Zenci halkının istilası, Avrupa'yı alkana boyayacak, bir eşi daha görülmemiş kıyımın öncüsü olan bu ilk darbe böyle gerçekleşmişti.
Birinci Bölüm
AFRİKALILARIN SAVAŞ HAZIRLIĞI
-3-
-Atuqa Deneyimi- Sultanın Sefer Planı- Kuzey Ordusu- Erkanı Harbiye Komutanı Ömer- On üç Milyon Afrikalı Tarafından Bir İstila- Çad Gölü- Kuka’da- Mau’nun Haremi- Sensir Anısı- Turaqalar ve Hecin Develeri- Bir Köle Kervanı-
Sabahtan beri bütün zenciler, Atuqa şelalesinde Zervak tarafından hazırlanan patlamanın sonucunu bekleyerek nehir kıyısına dolmuşlardı.
Dağları bile yıkabilecek kabiliyetli müthiş bir hünere sahip bir ecnebinin bunu efendilerine sunacağı haberi derhal aralarında yayılmış olduğundan suyun ortasında bulunan dev kayanın tahrip olunmasını bekliyorlardı.
Bu on beş gün zarfında, sultan tarafından dönmenin maiyetine verilen arkadaşlarının kayada bir birinden aralıklarla bir takım delikler açtıklarını görmüşlerdi.
Kayanın tepesine sıkıca bağlanan iplerle havada duran bu işçiler, kendilerince meçhul bir madde ile dolu büyük toprak küpleri yerleştirmek için yeterli oyuklar açmışlardı.
Bu küpler yerlerine konulduktan sonra her oyuğun ağzını örmüşlerdi. Bunlar yapılırken Zervak, çevrede pek çok bulunan kaya tuzundan mühim bir miktar elde ederek topraktan, özel bir şekilde bir fırın kazdırdı. Bu fırının içi balçıkla sıvandı ve üste de oldukça yüksek bir baca yapıldı. Yakıldığı günden beri gece-gündüz ateş eksilmemişti.
Acaba ilkel halinde bulunan bu maddeden bir patlayıcıyı hangi yöntemle elde edecekti? Ömer bile bunu keşfetmeyi başaramadı.
İngilizin, kaya tuzunun bileşiminde olan klor ve sodyumu bir birinden ayırmak için özel bir yöntem bulduğunu, ısı ve demir aracılığıyla suyun oksijen ve hidrojenini ayrıştırmayı başardığını, odundan bile karbon çıkardığını varsaymakla yetindi.
Fakat bu maddenin, bir patlayıcıya dönüşmesi nasıl oluyordu? İşin esrarengiz tarafı buydu!
Zervak, yüzü dumanla kararmış, kızgın bir ateşin karşısında uzun zaman kaldığından dolayı gözleri kızarmış olduğu halde huzuruna çıkınca sultan;
“- Hazır mısın?" diye sordu.
“- Emrini bekliyorum. Bana yalnız dolu bir tüfek verdir."
“- Bunu ne yapacaksın?"
“- Söylediğim gibi patlamayı gerçekleştireceğim."
“- Bu nasıl şey?"
“- Benim patlayıcıyı ateşlemek için kullandığım yöntem her yerde yapılabilen bir yöntem değildir. Fitil yok, elektrik yok.. dolayısıyla aralıklı olarak kazdığım oyuklardan birindeki patlayıcıyı mermiyle ateşleyeceğim, mermiyle vurulacak oyuk en aşağıda, su seviyesinde bulunandır. Buradan görebilirsin, merminin toprak küpe girmesi yeterlidir."
“- Diğerleri nasıl ateş alacaklar?"
“- Vurulan küp diğerlerini de etkileyecek, birincinin patlaması en yakınındakine ateş verir. Bu da diğerine ve bu şekilde hepsi bir birini ateşler. Bu etki, gerçi bir birini takip edecekse de, bu takip an gibi süratle gerçekleşecektir."
“- Gerçekten pek güzel, pek sade bir düzen.. adamların, bundan zarar görmemesi için ne kadar uzakta durmaları gerekir."
“- Patlama noktasından yüz metre kadar uzakta hiçbir tehlike yoktur. Yalnız kayayı tahrip etmek istediğim için gerektiği kadar malzeme kullandım; bundan başka, kullandığım bu patlayıcı parçaları uzağa atmaz, bulunduğu yere saçılır."
“- Bu miktarı artırırsak?"
“- O zaman etkisi pek müthiş olur ki, bunu da sahada sonra görürsün."
Sultan özel birlik komutanına dönerek,
“- Bana bak Selim, en iyi nişancı bir askeri ayır ve ona, şimdi sana gösterilecek deliğe nişan aldır; bu şekilde, maiyetine verilen silahların atış kabiliyeti hakkında bana bir fikir vermiş olursun", dedi.
Özel birlik komutanı “Mususi” adlı savaşçı bir kabileye mensup, kırk yaşlarında kadar ve karga gibi sim siyah iri yarı bir adamdı. Bu evvela, Fransızların Nijer nehri kıyılarından topladıkları seçkin avcı kıtasında yedi yıl hizmet etmişti. Daha sonra memleketine dönerek, bir ihtilali takiple kabilesinin “Nabasanum” (reisi) oldu. Merkezi kabile olan ve Aqadoku da yetiştirdiği bir küçük ordunun düzen ve mükemmelliğini gören sultan özle kuvvetlerinin komutanlığını buna vermişti.
Köse olup kırmızı bornozunun üstüne bir pars postu giyen ve Turaqalar gibi de peçesine bütün Sudanda meşhur olan boncuklar dikmişti.
Yaptığı bir işaret üzerine sıralar arasından bir zenci çıktı ve kendisine verilen açıklamayı dinledi; nişan alınacak noktaya baktı; mesafe 200 metre kadar idi. Bir dizini yere koyarak ateş etti.
Boğuk bir patlama meydana geldi ve parlak bir alev sütunu bir saniyede kayanın tepesine ulaşarak duman içinde bıraktı.
Su her taraftan fışkırdı, demet halinde açıldı. Sütun şeklinde tekrar sessizliğe gömüldü. Uzaklara kaya parçalarıyla karışık parlak bir toz fırlattı. Duman kaybolunca kayanın yerinde artık yeller estiği görüldü. Kayanın bulunduğu yeri Atuqa şelalesi istila ederek su geniş ve bütün bir halde akıyordu.
Sultan deneyi son derece dikkatle izlemişti. Bir saniye sonra;
“- Zervak, pek güzel bir hünerin var, daha sonra emelimin bu şekilde gerçekleşmesine yardım ederek beni döndüğüne inandırabilirsin..” dedi.
Köye dönünce Sultan, oğlu Ömeri haritalarla meşgul buldu.
“- Daima bu sefer planıyla uğraşıyorsun, bunu gerektiği biçimde incelemek de haklısın.. bu büyük harekette en önemli bir mesele var ise o da iaşedir."
“- Evet baba. Levazımatı hareket esnasında çabucak harcamamak gerekir. Savaş zamanı barut kadar önemli olacaktır."
“ - Harekete başlayacak bütün ordular Afrika'da, yollarda tedarik edecekleri şeylerle iaşelerini temin etmelidir."
“- Bu yüzden de her birine çeşitli hareket yönleri belirlemek gerekir. Böyle yapılmazsa en geridekiler, geçecekleri yerleri öndekiler tarafından yağma edilmiş bulurlar.. ben de şimdi bununla uğraşıyorum."
“- Kuzeyde bulunan Fransız arazisini istila ederek İspanya ve Sicilya yoluyla Avrupa'ya geçecek orduları belirledik mi?"
“- Evet baba. Bunların yapıları ve teşkilatı, coğrafi konumlarından hareketle oluşturuldu. Faslılarla Cezayirlilerden oluşan İbn-i İmame'nin komutasındaki birinci ordu Cezayir üzerine yürüyecektir ki bu da; Tuat ordusudur: kendilerine güvenilecek bütün kardeşleri tamamıyla bilen Tafile şeyhinin hesabına nazaran Fransız boyunduruğundan kurtulacak tekmil Cezayirlilerle takviye edilecek bu arada denize ulaşıncaya kadar 800 bin kişiye varacaktır. Tunusluların pek o kadar güvenilmediğinden bunları hesaba dahil etmiyorum. Bu dev ordunun arkasından, Adrar şerifi Hacı İbrahim tarafından sevk olunacak Moritanya ordusu gelecektir. Bu da 200 bin mağribiden oluşacaktır. Turaqalar da her ne kadar 60 bin kişiden fazla değillerse de kuşkusuz reisi olan Esraleddin bize gereken bilgiyi verecektir. Bu Tuat ordusunun sağ yönünü oluşturarak Tunus üzerine yürüyecektir. Karamuqu ise Senegal ve yukarı Nijer kabileleriyle önce Fransızları batıya doğru denize sürecek ve sonra kuzeye hareket edecektir. Toplayacağı kuvvetin sayısını 300 bin kadar tahmin ediyor. Liberya, Fildişi Sahili ve Aşanti zencileri, Kongo Hakimi Muhammedin komutasında olarak Gine körfezi sahilindeki İngilizlerle Portekizlileri perişan edip Karamukuyu izleyecekler. Daqla dahi Dahumililer, Togo ve Benin halkını emirleri altına alarak, yani 100 bin savaşçıyla Abume’yideki Fransız işgal kuvvetlerini mahvedip Tumboqutu Şeyhine katılacak ve Nijer üstünden geçerek Tuareqlerin arkasından Tunusa gidecektir. Sahra-ı Kebirde bunlar için su noktaları gösterilecektir. İşte, düşlediğin gösteriyi yapacak kuvvet bundan ibarettir."
“- Tahminen bunların genel sayısı ne kadardır?
“- Toplamı 1 milyon altı yüzle 1 milyon sekiz yüz arasında olacak yedi ordudan ibarettir."
“- Fakat bu yedi ordunun bir başkomutanı eksiktir."
“- Gidecekleri noktaları tamamen belirlendikten sonra bir başkomutana ihtiyaç olmaz. Bu hedefler de; İspanya ve Sicilya’dır. Öncesinde aralarında olan mesafe karışıklığın önünü alır. Eğer, direnişe rastladıklarından dolayı kısmen Tunus’ta ve kısmen Tancada toplanırlarsa o zaman bir başkomutan belirlemek gerekir."
“ Ömer, bu önemli işi gerçekleştirecek dev kitlenin emri ve komutasını reddetmekte hala ısrar ediyor musun?"
“- Baba reddetmek değil benimki. Hiçbir emrinizi reddetmek haddim değildir. Size karşı ne kadar büyük bir saygım olduğunu biliyorsunuz. Fakat size daha öncede söyledim; Fransa’da bulunduğum ve Sensir okulunda iki yıl eğitim aldığım için diğer Avrupalılara karşı duyduğum kin ve nefreti Fransızlara besleyemiyorum. Bundan başka Cezayir’de Fransız subaylarıyla karşı karşıya bulunacağım. Bir zamanlar giymek zorunda kaldığım üniformayı göreceğim. Birçok sınıf arkadaşlarıma, dostlarıma rastlamayacağım ne malum? İşte baba, bu mümkün değildir. İkinci olarak senin savaş danışmanınım bu sebepten ötürü yanından ayrılamam. İstanbul yoluyla Avrupa'ya gireceğimiz için Paris'e ulaşmadan önce Rusya'yı, Avusturya'yı, Almanya'yı mahvedeceğiz ki buralarda bu endişe olmayacaktır."
“- Oğlum düşüncelerine itiraz etmek istemem. Şimdi asıl hücumdan söz edelim. Arabistan'daki orduların buluşma noktası, Osmanlı devletinin arzu ve isteğiyle Hicaz ve Mekke yöresi olacak değil mi?"
“- Evet, buyurduğunuz gibi o yöre olacak. Doğal olarak bunlar Aden ve Babülmendap'tan geçecek kuvvetlerdir. Süveyş istikametinde hareket edecek Senusiler, Mısırlılar, Nubeliler, Tibular Nil ve Sina çölünden geçerek bizden önce Suriye'ye girecek öncümüz olacaktır."
“- Dört ordudan oluşmuş bir keşif gücü mü?"
“- Evet! Alışılmadık bir yöntem diyeceksiniz öyle mi? Sensirde, dikkatle izlediğim bir taktik dersi sırasında geleceğin savaşlarında, bütün bir kolorduyu bütünüyle keşif birliği yapmaktan çekinilmemesi lazım geleceği anlatılıyordu. O vakit bir gün bundan on defa daha fazla sayıda bir birliği keşif kolu yapmaya mecbur kalacağımı hatırıma bile getirmemiştim."
Sultan haritaya eğilerek;
“- Ya geri kalanı?.." diye sordu.
Ömer, parmağıyla harita üzerinde Afrika'nın merkez, doğu ve güney bölgesini işaret ederek;
“ Geri kalanı yirmi üç ordudan eksik değildir. Bunların bölümleri tabiatları göz önüne alınarak ve bilhassa Emirler, Hakimler, Meşayıh ile görüşülerek yapıldı. Önce bu miktardan Qallasileri ve Uqadan kabilesini çıkarıyorum; bunlar, Habeşistanı yağmaladıktan sonra bizim parçamız olacaklar.." cevabını verdi.
“- Demek dervişlerimizin bu yöredeki çalışmaları boşa çıktı. Habeşlileri dönmüyorlar öyle mi?”
“- Evet.. neredeyse geneli karşı."
“- O halde cezayı kendileri istediler. Bu melunlara hiç aman verilmemeli."
“- Bizim arkamızdan yürüyecek bütün kavim ve kabileler bunlardır; önce, Kordofanın merkezi Darfu, Vadayi halkıyla güçlendirilerek oluşturulacak ordu; bunun arkasından Sukutu, Yula, Buruno, Kanem, Bagirmi, Adamau, Pahuin, Banekelilerden meydana gelen ordular; en güçlü Kongo ordusu, Uganda ordusu, ilk emirde Zambez yöresini Portekizlilerden kurtaracak Mozambiklilerle Somali, Nabura, Mesiri, Kazembe kabileleri, Mabunda, Batutsa, Mutayamu, Damara, Namauliler.. özetle Busmen cüceleri, Kap, Oranj ve Teransual Müslümanları, kanımca bu sonuncular Kap’daki İngilizlerle uğraşarak bize asla katılamayacaklardır."
“- Atuqa’de oluşturularak benim komutamda bulunacak asıl orud ile şimdi söylediğin yirmi üç orduya sahip oluyor muyuz?"
“- Baba, İstanbul yoluyla avrupayı istila edecek orduların toplamı 29’dur; eğer bunlara İspanya ve İtalyada savaşacak yedi orduyu da eklerseniz 36 eder ki bu da on iki on üç milyon savaşçı eder. Türk ve Arap kardeşlerimizi, İrandan gelecek muvahhitleri, Alaaddinin sevk edeceği Hint ordusunu da bu sayıya katarsak ulaşacak miktarı tahmin etmeye cesaret bile edemiyorum. Avrupalıların bu coşkun mücahit seline karşı koyması gayr-i mümkün olduğu gibi bizim de bu kuvveti sevk ve idare etmemiz oldukça zor olacak."
“- Bunu düşünme..yalnız onlara izleyecekleri istikametleri, iaşeleri için geçecekleri araziyi tayin yeterlidir. Taktiğe gelince, Avrupa ordularıyla karşılaşınca tek bir taktiğimiz olacak bu da, geçen gece İtalyanlara ormanın içinde yaptığımızdır; kayba önem verilmeksizin düşmanı müthiş haykırışlarla şaşırtarak, durmadan üzerlerine yürümektir. Bu şekilde geçen gece ne kadar kayıp verdik?"
“- Dört bin kadar zenci.."
“- Bu da hiç hükmündedir. Sayı çokluğumuz bu kadar bir kaybı kaldırır.."
“- Bu silahlı yığınların ortasında oldukça hızlı ve düzenli bir ordunun bulunması zorunludur. Bu da, demin söylediğin “Atuqa” ordusu olacaktır. Bu ordu doğrudan doğruya senin komutanda olacaksa da subay heyeti eksiktir.." dedi Ömer.
“- Osmanlı devletinin öğretmen subayları, kahraman Osmanlı ordusunun şanını yücelten Türk subayları padişahımızın izniyle bu eksiği tamamlar. Aldığım son haberler pekiyidir. Yakında böyle bir heyet topladığımız bu kitleyi yönetmek için ilk işarette bize katılacak. İşte buradan toplayacağım insan kitlesini “Alay”, “Leva”, “Manga” haline koymak için bu fedakâr subaylara fazlasıyla güveniyorum."
“- Baba, son bir söz söylememe izin veriniz; kuzey ordularımızın teşkilatı hazırdır. Bunları reislere ne zaman göndermek düşüncesindesiniz?"
“- Bunları kendilerine ben bildirmek isterim. Reislere haberciler göndererek elli gün sonra “Aqadese” parolasını bildir. Kendilerine teslim edilmek üzere çokça altın ve silahı götürecek bir kafile hazırlattır ve hemen yola çıkar ki tam vaktinde yetişsin. Kuvvetli bir de muhafız kat. Sukutu, Yula, Bagirmi Burunu hakimleriyle Kanem ve Adei sultanlarına, Adamau şeyhlerine, Tibua emirine Kukaya gelmeleri için haber gönder. Bunlara ait yapacaklar işleri hazırla bunları aradan çıkarmış olalım."
“-Baş üstüne baba; Aqadese ne vakit hareket edeceksiniz?"
“-Yirmi güne kadar."
“-Bize ne kadar adam refakat edecek?"
“-Yalnız elli atlı; bunları Kuka’da bırakarak, bizi almaya gelen elli Turaqa’yla Aqadese gideceğiz."
“- Zervak da bizimle gelecek mi?"
“- On burada bırakmaktansa göz önünden bulundurmayı tercih ederim..Ona henüz güvenim yok.."
“- Benim de yok."
“- Bununla beraber işimize fazlasıyla yarayacaktır. Buluşunun gerçekten dikkate şayan bir etkisi var. Bizim böyle bir araca sahip olduğumuzu bilmeyen düşman üzerinde oldukça büyük bir etki bırakacaktır."
“- Bundaki sırrı öğrenip herifi ortadan kaldırmayı düşünüyorum."
“- Ben de bu düşüncedeyim. Fakat o bu sırrı hayatı pahasına da olsa söylemeyecektir; o sır onun yaşam garantisidir. Şimdilik ben kabul ettiğim için misafirimizdir."
Bu konuşmadan bir ay sonra sultanla oğlu Çad gölüne ulaşarak Buruno Hakimi Mau’nun başkenti olan Kuka’ya girmek üzereydiler.
Birçok işgalci Avrupa güçlerinin ulaşmak istediği Çad gölü, Benin’deki İngilizlerin, Kamerun’daki Almanların, Kongo’daki Fransız’ların kendi sömürge bölgelerine katmak istediği bu meşhur göl, Afrikanın güney-doğusunda bulunan uçurumları kayalık Tanqanika bölgesinde ve gerçek bir göl bile değildir.
Bu yüz ölçümü Portekiz kadar olan, timsahlar ve gergedanlarla dolu, Bagirmi selleriyle büyüyen Şari nehri suyunun azlığı veya çokluğuna göre genişleyen veya daralan bir tekne veya bataklıktır. Buruno’nun merkezi olan Kuka, gölden biraz uzakta olup merkezi Afrika’nın en önemli pazarı Dadust’undan sayılır.
Burası surlarla çevrili iki ayrı bölümden oluşur; bunlardan biri zenginlerin oturdukları bölüm olduğundan düzenlidir. Hakimin sarayı ve büyük binalar vardır. Diğeri ise, dar sokaklarla küçük ve harap evlerle doludur.
Bu iki bölümü bir birinden ayıran aralık 800 metre kadar olup bütün bu mesafe, bu bölümleri birini diğerine bağlayan iki tarafa ağaç dikili geniş bir cadde vardır.
Köle pazarı burada kurulurdu.
Sahra-ı Kebir boyunca, yürümeye gücü olmayan kadınlarla çocukları bırakan ve hayatta kalanları Fizana, Trablus kıyılarındaki kentlere götüren uğursuz kervanların buluşma noktası burasıydı.
Sultan, davet ettiği reisleri burada kabul etti.
Bunlardan her biri, en ünlü savaşçılardan oluşmuş silahlı birliklerle geldiği için Kuka’nın etrafı pek çeşitli ve tuhaf birliklerle çevrilmişti.
Sultan İslam dinini yeni kabul eden bir memlekette değil, hicretin beşinci yılından beri Arap medeniyetinin dahil olduğu bir İslam kıtası içinde bulunuyordu.
Kanu, Sukutu, Kaçena, Kumba ve daha birçok şehirle Afrikanın en mamur beldelerindendiler.
Fakat iç savaşlar bu gelişmeye ciddi darbeler vurdu. Gerçekten, sultanın amacı buralarda duyulunca reisler ve Arap şeyhleri son derece bir arzu ile bu amacı gerçekleştirmeğe karar verip bir birleriyle çatışmayı kestiler.
Sultanın Kuka’da kalışı ve reislerle gizli toplantısı üç gün sürdü. Burada, en tuhaf ve merak çeken yüzler ve kıyafetler görünüyordu.
Zeytuni renkli Araplar; koyu renkli Kanuriler, görünüşleri düzgün, huyları yumuşak, boyları uzun Fulanlar; vahşi tavırlı Süleyman oğulları, yassı suratlı Mandinka’lar hemen göze çarpıyorlardı.
Kuka’da şimdi şenlikler yapılıyordu. Geçen yıl yerleşen Avrupalı tüccarlarla Yahudiler kovulmuştu. Artık İslam aleminin zaferi gerçekleştiği için her kes büyük bir sevinç içindeydi. Yalnız savaştan söz ediliyordu.
Tuhaf tuhaf elbiseler göze çarpıyordu.
Musisiler; geniş işlemeli haşeli, ufak çıngırak ve bakır süsler takılmış eğerli Berberiler atları üzerinde cambazlık yapıyorlardı. Nijerden gelen birçok süvariler yanında bunlar daima arkalarında taşıdıkları deri kalkanlarla ayrılıyorlardı. Senusiler garip ve göreni hayretler içinde bırakan bir şekil ve kıyafette olup başlarındaki büyük boynuzlu ağaç başlıklarıyla halk içinde derhal göze çarpıyorlardı.
Adamau’nun büyük bir kenti olan Nekaundire sultanının atlıları, kendileri ve hayvanları pamuklu ve kalın kumaş zırhlı örtüleriyle ortalıkta dolaşıyorlardı.
Almanı ve Karagalılar, ihtimal atalarının İspanyayı istila etmelerinin anısına yerel silah ve zırhlarıyla donanıktılar.
Tavır ve davranışları, giysileri geçmişteki şaşaalı günlerine işaret eden bu Müslüman kabileler yanında tunç renkli, pehlivan vücutlu zencilerin, parlak bakışlı Melanisler neredeyse çırılçıplak geziyorlardı. Kanem savaşçıları, meşin önlükleri, büyük kalkanları, uzun mızrakları, başlarındaki tüylü başlıklarıyla dans ediyorlardı.
Burku halkı alış-verişle uğraşıyorlardı. Sudanın en önemli ve değerli metası olan tuz ticareti bunlarda olduğundan çok miktarda getirmişlerdi. Eskiden bir yük tuz iki köle ile takas olunurken kölelik kalktığı için şimdi buğdaygillerle takas ediliyordu.
Koyu esmer renkli Fulanlar sporda gelişmiş olduklarından etraflarına toplanan izleyicilere ustalık isteyen oyunları sergiliyorlardı.
Üç gün boyunca Kukada yirmi binden fazla Müslüman toplanmış olmakla Sultan, beyaz ırka karşı açılacak savaşın Sudan halkının bu seçkin insanlarında ne kadar güçlü duygular uyandırdığını anladı.
Silahları getiren kafile silahları teslim etmiş tekrar getirmek için geri dönüyordu.
Bu, beş asırlık bir sönüklükten sonra ilk Afrika fatihleri soyunun damarlarında kaynamağa başlayan eski Arap kanıydı.
Kuka’ya gelen sultanın seçkin askeri subayları, buradaki kalışlarından yararlanarak yerli reislere, kendi kıtalarına verilecek silahları kullanmayı öğrettiler.
Sultanın en önem verdiği nokta; kuzey ve merkez kabilelerinin güneyinde yaşayan zencilerden ziyade ateşli silahları ustalıkla kullanmaya alışkın olmalarından ötürü bunlara mümkün mertebe fazla sayıda silah vermekti.
Yalnız Avrupada kullanılacak cephanenin israf edilmemesi için sıkı sıkıya tembihte bulundu. Şimdi aynı talimatı Aqadese’de toplanan kuzey ordusu reislerine tebliğ etmek kalmıştı.
Sultana refakat edecek Turaqa’lar da Kuka’ya ulaşmışlardı; fakat bunların çöldeki eşkıyalıkları herkesi yıldırmış olduğundan halk oldukça korkmuştu.
Savaşın, bir birilerine düşman bu kavimleri birleştirmek için pek büyük bir nüfuz ve etkiye sahip olunması gerekiyordu.
Bu hecin develerine binen muhafızlar, şatolarının üstüne çıkan derebeyleri gibi pek gösterişliydiler.
Yüzleri, yalnız sık kaşları altında parlayan küçük gözleri açıkta kalacak şekilde “Lisam” denilen siyah bir peçeyle örtülü olduğu halde ince bacaklarını eğerlerinin ön gözlerine sararak hecinleri yönetiyorlar ve elleri de savaşmak için serbest bulunuyordu. Kılıçla vurdukları zaman, şiddetini daha da artırmak için sağ kollarında “Zimak” taşından bir halka taşıyorlardı. Geniş ve keskin uçlu uzun mızrakları olağanüstü bir hızda kullanıyorlardı. Ve daima bir hançer meşin bir halkayla sol bileklerine takılı bulunuyordu.
Bunlar ateşli silaha “kahpelik” dediklerinden ötürü tüfekleri yoktu.
Elleri, kolları, bacakları çivitle maviye boyandığı için hızlı binekleri üstünde bunları sakin ve hareketsi bir halde görmek, Sahra-ı Kebirde gerçekleştirdikleri dehşeti anlamaya yeter.
Hecin develer o kadar hızlı hareket ederler ki günde 100–150 kilometre mesafe kat eder. Yazın gerek yüklü gerek yüksüz olsun bir hafta perhize dayanır, kışın ise iki ay su içmeksizin yemek yer. Bu dişi develerin sütünü içen, yavrularının etini yiyen, yününden iplik büken, derisinden çadır yapan, tezeğini yakan bir Tarqi’nin serveti, malı-mülküdür.
Sultana muhafızlık eden elli Turaqa, şeyhleri Ejraleddin tarafından gönderilen ve Kuka ile Aqades arasındaki 850 kilometrelik mesafeyi yedi günde kat eden fevkalade bir biçimde terbiye edilmiş iki hecin devesi getiriyorlardı.
Çad gölü civarındaki hoş manzaralı ovalardan sonra kafile, yüksek ve garip kayalıklı, tütün tarlalarıyla meşhur Zinder’den geçtiler. Bunu takiben, mimoza ve çeşitli Afrika bitkileriyle kaplı Damerqu’dan geçip gittiler.
Biraz daha uzakta bitkiler seyrekleşti. Artık Sudanın mümbit arazisiyle Sahra-ı Kebirin susuz, ıssız arazisi yanındaki Hadfeselah’a ulaşmışlardı. Seri yol alan kervanın önünde oraya kadar koşan zürafalarla dağ keçileri kaybolarak deve kuşu sürüleri meydana çıktılar; küçük kum tilkileriyle karınca ve böceklerle beslenen bir tür büyük hayvanların hafif meyilli sırtlar üzerinde görünmeleri kum çölünün yaklaştığını işaret ediyordu. Kervan bir gün sonra kırmızı çöle girdi. Sonra, hep kum tepeleri göründü. Bunlar hareketsiz dalgalar gibi sınırsızca uzanıyordu. Sultanla maiyeti, üç gün sürekli kızgın bir güneş altında bu tepeleri ve vadileri geçtiler.
Bu küçük kafile, küçük bir derinlikte bir suyunu varlığına kanıt olan bazı zakkum ağaçları bulunan kuru bir vadiye ulaştı. Baştaki Tarqi birden bire durdu.
Küçük bir sakız ağacının arkasında bir zenci kadın cesedi yatıyordu. Sırtında, mavi yırtık bezlerden bir torba içinden, gözleri karakuşlar tarafından çıkarılan bir küçük kafa meydana çıkmıştı.
Ömer yaklaşarak;
“- Açlıktan ölen bir anneyle çocuğu.." dedi.
Fakat bunu il gören Tarqi mızrağı ile hecinin dizine hafifçe vurarak devenin çökmesini sağladı, deve çökünce yere atladı. Zavallı kadının başını kaldırarak kan ve kumla kirlenmiş kafatasının arkasından kurşunla açılan büyük bir deliği gösterdi.
Sultan kaşlarını çattı ve;
“- Durmayıp gidelim.." dedi.
Kervan daha hızlı gitmeye başladı. Birkaç kilometre ilerledi, bir erkekle on beş yaşında kadar bir çocuk cesedine daha rastladılar.
Sultan;
“-Daha çabuk!" Emrini verdi.
Kervan bir kum tepesine ulaşınca, ikişer ikişer bağlı uzun bir kadın ve erkek kafilesi gördüler. Bunları boyunları ağaç çıtalar içinde olup önde gidenin sol ayağı arkadakinin sağ ayağına ağır bir zincirle bağlıydı. Sağ ve sol taraflarında ise geri kalmak isteyenleri ileri süren atlılar yürüyordu.
Bu; kuzey doğudan gelerek, ufukta hurma ağaçlar arasında yükselen minareleri görünen Aqades’in açığından geçmek isteyen bir Köle kafilesiydi.
Sultan;
“- Hepsini yakalayınız!" diye emretti.
Turaqalar kartal kuşu gibi dağıldılar. Birkaç saniye zarfında kafileyi sardılar.
Sultan kendisine ilk getirilen esire sordu;
“- Sen Müslüman mısın?"
Zenci;
“-Evet", cevabını vererek fatiha suresini okudu.
Sultan daha fazla dinlemeden yere kapanan tüccarlara döndü;
“- Kardeşlerinin kanını satarak islamiyeti lekeleyen bu sefillerin hepsi kurşuna dizilsin!" dedi.
Kervan hareket başladığı sırada Fizan Araplarından kırk köle tüccarının cesedi kızgın çöl topraklarına serilmiş ve kölelikten kurtulan üç yüz zenci hecinleri izlemeye başlamıştı.
Cemal Çalık, 28.08.2017, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, İstilâ-i Cihan-Kara Öfke, Roman
Cemal Çalık Yazıları
Takip et: @gezgin07
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.