Zenci halkının istilası, Avrupa'yı alkana boyayacak, bir eşi daha görülmemiş kıyımın öncüsü olan bu ilk darbe böyle gerçekleşmişti.
Birinci Bölüm
AFRİKALILARIN SAVAŞ HAZIRLIĞI
-10-
AFRİKALILARIN SAVAŞ HAZIRLIĞI
-10-
- Balonun Beklenmedik Genleşmesi- Afrika’da Gece Başlangıcı- Laquet- Avrupa ile Afrika Arasındaki Meridyen Yayının Ölçümü- Katılaştırılmış Hidrojen Tüfeği- Bin Atımlık Hazne- Keşif Süvarisi- Neşeli Bir Subay- General Karteron- Domuzbaşı Düzeni- İki Tuareq Tutsağı- Yürüyüş Sırasında Su Kafilesi ve Artezyen Kuyusu Açılması- Bin İmame Ordusu- Akşam Namazı
Yaklaşık öğle vaktiydi. Ömer dağlarının son sırtlarını geçer geçmez Cezayir’den hareket edildiği zamandan beri baloncuların ufkunu oluşturan tepeler ve kayalar yerine donuk sarı renkli uzun bir çizgi belirdi.
Selahaddin kolunu kaldırarak:
- Sahra-i Kebir! diye bağırdı.
Bu gerçekten uzakta belirmeye başlayan biraz sonra yolcuların ayakları altına yayılacak olan çöl deniziydi.
Kum tepeleri, kurumuş vadi yatakları, kum dalgaları, hepsi de boz renkli geniş bir yüzey gibi tek düze bir şekil alıyordu.
Artık baloncular Tuat’a kadar hiçbir dağa rastlamayacaklardı, buna da pek seviniyorlardı; çünkü mühendis Belidan’ın güneyindeki sıradağların üstünden geçmek için oldukça uğraşmıştı.
Atlas sıradağlarının “Titeri” adındaki bu kolu 1800 metre yüksekliğine kadar ulaştığından balonun hızı, bundan dolayı ağırlaşmıştı.
Balon, asıl Atlas sıradağlarını Sebe-i Reis geçidinden geçti. Mühendis uzaktan, arkadaşına bu son silsileyi göstererek (Yedibaş) dağı adını almasının tuhaf şeklinden ötürü olduğunu anlattı.
Selahaddin artık Çar Balonu yolcularının en sevimlisi, en gevezesi olmuştu. Geçtikleri arazinin tarihsel geçmişini ve araziye dair arkadaşına yararlı bilgiler veriyordu.
Cezayir’den hareket ettiklerinden beri kendilerini taşıyan olağanüstü balonun icadı hakkında pek fazla övgülü sözler sarf ediyordu. Ona, balona dair bir çok sorular soruyordu. Balonda bir görev yapması için dilekte bulundu. Mühendis önce kendisine gerekli ayrıntıları verdikten sonra denemek için birkaç dakika Jesland’ın görevini ona verdi.
Selahaddin zevkle, sadece ağırlık dengesi yönünü değiştirmek ve iki halatı kullanmak suretiyle balonun iniş ve yükselişini sağlayınca sevincinden bağırmaya başladı. Yolculuk sırasında iyi ve zeki bir yardımcı olacağını vaat ediyordu.
Yolculuğun ilk zamanlarında herkeste uyandırdığı kötü düşünceler kaybolmuştu.
Yalnız Küyi dö Branten tuhaf bir çekimserlik gösteriyordu. Bir türlü bu adama ısınamamıştı.
Saat ona doğru mühendis barometreye bakarak 2800 metre yükseltide bulunduklarını söyledi. Bunun da nedenini anlamak için uzun uzadıya düşünmeye gerek yoktu.
Termometre 39 dereceyi gösterdiğinden gaz bu fazla ısıyla genleşerek körüğü açmıştı. Doğu kıyısının üstünde fazla gazı bırakmak için supabı açmak zorunda kalmıştı. Supabı yöneten kırmızı halatı ağır, ağır çekerek:
- Sürekli bu hareketi yapmak gerekli değildir; son kere pek çabuk gazsız kalırız; bu da hiç iyi olmaz, çünkü kan bizim kanımızdır. dedi.
Küyi:
- Adam sen de! Yedek gazımız çoktur.
- Aziz yeğenim (Çok) tümcesi doğru değildir; teknenin altında bulunan 500 derece ısıyla toplanan buhar gazı düzenli olarak baskı edilen 3000 metreküp oksijene eştir: dolayısıyla şimdi yaptığımız gibi bir kerede 50 metreküpü birden kaybetmek iyi değildir; bunu yapmamalıyız.
- Bu elli metreküpü yine gazla tamamlamak gerekli değil; bu gün bunları salıvermemizi gerektiren ısı pek yüksek kalacak; biz de bu koşulda elli metreküp eksik gazla hareket edebiliriz.
- Yanılıyorsun dostum… Afrikada gece ile gündüz arasında pek fazla ısı farkı vardır. Jervilde bu fark 30-40 derecedir. Reklus, Tuqret’de: gece ısı sıfırın altında 7 ve sabahleyin on birde sıfırın üstünde56 derece iken bir gün bu farkın 63 dereceye ulaştığı rivayet ediliyor.
- İnanmak zorunda mıyım?
- Bunu söyleyenler pek ciddi ve tanınmış gezginlerdir. Mühendis Rölan, Reyn vadisinde gündüzün 46 derece iken gece sıfırın altında 3’e indiğini gördü.
- Bunun nedeni nedir?
- Gece yapımıdır. Bu da geceleyin çok fazla buhar yoğunluğunu oluşturur ve bitkilerin yararlandığı şebnemleri taşır.
- Demek ki bu kızgın memlekette bitkiler gece sulanıyor öyle mi?
- Evet, dediğin gibidir. Burada yağmur pek nadir yağar ve hemen hemen yok gibidir. Yedi yılda bir kere yağmur yağan bir iklime gidiyoruz.
- Havanın şeffaflığı nemin olmamasından kaynaklanıyor değil mi?
- Hay hay! Eşyanın buradaki görünüşüyle Fransa’daki görünüşü arasındaki farka bak… şu uzaktaki sarı tepelere bak… çalılardan oluşmuş lekeler görünüyor…. Pek uzakta bir biri arkasında giden şu siyah küçük nokta, develeri ile giden kabiledir, Pariste bu mesafeden dumandan başka hiçbir şey göremeyiz.
- Doğrudur.
- İşte Cezayir manzaralarına ressamların tutkunluğuna neden olan güzelliği veren bu parlak ve şeffaf havadır.
Tercüman:
- Daha önce Afrikada bulunmuş olanları yine oraya çeken de budur; ben Fransada 18 ay kaldım. Sönük iklime, yoksun ve dar ufuklarına bir türlü alışamadım… dedi.
Mühendis sordu:
- Cezayirde doğdunuz değil mi? Mösyö Füritye, aslen Cezayirli olduğunuzu söylemişti.
- Mösyö Füritye dahi, beni böyle sananlar gibi aldanmış. Annem Moritanya yerlilerinden olduğundan yüzüm hafif turunç gibidir.
- Fakat doğduğunuzdan beri Cezayirde oturuyorsunuz değil mi?
- Oraya on iki yaşımda geldim. Yirmi iki yıl kaldım. Dolayısıyla bu Yeni Fransa benim vatanımdır diyebilirim. Şu anda ona hizmet ettiğim için iki yönden mutluyum… işte Laquat’e geliyoruz. Dağların eteğindeki şu siyah lekeyi görüyor musunuz? Orası: Vahadır. Burada 1898 yılından beri işleyen Sahra-i Kebir Tren yolunun ilk esası olan trene kavuşacağız. Önceleri askeri kıtalar Cezayirden buraya ancak 30 günde geliyorlardı. Şimdi 13 saatte ulaşılıyor.
Yolcular gösterilen yöne baktılar. Ömer sıra dağları eteğinde kum üzerinde siyah bir çizgi gibi görünen bir küçük vadinin öte tarafında beyaz toprak yığınlarına benzer bazı tepecikler göze çarpıyordu.
Bunlardan en yakında bulunanın üstündeki beyaz bir turna kuşu adeta bir nöbetçiye benziyordu. Diğer ikisinin üstünde, çok pencereli bir kışlaya sahip ve etrafı bahçelikli bir şehir görünüyordu.
Bu şehrin 5-6 kilometre kadar etrafını vaha kuşatıyor ve bu vahanın merkezinden “Vadinin Süsü” denilen küçük bir dere akıyordu.
Balon hızla vahaya ulaşarak geniş ray ve traversi atölyelerini arkada bıraktı; Küyi, arap tarzı yapılmış bir arap şehri bulacağını ümit ederken Afrika çölünün kapısı konumunda olan çöl ortasındaki bir yerde düzenli bir Avrupa şehri görünce hayretler içinde kaldı.
O zaman tercüman, ilk kez 1844 de işgal edilen Laquat’enin 1855 de tekrar geri alındığını ve saldırının korkunç olduğunu yangın ve katliamla şehirde kimse kalmadığını ve yerli mahallelerinin de yıkıldığını anlattı.
Küyi;
- Şimdi ise pek mükemmel ve düzenli bir şehir… Vişeye gezinti katarları düzenlendiği gibi buraya gezinti balonları düzenleyeceğiz. Madelenden buraya, karların içinden güneşle kavrulan kumların ortasına 20 saatte gelinebilir.
Haritasını açan mühendis:
- On iki saat yeterlidir. Bu iki şehir arasındaki uzaklığı düzgün ölç!
- Bin kere hakkınız var: 1400 kilometredir.
Mühendis:
- (Düz Çizgi) dediğimiz Paris meridyen yayından başka bir şey değildir.
- Laquet Paris meridyen yayının üstünde mi?
- Evet Cezayir gibi, bir dereceden az yakında… bu: askeri harita yer komisyonu tarafından “nirengi” belirleme işi Aynsalaha kadar tamamlanan Afrika kıtasının içinde uzanarak büyük daire yayının üzerinde önemli bir ölçüm noktasıdır.
- Fakat Akdeniz içinden Afrikayı Fransaya nasıl bağladılar?
- İspanya aracılığıyla.
- Fas ile mi?
- Hayır… buna gerek görülmedi. Zira, açık bir havada Oran ve Nemure hakim Cezayir dağlarının üstünden 270 kilometre uzakta bulunan Siyerra-Nevada İspanyol sıradağlarının bazı tepeleri görünüyor. Görünüyor diyorsa, olağan üstü parlak, açık havalarda. Bu şekilde, bitiştirme işi karara bağlanınca bu tepelere çıkan Fransız ve İspanyol subayları yirmi gece sürekli Akdeniz üzerinden yöneltilen elektrik ışık demetini görmeye uğraştılar. Yalnız yirmi birinci gece, ateş yıldızlarını görebildiler. Avrupa ve Afrika ışık hattıyla birleşti. İşte haritalar üzerine, şimdiye kadar doğrudan doğruya yer üzerinde ölçülen ve gökyüzünde bilimsel kurultay kararlarınca resmedilen ilk büyük meridyen yayı bu şekilde taşındı.
Bu konuşmadan biraz sonra, balon kışlanın önündeki eğitim alanına indi.
Mühendis, kışlanın nizamiye kapısından çıkan bir subaya doğru giderek:
- Komutan mösyö Leni!.. dedi
- Kendisidir efendim. Geleceğinizi bilirden telgraftan üç saat sonra gelmeniz gerçekten beni şaşırttı; düşününüz bir kere: buradan Cezayir yirmi günlük yoldur.
Komutan Leni uzun boylu, kırçıl, yakışıklı, yüzüne heybet veren dik ve karmakarışık bıyıklı bir subaydı.
Mühendis sordu:
- Ne haberler var?
- Pek iyi değil; burada bir tek arap kalmadı, genel bir kaçış!
Yolcuların ayakları altında görünen şehre baktılar; sokaklarda kimse görünmüyordu.
- Doğuya doğru mu gidiyorlar?
- Hayır; güneye.. Jervilde ve Biskrada da aynı durum; kadınlar ve çocuklar diğerleri gibi kaçtılar, evlerde ihtiyarlarla birkaç köpekten başka bir şey kalmadı; bu gerçek bir göç.
- Bu da düşmanın uzakta olmadığının kanıtıdır; siz de bu düşüncede misiniz komutan?
- Bir şey bilmiyorum burada bulunan atlı süvari bölüğünden yalnız 28 askerden ibaret Fransızlar yani küçük subaylar kaldı; diğerleri silahları ve hayvanlarıyla kaçtılar. Bundan dolayı etrafa hiçbir keşif birliği göndermek mümkün değildir.
- Bizim hareketli birliklerimizden ne haber?
- Onlar bu gece birleşecekler…hareketlerini erteleyerek Elebyazın 20 kilometre doğusunda toplanacaklar.
- Siz avcı taburunuzla burada mı kalacaksınız?
- Evet… 1256 kişi var… bununla şehri yağmadan kurtaramazsak bile kışlayı savunuruz. Bütün Afrika gelmiş olsa duvarından içeri giremez. Bu konuda size güvence veririm.
Mühendis başını salladı. Durum ve konum düşündüğünden daha fazla kötüydü.
Yolcular, komutanın elini sıktıktan sonra balon güney-batı yönünde hareket etti. Akşamın saat dokuzunda Abdülkadir’in kuşatmasına kahramancasına direnen Ayn Mehdi adlı kaleden geçerek bir saat sonra Berezine’ye ulaştı.
Kasabaya hakim mazgallı burcun etrafında çadırlar yer çakılmıştı.
Küyi:
- İşte bu birliklerimize ati bir kafiledir… yaklaşıyoruz… dedi.
Düşünceli bir halde mühimmat ambarına indi ve birkaç dakika sonra altı karabina ile yukarı çıktı.
Mühendis:
- Evet yaklaşıyoruz. Silahları da iyi düşündün. Bizim de silah kullanma ihtimalimiz vardır.
- Bugün yalnız bu yeni silahların kullanımını tayfalara öğretmekle yetineceğim. Kuşkusuz onlar bunu bilmiyorlar.
- Bu silahlar henüz Afrika alaylarında yoktur. Eski küçük çaplı ve tekrar ateşli tüfekler, sürekli çakmaklı tüfeklerle silahlı araplara karşı üstünlük için yeterlidir.
Küyi dö Branten’in elindeki tüfek sade görünümlüydü. Şeklen Filober karabinasına benzer olan bu tüfek de sürgü kolu ve kapak takımı gibi kuyruktan dolar silahlarda olması gereken şeyler yoktu.
Bu tüfeği diğer silahlardan ayıran şey; korkuluk köprüsünün ilerisinde ve namlunun altında bulunan madeni bir boruydu.
Tercüman buna elini sürünce şiddetli bir soğukluk duyumsadı ve nişancının elini bu soğutmaçtan korumak için konulan kalın ve değirmi bir keçeyi gördü.
- Gaz tüfekleri değil mi?
- Evet.
Selahaddin:
- İlk Jifar karabinalarını görmüştüm; kuşkusuz, bu yeni silahlara temel o oldu değil mi? Fakat gaz haline gelerek mermiyi sevk eden karbon asit damlası ancak onu 120-150 kilometreye kadar gönderebiliyor. Bu da önemsiz bir şeydir. Bu yeni tüfekte pek büyük gelişmeler olduğunu söylüyorlar. Bu nasıl başarıldı.
Mühendis:
- İki araçla… önce, pek güçlü bir gaz kullanılıyor. Bu gaz sıvı halinde değil katılaşıp genleşiyor. İkinci olarak bu gaz namlunun ağzından çıkıncaya kadar mermiyi etkilemesi sağlandı.
- Bu gaz nedir?
- Bu gazlardan, kullanılması en zor olan hidrojendir. 1900 tarihine kadar, kar şekline sokulduysa da derhal eski haline döndü. Mösyö Kabyöte bunu 300 derece basınca ve 29 derece soğuğa maruz bırakarak pek hafif ve ince bir sis görebildi. Mösyö Raöl Pikte 650 derece basınç ve 140 derece bir soğukla bunu donuk ve çelik renkli bir sıvı haline getirebildi ve soğuk havaya maruz bırakarak kısmen katılaştırdı.
- Ya bugün?
- Bugün, üretilen doğal güçler ve elektrik makineleri sayesinde 2600 rüzgar basıncı kadar bir basınç yapabilmek mümkün oluyor.
- Barut basıncı…
- Evet.. bu müthiş basınca, sıvı oksijenin havadaki yıkıcı hızından üretilen 210 derece bir soğuklukta ekleniyor. İşte ilerleyen fen sayesinde insanlar gazı bile katılaştırıyorlar. Dolayısıyla hidrojen bu olgudan uzak kalmadığı için, namlunun altına gördüğünüz 25 santimetre genişliğindeki bu borudan 300o mermi atacak hidrojen miktarına sahiptir.
Şaşalayan tercüman hayretle:
- 3000 bin mermi mi? dedi.
- Evet 3000 bin mermi… gaz ne kir bırakır, ne yiter ve ne de başka bir arıza vardır. Mekanizma dahi pek sadedir. Kullanmak gerektiği zaman kuyruktaki bu bakır küçük levhayı kaldırınız ve bu düğmeyi itiniz: silah atmak için hazırdır. Artık, burada gördüğünüz fişek yatağına fişek destelerini koymaktan başka bir iş kalmaz. Bunlar, kendiliklerinden namluya girerler. Hareket pek seridir.
Mühendis yeğeninin elinden, prizma şeklinde kırmızı bir kağıt tomarı aldı; bunu, namlunun alt kısmında yapılan bir yarığa soktu.
- İşte şimdi tüfekte 32 mermi var. Malum bir asker bunu bir dakikanın üçte biri kadar bir zaman içinde atar. Askerin yapacağı şey tetiğe basmaktır.
- İlk hızı ne kadardır?
- 940 metre…
- Ne ilerleme!
- Tüfeğin sökülmesine gerek yok; çünkü hiçbir parçası paslanmaz; silmek de istemez, zira hidrojen namluyu kirletmez. Şu emniyet tetiğiyle tüfek her zaman emniyettedir.
Silahı omzuna dayayarak tetiği çekti. Namlu ağzından beyazımsı, gayet hafif bir duman çıktı. Ağustos böceği cırlamasına benzer bir ses işitildi. Tüfek omuzdan çekilmeksizin ve göz nişan çizgisinden ayrılmaksızın aynı ses sekiz defa duyuldu.
Hayrette kalan tercüman:
- Ne geri tepme, ne duman var. Şimdi anlıyorum: İki yıl Sahra-i Kebir’de tren geliştirme ile meşgul olarak vahşice yaşamışım. Bütün bu gelişmelerden bihaber kalmışım… dedi.
Mühendis:
- Bu iki sonuç diğer silahlarda da üretildi; fakat en önemli bir şey varsa o da sesin olmamasıdır.
Selahaddin:
- Pek doğru; acaba bir çatışma nasıl olacak? Ressamlar, savaş resimlerine büyük bir hoşluk veren dumanın ortadan kalkmasına pek üzülecekler görünüyor. Önceleri şairler de top ve tüfek seslerini tumturaklı sözlerle betimliyorlardı; bugün onlardan bir eser kalmadı.
- Savaşçıların bağırmalarından, yaralıların iniltilerinden, komutanlarının komutlarından başka işitilecek bir şey yok.
Küyi:
- Ben bu ilerlemeye teessüf ediyorum; zira bu hidrojen tüfeği bir cinayet silahı olacak…
Tercüman:
- Buna inanıyor musunuz?
- Kuşkunuz mu var? Bir insan vurulsa yanındaki adam kurşunun nereden geldiğini, hatta o adamın vurulduğunu yahut yere düştüğünü bile bilmez. Bu yöntem revolvere de uygulanırsa habersiz intikamlar meydan bulacak… kimse duymadan uyuyan bir düşman öldürülecek… sözün özü bu silah her şekle konulacak… bir baston veya şemsiye sapına, bir dürbüne bile sokulacak, işte dedim ya, bir cinayet silahı…
Tercüman:
- Pek doğru; sorunun can alacak garip noktası budur…
Gözlerinde parlayan sevinç ışıltıları göstermemek için teknenin parmaklığına yaslanarak aşağı baktı.
- Şimdi ordunun yakınındayız… dedi.
Mühendis dürbünü alarak batı tarafına çevirdi.
- Aşağıda gördüğüm şey ordu değilse bile bir bölümüdür.
Küyi dö Branten bir saniye gözlemden sonra:
- Süvari… dedi.
Balon, çölde siyah bir nokta gibi görünen karelere yaklaşıyordu; yirmi dakika sonra üzerlerine geldi.
Mühendis yeğenine:
- Bizi yere yaklaştır. Eğer aldanmıyorsam bunlar Afrika avcılarıdır. Ordunun nerede bulunduğunu bunlardan öğreniriz.
Delikanlı:
- Doğallıkla kuzeydedir… bu rastladıklarımız keşif birliği olsa gerek… şu dağınık yürüyüşe bakınız… adeta bir yelpaze gibi…
Gerçekten, süvarilerin dalgalanan çöldeki yürüyüşleri bir yelpazeye benziyordu. İlk hatta 2-6 atlıdan ibaret guruplar çıplak sırtların üstünde uzun yılankavi yolu izliyorlardı.
Bunların birkaç yüz metre gerisinde, bağlı oldukları takımlar geliyordu. 1500-2000 metre arkada daha geride süvari bölükleri yürüyorlardı; 2-3 kilometre arkada da yoğun bir duman belirdi: ancak süvarilerle uğraşan baloncular geridekilere dikkat etmemişlerdi.
Pek heyecanlı görünen mühendis:
- Orada! dedi.
Küyi dö Branten:
- Evet; hücuma kalkmış bir ordu ne güzel bir görünüm sunuyor!
Fazla bir söz söyleyemediler; her ikisinin de kalbi, henüz görünmeyen ve güneyden gelmek üzere bulunan bir görünmeyen düşmanın doğurduğu büyük bir korku içindeydi.
Gerçi yirmi beş bin askerin direnç ve cesaretlerinden emindiler; fakat mösyö Dörvil general Dö Söli’nin endişelerinden işin pek önemli ve kötü olduğunu çıkarsamıştı.
Balon 300 metreye kadar indi. Aşağıdaki süvari takımı bireyleri pek fazla sevinmiş olduklarından neşeyle bağırıyorlardı.
Mühendis:
- Daha aşağı, duyabilecek bir yüksekliğe… komutunu verdi.
Takımın baş tarafında uzun kuyruklu doru bir ata binmiş olan bir genç subay başındaki şapkayı sallıyordu.
Balon, yerden 80 metre bir yüksekliğe indi.
Küyi, iki kolunu heyecanla sallayarak:
- Bonjur sayın teğmenim, diye bağırdı.
Subay:
- Sizi selamlarım; yaşasın Çar Balonu!.. karşılığında bulundu. Fransa’dan mı geliyorsunuz? Diye sordu.
- Evet, önceki gün Paris’ten çıktık.
- Önceki gün mü? Nereye gideceksiniz?
- Biz generalinizin maiyetinde bulunuyoruz, onu durumdan haberdar etmek için önce sizi bulup, sonra da keşif için düşmana gitmek düşüncesindeyiz.
- Henüz düşmana ulaşamadık; bundan çok üzüntülüyüz; saklanmış veya kaçmış olmalarından korkuyoruz. Ağırlığımız çok olduğundan fazla uzağa kadar izleyemeyeceğiz ki bu da kaybolan bir fırsattır.
Mühendis sordu:
- Biricik endişeniz bu mu teğmenim?
- Evet; ona bir kere yetişsek! Bize karşı ne yapabilir? Arkamızdan gelen taburları ve topçuyu gördünüz mü?
- Hayır, daha henüz göremedik; onları da göreceğiz. Ancak söyleyiniz, rastlayacağınız kuvvetin sayısına ilişkin bir bilginiz var mı?
- Bunları belirlemeye, saymaya ne gerek var! Zaten ilk hamlede hepsinin kaçacakları apaçık bir şey… eğer beklerseniz göreceksiniz; çünkü birinci locada bulunuyorsunuz…
- Demek hiç çatışma olmadı öyle mi?
- Hayır; uzaktan bazı düşman gözcüleri görüyoruz; biz oraya gidinceye kadar kaçıyorlar.
- Sizi yolunuzdan alı koyduk… cenabı hak yardımcınız olsun sayın teğmenim. Gidelim, generali bulalım.
- Onu kolaylıkla bulursunuz… tabi bölüğünün baş tarafındadır. Ona kalmış olaydı buraya gelirdi…pek sert mizaçlı bir kişidir. General Karteron’u tanır mısınız?
- Yalnız şöhretini duyuyoruz. Allahaısmarladık.
Balon artık manevra yapıyor, duyumsanacak bir biçimde doğuya doğru yöneliyordu. Biraz safra atılınca 500 metre yüksekliğe çıkıldı.
Burada baloncuların gözüne pek güzel bir görünüm ilişti 4-5 kilometre geride bütün Fransız ordusunu: çeşitli araçlarda ve çeşitli renkte, yürüyüş eksenine göre simetrik bulunan elliden fazla kare ve dikdörtgen şekillerden oluşmuş olduğu halde kendilerini gösteriyorlardı.
Baloncuların bulundukları yükseklikten bakış bütün orduyu ve düzeni kuşatıyordu.
Bu yöntem: meydan savaşlarında oldukça iş gören ve Mareşal Buje tarafından oldukça tutulan ve övülen “domuz başı” düzeniydi.
Mareşal bu düzenle, Fas sultanının oğlu Mevla Muhammedin komutasındaki 60 bin süvarinin içine girmişti.
Yürüyüş ekseninin baş tarafında, gerideki kıtalara kılavuzluk eden bir yarım kıta süvarisi bulunuyordu ki bunların ortasında hecin devesine binen ve elinde kırmızı bir bayrak tutan bir çavuş vardı…
Bunu arkasında nişancı taburu geliyordu. Bu tabur kale düzeninde yürüyordu. Bölüklerinden baştaki dağınık düzende olup iki yan yürüyüş düzeninde sağ ve soldaydı. Ortada cephane hayvanı gidiyordu.
Bu taburun gerisinde sık bir katır hücum birliği ağır ağır geliyor ve oluşturduğu dikdörtgen şeklindeki kitlenin ortasındaki binlerce parıltı balondan bile görünüyordu. O ana kadar sessiz kalan tercüman:
- Dağ topçusu.. sekiz batarya kadar var... dedi.
Yanlarda kale düzeninde olan toplar taşkın olarak bir diğerini izliyorlardı. Mühendis otuzdan fazla tabur saydı.
Bu iki kolun arasında diğer kareler de vardı. Balon yön bayrağının hizasına gelince Küyi, bu karelerden altısının takım kolu düzeninde yürüyen süvari alayları olduğunu gördü.
Bu düzenin ortasında ağırlık hareket ediyordu. Kızılhaç bayraklarından fark edilen seyyar hastanelerin gerisinde 20 bin deve ve katar geliyordu.
Bu kitlenin en gerisinden aynı düzende üç tabur geliyordu ki bu da: artçıydı.
Selahaddin, bir süvari mangasının koruması altında olan Fransız bayrağını göstererek:
- İşte generalin arması! dedi.
Mühendis:
- Yere mümkün mertebe yaklaşarak bizi generale doğru götür… emrini verdi.
Delikanlı:
- Bak kol durdu! dedi.
Tercüman:
- Kuşkusuz küçük mola! Sözünü söyledi.
Birkaç saniye sonra, balon: yere inen Afrika avcılarından oluşan muhafızların ilerisinde zemine yaklaştı ve Jesland iki halat uzattı. Henüz bir işaret vermeden önce yirmi güçlü kol balonu yere bağladı. Bu ansızın beliren uçan makine büyük bir alkışla karşılandı.
İki aydan beri hareket halinde olan bu kıtalardan pek az kimse Fransa’dan mektup almış ve mösyö Dörvil’in girişiminden haberdar olmuştu.
Bu defa Cezayir’den hareketini yalnız başkomutan telefonla öğrenmişti.
Attan inerek balona doğru yürüdü. Mühendis çapalı iskeleyi aşağı sarkıtmıştı. Bu yaşta bulunan bir adamda pek az görülen bir çeviklikle general Karteron hızla balona çıtı.
Mühendisin elini sıkarak:
- Efendiler, sizi gördüğümden dolayı pek mutluyum… dedi.
Öte-beri sözlerden sonra general:
- Ne sanıyorsunuz? Bu başıbozuk, düzensiz insan sürüsü bana karşı ne yapabilir? Bir domuz gibi içlerine gireceğim; hangi yönden saldırırlarsa saldırsınlar. Müthiş ateşlerle toprağa serilecekler… topçu üzerlerine misket yağdıracak. Tabii seri ateşli toplarımızın etkisini bilirsiniz. Saldırganlar bir kere kaçmaya başladı mı süvarilerimiz peşlerine düşerek bunları bütünüyle yok edecekler. İşte bütün savaş bundan ibaret olacak… onu şimdiden gözünüzde canlandırabilirsiniz. Bunları yenmek, savaşı betimlemekten daha kolaydır.
- General, galiba bunların sayısı pek çok imiş!
- Daha iyi ya! Ne kadar çok olurlarsa hezimet de o oranda büyük olacak… korktuğum bir şey varsa o da: bunların kaçmalarıdır.
Afrika avcı subayının düşüncesi de böyleydi… Generalden ere kadar manevi güç pek büyük olduğundan mühendis rahatlamıştı.
General:
- Komutandan aldığım bilgiye göre benim emrime tabi olacakmışsınız.
Mühendis:
- Buraya bu yüzden geldik.
- Pek güzel. Bu hizmetiniz pek işime yarayacak. Düşmana dair kesin bir bilgi alamadık; sayılarının önemi yok… asıl nerede bulunduklarını anlamaktır. Gözcülerini ele geçirmek mümkün olmadı. Yalnız iki kişi yakalayabildik… fakat ağızlarından bir söz almak kabil değil. Bir çok araca baş vurdum..
- Ne gibi?
- Önce iyi bir sopa attırdım. Sustular. Sonra bir manganın karşısına dikerek üzerlerine nişan aldırdım. Yine sessizlik… hele bunların, kendilerine yöneltilen tüfeklerin karşısındaki durumlarını görmeliydiniz… hep umursamazlık, kayıtsızlık, alay.. hepsi de haşin adamlar!
Yine de konuşturmayı ümit ediyordum; bundan ötürü yanımda alıkoydu. Mademki siz geldiniz, artık bunlara gerek kalmadı.
- Emrinize tabiyiz general…
- Pek ala! Önüme geçiniz ve bana mümkün mertebe hızlı bir biçimde bilgi getiriniz. Bu günlük sizden isteğim bu kadardır.
- General, keşiflerimizin yararlı olması için bu gün vaktimiz pek çoktu. Daha dört saat kadar bir vakit var.
- Bu da size fazlasıyla yeter… sanırım düşman pek uzak değildir.
- Şimdi hareket edeceğiz; eğer geceden önce gelemezsek ordugahınızı nerede kuracaksınız?
- Nerde olursa olsun.. onu önce ordugah ateşleriyle ve sonrada çadırımın üstünde ışıklandıracağım magnezyumla fark edeceksiniz.
Bir süreden beri iki esiri gözden geçiren Selahaddin gelerek:
- Bu iki adamı kimin sorguladığını sormama izin verir misiniz? dedi.
- Baş tercümanın mösyö Büssütra.
- Hangi dilde konuştu?
- Arapça.
- Sanımca bu iki adam (Keluvvi) kabilesindendir. Tuareqlerin bu kısmına mensup olan bu adamların kendilerine özgü bir lehçesi vardır ki bunda bildiğiniz üzere (Temahan) dili derler. Bu lehçe Arapçaya hiç benzemez.
- Siz bu dili biliyor musunuz?
- Tamamiyle.
- O halde bunları sorgulayınız mösyö…
- Eğer izin verirseniz generalim, bunları buraya alalım; ben kendilerine biraz güven vereyim.
Mühendis:
- Biz gidip keşfedeceğimi için buna gerek var mı?
- Eğer ağızlarından bir söz alırsak keşfimizi gerçekleştirmiş oluruz.
- Pekala! Bir deneyiniz bakalım.
Tercüman tekneden aşağı indi.
Esirlerin boğazlarından, kuyruklarına bağlanmış oldukları iki cephane katırı bir kenara çekilerek Selahaddin iki yerliyi gözden geçirdi. Aldanmamıştı.
Keskin bakışlı küçük gözleri, çatık kaşları, dört köşemsi çeneleri, kabarık alınları, başlarını mağrurane dik tutuşları, yüzlerini ve bacaklarını süsleyene çivit boyası bunların güney Tuareqlerini meydana getiren Aveilem Berberilerinden olduklarını gösteriyordu.
Yüzlerinde peçe olmaması, girdikleri çatışmada yırtılmış veya kaybolmuş olmasından kaynaklanıyordu.
Bunları göz önünden ayırmayan Küyi dö Branten, tercümanın daha ilk sözlerine kulak kabarttıklarını gördü.
Birkaç saniye sessizlikten sonra cevap vermeyi kabul ettiler. Selahaddin:
- General, mösyö Dörvil’in onayıyla bu iki adamı bana vermeye razı olur musunuz? dedi.
Mühendis:
- Eğer balonu, ordularının asıl bölümünün bulunduğu yöne götürmek için rehberlik ederlerse onaylarım.
General:
- İyi ama, şimdi ordu aslının nerede bulunduğunu niçin söylemiyorlar?
- Dün yakalandıkları için bu konuda verecekleri bilginin pek doğru olup-olmayacağını kestiremediklerini ve kendilerinin ileride hareket eden gözcü süvarilerinden olduklarını ve şayet balonda bulunurlarsa daha doğru bilgi verebileceklerini söylüyorlar.
- Balona çıkmak onları korkutmayacak mı?
- Kendilerine bunu ne olduğunu anlattım, büyük bir şaşkınlık gösterdiler.
General:
- Bu adamlar hiçbir şeye hayret etmezler.. alınız.
Küyi:
- Amca, her ne kadar zayıf iseler de yine en aşağı 150 kiloluk bir ağırlıktı…
- Safrada bu kadar bir miktarını çıkarırız.
- Fakat, fazla iki kişi için kamaramız yok.
- Kamara mı! Bunlar güvertede kalacaklar…
- Korkmuyor musunuz?
- Bağlı kalacaklar… bu şekilde korkulacak bir şey yok demektir..(Selahaddin’e) siz de bunları uzun zaman alıkoymak niyetinden değilsiniz sanırım.
- Bu akşam dönüşümüzden sonra aldığımı yere geri veririz.
General:
- Size bunları hediye ediyorum; bana geri getirmek zorunda değilsiniz.
Bunlar merdivenin yanına gelerek tercümanın yüzüne baktılar; adamın işareti üzerine bir biri arkasından yavaş yavaş çıkmaya başladılar.
General:
- Bak! Bak! Vay şeytan herifler! diye şaşkınlığını belirtti.
Sonra tercümana:
- Mösyö, bunlara sorunuz; aşiretlerinin hangi yönde toplandıklarını sanıyorlar. Burada mı? Yoksa ötede mi?
Doğu yönünü göstermişti.
Tercüman, tutsaklara kısa kısa cümlelerle seslendi; fakat tercümanın tercüme ettiği cevaplara kendiliğinden bazı şeyleri de eklediği anlaşılıyordu. Zira, bunlara konuşurken iki Turaq gözlerini bunun gözüne dikerek laflarını can kulağıyla dinliyorlardı.
Sonunda, bunlardan en yaşlısı ayağa kalkarak kuru koluyla güney doğu yönünü gösterdi.
General:
- Biraz benim hareket yönümün soluna düşüyor fakat, bunun bir hükmü yok.. onları görmeksizin yanlarından geçmeyeceğim apaçık bir şey. Uzakta mıymışlar?
Soru kendisine sorulunca ihtiyar Turaq başını salladı.
- Demek yakında imişler?
Yine ikici bir baş sallaması ile cevap verdi.
Tercüman:
- Generalim, bunlar için yakın ve uzak sözcüklerinin anlamı yoktur. Çünkü, Sahra-i Kebir’de hangi yönde olursa olsun 200-300 kilometre bir mesafeyi hecin devesinin sırtında 2-3 günde kat ettikleri için yakına veya uzağa önem vermezler.
General:
- Gerçekten bunlar için her şey görelidir; ancak kendi yürüyüş günleri hesabıyla iki günlük mesafe uzakta bulunduklarını öğrenmek planıma kötü bir etkide bulunacak. Sanımca, onlara buradan elli kilometre kadar uzakta rastlayacaksınız. Bu mesafe de sizin balon için yarım saatlik bir iş olduğundan yakında kesin bir bilgi alabiliriz… Allah korusun, bu gün daha uzağa gitmeyeceğim… ısı pek yüksek.. asker 33 kilometrelik bir kat etti. Hemen burada ordugah kuracağız, bu akşam bizi burada bulacaksınız.
- Burada su yok general..
- Buna o kadar gerek yok… yanımızda beş günlük su var.
- Beş günlük mü? o kadar uzağa gitmenizi engelle.
- Öyle ama, artezyen kuyuları açmak için aletlerimiz ve bunları kullanacak istihkam personelimiz var…
- Şimdiye kadar su bulabildiniz mi?
- Evet, birliğin kurulduğu günden beri her gün develerle taşınan yedek suyu tazeliyoruz. Akşamları konak yerinde aletlerle su çıkarıyoruz. Bunlar oldukça gelişmiş olduklarından üç saat içinde 70 metre kadar deliyorlar. Ancak onda üçü boş çıkıyor. Bu sular bazen 60 derece ısıda oluyorlarsa da keçi derisinden yapılmış tulumlarda soğutuyoruz.
- O halde, bir ordunun çölde hareketini mümkün kılıyorsunuz…
- Ancak bu şekilde mümkün oluyor.
Küyi güneşin atlas dağları yönünde inmeye başladığını göstererek:
- Amca gecikeceğiz! dedi.
General:
- Bu delikanlının hakkı var… beni de lafa tuttunuz… hemen yola çıkınız! Dönüşünüzü sabırsızlıkla bekliyorum.
- Başarıdan kuşku etmiyor musunuz?
- Bir an bile…
- Güvenciniz yüreğimi rahatlatıyor…
- Ya! Demek yüreğiniz rahatlamaya muhtaç ha?
- Bunu sizden saklayamam.
General gülerek:
- Ah! Bu adamlar! Ah bu maddi fen aydınları! Siz gerçekten zamanın Sen Thomaslarısınız; eğer maddiyat ve rakamlardan ibaret felsefenize birazda Sensir’lilerin cesaret ve maneviyatını karıştırsanız daha bir mükemmel olmuş olacaksınız!
- Sayın general, sizinle konuşunda insan manen bir güç duyumsuyor.
- Fransa bu kere pek büyük bir başarı kazanacak; Afrika savaş tarihi gayet parlak bir zaferle süslenecek; çünkü önceki savaşlarımız araplarla adi çatışma türünden şeylerdi.
Elde etme ve istila zamanında böyle bir noktaya bu kadar önemli bir kuvvet yerleştirilmemişti.
Mareşal Büjev’in bile asıl savaş gücü 8000 bin er, 1500 beygirdi. Bu güçle şanlı bir başarı kazandı.
***
Çar balonu yükselmeye başlamıştı. 400 metre yüksekliğe ulaştığı zaman Küyi haykırdı:
- Süvari çatışıyor!
Gerçekten, deminden ordunun 6-7 kilometre ilerisine uzana bir keşif şebekesi kuran emniyet ve keşif kıtası düzen değiştirmişlerdi.
Bir çok noktalardan keşif kolları geri çekilmeye zorlanmış ve hatt takımları bile bölüklere kadar gerilemişti.
Diğer bazı noktada, süvari takımları arap süvarileriyle çatışmaya başlamıştı;
Bu takımlardan bir tamamen araplar tarafından kuşatılmış ve mavi elbiseliler beyaz bornozlar arasında kaybolmuş olduğundan bu görünüm yukarıdan adeta: bir papatya demeti içinde kalan menekşeye benziyordu.
Ancak bunlar da yok edilmek üzereydiler; hattın çeşitli noktalarından iki takım hücuma kalkmıştı. Süvari bölüklerinin arkasında emirin atlıları orduya doğru dolu-dizgin gidiyorlardı.
Kimseyle karşılaşmadan ve önlerindeki arap keşif birliklerinin geri çekilmesiyle süvari birlikleri, arap ordusunu gizleyen perde hattına çatmıştı.
Burada büyük bir direnç gördüler; çünkü bu hat süvarilerin geçmesini engelliyordu.
Hiçbir tabanca veya tüfek sesi duyulmadı.
Küyi:
- Bakınız amca geniş bir yer sahasına benzemiyor mu? Aşağıda iken bunu fark etmemiştim. Kuşkusuz yer, bu süvarilerin bulundukları yere kadar yükseliyor..
Çar güneye doğru yöneldi. Altlarında çadırlar kuruluyor, ateşler yakılıyor, kolordu ordugâhı kuruluyordu.
Küyi dö Branten gözünün önünde duran iki Turaq örneğine bakıyordu. Bunlar, etraflarında olup-bitene görünüşte umursamaz bir tavır takınarak yeniden karşı karşıya oturdular. Yalnız dudakları ara sıra dua ediyorlarmış gibi açılıp-kapanıyordu.
Küyi omuzlarını silkerek:
- Ne kaba adamlar! dedi.
Bu sözü duyan mühendis:
- Aldanıyorsunuz azizim, bu adamlar bizden akıllı ve kurnazdırlar. Karşılığında bulundu.
Gözcü birlikleri hattı geçildi.
Selahaddin:
- Düşman gözcü birliklerini bulmak için pek uzağa gitmeye gerek yok; 3 kilometre kadar uzakta bulunan şu sırtlara bakınız… diyerek “Temahan” dilinde birkaç söz söyledi.
Yerliler, ayağa kalkarak o yöne baktılar.
Vadiyi ovadan ayıran yerin üstünde büyük bir cephe üzerinde dağılmış, bir birinden aralıklı bir çok süvariler görünüyordu.
Jesland birden bire bağırdı:
- İşte bakınız! Oradalar!
Küyi, dürbünüyle bir iki saniye gözledikten sonra;
- Evet, biraz önce gördüğümüz şu siyah lekeler onlarmış…
Mühendis:
- Bunlar durmuşlar; onun için daha önce fark edemedik…
Heyecan dolu bir sessizlik egemen oldu. Balon 800 metreye yükseldi.
Elektrikçi Reynar:
- Daha yok mu? Bu ne kadar kalabalık! diye şaşkınlığını belirtti.
Dö Kab:
- Ömrümde bu kadar kalabalığı bir arada görmedim!
Küyi:
- Amca bakınız…
İki Turaqı göstermişti.
Mühendis döndü; iki tutsağın yüzleri değişmişti. Gözlerinden bir kin ve nefret ateşi fışkırıyordu. Çıplak vücutları titriyordu.
Balon yükseldikçe yeni kitleler görünüyordu. Bunlar, bir birine sıkışmış binlerce topluluklardan oluşmuştu. Yüksekten bunlar karınca yuvasına benziyorlardı.
General, tutsaklara ordunun asıl bölümünü sorduğu zaman bunlar ufku göstermişlerdi. Fakat baloncular bu kitleleri nasıl olup ta görmemişlerdi?
Mühendis yaklaşınca bunun nedenini anladı.
Çöl bu yerde tuhaf bir biçimde çukurlaşmıştı. Üç kilometre genişliğinde ve elli metre derinliğinde bir nehir yatağı kuzey doğudan güney doğuya doğru uzanıyordu.
İşte İbn-i İmame tarafından verilen emir üzerine epeyce zamandan beri taarruz halinde bulunan kavimler burada yığılmışlardı. Bunlar da: Figig, Tafile, Tuat halkı, Eykidi, Zemmur, Adar Mağribileri; Asben, Asude, Tasili zencileri; Esraleddin tarafından bu ordunun süvarisini oluşturmak üzere gönderilen Ahqar, Adqaq zencileri, ne gezginlerin ve ne de coğrafyacıların henüz bilmediği çeşitli kabileler idiler.
Yolcular artık bir tek söz bile söyleyemiyorlardı. Put gibi donmuşlardı.
Küyi:
- Amca hele şuraya bakınız! diye bağırdı. Balon vadinin ağaçlıklarına yaklaşıyordu.
Altlarında gördükleri, reislerinin etrafında toplanan bağımsız kabileler değil bir insan mahşeri, dev, heybetli bir kitleydi.
Bizim gezginler yaklaştıkça büyük bir velvele balona kadar yükseliyordu.
Mühendis:
- Bizi gördüler… dedi.
Bu binlerce gözün balona doğru yöneldiğini duyumsayarak sırtı titredi.
- Dönelim, gerektiği kadarını gördüm.
Selahaddin:
- Generalin kendisinin elde edeceğinden daha yararlı ve düzgün bir keşif hizmeti oldu.. epeyce bilgi aldık.
Mühendis boğuk bir sesle:
- Çok doğru; eğer yerimizde olmuş olaydı düşmanın böylesi bir sayıda oluşunu görür ve belki seçeneği..
Sözünü bitiremedi. Biraz önceki güveni kaybolmuştu. Fransız ordusu: düzgün ve düzenli, emir-komuta, silahları mükemmel ve gerçekten pek dehşetliydi.
Fakat buradaki arap ordusu, sayıca belki yirmi-otuz kat olduğundan hemen ilk saldırıda galip gelecekti.
Gözlerini vadiden ayırmayan mühendis:
- Geri dönelim. dedi.
Yamaçlara hakim bir kum tepesinde bir ateş yandı. Bu ateş her yerden görülüyordu.
Küyi:
- Bu bir işaret olsa gerek, zira gürültü azalıyor.. dedi.
Birkaç saniye içinde bu insan deryasında hiçbir hareket görülmedi; Selahaddin, hepsinin yüzü doğu yönüne çevrildiğini arkadaşlarına gösterdi.
- Akşam namazı.. dedi.
Balon 500 metre kadar yüksekteydi.
Yakılan odun yığınının yanında birkaç arap ayakta duruyordu. Bunlardan bir, vadinin bu insan deryasına hakim kenarına yaklaştı. Dürbünüyle, başındaki yeşil sarığı iyice fark edebiliyordu.
Ortalığı derin bir sessizlik kapladı.
Figig yönünde güneş batıyordu.
Tinsel bir makamla ezan okunmaya başladı. Bu savaşçı kitlesi dindar bir sessizlik içinde huşu ile dinlediler.
Müezzin son “Allahuekber!” sözünü söylerken bu söz bütün savaşçılar tarafından yinelendi. Bu öyle yüce, ruhani bir manzaraydı ki sıfatlandırmak, betimlemek olanaksızdı.
Aşağıda namaz kılınırken mühendis döndü:
Yanında bir ses:
- Allahuekber, sözünü söylüyordu.
Zincirli iki Turaq da kıbleye yönelerek namaza durmuşlardı.
Cemal Çalık, 16.10.2017, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, İstilâ-i Cihan-Kara Öfke, Roman
Cemal Çalık Yazıları
Takip et: @gezgin07
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz