"Ahıska Türkleri, Sovyet yönetimi tarafından rehabilitasyon edilemeyen tek halk unvanını taşıyor. Uzun yıllar süren mücadele boyunca bu yönde hiçbir hak elde edemediler. Gürcistan hükümeti Stalin tarafından sürülen Ahıska Türklerini vatanlarına almamak için hala direniyor."
“Gözlerimle Gördüm…
1937 yılından itibaren biz Ahıska Türkleri için zor zamanlar başladı. O dönemde ailemle birlikte Gürcistan Cumhuriyetinin Adigon ilçesinde yaşıyordum. Köylerden eğitimli kim varsa, herkesi tutuklayıp götürüyorlardı. 1941 yılında okulu bitirmiş neredeyse bütün genç erkekler cepheye seferber edildi.
Cepheye gidenlerin arasında babam ve ağabeyim de vardı, ikisi de öldü. Yirmi altı kişi kuzenlerim ve amcalarım vardı. Şu an içlerinden sadece Kursk ilinde yaşayan bir kişi sağ kaldı. Yarısı savaştan dönemedi. Kimi ise sakat da olsa döndü ama sürgünün zor şartlarına dayanamayarak savaştan sonra öldü. Geçen sene savaşta sakat kalan bana en yakın insan, kuzenim vefat etti. Ne söylenebilir ki.
Köylerde çocuklardan, kadınlardan ve yaşlılardan başka hiç kimse kalmadığında, halkımızın yaşadığı bütün zorlukları kendi gözlerimle gördüm. 15 Kasım gecesi 1944 yılında köylerimize Beriya’nın önderliğinde NKVD’nin askeri birlikleri girdi. Bir gece ansızın neredeyse hiç erkeğin kalmadığı yaklaşık 235 köyden oluşan beş bölgeden bütün Türkleri sürdüler. Bazı köylerin nüfusu karışıktı. Böyle köyler az da olsa, insanlar orada ezelden beridir kardeşlik içerisinde yaşıyorlardı. Yarısı Türk, yarısı Ermeni olan köyler vardı. Bizim ilçede, Ude köyünde ise Türkler ve Gürcüler birlikte yaşıyordu. Vale ve Boladjur köylerinde az sayıda Gürcü vardı. Onlar hala orada yarı boş kalan köylerde yaşamaya devam ediyorlar, çünkü sürülenler sadece Müslümanlardı.
Savaşta ölen 26.000 erkeğin aileleri Kazakistan’a ve Orta Asya’ya sürüldü. Kışın hayvanların bile taşınmasına müsaade edilmeyen vagonlara insanların nasıl doldurulduğunu kendi gözlerimle gördüm. Varış yerine kadar her trene yaklaşık elli asker eşlik ediyordu. Ural ve Kazakistan’dan geçerken yol boyunca çoğunluğun çocukların ve yaşlıların oluşturduğu insan cesetlerinin defnedilmeden, demir yollarına nasıl atıldığını gördüm. Ölenler arasında dedem de vardı. Onun ilk oğlu, benim babam 1938 yılından beri askerde bulunuyordu, 1940’ta süvari birliğiyle beraber Letonya’ya gönderildi ve bir daha eve dönmedi. Sınır birliklerinde görev yapıyordu ve iz bırakmadan kayboldu. Onun akıbetini öğrenmek için üç kere Moskova’ya başvurdum. Diğer oğlu, benim amcam, yaralandıktan sonra sekiz sene Aşkabat’taki askeri hastanesinde yattı. Bizi soğuk ve yoksul Mircazel bozkırına sürdüklerinde toplam beş-altı bin aile civarındaydık. Şimdi Özbekler bu yere Gulistan diyorlar. Ellerimiz orayı gülistana çevirdi.
1944 yılında 17 yaşındaydım. O zaman okulumu yeni bitirmiştim. Bizi köylerimizden Studebaker kamyonlarıyla götürüyorlardı; Ahıska’ya doğru dağ yollarında giderken bazı arabalar devrilip aşağıya yuvarlanıyorlardı. Ahıska’da bizi yük trenlerine doldurup, kimse kaçmasın diye kapılara tahtalar çakıyorlardı. Kaçakları ise ölüm bekliyordu. Yine de kaçmaya çalışanlar vardı; onlara ateş ediliyordu… Diğer insanları da aynı şekilde ölüm bekliyordu, bu sefer yavaş ve acı, önünde iki askerin beklediği vagon kapılarının arkasında ya da soğuk ve yabancı bir memlekette.
Her vagona yaklaşık 18 aile bindirildi. Nadiren, bazı istasyonlarda askerler bize kova ve ekmek için sepet hazırlamamızı söylüyorlardı. Bir vagon için iki üç tane ekmek ve yarım kova, bazen ise bir kova kadar çorba veriliyordu. Yemeği bize ancak Mahaçkale’ye vardığımızda vermeye başladılar. Böylece, dört konvoy halinde hepimizi farklı yerlere naklettiler. Kimi Mircazel’e, kimi Sirderya’ya, kimi de Velikoalekseyevskaya’ya düştü. Dördüncü tren son durakta, Zolotaya Orda şehrinde durdu. Ve her taraf aç ve yoksul bozkır. Yolculuk yirmi sekiz gün sürdü. Dışarısı artık kara kıştı. Herkes son durağa ulaşamadı, çok kimsenin ölmüş bedeni demiryolu raylarında kaldı.
Sürgün yerinde yönetimin korkunç baskısı altında kaldık. Köyün dışına çıkmamız bile yasaktı. Rejim ihlali yapanları araştırmadan, soruşturmadan yirmi beş yıl ceza bekliyordu. Bizden çok kişiyi Sibirya’ya sürdüler. Her on günde bir herkes, yaşlılar, çocuklar ve kadınlar dâhil yoklamaya tabi tutuluyordu. Kontroller bazen gece saatlerinde evlerde yapılırdı. Bütün bunlar 1956 yılına kadar devam etti. Sibirya’ya gönderilenlerin yarısı geri dönmedi, ya öldü, ya da onlardan haber alınamadı.
Sürgünümüzün ilk iki ay içinde açlıktan, hastalıktan ve işkenceden 17.000’den fazla Türk öldü. 1945-1946 yılları arasında kendi ellerimle ölen Türklerin defnedildiği 64 tane mezar kazdım. Onlar sıradan çiftçilerdi. Daha ne diyebilirim ki?...
Özbekistan’ın bozkırında, Sirderya ilçesinde kendi gözlerimle gördüklerimi hatırlıyorum.
İlk sene inşaatta çalıştım. O zaman, 1945’te küçük bir ekmeğin fiyatı on rubleydi. Bir keresinde 320 ruble topladık. Çalışma arkadaşlarım bu parayı bana verdiler, onlar yerleri kazarken benim pazara gidip ekmek almamı söylediler. O zaman gençtim. Alışverişimi yaptım, geri dönerken (3,5 kilometre kadar yol gitmem gerekiyordu), “Sosyalizm” adını taşıyan köyden geçerken gölgede oturan bastonlu yaşlı bir adam gördüm. Çok küçük ve zayıftı. Oturup bir şey düşünüyordu. O gün çok sıcaktı ben de adamın yanına oturup biraz dinlenmeye karar verdim. Yanına yaklaştım, selam verdim. O da bizden biri, bir Ahıska Türkü çıktı. Yavaşça doğuruldu ve öylece ayakta düşünmeye devam etti, sanki beni hiç fark etmiyordu bile. Bir tane ekmek çıkarttım, ortadan böldüm ve ona “Dedeciğim, beraber yiyelim”, dedim. Ekmeğe baktı, sonra elimden yarım ekmek kaptığı gibi, evin içine kaçtı. O zaman gençtim, şaşırdım. Yaşlı adamın peşinden eve girdim. Yerde kamış seriliydi, onun üzerinde on beş - on altı yaşlarında bir kız çocuğu yatıyordu. O kadar güzeldi ki, beyaz tenli, bakamıyordum bile. Yaşlı adam ona: “Fatıma, Fatıma, ekmek getirdiler! Ye, aç gözlerini artık!” dedi. Kız gözlerini açtı ama yemek yiyemedi. O zaman adama “Ekmeği su ile ver, belki o zaman yer”, dedim. Adam suyu getirdi, kızı zorlukla kaldırdık. Biraz yedi. Sonra beş altı tane ekmek daha çıkardım ve adama: “Dedeciğim, al ekmeği, sen de ye”, dedim. O ise bana: ”Hayır. Biz bu eve girdiğimizde on iki kişiydik. Herkes öldü, eşim, oğullarım, bütün çocuklar. Bir tek Fatıma kaldı. Her gece sabaha kadar dua ediyorum, Rabbimden bir tek dileğim var, beni daha önce alsın ki, artık kalan tek kızımın ölümünü görmeyeyim diye. Yemin ettim, o yüzden bir şey yemeyeceğim. Nasılsa öleceğim. Ekmek içinse, çok teşekkür ederim! Kızıma birkaç gün yeter. Sonra biri onu alır götürür buradan.”
Gerçekten de böyle oldu. Bir hafta sonra o köyden tekrar geçiyordum. Yaşlı adam ölmüştü. Bunu komşularından öğrendim. Aynı komşular bana çiftlikte Fatıma’nın akrabalarının bulunduğunu ve babasının ölümünden sonra onu aldıklarını anlattılar.
Yaklaşık on sene sonra Fatıma’yı tekrar gördüm; artık evliydi, iki oğlu ve bir kızı vardı. Evet, bütün bunlar “Sosyalizm” köyünde, Velikoalekseyevskaya demiryolu istasyonunun yanında yaşandı.
Özbekistan’dan Fergana olaylarından çok önce ayrıldım. 1950 yılından sonra bir de Orta Asya’da inşaatta çalıştım, 1958 yılından sonra birçok Türk’le birlikte Azerbaycan’a, Saatlıya, Mugan vadisine gittik. Hiç kimse hiçbir zaman bize iyi toprak vermiyordu. Azerbaycan’da da öyle oldu…
Ahıska’da karma evlilikler çoktu. Ude köyünde onlarca karma evlilik vardı, orada nüfusun yarısı Gürcü, yarısı Türk’tü. Bize Gürcüce öğreten Latifşah Barataşvili’nin karısı Gürcü’ydü, o öldükten sonra bir Tatarla evlendi. Herkes bunu Stalin’in emriyle yapıyordu. Eşleri Gürcü, Ermeni ya da Rus olanlar eşleriyle vedalaşmalıydı. Eşi yaşadıkları yerde kalabiliyordu ya da giderse, ona bütün eşyalarını yanına almaya müsaade ediyorlardı. Kocası ise, Türk olarak vatanını terk etmeliydi. Garip bir olay, Türk’sen, insan değil misin?
Bizim vatanımız orada, Ahıska’da. Öz topraklarımızdan bizi süren Çar ya da faşistler değil, SCCB yönetimiydi. Onlar halkımızı geri getirmelidir. Size şöyle söyleyeyim. Dün Fergana vadisinde bir trajedi oldu, aynısı Taşkent’te de yaşandı. Yarın bu trajedi Frunze’de, Almatı’da, herhangi bir yerde tekrar yaşanabilir. Bugünlerde her millet kendi topraklarını elinde tutmaya çalışıyor. Ya bizim toprağımız nerede?
Bazıları Gürcülerin bizim dönmemizi istemediklerini söylüyor. Bunun böyle olmadığını söyleyebilirim. Biz Gürcü kardeşlerimizle asırlar boyunca barış içinde yaşadık. Şimdi ise bize karşı düşmanca kışkırtmalar yapılıyor… Ahıska’nın yüzölçümü 8.600 metrekare. Gürcü kaynaklara göre bugün orada 190.000 insan yaşıyor. Ama onların yarısı yazlık sahibi, Tiflis’te, Kutaisi’de, başka kentlerde yaşıyorlar. Türklerin oraya sığamayacağı söyleniyor. Sizi temin edebilirim ki, bu sorunu akıllıca çözersek, Ahıska’ya üç, üç buçuk milyon insan yerleştirilebilir. Bu sene bizden birkaç kişi oraya gittiler. Gördüler ki eskiden bir tane köy, şimdiki bütün Ahıska bölgesinden daha çok üretim yapıyordu.
Ahıska, çok büyük bir alan. Orada bahçeciliği ve bostancılığı yeniden canlandırabilir ve geliştirebiliriz. Bir zamanlar bütün Gürcistan’ın sebze ve meyve ihtiyacı bu bölgeden karşılanıyordu. Orada pamuk hariç her şey yetişirdi. Yüksek kalitede bal üretilirdi. Çok meşhurdu ve her hanede bulunurdu. Arıların ekstra beslenmesi gerekmiyordu, bütün doğa büyüleyiciydi. Hala hatırlıyorum. Dağların arkasında Kutaisi, Gürcü toprakları vardı. Dağın diğer tarafıysa, Türkiye topraklarıydı. Biz ise dağların arasındaki vadide yaşıyorduk. Yanımızda Acar dağı vardı, onun arkasında Acara toprakları başlıyordu. Her iki tarafta da çok güzel çam ormanı vardı. Bu ormandan elde edilen ağaç bütün Gürcistan’ın ve hatta Azerbaycan’ın tahta ihtiyacını karşılıyordu. O zamanlar değerli kereste nehir yoluyla dağıtılıyordu.
Ben yine de anlayamıyorum. Çar döneminde bizi koruyorlardı, şimdi ise kimsenin umurunda değiliz. Daha yeni duydum, Krasnodar bölgesinde Türkleri orayı terk etmeleri için zorluyorlar. İkametgâh, iş vermiyorlar. Sadece Rus komşuları yardım ediyorlar, hatta yemek veriyorlar. İşte böyle. Mültecinin elinde neyi var ki? Sorunlarından başka hiçbir şeyi yok. Diğer yerlerde de durum daha iyi değil.
Rusya’da, Kabardey-Balkarya’da, Kuzey Osetya’da, Çeçen-İnguşya’da, Dağıstan’da ve yaşadığımız diğer yerlerde… Nerede yokuz ki! Bir tek Azerbaycan’a daha önce yerleşen Türklerle beraber sayarsak, yüz bin kişi sayabiliriz. Her yerde yabancıyız, hiçbir yerde istenmiyoruz. Adalet nerede? Bize ne yapmaya çalışıyorlar?
Şimdi yaklaşık 17.000 Türk Stavropol Bölgesinde yaşıyor. İkametgâh olmadan, sanki havada asılı yaşıyorlar. Azerbaycan’da da durum aynı. Gerçi biz düzenledikleri yardım için Azerilere müteşekkiriz. Onlar insanlardan un toplayıp mülteci ailelere dağıttılar. Aile başı 50 ruble kadar para yardımı da yaptılar. Sonuçta bu zamana kadar kimse mülteci Türklere bankada hesap açmadı. Biri bunu basında dile getirse, yine o kadar içimiz yanmazdı. Bizim bir tane gazetemiz bile yok, hiçbir şeyimiz yok. Ama anlatacaklarımız var.
10-12 Haziran 1989 tarihlerinde Özbekistan’dan Kuzey Kafkasya demir yoluyla mülteci akını başladığında, kendi gözlerimle bavullarda ölmüş çocukların cesetlerini taşıyan anneler gördüm. Bütün bunlar 1989’da oldu, XX yüzyılın sonunda!
Ve bugün, insanlarımız Kursk’ta ya da Orlovsk’ta öldüklerinde akrabalar onları oraya defnetmiyor. Yemin ederim onlarca cenazeyi bize, Kabardey-Balkarya’ya, Azerbaycan’a ya da güneyde bulunan başka şehirlere vatan topraklarına daha yakın, Müslümanca defnedebilmek için götürüyorlar. Bizim parlamentomuz ne düşünüyor ki? Yoksa onların kalbi taştan mı? Nasıl duymazlar çığlığımızı, nasıl görmezler gözyaşlarımızı, halkımızın acısını nasıl hissetmezler?
Şubat, 1990, Nazım Aliyeviç Aliyev (1927 doğumlu).
Melek Öz, 13.08.2017, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Makale, Çeviri-Analiz
Melek Öz Yazıları
Takip et: @formel_
Kitabın Orijinal Metni:
http://www.e-reading.club/bookreader.php/1028371/Alieva_-_Tak_eto_bylo_Nacionalnye_repressii_v_SSSR._1919-1952_gody.html
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz