"1918 yılına kadar şimdiki Ermenistan sınırları içerisinde 500.000’den fazla Azeri ikamet ederken, 1920 yılının sonunda bu sayı 12.000 civarındaydı."
Mayıs 1918 yılında ezelden beri Azerilere ait olan topraklarda Ermenistan Cumhuriyetinin kurulması Azerilerin topraklarından sürülmelerinin ve soykırıma uğramalarının başlangıç noktası oldu. Nitekim bu bölgede neredeyse hiç Azeri nüfus kalmadı.
1918 yılına kadar şimdiki Ermenistan sınırları içerisinde 500.000’den fazla Azeri ikamet ederken, 1920 yılının sonunda bu sayı 12.000 civarındaydı. Bir tek 1919 senesinde Erivan’da açlıktan 14.000, Eçmiadzin ilçesindeyse 6 ay içerisinde 4.000 kişi hayatını kaybetti. Bütün ölenler, evlerini terk etmeye imkanı olmayan Azerbaycanlılardı.
Zulüm ve baskılar 1923-1925 yıllarında da devam etti. 1920 yılında bütün Türk köylerinden sadece Uluhanlı köyüne dokunulmadı. Dolayısıyla o günlerde Taşnak Ermenistan’ın Müslüman cemaati sadece bir köy ve Erivan’da kalan birkaç aileden ibaretti.
3 Ocak 1930 yılında Sovyet karşıtı unsurları etkisiz hale getirmeye yönelik kitle operasyonlarının yapılmasına karar alındı. Fırsattan istifade Ermeni yönetimi Azerbaycanlılara karşı bir baskı siyaseti başlattı.1930 yılından itibaren Azeriler bu baskılardan kurtulabilmek için ilk fırsatta Türkiye’ye ya da İran’a kaçmaya çalıştılar.
1937 yılının sonbaharında yeni baskı dalgası SSCB’nin her yerinde olduğu gibi, Ermenistan’da yayıldı. Sadece 1936-1937 yıllarında Ermenistan’da yaklaşık 50.000 Azerbaycanlı siyasi baskılara maruz kaldı.
Müslümanlara karşı Bolşevik rejiminin uyguladığı politika genellikle geleneksel kurumları kısıtlama ve yok etme yönündeydi. Türkçülük ve İslamcılık resmi olarak “demokratik burjuva milliyetçiliği” olarak tanımlanıyordu. Türkçülükle suçlanan kişiler baskılara maruz kalıyordu. Aynı politikalar Azerbaycan’da da gerçekleştiriliyordu. 1920 yılında Azerbaycan’da Müsavat partisi hükümetinin ortadan kaldırılması ve yerine İşçi ve Köylü hükümetinin getirilmesi ilan edildi.
Stratejik açıdan Sovyet hükümeti için Azerbaycan’ı önemli ve vazgeçilmez kılan Hazar denizinde bulunan petrol yataklarıydı. Yalnızca 1941- 1945 yılları arasında Azerbaycan’da bütün Sovyet benzinin % 80, yağların %96’lık kısmı üretildi. Elde edilen benzin o dönemde devam eden İkinci Dünya Savaşına katılan SSCB’nin askeri ihtiyaçlarına gidiyordu.
1948-1953 yılları arasında yüzbinlerce Azeri bir emirle Ermenistan’dan Azerbaycan’ın Kura-Araks ovasına sürüldü. Bunlar Batı Azerbaycan halkını Türkiye’den uzaklaştırma amacıyla yapıldı. Sovyet yönetimi Müslümanların dayanışmasından korkup, sınırdaki Türkiye’nin yakınlığı tehdit olarak görüyordu.
Aşağıdaki hikaye 1911 yılında kurulan ve Stalin’in baskılarına maruz kalan Azerbaycan’ın Müsavat Partisi üyelerinin sürgün hikayesidir.
“Karanlığa Dalış
Onlara bakarak gecen on yıl içerisinde Rus toplumunun ne kadar gerilediğini fark ettim. Yeni yönetim, merkeze uzak yerleşim yerlerinde de yeni toplum yapısını bir şekilde dayatmaya çalışıyordu.
Sonradan bunu başarsalar da o zamanda Rusların yerli insanların yanında ne kadar kaba görüldüklerini müşahede ettim. Esmer, yatağın beyazlığının yanında neredeyse kapkara olan Mahmut, ayaklarını doğuluların bağladıkları gibi bağlayıp oturuyor. Memleketini anlatıyor.
Mahmut ilçe kasabasında öğretmenlik yapsa da, doğa ile güçlü bağı göze çarpıyordu. Ve onun melodik sesinde memleketi Karabağ’ın dağlık meraları ve çöllenmiş kayaların üzerinde yayılan çoban kampının boğuk ezgilerini duyuyor gibi oluyordum.
Rusya’yı saran devrim yerli rekabet ve etnik çatışmaların gölgesinde Kafkasya’da yayılıyordu. Bu durum aşiret ve cemaatler arasında eski kırgınlıkların hesaplarının görülmesi için uygun bir ortam sağlıyordu. Mahmut, müsavatçıların kovuşturmasını o zamanki Azeri konsolosunun, Moskova’nın uşağı Bagirov’un, kendi düşmanlarına karşı güttüğü kan davasına bağlıyordu. Mahmut, Bakü hapishanelerdeki cinayetler sorgulara eşlik eden dayak ve işkenceler hakkında pek fazla konuşmuyordu. Onların izleri koyu lekeler ve yara izleri halinde Mahmud’un bütün vücudunda mevcuttu.
Orta Çağ yöntemlerine dönüşü ispatlayan bu görüntüler akla mantığa yatmıyordu ve Doğu’nun acımasız geleneklerinin bir yansıması olarak görülüyordu. Yeni Sovyet Rusya’sında kabul edilemez bir uygulama gibi görünüyordu.
İleride ifadelerin hem ilkel ve acımasızca, hem de ustaca bir dayakla alınmasını kendi gözlerimle yeterince görmek ve acı işkencelere maruz kalmak da nasip oldu…
Ama o zaman, Butırskaya hapishanesinde benimle sakince konuşan ve bize son derece dostça yaklaşan bu insanın nasıl bir burhandan geçtiğine ve dişlerinin postallarla kırıldığına inanmakta zorlanıyordum.
… Aktarmanın gerçekleştiği geniş kemerli oda doğu pazarını andırıyordu. Koğuşlardan buraya astragan şapkalı, ayaklarında yumuşak Kafkas tozlukları olan, yatak yüklenen ve ellerinde kilim çanta taşıyan esmer insanlar getiriliyordu. Ortam kalabalık ve gürültülüydü. Birbirine sarılan mücadele arkadaşlarının selamlaşma sesleri alışık olmadığımdan kulaklarımı sağır ediyordu. Türkçe birkaç cümle öğrenebilmiştim ve Arapça kelimeleri heceleyerek okuyabiliyordum. “Selamün Aleyküm” dediğimde etrafımı saran Mahmud’un hemşerileri sevinçli bir şekilde cevap vererek sıkıca elimi sıkıyorlardı ve bana acıdıklarını belli eden el kol hareketlerinde bulunuyorlardı. Dostlarının dostunun onlara yakın ve değerli olduğunu hissettirmeye çalışıyorlardı.
Aramızda dil engeli olsa da, hapis günlerinin bittiğine dair sevincimizi ifade etmeyi başarıyorduk, naif bir şekilde kamplardaki geleceğimizin daha iyi olacağını umarak. Müsavatçılara siyasi tutukluların gördüğü muameleye tabi tutulacakları vaat edildi. Verilen sözlere inandılar ve aksi taktirde bunun için birlikte mücadele etmeye hazırlardı. Aralarında Avrupa’da eğitim görmüş kişiler, Çar dönemindeki baskılar yaşayan ve devrim hareketinin tarihini bilen siyasiler vardı. Onlar eskiden sürgüne gönderilenlerin denetimli yaşam tarzı gibi bir şey bekliyordu…
… İlk zamanlarda bütün müsavatçılar sonradan ismi rota olarak değiştirilen eski manastırın binalarının birine, bir arada yerleştirildi ve bir müddet rahat bırakıldı. Ama böyle bir durum kampın amaçlarına ve yönetim niyetlerine çok da uygun değildi. Özellikle bu dönemde “amatörlüğün” yerine özenle geliştirilmiş geniş çaplı ceza politikalarının uygulamasına geçiliyordu. Müsavatçıları hazırlıksız yakalamak istediler, bahçeye sanki denetim içinmiş gibi çıkarttılar ve… ceza memurlarına teslim ettiler. İtişmeler kakışmalar ve başka tatsız olaylar yaşandı. Direkt baskılardan mecburen vazgeçildi.
Bir gece özel timler ve aralarında en büyük üstlerin bulunduğu askeri birlikler bütün müsavatçıları tekrar tutukladı ve herkesi farklı yerlere nakletti. Götürdükleri yerlerde zorla çalışmaya gönderdiler.
Müsavıtçılar gizli bir şekilde örgütlenebildi. Ve bir gün bütün kampta açlık grevi ilan ettiler. Yaklaşık elli müsavatçı karargahta bekletildi. Açlık grevinin on biri ya da on ikinci günü hepsi hastalardan boşaltılmış eski manastır hastanesinin odalarına nakledildi. Doktorlara grevindekilerin gizli bir şekilde yemek almalarına karşı gözetimde bulunmaları tembihlendi. Başlarına bekçiler yerleştirildi ve vazgeçenleri tespit etmek amacıyla ikna için ara sıra yanlarına birileri gönderildi. Yönetim üç yüz isyancıyla ne yapacağı konusunda Moskova’dan talimatları bekleyerek işi uzatıyordu…
… Onlar suskun, sakince, tek bir şeye konsantre olarak gergin bir şekilde yatıyorlardı. Ranzaların arasından Mahmud’uma ulaşmaya çalışıyordum. Bütün benliğimle üzerimde beni takip eden yastıklardan yönelen dikkatli sert ve yabancı bakışları hissediyordum. Müsavatçıların çoğu sonuna kadar gitmeye niyetliydi.
Mahmud aynı eskisi gibi dostça gülümsüyordu, sanki ölümcül kavga hiç yaşanmamış, ruhu huzur ve selamet içerisindeymiş gibiydi. Benim endişeli sorularıma o sadece doğululara özgü el hareketiyle cevap veriyordu. Direkt cevap vermekten kaçınarak “Her şey Allah’ın elindedir” diyordu ve benim fısıldayarak söylediğim, yastığın altına şeker paketi sıkıştırma teklifimi kararlı bir şekilde ret ediyordu.
Namussuz düşmana karşı savaşta her yol mubahtı. Mahmud da buna katılıyordu. Ancak ortak kaderi paylaşmamak, arkadaşlarına karşı dürüst olmamak olmazdı.
Herhalde bu sessiz ve sakince yatan insanların gözlerinde parlayan hastalıktan ve çatlamış dudaklarından yaklaşan sonlarını biraz daha erteleme isteğiyle mücadele ettikleri anlaşılabilirdi. Bakü hapishanelerinde zarar görmüş bir çok grevci çok zor durumdalardı. Kimi tamamen tükenmişti, kimi sayıklıyordu…
Yine de onları yıldırdılar. Bizzat kampın yöneticisi Eyhmans geldi. Herkese istediği işin verileceğine ve beraber yerleştirileceklerine söz verdi. Hemen yemek getirdiler, sıcak süt ve pirinç. Ve elbette ki, kandırdılar. Üç haftadır ölüm kuyusuna inen ve sonra hayat raylarına girmenin mutluluğunu yaşayan bir insanın tekrar ölüm yoluna dönemeyeceğini çok iyi biliyorlardı. Sadece müsavatçıların başı ve en yakın arkadaşlarından birkaçı ikna olmadı. Georgiy ile beraber onları vazgeçirmeye çalıştık.
Müsavatçıların başı bize,
”Ben ölmeye karar verdim. Artık hayatı sevmediğimden değil. Her koşulda ölüme mahkum olduğumuzdan. Çoğumuz bu kışı atlatamayacak ve neredeyse herkes verem hastasıdır. Kalanları ise yine imha edecekler. Ya kurşuna dizecekler, ya da cezalarla bitirecekler. Siyasi tutuklularının bulunduğu kampa nakil belki bir süre işe yarayabilirdi. Yine de… zaten bizi Solovki’ye bağımsızlığımızın kalıntılarını ortadan kaldırmak için getirdiler. Biz Bakü’de onlar için gerçek ve tehlikeli rakipleriz… Ama boş verelim. Kısaca milletimin trajedisini anlatmak için biz ve yapmaya çalıştıklarımız fazlasıyla iftiraya uğradık…” dedi.
Gözlerini kapadı ve uzun süre sustu. Onun bitkin yüzünde vicdanının kabul etmediği düzenle barışmak istemeyen bir insanın iradesini gördük.
“O zaman en iyisi teslim olmadan, böyle ölmektir!”
En son şakayı da yaptı:
“Adadan güneşli Şamahı’ya naklimi istedim. Oradan geçer olursanız, benim güzel bahçelerime, servi ağaçlarıma, neşeli üzüm bağlarına selam gönderin… Hoşça kalın dostlar. Biz sizin gibi Rusları seviyoruz.”
Bu Azeri kahramanın ismini hatırlamıyorum ama onun yüzünü unutamadım. Uzun boylu, esmer, yakışıklı bir adam. Gür kaşların üzerindeki açık alnı ve zeki, dikkatli bakışlarıyla. Onun Avrupa’da okuduğunu, Paris’te ve Viyana’da yaşadığını biliyorum. Toplu grev bittikten kısa bir süre sonra onu yanında kalan üç arkadaşıyla birlikte ceza departmanına dönüştürülen eski Anzer manastırına götürdüler. Hepsi orada peş peşe öldüler. Müsavatçıların başı açlık grevinin elli üçüncü günü öldü. Onları suni olarak beslenmeye çalıştıklarını ve aralarından birinin bileklerini kestiği söyleniyordu…
Diğer müsavatçılar çabuk dağıldı, git gide büyüyen tutuklu yığında kayboldular. Bir daha onlar hakkında bir şey duymadık…”
Oleg Volkov, “Karanlığa dalış” otobiyografik romanından.
1930-1940 yılları arasında Stalin tarafından sürülen Azerbaycanlı şair ve yazarları Anma Plak’ı; Bakü, Azerbaycan Yazarlar Birliği binası
Baskıcı rejim kurbanların anısına; Moskova, “Muzeon” Sanat Parkı
Melek Öz, 23.07.2017, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Makale, Çeviri-Analiz
Melek Öz Yazıları
Takip et: @formel_
Kitabın Orijinal Metni:
http://www.e-reading.club/bookreader.php/1028371/Alieva_-_Tak_eto_bylo_Nacionalnye_repressii_v_SSSR._1919-1952_gody.html
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz