri- sürmektedir.
Müslümanların ise sapmamak/gazaba uğramamak ve aynı âkibete düşmemek için kendi önlemlerini almaları gerekir. Yoksa nasılsa sapan ve gazaba uğrayan belli deyip enseyi karartma şeklindeki rahatlık, tehlikeli sona/âkibete götürebilir.
Özetle Kur'an-ı Kerim muhtevası içindeki önem ve mahiyetine işaret etmeye çalıştığımız Kur' an kıssalarına baktığımız zaman büyük bir ekseriyetle bu Kur'ânî üslûba konu olan malzemenin peygamberler ve bunların hak davalarının tarihi olduğunu görürüz. Bu muhteva içinde tarihen defalarca tescil edilen bu İlahi davetler karşısında insanların durumu ne olmuştur?
Daveti kabul edenler, etmeyenler ve aralarında cerayân eden mücadelenin çizgisi ve sonucu Kur' an muhataplarına öz olarak anlatılmaktadır. Gaye; Kur' an muhataplarını, daha önce düşülen hatalara, İlahi değerlere karşı olumsuz tavır sergileyen fertlerin veya toplumların durumuna karşı uyarmak ve aynı hatalara düşmekten onları kurtarmaktır.
Peygamberlerin ve onların arkasında giden seçkin insanları sergilediği örnek hayatı yaşamaya, ideal çizgiyi tutturmaya özendirerek Allah'ın istediği ve razı olduğu kullar seviyesine çıkarmaktır.[12] “Kur'an-ı Kerim'de tarihi bir olay anlatılmış veya tarihi haberlere yer verilmişse bu sadece ve sadece ders ve İbret içindir” gerçeğini de unutmamak gerekmektedir. Ayrıca şu gerçeği de her zaman hatırda tutmak gerekir ki, "Kur'an’ın anlattığı tarihi her olay ve her haber gerçekten tarihte yaşanmış, meydana gelmiş gerçeklerden başka bir şey değildir"[13] Bu konuda çok açık Kur' an ayetleri olduğu gibi.
SAPANLAR VE GAZABA UĞRAYANLAR
صِرَاطَ الَّذِينَ أَنعَمتَ عَلَيهِمْ غَيرِ المَغضُوبِ عَلَيهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ ﴿٧﴾
“Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil.” (Fâtiha,1/6-7)
Kur'ân’ın başında yer alan ve özü olarak nitelenen Fatiha Suresi‟nde insanlar, nimet verilenler, gazaba uğrayanlar ve dalâlette olanlar şeklinde üç kısma ayrılmıştır.
وَمَن يُطِعِ اللّهَ وَالرَّسُولَ فَأُوْلَئِكَ مَعَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللّهُ عَلَيْهِم مِّنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاء وَالصَّالِحِينَ وَحَسُنَ أُولَئِكَ رَفِيقًا ﴿٦٩﴾
“Kim Allah’a ve Peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddîklarla, şehidlerle ve iyi kimselerle birliktedirler. Bunlar ne güzel arkadaştır.” (Nisâ,4/69)
Kendisine nimet verilenler, Allah’a iman eden ve O’nun istediği gibi yaşam sürenlerdir. Allah’ın gönderdiği mesajlara olumlu cevap veren insanlardır. Allah'ın istediği inanç ve davranışa sahip olan insanların başında da peygamberler, sıddîk, şehit ve sâlihler akla gelir.
GAZABA UĞRAYANLAR:
“Kur'ân‟ı Kerîm‟de gazab, fiil ve isim formu ile geçmektedir. Bu kelime gerek fiil gerekse isim hali ile çoğunlukla Allah'a nispet edilmekle birlikte (el-Bakara, 2/61, Âl-i İmrân, 3/112; el-Arâf, 7/71; en-Nisâ, 4/93; el-Mâide, 5/10; el-Feth 48/6; el-Mücâdele, 58/14) Hz. Musa’ya(Arâf 7/145, 150, Tâhâ 20/86.), Hz. Yûnus’a (Enbiyâ 21/87.) ve müminlere (Şûrâ 42/37.) de nispet edilmiştir. Gazabın Allah'a nispet edilmesi O’nun gazaplanmasına neden olan davranışlara dikkat çekme gayesine matuftur. Böylece Kur'ân’ın ilk muhataplarının Allah'ın mesajı karşısında sergilenmesi ve sergilenmemesi istenilen tavrı görmeleri ve ona göre hareket etmeleri amaçlanmıştır.[14]
Allah'ın gazabından söz eden diğer âyetler ise, Hz. Muhammed‟in (sav) Kur'ân âyetlerini tebliğ ettiği ilk toplum ile sınırlı olmayıp bu toplum ile tarihte benzer davranışlar sergileyen insanlar arasında bağ kurarak nüzul öncesi dönemi de kapsamaktadır.
Bu yüzden Allah'ın gazabını konu alan Kur'ân âyetlerinin önemli bir kısmı Yahudilerin gazaba uğramasından söz etmiştir.( Bakara 2/90, Âl-i İmrân 3/112; el-Mâide 5/10; el-Arâf 7/152; Tâhâ 20/86.) Bunun yanı sıra Kur'ân‟da müşriklerin (Arâf 7/71; el-Feth 48/6.), münafıkların (Şûrâ 42/16; el-Feth 48/6; el-Mücâdele 58/14.), irtidat edenlerin (Nahl 16/106.), cepheden kaçan Müslümanların(Enfâl 8/16.) ve kasten adam öldürenlerin (Nisâ 4/93.) Allah'ın gazabına uğradığı veya uğrayacağı ifade edilmiştir.”
DALÂLET/SAPKINLAR
Dalâlet veya dalâl; doğru yoldan sapma, sapıklık, sapkınlık demektir. Dalâl; doğru yoldan bilerek veya bilmeyerek sapmak anlamına da gelir (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, I, 135). Gaflet, hayret, gaybûbet, helâk mânâlarına da kullanılır. Dâllîn, sapıklar demektir ve Kur'ân buyruklarınâ göre onlar dost edinilmeyecek, Allah'ın gazâbına uğramış azıp-sapmış kişilerdir, dinlerini bölük bölük yapanlardır (el-Fâtiha, 1/5-7; el-Enbiyâ, 9/159).
Kur'an'da küfrün en karakteristik görünümlerinden biri olarak şirkin, putperestliğin bir dalâl hali olarak zikredildiğini görürüz:
"Müşrik, Allah'tan başka kendisine ne zarar verebilecek ne de faydası dokunabilecek olanı anar. Bu gerçekten dalâlin derin olanıdır" (el Hacc, 22/12);
"İbrahim, babası Azer'e 'Putlara ilahlık mı yakıştırıyorsun? Doğrusu ben seni de senin milletini de açık bir dalâl içersinde görüyorum dedi" (el-Enâm, 6/74).
Dalâl'ın dinî kullanım alanı ise Kur'an'ın bütün âyetlerinde sık sık vurgulanmaktadır:
"...her kim yoldan şaşarsa (dâlla) kendi zararına şaşar..." (el-İsrâ, 17/15);
"Doğrusu O'nun yolundan kimin şaştığını (yadillu) ve kimlerin doğru yolda olduğunu en iyi Rabbin bilir" (el-En'âm, 6/117);
"Onlar, huda (irşad)dan mahrumiyet pahasına dalâleti (sapıklığı) ve aftan mahrumiyet pahasına da cezayı satın alanlardır" (el-Bakara, 2/175);
"Hayır! Ahirette iman etmeyenler azab ve derin bir dalâl içerisindedirler" (Sebe, 34/8);
"Onlar bundan evvel bâriz dalâl içindeydiler" (Âlu İmrân, 3/164);
"Onların sürüden farkı yoktur; onlar yollarını daha da çok şaşırmış durumdadırlar" (Furkan, 25/44);
"Doğrusu iman etmeyip Allah'ın yoluna engel olanların sapması (dâllu) büyük bir sapmadır" (en-Nisâ, 4/167);
"İşte Rablerine iman etmeyenlerin misâli: Onların amelleri fırtınalı bir günde rüzgârda kalan küllere benzer; elde ettiklerini elde tutamazlar. Dalâl'in büyüğü işte budur" (İbrahim, 14/18).
Küfür, her türlü şekliyle gerçekten dalâldir. İşte vahyi yalanlayanlar için inen buyruklar:
"O halde seyredin siz saşkınlar (dâllun), kıyâmet gününe yalandır diyenler; cehennemin zakkum ağacından yiyeceksiniz siz" (Vâkıa, 56/52).
Hevâ ehli olarak dalâlet:
"Ben sizin ahvânıza uyacak değilim. Zira o takdirde yolumu şaşırırım ve doğru yolu bulanlardan olmam de" (el-En'âm, 6/56); "Allah'tan bir irşâd olmaksızın kendi hevâsına uyandan daha şaşkın kim olabilir? Doğrusu Allah zâlimleri, doğru yola iletmez" (el-Kasas, 28/50); "Geçmişte yolunu kaybetmiş ve birçok insanı da yoldan çıkarmış, şimdi de düz yoldan kopmuş olanların ehvâma tâbi olma" (el-Maide, 5/77).[15]
“Dalâlet kişinin yoldan sapması, doğru yolu bulamaması, çöl ortamı ya da karanlık gibi nedenlerden dolayı yolu tespit edememesi, haktan uzaklaşması, dinden çıkması, kişinin çabalarının beyhude olması ve ona yarar sağlamaması gibi anlamlara gelen fiilinin masdarıdır. Dikkat edilecek olursa bu kelimenin kök anlamlarında somut ve soyut mana bulunmaktadır. Karanlık vb. nedenlerle yolu şaşırmak ve doğru yoldan uzaklaşmak somut manada bir sapmayı ifade ederken, bir dinin isteklerini yerine getirmeyip tersini yapmak ise soyut bir sapmadır. Ğarîbu’l-Kur'ân kaynaklarında ise dalâl, hidâyetin karşıtı olarak dosdoğru yoldan uzaklaşmak şeklinde tarif edilmiştir. Bu sapmanın az ya da çok olması ile bilerek ya da sehven olması arasında bir fark gözetilmemiştir.[16]
Bütün bu misâllerden ve Kur'an'daki genel anlatım düzeninden dalâlet ehlinin: Küfür hevâ, isyan, nankörlük, iftirâ, yalancılık, büyüklenmek, inançsızlık, Allah'ın elçisine tâbi olmamak, Kur'an'a inanmamak, sünneti terketmek, kalplerini katılaştırmak, şirk koşmak, âhirete inanmamak, hakka karşı aldırışsızlık, müteşâbihlere uymak, inançta şüpheli davranmak, bilgisizce âyetler hakkında tartışmak, haklara tecâvüz etmek, vahiyle alay etmek, haddi asmak, fâsıklık, fâcirlik, zâlimlik, müsriflik, Allah'ın indirdiği ile hükmetmemek gibi özellikleri olduğu anlaşılmaktadır. Dalâlet ehli, yani "Kâsitûn'a gelince onlar cehennemin yakıtıdırlar" (el-Cin, 72/14-15)[17]
“Âyetlerde bu kökten türemiş çok sayıda kelime geçmektedir. Araştırmanın konusu bakımından bu kökten gelen fiilin âyetlerde geçen sülâsi formuna mercek tutulacaktır. Bu fiilin nispet edildiği kimseler arasında genel olarak inkârcılar (Mâide, 5/12.), Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, elçilerini ve ahiret gününü inkâr edenler(Nisâ 4/136.), inkâr edip Allah yolundan saptıranlar,(Nisâ, 4/167.) inkârı imana tercih edenler(Bakara, 2/108.), şirk koşanlar (Nisâ, 4/116.), hidâyete ermeyenler (Yûnus, 10/107, 108; el-İsrâ, 17/15; ez-Zümer, 39/41.), Allah'ın yolundan sapanlar (Enâm, 6/117; en-Nahl 16/125; Sâd 38/26; en-Necm, 53/30; el-Kalem 68/7) , Allah'a ve peygamberine isyan edenler (Ahzâb, 33/36.), Hıristiyanlar(Mâide 5/77.), israiloğulları (Tâhâ, 20/92.), yollarını şaşırdıklarını sanan bahçe sahibi kardeşler (Kalem, 68/67.) vb. bulunmaktadır.
Konu ile ilgili âyetlere bakıldığı zaman bu kelimenin yolu şaşırmak örneğinde görüleceği üzere somut bir anlamı ifade ettiği gibi Allah'ın belirlediği yoldan ayrılmak, O’nun hidâyetine ermemek vb. gibi soyut mana da ifade etmektedir. Hatta Kur'ân‟da soyut anlamın, somut anlamdan daha çok tercih edildiği görülmektedir. Kısacası dalâlet hem gözden kaybolmayı, hem de vahiy tarafından önerilen inanç ve yaşam tarzından sapmayı ifade eder.
Kur’ân-ı Kerîm’de peygamberlerin dışında diğer insanlar hakkında kullanılan ve Allah'ın belirlemiş olduğu yoldan sapmak anlamına gelmekte olan dalâlet, herhangi bir şahsa, topluma ve ırka özgü kılınmamıştır. Bir diğer husus ise dalâlet bütün vahiy tarihi boyunca gözlemlenen ve Kur'ân âyetleri tarafından çeşitli vesileler ile temas edilen bir olgudur.”[18]
“Hz. Peygamber‟den (s.a.v.) nakledilen konu ile alakalı üç rivâyet vardır. İlki tâbiûndan Abdullah İbn Şakîk’in, muhtemelen sahabe tabakasından olan ravinin ismini zikretmeden naklettiği açıklamadır. İkincisi ise Hıristiyan iken Medine döneminin sonlarına doğru Müslüman olan Adiyy İbn Hâtim’den (ö. 67) nakledilmiştir. Üçüncü yorum ise Ebu Zerr’den rivayet edilmiştir.”[19]
عَنْ عَدِيِّ بْنِ حَاتِمٍ، عَنِ النَّبِيِّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ: «اليَهُودُ مَغْضُوبٌ عَلَيْهِمْ وَالنَّصَارَى ضُلَّالٌ» [حكم الألباني] : صحيح
Adiyy İbnu Hâtim (radıyallahu anh) anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
(Fatiha’da Geçen) Elmağdûb Aleyhim (Allah’ın Gazabına Uğrayanlar) Yahudilerdir, Eddâllîn (Sapıtanlar) da Hıristiyanlar’dır. Tirmizî, Tefsir 2, (2954).[20]
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Fatiha Sûresi’nin son âyetinde geçen mağdub aleyhim (Allah’ın gazabına uğrayanlar) tabiri ile Yahudilerin kastedildiğini, dâllin (sapıtanlar) tabiriyle de Hıristiyanların kastedildiğini açıklıyor.
Esasen, Kur’ân-ı Kerîm’de bir çok âyet Yahudilerin gadaba uğrama durumlarını ifâde etmiştir. Bu ayetlerden biri şöyle: “… Onlara yoksulluk ve düşkünlük damgası vuruldu. Allah’ın gazabına uğradılar. Bu Allah’ın âyetlerini inkâr etmeleri ve haksız yere peygamberleri öldürmelerindendi. Bu karşı gelmeleri ve taşkınlık yapmalarındandı” (Bakara, 2/61). Şu âyetler de görülebilir: Âl-i İmrân,3/ 112; Bakara,2/ 90; A’raf, 7/152; Maide,5/ 60; Mücadele,58/ 14.
Şu âyet de açık olarak Yahudilerin Allah’ın gazabına uğradıklarını ifâde eder:
“Buzağıyı ilâh ittihaz edenler, Rablerinin gadabına ve dünya hayatında alçaklığa uğrayacaklar. İftira edenleri böylece cezalandırırız” (A’raf 152).
“İsrailoğullarından inkâr edenler, Dâvud’un ve Meryem oğlu İsâ’nın diliyle lânetlenmişlerdi. Bu, başkaldırmaları ve aşırı gitmelerindendi” (Maide, 78).
Ayetlerden anlaşılacağı üzere Yahudiler, haksız yere peygamber öldürmek, verilen emirleri dinlememek, taşkınlığa düşüp azmak gibi sebeplerle Allah’ın gadabına uğramışlardır.
Hıristiyanların sapıtmaları, kitaplarını tahrif ederek, Hz. İsa’ya ulûhiyet isnâd etmeleri, ruhbanları kendilerine Rab tâyin etmeleri gibi sebeplerle haktan ayrılarak sapıtmışlardır.”[21]
“Gazaba uğrayanların Yahudiler ve dalâlette olanların Hıristiyanlar şeklinde tefsir edilmesi ise hadisler ile sabittir. Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından farklı yerlerde dile getirildiği anlaşılan bu yorum, bazı ilim adamlarının iddia ettiği gibi( M. Sait Şimşek, Hayat Kaynağı Kur'ân Tefsiri, I, 18.) sıhhat bakımından bir problem taşımamaktadır.( Elbânî, el-Ehâdîsi’s-sahîha, IX, 785.) Ancak Hz. Peygamber‟in (s.a.v.) bu hadislerinin Fatiha Suresi ile irtibatı net değildir. Bununla birlikte sahabe, tâbiûn ve daha sonraki müfessirlerin önemli bir kısmı bu âyeti bu şekilde yorumlamışlardır.”[22]
“Fatiha Suresini, surelerin tertibinin tevkîfî olduğu esasına dayanan tenâsübü‟s-süver ilmine göre yorumlayanlar ise, Bakara Suresi’nin baş tarafında önce müminlerden, ardından inkârcılardan ve son olarak da münafıklardan bahsedildiğini belirterek, iki suredeki sıralamanın paralelliğini baz alarak gazaba uğrayanları kâfirler şeklinde izah etmişlerdir[23]. Tâhir İbn Âşûr da Yahudilerin gazaba uğrayan toplumlar, Hıristiyanların da dalalette olan gruplar içinde olduğunu belirtmekle birlikte gazabın Yahudilere, dalaletin de Hıristiyanlara has kılınamayacağını ifade etmiştir. Bu yorumun tarihi temellerine de ulaşmak mümkündür.[24]”
“Surenin Mekke’de inen ilk surelerden biri oluşu, ilk muhatapların müşrik yapısı, Kur'ân’ın İslam’ın ilk yıllarında ehl-i kitaba yönelik ılıman tavrı, öncelikli olarak bu âyetler ile Yahudi ve Hıristiyanların hedef alınmadığını göstermektedir. Esasında bu âyetin ilk hedefi müşrikleri hem Allah'ın gazabına uğramakla hem de dalâlette olmakla mahkum etmektir. Ayrıca Müslümanların yolunun tek ve nimet yolu olması tevhid inancı ile uyum içinde iken, müşriklerin hem gazab hem de dalâlet ile damgalanmaları çokluğun tezahürü şirk ile paralellik arz etmektedir. Müşriklerin İslam karşısındaki muhalif tutumları, kendilerinin bu iki kötü sıfat ile tavsif edilmelerine neden olmuştur.[25]
“Kur'ân’ın bir olayı veya durumu aktarırken genel lafızları seçmesi, âyetlerin aynı olay ve durumlar için işler olmasına vesile olmuştur. Fâtiha Suresi ile irtibatının varsayımına binaen Hz. Peygamber‟in (s.a.v.) hadisleri ile ashabın ve tâbiûnun yaptığı yorumlar âyetin genel lafzından hareketle anlamını daha sonraki dönemlere taşıma faaliyetidir.
Buna göre İslam çağrısını susturmak, inananlara zulüm ve işkence etmek, bilgi ve davranış bakımından müminlere karşı strateji geliştirmek bir insanı Allah'ın gazabına uğratır, dalâlete düşürür. Bu tasnif inanç bakımından bir tasnif olduğu için müminlerin dışındaki her türlü gurubu gazab ve dalâletle tavsif eder. Müslümanların Allah'ın gazabına uğraması ve dalâlette olmaları ise bu âyetin dışında başka âyetlerle anlaşılabilir. Zira bu âyet Müslümanlar ile ötekiler arasında inanç bakımından bir ayrım yapmaktadır.”[26]
SAPMANIN TEZÂHÜRLERİ
Müşrik[27] Araplar, Allah’a ortak kabul etmeleri, Allah’a ulaşmada vasıta olarak kabul ettikleri putlara hisse ayırmaları, helali harama dönüştürmeleri konularındaki yanılgılarından dolayı uyarılmaktadır.
Benzer uyarılar, Ehl-i Kitab’a da yapılmaktadır;
“Onların çoğunu günah, düşmanlık ve haram yemede birbirleriyle yarıştıklarını görürsün. Rabbânîler ve Hâhamların, onları günah söz söylemekten, haram yemekten men etmeleri gerekmez miydi? Yaptıkları şey ne kötüdür.” ( Mâide, 5/62-63.)
İbn Abbas, yukarıda zikri geçen Mâide Sûresindeki 62. âyetin, ikaz ve uyarı açısından Kur’ân’daki en şiddetli ayetlerden biri olduğunu belirtir.( İbn-i Kesîr, Tefsir, III/24.) Hz. Peygamber de haram ve helal değiştirme hususunda insanların dikkatini çekerek, “İçlerinden günah işleyen bir kimseyi, bundan men etmeye güçleri yettiği halde, bunu yapmayan toplulukları, Allah mutlaka cezalandırır.” (Ebû Dâvud, Melâhim, 17.) buyurur.
Kur’anı Kerim’i okuyan ve anlamaya çalışan insanlar bilirler ki yüce Rabbimiz “Yahudi”leri, gözden düşmüş, insanlar içinde dünya hayatına en çok düşkün olan (Bakara,2/96), yeryüzünde fesâd çıkartan (İsrâ, 17/4), lânetlenmiş (Mâide, 5/64.), aşırı giden (Bakara,2/61), Kur'an'la ve müslümanların ibadetleriyle eğlenen (Maide,5/57; Nisa,4/46), vefâsız, korkak, Cebrail(aleyhisselâm)’ı düşmanları olarak kabul eden (Bakara, 2/97-98.) kendi kendilerine yazık etmiş, Peygamberlerin katili (Bakara, 2/61,87), siyasi ve ırki asabiyet gibi nedenlerle peygamberlere karşı sürekli şüpheli ve isyankâr bir tavır takınmış, (Bakara, 2/87, 246.) Allah’a ve Peygamberlerine ihanet etmiş kavimleri detaylı bir şekilde anlatır. Yahudi ihanet demektir. (Maide,5/13; Nisa,4/46; Cum'a,62/5) Çünkü onlar, katı yürekli (Bakara,2/72,81) ve inatçı idiler (Bakara,2/60,61). Vefasız (Bakara,2/,83,8; Mâide,5/20-26) ve yalancıydılar (Mâide,5/41-42). Serkeş, küstah, fasık, (Mâide,5/25) mütecaviz (Nisâ,4/153-162) ve nankördüler (Bakara,2/47-59). Müslümanlara en şiddetli düşmandılar (Maide,5/82). Müslümanlara zarar vermeyi zevk bilirler, müslümanların sıkıntıya düşmesini dilerlerdi (Âli İmrân,3/118). Müslümanlara bir fenalık dokunursa düğün-bayram ederlerdi (Âli İmrân,3/120).
Yahudiler genel anlamda Allah’a iman etmekle beraber, Allah inancındaki bozulma ile birlikte tarih boyunca imanlarında samimiyetsiz ve ciddiyetsiz bir tavır takınmışlardır. Yüce Allah’ın kendilerine verdiği nimetlere (Bakara, 2/47-59.) ve gösterdiği onca mucizelere rağmen başta âlimleri olmak üzere Yahudilerin kâhir ekseriyeti Yüce Allah’a karşı isyan içeren sorgulayıcı ve pazarlıkçı (Bakara, 2/55, Maide, 5/112, A’raf, 7/15.) bir tavır takınmışlardır.
Yahudilerin Yüce Allah hakkındaki genel tutumları, onların Allah’a iman etmek istemediklerini [28] ve onun emirlerine boyun eğmediklerini gösteriyor. Yahudiler tarih boyunca farklı karakterleri ve insanlarla olan sorunlu ilişkileri sebebiyle sürekli gündemde kalmışlardır. Kur’ân-ı Kerim’de en fazla bahsi geçen dini cemiyet (câhil bir toplum- A’raf, 7/138.) Yahudilerdir. “Yahudiler” ne yapılmaması, nasıl olunmaması noktasında sonra gelenler için çok iyi bir örnektir.
Hristiyanlar ise, teslîs/üç ilâh safsatasını kabul etmekle hakikatten sapmış, tevhit inancından ayrılmış ve dalalete düşmüşlerdir.
"Yahudiler, 'Üzeyir Allah’ın oğludur' dediler. Hıristiyanlar da ‘Mesih Allah’ın oğludur’ dediler. Bu onların kendi ağızlarıyla uydurdukları sözlerdir ki, kendilerinden önce kâfir olanların sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin, nasıl da saptırılıyorlar." (Tövbe, 9/30)
Hıristiyanlar, Mesih İsa’ya "Allah’ın oğludur" demekle kalmadılar, daha da ileri giderek yine Kur’an anlatımıyla, " 'Allah, Meryem oğlu Mesih’in kendisidir' diyenler de kâfir oldular, Allah üçün üçüncüsüdür' diyenler de kâfir oldular." (Maide, 5/72-73)
“Ey kitap sahibi! Dininizde aşırılığa gidip doymazlık etmeyin. Allah hakkında gerçek dışı birşey söylemeyin. Meryem oğlu İsa Mesih, Allah'ın Resulü ve Kelime'sidir. Onu Kendisinden bir ruh ile beraber Meryem'e atmıştır. Artık Allah'a ve resullerine inanın. “Üçtür” demeye son verirseniz sizin için daha iyi olur. Allah Vahid'dir, tek ve biricik İlâh'tır. Kendisi için bir çocuk olmasından arınmıştır. Göktekiler ve yerdekiler yalnız O'nundur...” (Nisa 4 / 171)
Bununla birlikte, söz konusu iki gurubu kesin hatlarla birbirinden ayırmak çok zor. Ama birincisinde, yani mağdub/gazaba uğrayan gurubunda sefahat, rezalet ve azgınlık ön plana çıkıyor; dallîn/sapan güruhunda ise yanlış fikirler ve batıl inançlar. Yoksa, kelime manasıyla bakıldığında, yanlış yola giren dallînler de mağdupturlar, yani Allah'ın gazabına uğrayan zümredendirler.
Aynı şekilde, ahlâkî yönden dejenere olmuş azgın kavimler de dalalet üzeredirler ve Allah'ın gazabına uğrayacaklardır. Her ikisinin ortak özelliği, istikametten sapmaları, Allah'ın kahrına layık kimseler olmalarıdır. Ama, birinci gurupta azgınlık daha hâkimdir, ikincisinde ise sapkınlık.
“İslam inancına göre Allah’ın izni olmadan bir şeyin meydana gelmesi mümkün değildir. Cezada mükafatta Allah’tandır. Bununla birlikte rahmet ve cezanın oluşumunda toplumun yaşantısı önemli olmaktadır. Yüce Allah inanan ve şükredene ceza verilmeyeceğini ifade ederken, ( Nisa, 4/147.) insanların yaptıklarından dolayı kara ve denizlerin bozulması halinde bunun karşılıksız kalmayacağı hatırlatılır.( Rum, 30/41) Konuyla ilgili müfessirlerin yorumlarını iki aşamada ele almak mümkündür. 1) Kıssalarda ceza verildiği belirtilen toplumların özellikleri. 2) Benzer özelliklerin olması durumunda aynı cezaların meydana gelebileceği görüşü.
Kur’an’ın bütünlüğü içinde geçmiş milletlerin cezalandırılışının bir takım sebepleri ileri sürülür. Bu sebepler:
a) Allah’ı inkar,
b) Yaratılanlara zulüm etmek,
c) Haramları helale dönüştürmek,( En’am, 6/143-144; Nahl, 16/116.)
d) İnsanların mallarını haksız yere yemek,( Nisâ, 4/160, 167,168, 170.) e) Verilen nimetlere nankörlükte bulunmak,( Kasas, 28/58.)
f) Varlıklı insanların isyan etmeleri (İsrâ, 17/16-17.) ve nesli bozacak yaşantı içine girilmesi. Benzer hataların zamanımızda olması durumunda aynı cezaların verilmesi mümkün müdür? sorusuna Kur’ân’da yer alan iki ayetle cevap vermek mümkündür. “Ülkelerin halkı inanıp korunsalardı, elbette üzerlerine gökten ve yerden bolluklar açardık. Fakat yalanladılar. Biz de onları kazana geldikleri kötülükler yüzünden yakaladık.”[29] “Siz şükreder ve inanırsanız Allah size niye azap etsin? Allah şükrün karşılığını veren ve bilendir.”( Nisa, 4/147.)
Yukarıya aldığımız birinci ayette geçmiş milletlerin helak ediliş sebepleri ifade edilirken, ikinci ayette de insanlara soru sorarak inanan ve hayırlı işler yapanın cezalandırılması için bir sebebin olmadığı belirtilir. Müfessirlerin üzerinde durduğu ayetlerden iki tanesi de En’âm Suresi 65 ve Rum Suresi 41 ayetleridir. “De ki: ‘ O, sizin üzerinize üstünüzden, yahut ayaklarınızın altından bir azap göndermeye, ya da parti parti bir birinize düşürüp kiminize kiminizin hıncını tattırmaya kadirdir.’ Bak anlasınlar diye ayetleri nasıl açıklıyoruz.”( En’âm, 6/65.) “İnsanlara elleriyle kazandıkları (günahlar) yüzünden karada ve denizde fesat çıktı. Belki dönerler diye, onlara yaptıklarının bir kısmını tattırıyor.”( Rum, 30/41.)
Rum Suresi 41, En’am, Suresi 65. ayetler ve Müfessirlerin görüşlerini netleştirmek gerekirse, Yüce Yaratıcı, dünyada kendisine şirk koşulmasını, yaratılanlara zülüm ve fuhşun her çeşidini büyük günah saymaktadır.( Nahl, 16/90.) Bu suçları işleyen insan ve toplumların dünya veya ahırette cezalarının karşılıksız kalmayacağı ifade edilir.( İsra, 17/16; Kasas, 28/59.) Bununla birlikte, insanların başlarına gelen musibetler kendi yaptıklarının karşılığı olduğu gibi,( Nisa, 4/79.) Allah’ın bir imtihanı da olabilmektedir.( Bakara, 2/155; Ankebut, 29/1-3.)
Yaratıcı kullarından iyilik ve güzel şeylerin yapmasını istemektedir. İnsanlara ve diğer yaratılanlara zararı olan insanların durumuyla ilgili olarak Hz. Peygamber, “Bir günahkar öldüğünde, insanlar, ülkeler, ağaçlar ve canlılar rahata erer.”( Buharî, Rıkâk, b. 8/133.) buyurarak yaratılanlara zararı olan insanların durumu hatırlatılmaktadır.”[30]
Sonuç olarak her ne sebeple olursa olsun, ahirette görülecek hesaba karşı korku içinde olmamak, ciddiyetten ve ilmi dayanaktan yoksun bir tavır içinde olmak, ona gerçek anlamda iman edilmediğinin de bir göstergesidir. Benzer sapmalara ve âkibete uğramamak için Müslümanlar çok daha dikkatli olmak zorundadırlar. Zîra din/îman kelepür değildir, korunmalı ve kıymeti bilinmelidir. Bu imtihân hayatından, sapacak ve gazaba uğrayacak işer yapmadan, Allah’ın koyduğu standartlarda ve râzı olacağı şekilde imanımızı korumak ve Müslüman olarak Rabbimizin huzuruna çıkmakla mükellefiz.
وآخر دعوانا أن الحمد لله رب العالمين ، والصلاة والسلام على أشرف الأنبياء والمرسلين .
Ahmet Hocazâde, 09.06.2017, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Muhâfız ya da Muârız'a dair
Ahmet Hocazâde Yazıları
Takip et: @hocazadem
[1] Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan,” Dine Saygı”, Altınoluk, 2014 - Temmuz, Sayı: 341, Sayfa: 041. ;İbn Teymiyye, İktizau’s-sırâtı’l-müstakim, s. 45; Munâvî, Feyzul-kadîr, V, 261.
[2] Prof.Dr. Vehbe Züheylî, el-Kıssatü’l Kur’âniyyetü Hidâyetün ve Beyânün, Şam 1992, s 6,17.
[3] İdriş Şengül, Kur’ân Kıssaları Üzerine”, İzmir 1994, s.170.
[4] Kur’ân Kıssalarının Anlam Ve Değeri, (IV.Kur’ân Haftası Kur’ân Sempozyumu) S. 113-144.
[5] Remzi Kaya, Kur’an-ı Kerim Kıssaları Ve Düşündürdükleri, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Cilt: 11, Sayı:2, 2002, s.36.
[6] Prof.Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, A. Ü. İlahiyat Fak. Yay. 2. Baskı-Ankara, 1976 s. 172. 176.
[7] İdris Şengül, Kur'an Kıssalarının Tarihi Değeri , Diyanet İlmi Dergi , Cilt: 32 , Sayı: 4 , Ekim-Kasım-Aralık 1996, s.64.
[8] Konuyla ilgili bk. Halit Ünal, İslâm Ansiklopedisi, Şamil Yay. III/363.
[9] Geniş bilgi için bk. Seyyid Kutup, Kur’ân’da Edebi Tasvir, trc Süleyman Ateş, ist. 1967, s.221-234.
[10] Konuyla ilgili bk. Bakara, 2/256-257; Nisa, 4/51; Mâide, 5/60; Mennâı’l-Kaddân, Mebâhis fî Ulûmi’l-Kur’ân, s. 307; Vehbe Züheylî, a.g.e., s. 15.; Remzi Kaya, Kur’an-ı Kerim Kıssaları Ve Düşündürdükleri, s.37.
[11] Remzi Kaya, a.g.m., s.37.
[12] Muhammed Gazali, Nazarat fi'l-Kur'an, 2. baskı, Kahire I962, s. 114.; Ayrıca bkz. İdris Şengül, Kur'an Kıssalarının Tarihi Değeri , s.64-65.
[13] Örnek olarak bazı ayetler için bkz. Bakara,2/ 44, 178-179, 252; Ali İmran, 3/3, 44, 62; Nisa,4/ 87; Maide,5/ 27-32, 42-50; A'raf,7/ 85-87: Hud,11/ 49, 84-88; İsrâ,17/ 9; Kehf,18/ 13; 35.
[14] Halil Aldemir, Fâtiha Suresi’nde Nimet Verilenler Gazaba Uğrayanlar Ve Dalâlette Olanlar, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, Cilt 12, Sayı 1, s.224.
[15] Ahmet Ağırakça, Ehl-i Delâlet, İslam Ansiklopedisi, Şamil Yayınları.
[16] İsfehânî, Müfredât, s. 509; Semîn Halebî, ‘Umdetu’l-huffâz, II, 442-446. Bkz. Halil Aldemir, a.g.m., s.225.
[17] Bkz. Ahmet Ağırakça, Ehl-i Delâlet, İslam Ansiklopedisi, Şamil Yayınları.
[18] Bkz. Halil Aldemir, a.g.m., s.226-227.
[19] Bkz. Halil Aldemir, a.g.m., s.228.
[20] Diğer rivayetler için bkz. Abdurrezzak İbn Hemmâm, Tefsîr, I, 256, Ahmed b.Hanbel, V, 33; Heysemî, Mecme‘u’zzevâid, VII, 19.; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, VI, 550.; İbn Hıbbân, Sahîh, XIV, 139.; Said İbn Mansûr, Sünen, II, 536.; Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 186; İbn Kesîr, Tefsir, I, 142; Âlûsî, Rûhu’l-ma‘ânî, I, 127.
[21] Prof.Dr. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/248.
[22] Bkz. Halil Aldemir, a.g.m., s.235.
[23] Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, I, 256; Şirbînî, es-Sirâcu’l-münîr, I, 17. ; Bkz. Halil Aldemir, a.g.m., s.237.
[24] Tâhir İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, I, 196.; Bkz. Halil Aldemir, a.g.m., s.238.
[25] Bkz. Halil Aldemir, a.g.m., s.241.
[26] Bkz. Halil Aldemir, a.g.m., s.241.
[27] Müşriklik “şerike” fiilinden türemiş, ortak koşma anlamına gelen bir kelimedir. Allah’ı ortak koşan kişiyi ifade eder. Söz konusu kelime, riya, nifak, Allah’tan başkasına edilen yemin ve bir şeyi uğursuz sayma gibi anlamları bulunur. Terim olarak; Allah’a ortak koşarak, puta tapan, ilâhi dini, Peygamber ve kitapları olmayan Arap putperestleri ve benzerlerine bu ismin verildiği zikredilir. Bkz. Külliyatü Ebül-Bakâ, s. 216; Razi, Tefsir, XXXI/39; Elmalılı, M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, II/770; Sâbûni, Ahkâmu'l-Kur'ân, Şam 1997, I/282.
[28] Fatih Kesler, Kur’an-ı Kerim ’de Yahudiler ve Hıristiyanlar, T.D.V.Y., Ankara, 1995, s. 78.
[29] A’raf, 7/96. Tefsiriyle ilgili bk. Zemahşeri, Tefsir, II/77.
[30] Remzi Kaya, a.g.m., s.54-55.
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.