Zenci halkının istilası, Avrupa'yı alkana boyayacak, bir eşi daha görülmemiş kıyımın öncüsü olan bu ilk darbe böyle gerçekleşmişti.
Birinci Bölüm
AFRİKALILARIN SAVAŞ HAZIRLIĞI
-1-
- Atuqa’de altın madeni araştırması, Bir İtalyan Öncü Birliği, Zencilerin Kaçışı, Gece Baskını, Ebu Muhammed’in Avrupa’ya Karşı Savaşı, Afrika Reisleri’nin Toplantısı, Ölü yakmaya özgü odun yığını-
Büyük Kongo Ormanının kuzey sınırında, ağaçsız uzun bir yerin ortasında, korkuyla, boğuk boğuk çıkan bir haykırış duyuldu. Ve bu da on kişi tarafından yinelenerek, saldırıdan korunaklı ormanın içindeki yankısı yıldızlara yükseldi.
- Silah başına!
Bu emir İtalyanca olarak verilmişti.
Büyük yabani gül ağaçlarıyla, dikenli akasya ağaçlarından ibaret bir çitle savunulur hale getirilen bir yerin ortasına sıkışan, ayın hafif ışığıyla aydınlanan çadırlardan bir takım insan başları göründü. Sonra, silahlı adamlar çıkarak çatışma için belirlenen yerlerine koştular. Keşif birliği komutanı olan Kont Anselmi Dövitali sordu:
- Ne var acaba Lüvici? Yine geçen geceki gibi bir tehlike olmasın?
Bu sorunun muhatabı Subay;
- Kuşkusuz! Birkaç hırsız zenci olmalı. Şimdi gider anlarım, yanıtını verdi.
Ansızın verilen bir “Silah başına!” emrinin doğurduğu karışıklık içinde birçok haykırışla bir saniye içinde bütün ordugah ayaklandı.
Afrika’da pek ender görülen ve İtalya’da dahi o ana kadar böyle büyük bir ölçüde oluşturulmuş, benzersiz bu keşif birliği iki bin altı yüz kişiden oluşuyordu.
Bu küçük ordu da bin altı yüz Somalili hamal, Tigre ve Şua yöresinden dört yüz silahlı zenci, İtalyan özel birliğinden seçilmiş altı yüz İtalyan vardı.
Bu birliğin bin askerden oluşan bölümüne İtalyan subaylar komuta ediyorlardı.
Albay Vitali on üç ay önce evinden çıkmıştı. İtalyan boyunduruğu altında son derece perişan Habeş arazisinden uzak durarak Habeş nili batısından giderek nilin başlangıcında ortaya çıkmıştı.
Sonra, güney-batı yönünü izleyerek Şoen Fort tarafından keşfedilen Bahr-el Gazzel’e varmış, Wilkıns ve Wilson’un izlediği yolu kat etmiş, pusula ve sekstant aleti elinde olduğu halde bilinmeyen bir yöne, Darfur’u Bangoi’den ayıran ve yamyam kabilelerince “Sınır Nehir” diye adlandırılan keşfedilmemiş bir araziye dalmıştı. Bir aydan beri büyük Kongo ormanının sınırlarını araştırıyordu. İngiliz gezgin İstanley altı ay kadar bu ormanın karanlıkları içinde uğraşarak nihayet Arurimi’nin altı yüz kilometreden fazla kuzeyine kadar uzandığını keşfetmeyi başarmıştı.
Kısa zaman zarfında arzu ettiğine kavuşacaktı. Dokuz yüz kilometre çölden, bin dört yüz kilometre nil nehriyle sulanan araziden dört yüz kilometre ormanlık içinden geçmiş ve hükümeti tarafından kendisine tayin olunan yere, bütün İtalyanın tamahkar bakışlarının çevrildiği noktaya Atuga altın madenlerine ulaşmasına beş gün kalmıştı.
İtalya hükümeti; bu cesur ve çalışkan işçileri yeni bir sömürgenin işgali, yeni bir bilinmeyen toprakları keşfetmek için değil, altının, muhtaç olduğu bu kıymetli madenin, kendisini tehdit eden iflastan kurtaracak altının elde edilmesi için göndermişti.
Albay Montey, son ve harika seyahatinde, Çad gölünden nil nehrinin kaynağına ulaşarak Avrupaya: burada dünyanın hiçbir tarafında olmayan altın madenlerinin bulunduğunu kanıtlamıştı.
Çad gölüne mensup Şari nehri kollarından Bahr-i Dari ırmağında pek çok, hesaplanamaz altın parçaları akıyordu. Öyle ki bu hazineyi toplamak için yalnızca eğilmek yeterliydi.
Önceleri, Kaliforniya altın madenlerinin keşfi devrinde olduğu gibi şimdi yine bütün milletler şiddetli bir hırsla bir diğeriyle rekabet etmeye başlamışlardı.
Albayın, itiraz götürmez kanıtları 1900 sergi dairesinin vitrinlerinde teşhir edilen ve bazıları 25 kilogramağırlığında bulunan altın külçelerin görülmesi milletlerin ve birçok kimselerin hırsları ve tamahları gözlerin dört açtırmıştı.
Eskiden, Sofala altın madenlerinin yayılan şöhretiyle Mozambik kıyılarına süratle çıkan Portekizliler gibi Avrupanın dört güçlü devleti güçlü birlikler düzenlemişlerdi. Almanyanın yönetimi altında bulunan Kamerun’dan, İngilizlerin Doğu Afrika sömürgesinden, Belçika Kongosundan, İtalyanın yeni Eritre sömürgesinden keşif birlikleri hareket ettiler.
Bu keşif birliği, yanında en seri ve en mükemmel silahlarla donatılan 1900 senesi eylül ayının bu gecesinde değerli madenden birkaç günlük mesafe uzakta olarak gördüğümüz İtalya devletinindi.
***
Yüzü korkudan allak bullak olan bir subay Albayın çadırına koşarak:
-Bütün zenciler kayboldular! diye bağırdı.
-Hamallar?
-Yüklerini bırakarak kaçmışlar!
-Somalililer?
-Silahlarıyla kaçmışlar!
Anselm Dö Vitalinin şakaklarından soğuk bir ter boşandı. Altın madenine, özlemine bu kadar yaklaşmışken, çektikleri onca sıkıntı boşa mı olacaktı?
-Bu neye işaret? dedi.
Geniş ormanın içinden, uzak kayalara çarpan dalgaların gürültüsüne benzer bir gürültü işitildi. Bu kimliği belirsiz, güçlü ve müthiş bir velvele idi. Ufkun dört cephesinden gittikçe güçlenen haykırış ormanda yankılanıyordu.
Subay pek doğru söylemişti: bu küçük orduda yalnız beyaz ırktan olanlar kalmıştı.
Atbar vadisinde her biri 400 İspanyol gümüş parası ücretle tutulan zenci askerler, Harar ve Ajan yerlileri içinden seçilen hamallar ormanın karanlık derinliklerinde gözden kaybolmuşlardı.
Bunların kaçışı gece karanlığında oldukça kolay olmuştu. Albay Vitali her zamanki gibi, güvenlik için zencilerin çadırlarını iki yüz İtalyan askeriyle beraber kaldığı merkezden ayrı bulunduruyordu.
Şimdi bunlar da, yalnız olarak henüz bilinmeyen ve fakat pek korkunç olan tehlikeyle karşı karşıya bulunuyorlardı. Bu toplu kaçış, şiddetle uyulan bir parolanın sonucu gibi görünüyordu.
Haykırışlar arttı. Binlerce ayaklar yaşlı ormanın kakule denilen bir tür afrikaya özgü nebatla örtülü zeminini sarsarak, kısa incir ağaçlarının dallarını çiğnediler.
Parmakları tetikte, kalpleri müthiş bir korku içinde bulunan İtalyan askerleri dikenlerden yaptıkları siperlerin gerisinde bekliyorlardı.
Sonra, ordugahın bir yönünden bir tüfek sesi işitildi. Aynı anda bütün silahlar birden patladılar. Karanlıkta sürekli bir tüfek ateşi başladı.
Meçhul düşman henüz görülmüyordu. Fakat bunun pek yakında olduğu sezilmekle boğazı kuruyan, gözleri büyüyen, vücudu titreyen İtalyanlar karanlığa ateş ediyorlardı.
Yavaş yavaş savaş çığlıkları kesilerek, bu katliam meydanına göreli bir sessizlik egemen oldu.
Ağaçların arasından, korkunç, uğursuz bir topluluk sesi duyuldu. Sanki bu işaret bekleniyormuş gibi ufkun dört köşesinden, tanımlanması imkânsız vahşi bir nara işitildi. Tehlikede bulunan gemilerden yardım için ateşlenen toplarının fırtına gürlemesi arasında kaybolması gibi, seri atışlı tüfeklerin patlamalarından oluşan bu dehşetli gürültü içinde işitilmiyordu. Birden bire her yönden kımıldayan, bir birini iten, sıçrayan, düşen, tırmanan, bütün hızıyla koşan, müthiş, korkunç, şeytan alaylarına benzer binlerce zenciler meydana döküldü.
***
Bir anda ormanın bu ağaçsız yeri bunlarla doldu. Ateş etmiyorlardı. Silahları var mıydı? Evet, karanlıkta parlayan bir el genişlikte bıçakları vardı.
İçlerinden yüzlercesi kurşunlara hedef olarak otların arasına yuvarlanmışlardı. Fakat bunların ölmeleriyle meydana gelen boşluklar derhal ağaçların arasından haykırarak çıkan kitleler tarafından dolduruluyordu.
Pek kısa bir zaman içinde öfkeli kitle dikenli sipere gelerek her yönden bu yasak savar engeli aştı. Şimdi göğüs göğse bir savaş başlamıştı.
Bu göğüs göğse bir savaş mıydı?
Hayır! Boğuşmaydı.
Birkaç dakika içinde iş bitti. Tüfek sesleri hemen kesildi. Zencilerin oluşturduğu daire daralıyordu. Bu; küçük bir adanın etrafında yükselen ve şiddetiyle adayı istila eden sonra birbiriyle karşılaşarak çarpışan dev dalgalarıyla büsbütün boğan hırçın bir denize benziyordu.
Artık her şey bitmişti!
Bir çeyrek saat sürmeden İtalyan keşif birliği son askerine varıncaya kadar toprağa serilmişti.
Yıkılan çadırların arasında ayın sönük ışığıyla aydınlanan yüzlerce kesilmiş kafaları tutan eller havaya kalktı.
Bunlar arasında memleketinin rüyasını asla gerçekleştiremeyen Kont Anselm Dö Vitalininin kafası da bulunuyordu.
***
Deminkinden daha yakın ve gemi düdüğüne benzer ikinci bir nara güney yönünden işitildi.
Ansızın manzara aydınlandı. Ağaçların arasından çıkan yüzlerce meşaleleri taşıyan çırılçıplak ve pek kısa olan zenciler olup adeta bir çocuk sürüsüne benziyorlardı.
Bunlar: ağaçlarının kuvvetli ve sık dal ve budakları Fransa’dan daha geniş, güneş ışıklarını engelleyen karanlık ormanların sahibi ve İngiliz gezginin İstanley’in Arruvi sınırlarında karşılaştığı ve boşu boşuna eğitmeye çalıştığı cücelerdi.
Burada birkaç yüzlercesi bulunan bu cüceler: Afrika fatihlerinin hiç birine nasip olmayan bir şerefli mevki ve ikbalin muhafızı idiler. Önlerinde, zencilerin sıkışık safları yerdeki ölüleri bir tarafa çekerek açıldı.
Bu ceset yığını arasında zenciler, Arapların beyaz bornozları, Senegallilerin bellerinden aşağı sarkan peştamalları, Kongoluların rengârenk başlıkları tuhaf bir biçimde parlıyordu. Burada, Afrikanın bilinen ve bilinmeyen kabilelerine mensup altmıştan fazla Reis vardı. Bunlar arasında hemen belli olan ve bir ışık halkası ile çevrili gibi görünen parlak, aksakallı, muhteşem tavırlı, uzun boylu bir ihtiyar kemal-i vakar ve azimetle ilerliyordu.
Bu; arkasında sırma işlemeli bir cüppe, belinde gümüş ve sedef işlemeli iki tabanca sokulmuş mavi ve kırmızı ipekten dokunmuş bir kuşak, ayağında geniş bir şalvar ve yumuşak deriden yapılmış çizmeden ibaret gösterişli bir Arap giysisi giyinmişti.
Omuzlarına attığı fevkalade ince ve latif ipekli bir harmani ahenkdar kıvrımlarıyla dalgalanıyor ve başında müminlerin gözünde Mekke’den dönen bir hacıyı temsil eden yeşil bir sarık bulunuyordu.
Fakat bu zat, bir hacıdan daha büyük saygın bir kişi, Afrika Müslümanlarının sultanıydı.
Bu, Afrika Müslümanlarının nazarında, velayetine hükmolunan Sultan Ebu Muhammed idi.
İşte, bu bin kişinin öldürülmesiyle Avrupa kıtasına ulaşacak dehşet haberinin sahibi, yirminci yüzyıl Afrikasının emirlerine harfiyen uyulan sultanı Ebu Muhammed idi.
Yerde yatan cesetlerin üzerinden atılarak ağır ağır yürüyordu. Bir saniye kadar durarak, kendi özel muhafızları olduğu sanılan yüz kadar dev yapılı Sudan’lının tam bir sessizlikle yerine getirdikleri hüzünlü görevi izledi.
Bunlar, İtalyan askerlerinin cesetlerinden bir tepecik oluşturuyorlardı. Cesetlerin çoğunun başları kesikti. Birçoğunun ellerinde silahları büzülüp kalmışlardı. Hepsinde gayet enli bıçakların ve Sudan’da kullanılan harp orağı türünden turumbaşların açtıkları müthiş yaralar görülüyordu. Ceset yığını oldukça yükseldiği vakit zencilerden biri bu tepeciğin üstüne kaba bir bornoz yaydı. Sultan, sanki süslü bir tahtın basamaklarından yükseliyormuş gibi metin adımlarla bu ölülerden oluşmuş vahşet kürsüsüne çıktı
Otuz yaşlarında görünen yanık benizli, parlak ve ateşin gözlü bir Arap, Sultanla beraber çıkarak savaşçı vakarıyla taşıdığı, ucunda altın bir hilal ile süslü, siyah at yelesinin dalgalandığı uzun bir mızrağı dikti.
Bu Sultanın bayrağıydı.
Yavaş yavaş zenciler ormanın içine çekiliyorlardı. Sultan oturduğu zaman etrafında büyük bir boşluk oluşmuştu. Afrika reisleri dahi büyük bir sükûnet ve saygıyla etrafını çevirmişlerdi. Eliyle bir işaret edince bütün bu reisler saygıyla eğildiler.
Sonra, sultan sağ elini kalbinin üstüne, akabinde alnına götürerek onları selamladı. Hepsi ellerini başlarının üzerine kaldırarak karşılık verip oturdular.
Ebu Muhammedin sert ve kısık, tuhaf bir biçimde ahenkli, gayet açık ve her taraftan duyulabilir sesi ormanın sükûneti içinde yükseldi.
Hicaz Arapçası ile konuşuyordu. Bu dili, orada bulunan Senegalli, Brunolu, Büyük Göller yöresinden olan savaşçılar anlıyorlardı.
Güney Afrika savaşçıları ise arkalarındaki tercümanlar aracılığıyla yavaşça sultanın sözlerini kendi lisanlarına çevirttiriyorlardı.
“- Lailahe illallah Muhammeden Resulullah” diyerek başladı.
Oradakiler hep birlikte aynı sözü yinelediler.
“-Selamünaleyküm ey müminler! Yüce Allah sizi korusun ve bol rahmetiyle kuşatsın! Kâfirlerin kurşunlarıyla şehit düşenleri yanında aziz etsin. Allahın laneti kâfirler üzerine olsun!”
Afrika reisleri hep birden;
“Allanın lanetleri kâfirler üzerine olsun!” karşılığını verdiler.
“- Sizi çağırışımın sebebi büyük savaşın vakt-i saatinin yaklaştığının bildirmektir. Çoktan beridir beklediğimiz cihat anı belirmektedir. Yakında hazır olup-olmayacağınızı öğrenmek isterim. Size göndermiş olduğum memurlardan, peygamber efendimizin beş sene evvel bana ilham ettiği hayırlı işi öğrendiniz. Bu, avrupanın mahvı ve kâfir ülkelerinin sömürüsü altındaki ülkelerin tekrar Müslümanların, asli sahiplerinin ele geçmesidir! Bu, zulüm pençesi ve sömürü altındaki Afrikanın intikamıdır. Hayli zamandan beri parçalanan ve bu anda ilahi iradeyi yerine getirmek için O’nun tarafından bana teslim edilen Afrika'nın intikam saati yaklaştı.”
“-Allahuekber!”
Afrikalılar;
“Allahuekber!” diye ormanı inlettiler.
Sultan galeyana gelmişti. Ayağa kalktı. Kolunu şimale doğru uzatarak çın çın öten bir sesle;
“-Afrika ahlaksızlık içinde yüzüyor! Sapık bir anlayış ve zalimce davranış içinde boğuluyor. Sömürü ve zulümle ahlakı bozulan bu topluluğun itikadı bozuldu. Çöküş devri başladı. Yıkılışı kaçınılmazdır. Halkları, bir birlerini parçalamakla meşgul, savaşa hazırlanacakları yerde safahat alemleri içinde yuvarlanıyorlar. Bu ağaç artık baltayı bekliyor. O baltayı da cenabı hak bana teslim etti. Tayin olunan vakit belirince ben de sizi, çiftçinin bir avuç tohumu tarlaya sürdüğü gibi, küffarın arazisine atacağım ve ayaklarınız altında her şey darmadağın perişan olacaktır. Pek yakında hazır olacak mısınız?”
“-Sudanın oğlu Mau sen söyle?”
Bir Arap ayağa kalktı; bu, Burneva halkının giydiği bir giysi giymişti. Yüzünün alt kısmını da harmanisinin bir ucuyla örtüyordu.
Bu reis; hükümran olduğu Kuka’da dört yüz kadından oluşan bir haremin sahibi olmakla meşhurdu. Bu haremde insan ırkının her türünden bir veya birkaç kadın bulunuyordu ki, bu kadar çok kadını o bir madalyon, akik taşı meraklısı gibi topladığını söylüyordu.
Saygıyla eğildikten sonra:
“-Ey sahibi hayatımız! Aramızda kadim ve necip olan Abbasi neslinin temsilcisi olan seni cenabı halik rahmet ve zaferle kuşatsın. Davetine icabet etmek için iki ay oluyor ki Çad gölünden ayrıldım. Davetiniz, Lebi çölünü sınırlayan Tarsus dağlarından Bagirmi ormanının son sınırlarına kadar her yere erişti. Dervişler şimdi Kanem, Ayr, Kasbe yönlerinde geziyorlar. Onlar dönünce bütün halkımı toplayacağım. Pek eski olan tüfeklerimiz değiştireceğimizi vaat ettiğin yeni silahları bekliyoruz.” dedi.
“- Mau onları yakında alacaksın.. sen, zenci hükümdarı Zamura’nın oğlu söyle bakalım?”
Kara Muku ayağa kalktı;
Bu, artık 1889 Paris sergisini ziyaret eden mütecessis, gönlü ve gözü açık zenci prensi değildi. Hatta 1888 de Nijer nehri kıyılarında, başında miğfer ve sırtında eski usulde bir zırhlı elbise olduğu halde Bengray’in rastladığı kaba adam da değildi.
Felaket kendisini ağırlaştırmış, üst üste gelen yenilgi ve kaçışın doğurduğu sıkıntılar, acılar saçını sakalını ağartmıştı.
Fransızlara karşı sürdürdüğü bir çok kanlı savaştan, kendi askerleri tarafından idam edilen babasının ölümünden sonra, Fas'ın güneyinde Hamiye'ye, gösterişsiz Mağribilerin oturduğu yerlere çekilmişti. Üç seneden beri, Fransız askerlerinden sakınarak, ahaliyi isyana teşvik ederek ecdadının eski ülkesine dönmüştü.
“- Nijer nehrinin başlangıcından Soku’ya kadar bütün bu yörede Fevtacallunda, eskiden Hacı Ömerin hükümranlığı altındaki halklar senin emrini bekliyor. Şimdi, Nijer nehri mecrası Fransız karakolları tarafından kontrol edildiği gibi, büyük başkent olan Tambukut dahi bunların eline düştü. Mususi’den Kuka’ya kadar bu asilere beslenilen öfke ve kin pek şiddetlidir. Allah’ın gazabına uğrayası cani Tiyeban’ın günleri sona ermek üzeredir. Senin tarafından verilecek ilk işarette Pu’lular, Tuku’lular, Talibiler hep beni takip edeceklerdir.”
Sultan dikkatle dinlemişti; gözleri şevkle parladı.
“-Neziqa şimdi söz sırası sana geldi. Bu son on sene zarfında pek büyük işler gördün. Beyaz ırka karşı korkaklık, çekingenlik gösteren Kongo ahalisi senin himmetinle aydınlandı. Sen bu putperestlere yüce İslam dinini telkin ederek onları ölümden korkmaz birer savaşçı yaptın. Büyük nehrin kıyılarından büyük ormanın sınırlarına kadar parolayı gönderdik mi?”
Neziqa, Tanqanika pazarından satın alarak altın ve diğer değerli taşlarla süslediği tekrar ateşli tüfengine dayanıp ayakta durmuştu.
Bu, önceleri Fildişi sahilinde egemen olan Yüzbaşı Terbuvi’ye Afrikadan gidişinde oldukça fazla yardım eden meşhur esir tüccarı Tipupu Tep’in oğluydu.
Kardinal Lu Çerin daveti üzerine köleliği kaldırmak için birleşen Avrupa krallarından daha fazla nüfuza sahip olan bu reis bütün Afrikada köleliği kökünden kaldırmıştı. İhtiyar babası Tipupu Tep de Abanoz ticaretine geçmişti.
Arapların tekelinde bulunan köleliği kaldırmak için kullandığı yöntem pek esaslıydı.
Tüccar olduğu kadar hatip ve alim olduğu için, dindar ve akıllı dervişlerin yardımıyla bu geniş memleketin bütün zencilerini İslam ile şereflendirmişti.
Cenabı hak hiçbir müminin esir olamayacağını bildirdiği için zenci köle ticareti de kendiliğinden son buldu.
Tam Neziqa söz söylemek üzereyken Sultana taht vazifesi gören ölü yığınında bir sarsıntı oldu. İlk baygınlıktan ayılan ve üzerlerine atılan cesetlerden boğulma derecesine gelen yaralılar kurtulmaya çalışıyorlardı.
Sukutu’lu iki sudanlı ayağa kalkarak henüz canlı olan iki çaresizi bacaklarından çektiler ve meşin kınlarında takılı bıçakları çıkarıp bir vuruşta kafalarını kestiler.
Artık hiçbir hareket eseri görülmedi.
Neziqa gerekli saygıyı gösterdikten sonra:
“- Emirelmüminin! Atlas okyanusundan büyük okyanusa kadar seni bekliyorlar. Böyle bir şevke mehdi bile Kordufan’daki kardeşlerimiz tarafından nail olmamıştır! Cenab-ı Hakkın, peygamberin soyundan olan seni halife olarak tayin ettiği inkar edilemez bir gerçektir. Seninle hicretin ilk senelerindeki muazzam savaşlara yeniden başlanacaktır. Emrin bana ulaşınca Afrikanın en yüksek dağı olan Rvenzori’nin zirvesinde ve yönetimim altındaki memleketin bütün dağlarında büyük ateşler yakılacaktır. Bu müjde bütün afrikaya yayılıncaya kadar bu işaret yinelenecektir. Bu işaret görülünce Kongo hükümetinin Belçika karakolları hemen yok edilecektir. Biz senin evlatlarınızız. Cenab-ı hakk babamızı muzaffer etsin!” dedi.
Bundan sonra, sıra Fas’tan Mısır’a kadar uzanan ve otuz milyon bağlısı bulunan Senusi tarikatının şeyh, Ekber-i Seyyid Ahmet bin Senusi’ye geldi. Bin Senusi söz başladı.
Bu çopur simalı, parlak gözlü bir şeyh idi.
Bingazi’nin güneyinde bulunan Cebub vahasına yerleşerek İslami ayaklanmaya nezaret ediyordu.
O hazırdı. Binlerce müridi, ibadet ve taat ile bu büyük savaşa hazırlanarak kendisini izlemeye hazırdılar.
Şeyhten sonra meşhur Cezayir fatihlerinin neslinden olan Abduh İmame söze başladı. İsyanın Fransız zulmüne karşı Tunus’ta tertip olunduğunu, ilk işarette Fas emirinin sessiz kalacağını, ezanın yeniden serbest kalması için Fransızlarla kesin anlaşmaya varacağı teminatını verdi.
Bunun arkasından, sudanlı mehdinin oğlu Mahmut sultana durumu anlattı.
“- Sen Cenab-ı hakkın müjdelediği halife, ezilenlerin hakimi, seni kayıtsız-şartsız takip edeceğim.”
Şafak sökmek üzereydi. Nil yönünden güneş ışınları sökün ediyordu.
Afrikalıların savaşına katılan Zenkbar sultanı bir mutemedini göndermişti. İngilizler tarafından yalnız ismen bir hükümdar olmak seviyesine indirildiği için bunlardan nefret etmekte olan bu sultanın doğu sahilindeki halk üzerinde büyük bir nüfuzu olduğundan, bu nüfuzu, Mozambik kanalında seyrü sefer eden bütün gemilerle kayıkları kızıldenizin girişinde hazır edeceğini vaat ediyordu.
Sonra, birbirini takip ederek Teransual, Avranj hükümeti zencileriyle Alman boyunduruğu altında inleyen yukarı Zambez kabileleri, Kaulu, Damara, Namaqua yerlileri, Portekiz sömürüsünden usanan Banqala, Messamedes zencileri, İngilizlere karşı oldukça kin ve garez besleyen Aşantili’ler, Liberya zencileri, isimleri Avrupalılarca meçhul olan çeşitli kabilelerin reisleri ve delegeleri sultana hazır olduklarını, işaretini beklediklerini belirttiler.
Güneş gece katliamının meydana geldiği kanlı arsa üzerinde yükselmişken reisler hala konuşuyorlar ve ihtiyar da dinliyordu.
Savaşçılarının yüreklilik ve cesaretinden söz eden Gine kıyıları yerlilerinin başkanı, savaşçı güçlerinin özelliklerini bitiremeyen Adamau, Kamerun’un asli sahibi Şeyhini dinliyordu.
Fransa generali Devid tarafından mağlup edilip teslim olduktan sonra, sürgün yerinde sefilâne bir biçimde ölen Bihanzi’nin oğlu Daqle, babasının anılarına sadık kalan halkının intikam fikri ve ümidiyle İslam dinini kabul edeceklerine dair teminat verdiği sırada Sultanın gözleri parladı.
Meşaleler sönmüştü. Cüceler de ormanın karanlığına girmişlerdi. Bir sessizlik oldu. Sultan bir saniye kadar bakışlarını meçhul bir noktaya dikip, gerçekleştireceği hülyasını zihninde toplayarak hareketsiz kaldı. Sonra doğrularak;
“- On üç milyon! Siz burada hesabıma göre on üç milyon savaşçıyı temsil ediyorsunuz. Bu coşkun savaşçı seline engel olacak hangi millettir? Hangi ordulardır? Avrupaya yalnız on milyonu ulaşsa bir anda mahvolur.” dedi.
Yeniden sustu. Gaipten bir sesi dinliyormuş gibi gözleri büyüdü. Yanında, Hun ve Moğol istilası çocuk oyuncağı gibi kalan bu büyük kitlenin Avrupaya atıldığını görüyordu. Tekrar söze başladı;
“- Benden silah istediniz. Şimdilik, silahların tamamı mevcut olmadığından elimizde bulunanı, son senelerde elde ettiklerimi bölüşürsünüz. Bu savaşı hazırlamaya başladığım beş seneden beri binlerce silahlar, yok olmağa mahkûm olanlar tarafından bana Afrika limanlarında satılmıştı. İngiltere, Cezayir ve Senegal’deki Fransızlar aleyhinde kullanmamız için bize birçok tüfek sağladı. Almanya dahi komşuları İngilizlerle Portekizliler aleyhine kullanmak üzere bana milyonun üzerinde silah sattı. Bol miktarda barut da verdiler. İstediğimiz kadar silahımız olacak kardeşlerim. Zira altınımız vardır. Altınla Avrupa’dan her şeyi, silahlar ve cephaneler satın alınır. Bu Atuqa altın madenini beyaz ırkın hırslı ve tamahından korumak lazım. Hepimiz dikkatli olalım. Ta ki buna yaklaşmak cüretinde bulunacak kafile, grup bugünküler gibi kahrolsun. Tüfekleri olmayanlar zehirler hazırlasınlar, siz Batutaslar Gürare özsuyundan hazırlayabilirsiniz. Mabunda halkı siz de sütliken zehri elde ediniz. Bu günden itibaren yegâne uğraşınız erzak stokudur. Memleketlerinize dönünüz; gelecek ramazana kadar daha sekiz ay var, iki mahsul alabilirsiniz. Tarlalar ekilsin. Ekilmeyenler nadas edilsin, kadınlar, çocuklar, ihtiyarlar hububatı taşımak için geniş çuvallar yapsınlar. Hareket gününde yüklenmek üzere develer, beygirler, filler toplansın. O ana kadar ambarlarınız, Hint darısı, mısır, Hint patatesi, darı, amerikan fıstığı ve çeşitli yiyeceklerle dolsun. Şırlağan yağı çıkarınız, muz toplayınız, deniz kıyısı ve göller civarındaki kabile reisleri siz de kuru balık tedarik ediniz. Sekiz ay zarfında sürüleriniz savaşçıları takip etmek üzere toplu bulunsunlar. Silahlı olunuz. Emir verdiğim gün köylerinizde kalacak çoluk-çocuk ve ihtiyarlarınızı düşünmeyerek yola çıkınız. Cenabı hak onların rızklarını verir. Bu sekiz ay zarfında son emirlerimi alacaksınız. Bana tam bir teslimiyetle itaat edecek misiniz?”
Hazır olan bütün reisler ve temsilciler ayağa kalkarak ve sağ ellerini kaldırarak ellerini alınlarının hizasına götürerek;
“- Sana itaat ediyoruz!” dediler.
“- Düşününüz, benim bir işaretim bin baş düşürecek.. hayatınız bana aittir.”
“- Sana ait olacak!”
“- Asla itiraz etmeden gösterdiğim yere gideceksiniz!”
“- Gideceğiz. Cenabı hak yardımcın ve rehberin olsun!”
Sultan, arkasında ayakta duran arabın omzuna elini koyarak:
“- İşte oğlum Ömer budur. Bana itaat ettiğiniz gibi ona da itaat edeceksiniz. Her ne kadar genç ise de fazilet sahibi ve savaşa ehliyetlidir. Özellikle günümüz Avrupa fennine hakimdir. Çünkü onların okullarında eğitim aldı. Onların medeniyetlerini, silahlarını, zayıf noktalarını bilir.”
“- Ona da itirazsız itaat edeceğiz!”
“- Pekâlâ! Şimdi gidiniz! Yakında Avrupa yok olacaktır.”
Reisler kemal-i vakarla kalkara ağır, ağır sanki erişeceğinden emin olunduğu için acele etmeyen yaşlı felaketin arkasından gidiyorlarmış gibi çekildiler.
Emirel Müminin de ölü yığının üstünden indiği zaman ormanın ağaçsız bulunan yerinin köşesinden cüceler koştular; bunların gerisinde Sudanlılar yüksek otların arasına düşen cesetleri arayarak, güneşin batışında son töreni gerçekleştirmek üzere zenci naaşlarını bir tarafa ayırdıkları sırada bu küçük adamlar da İtalyan askerlerinin cesetlerinden oluşan tepenin etrafına incir ağaçlarının kütüklerini, ılgın ağacı dallarını, reçineli hurma köklerini yığıyorlardı.
Birkaç saat zarfında iki kat bina kadar yüksekliğinde odun yığını oluştu.
Bir alev fışkırdı. Yükseldi. Kavruldu. Burada dün kamp kuran keşif birliği, umut ve başarıya inanmış bu birlik şimdi, sabah rüzgârının otlar üzerine serpeceği bir kül yığınına dönüştü.
Bu acı akıbet Roma'da on ay sonra duyuldu.
Zenci halkının istilası, Avrupa'yı alkana boyayacak, bir eşi daha görülmemiş kıyımın öncüsü olan bu ilk darbe böyle gerçekleşmişti.
Cemal Çalık, 14.08.2017, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, İstilâ-i Cihan-Kara Öfke, Roman
Cemal Çalık Yazıları
Takip et: @gezgin07
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.