"Müminler, Allah’ın kurtuluş reçetemiz olarak gönderdiği Kur’an’a sımsıkı sarılırlar ve içindekileri düşünürler, anlamaya ve hayatlarına taşımaya çalışırlar. Allah’ın kitabından uzak ve gaflet içinde bulunamazlar. ”
بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم
Bizi yaratan ve bize doğru yolu gösteren, kendine imân etme şerefini nasip eden, yediren ve içiren, hastalandığımızda da bize şifa veren, bizim canımızı alacak ve sonra diriltecek olan, hesap gününde, hatalarımızı bağışlayacağını umduğumuz (Şuara, 26/78-82) Âlemlerin Rabbi olan Allah’a sonsuz hamd’ü senâlar olsun. “Üsve-i hasene” olan Resûlü Muhammed Mustafa (sav)’e salât u selâm olsun.
ÂLİ İMRÂN SURESİNDE MÜ’MİNLERİN VASIFLARI (105- 120. Ayetler)[1]
1- Allah müslümanları uyarmakta, geçmiş milletlerin düştükleri hataya düşmemelerini emretmektedir. Geçmişte peygamberlerin getirdikleri kitaplara ve apaçık delillere rağmen insanlar, anlamsız ve faydasız tartışmalar yüzünden asıl görevlerini unutmuşlar ve kendilerine tevdî edilen emaneti koruyamamışlardır.
Bu ayet, Allah Rasûlü'nün getirdiği apaçık delillere ve hidayet'e kavuşan, fakat daha sonra hidayet'in ana prensiplerinden ayrılıp, çok küçük ve önemsiz meselelere dayanarak kendilerini farklı farklı gruplara ayıran, anlamsız ve faydasız tartışmalarla uğraşan toplulukları kasteder. Yüce Rabbimiz Müslümanlara tevhidi ve vahdeti korumalarını emrederken, sizden öncekiler bu iki esası yani tevhidi şirk ve küfürle; vahdeti de birbirlerini yiyerek bozdular sakın ha siz de böyle olmayın mesajını vermektedir. Bugün Müslümanlar, bu azîz dinin olmazsa olmaz 2 temel esası olan tevhîd ve vahdetin ne tam anlamıyla kıymetini bilemişler ne de bu iki temel hususun hakkını verip gereğince koruyabilmişlerdir. Acı sonuçsa gözlerimizin önündedir.
وَلَا تَكُونُوا كَالَّذ۪ينَ تَفَرَّقُوا وَاخْتَلَفُوا مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَهُمُ الْبَيِّنَاتُۜ وَاُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌۙ
“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayınız. İşte onlar için büyük bir azap vardır.” (Âli İmran,3/105.)
وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَم۪يعاً وَلَا تَفَرَّقُواۖ وَاذْكُرُوا نِعْمَتَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ اِذْ كُنْتُمْ اَعْدَٓاءً فَاَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَاَصْبَحْتُمْ بِنِعْمَتِه۪ٓ اِخْوَاناًۚ وَكُنْتُمْ عَلٰى شَفَا حُفْرَةٍ مِنَ النَّارِ فَاَنْقَذَكُمْ مِنْهَاۜ كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمْ اٰيَاتِه۪ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ
“Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın; bölünüp parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayınız. Hani siz birbirine düşman idiniz de Allah gönüllerinizi birleştirdi ve O’nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi Allah kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklıyor ki doğru yolu bulasınız.” (Âli İmran,3/103.)
وَأَطِيعُواْ اللّهَ وَرَسُولَهُ وَلاَ تَنَازَعُواْ فَتَفْشَلُواْ وَتَذْهَبَ رِيحُكُمْ وَاصْبِرُواْ إِنَّ اللّهَ مَعَ الصَّابِرِينَ
“Allah’a ve Resûl’üne itaat edin ve birbirinizle çekişmeyin. Sonra gevşersiniz ve gücünüz, devletiniz elden gider. Sabırlı olun. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfâl,8/46.)
“Tüm peygamberler gibi sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem de amaç ve hedef olarak, Allah’ın dinini, yani tevhide dayalı inanç sistemini, bireysel ve toplumsal hayatlarında canlandıracak müminler yetiştirmeyi benimsemiştir. Bunun özü de bireysel olarak Allah saygısı (takva), toplumsal olarak birlik (vahdet) erdemlerine sahip çıkmaktan ibarettir.” (Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Ümmet Yapısının ve Birliğinin Virüsleri)
Allah saygısı ve birlik (takva ve vahdet) bilinci ve fazileti, her şeyden önce Müslümanlar arasında fitne çıkarmamayı gerekli kılar. Ne yazık ki fitne ateşi Müslümanlar arasında hiç sönmemektedir, ne yazık ki bu ateşi Müslümanların kendileri körüklemektedir. Müslümanlar, Allah’ın kendilerine lutfettiği kardeşlik nimetinin yeterince farkında değillerdir ve kardeşlik hukukunun gereklerini de yeterince yerine getirememektedirler.
Kendilerine gelen apaçık delillerden sonra da parçalanıp ayrılığa düşmemeleri gerekirken bunun tam tersi olabildiğince parçalanıp, birbirinin arkasından iş çevirip, olan güveni de zayi ederek ayrılığı derinleştirmektedirler. İslâm birliği noktasında herkesin Tevhîd’e göstermesi gereken ihtimama eş, vahdet’e de aynı dikkat ve titizliğin gösterilmesi lazım gelmektedir. Müslüman toplumu bölüp parçalamak, gruplara ayırmak yoluyla inanan kesime ve dolayısıyla İslâm’a hizmet edildiği söylenemez. Bir başka tabirle, ihânet, hizmet diye yutturulamaz. Bunu Müslümanlar 15 Temmuz da Fetö terör örgütünde acı bir şekilde tecrübe etmişlerdir. Suriye, Irak, Yemen, Libya, Gazze, Arakan, Keşmir, Afganistan ve Afrika örnekleri de kahredici şekilde gözlerimizin önünde yaşanmaya devam etmektedir.
İslam’ın inanç yapısında Tevhid’in yeri ne ise, İslam toplum yapısında da vahdet’in yeri odur. Tevhid olmadan inanç ve ameller herhangi bir kıymet ifade etmediği gibi, vahdet olmadan da İslam toplumunda herhangi bir erdemin, huzurun ve güvenin hayat bulması mümkün değildir. Çünkü Muhammed Mustafa (sav)’ın buyurduğu gibi, “Birlik rahmet, ayrılık-ğayrılık azap vesilesidir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 278, 375; Bezzar, Müsned, s. 488.)
Allah’ın elçisi ve en güzel örneğimiz olan Muhammed Mustafa (sav)’ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Müminler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve yekdiğerini korumakta bir tek vücud gibidir. Vücudun herhangi bir uzvu rahatsız olursa, öteki organlar da onun ıstırabına ortak olur ve rahatsızlık duyar.”[ Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 270]
Müslümanın felaketine sebep olmak, seyirci kalmak, onu yalnız bırakmak, Müslümanca bir davranış değildir.
“Mü'min mü'minin (din) kardeşidir. Ona zulmetmez, onu düşman eline vermez (korur).”[ Buhârî, Mezalim 3, İkrah 7; Müslim, Birr 58; Ebû Davud, Edeb 38; Tirmizi, Hudud 3; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 9; IV, 104]
“Müslüman, Müslümanın kardeşidir; ona zulmetmez, onu yardımsız bırakmaz, ona hor bakmaz.”[ Müslim, Birr 32; Tirmizi, Birr 18]
2- Allah müslümanların vicdanının ayrılık ve ihtilaftan sakınmasının, iman ve uzlaşma ile gerçekleşen yüce Allah’ın nimeti olduğunu hatırlattıktan sonra tevhidi ve vahdeti koruyan, Rabbimiz Allah’tır deyip istikâmet üzere olan, Allah’a ve Resûlü’ne inanan, emirlerine uygun hareket edip sâlih/güzel işler yapanların yüzlerinin ak olacağını ve sevineceklerini; dünyada Allah ve Resûlü’ne inanmayan veya inandıktan sonra inkâra saparak Allah’ın emirlerine aykırı davranışlarda bulunarak tevhid ve vahdet esaslarını hiçe sayıp bunlara ihanet edenlerin ise yüzlerinin kara olacağını ve üzüntüden kahrolacaklarını haber veriyor. İnsana kendisini bekleyen bu iki sonuçtan birini seçme imkanı tanınmış ve kavuşacakları bu nihai sonuca uygun bir duruş sergilemeleri ve iddialarını ispat etmeleri istenmiştir.
يَوْمَ تَبْيَضُّ وُجُوهٌ وَتَسْوَدُّ وُجُوهٌۚ فَاَمَّا الَّذ۪ينَ اسْوَدَّتْ وُجُوهُهُمْ۠ اَكَفَرْتُمْ بَعْدَ ا۪يمَانِكُمْ فَذُوقُوا الْعَذَابَ بِمَا كُنْتُمْ تَكْفُرُونَ وَاَمَّا الَّذ۪ينَ ابْيَضَّتْ وُجُوهُهُمْ فَف۪ي رَحْمَةِ اللّٰهِۜ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ
“Bir gün ki nice yüzler ağaracak, nice yüzler de kararacaktır; yüzleri kararanlara, "İman ettikten sonra kâfir mi oldunuz? Öyle ise inkâr etmiş olmanız yüzünden tadın azabı!" (denir). Yüzleri ağaranlara gelince, onlar Allah’ın rahmeti içindedirler; orada onlar ebedî kalacaklardır.” (Âli İmran,3/106-107.)
Ayette bahsedilen gün, utanma veya üzülme hiçbir fayda sağlamayacaktır. Zira o gün yüzleri kararanlar şöyle çırpınacaktır:
“Onlar cehennemde; «Ey Rabbimiz! Bizi buradan çıkar ki dünyada iken işlemekte olduğumuzdan başka ameller (sâlih ameller) işleyelim…” diye feryâd ederler. (Onlara şöyle denilir:) «Size; iyice düşünecek kimsenin düşünebileceği, öğüt kabul edebileceği kadar ömür vermedik mi? (Hem) size uyarıcı (bir peygamber de) gelmişti. (Buna rağmen sâlih amel işlemediniz.) Öyle ise tadın azâbı! Çünkü zalimler için hiçbir yardımcı yoktur!»” (Fâtır, 35/37.)
3- Yüce Allah hiçbir varlığa zulmedilmesini istemediği için âhirette hesabını verecekleri şeyleri insanlara bildirmiş ve Mü’minlere hidâyeti göstermiş, emir, nehiy ve tavsiyelerde bulunmuş ve bunların olumlu veya olumsuz yönde uygulanmalarının sonuçlarını bildirmiştir. O halde artık bundan sonra doğru yolu bırakıp sapık yollara girenler kendi kendilerine zulmediyor demektir.
تِلْكَ اٰيَاتُ اللّٰهِ نَتْلُوهَا عَلَيْكَ بِالْحَقِّۜ وَمَا اللّٰهُ يُر۪يدُ ظُلْماً لِلْعَالَم۪ينَ وَلِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ وَاِلَى اللّٰهِ تُرْجَعُ الْاُمُورُ۟
“İşte bunlar Allah’ın âyetleridir. Bunları sana gerçek olarak okumaktayız. Allah hiçbir varlığa zulmedilmesini istemez. Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır. İşler, dönüp dolaşıp Allah’a varır.” (Âli İmran,3/108-109.)
4- Allah Mü’minlere kendi konumlarını ve değerlerini bilmelerini istemektedir. Allah’a iman eden, iyiliği emreden, kötülükten alıkoyan en hayırlı ümmet… İslam ümmeti küfür veya sapıklık üzerine birleşmez. Dini terk etmez, sapık, kötü ve şerli ümmet olamaz. Bu günlerde hastalığa maruz kaldıysa bu durum geçicidir ve hemen tekrar aslına dönmelidir. Allahu Teâlâ İslam ümmetinin hayırlı olmasının nedenlerini beyan etti: Marufu emreder, münkeri nehyeder ve Allah’a iman eder. Bu ümmet en hayırlı olmanın sebeplerinden uzaklaştığında “en hayırlı” olma vasfından da uzaklaşmaktadır.
Daha önceki ayetlerde vurgulanan tevhîdi koruyamayan, takvâ ve vahdetten uzaklaşan; ma’rufu emretme ve münkeri nehyetme görevini ihmal eden bir ümmet “en hayırlı” olma vasfını korumakta zorlanacaktır. “En hayırlı ünmet” vasfını korumak isteyen Müslümanlar, adalet numûnesi ve hakkın şahitleri olmaya, sırâtı müstakimden ayrılmadan ve ifrât ve tefritten uzak kalmayı başarabilmelidirler.
Yoksa “en hayırlı ümmet” olma vasfı kelepür bir pâye değildir, bizden öncekiler de hakkını vermediklerinde kaybettiler bu değerli vasfı. Müslümanların bunu unutmamaları gerekir. O halde müslümanlar, kendilerine verilmiş olan bu şerefli görevin sorumluluğunun bilincinde olmalı ve öncekilerin düştükleri hatalara düşmemelidirler. Âyette belirtilen vasıfları koruyamaz, verilen görevleri yerine getirmezlerse en hayırlı ümmet olma şerefini de yitirirler.
كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِۜ وَلَوْ اٰمَنَ اَهْلُ الْكِتَابِ لَكَانَ خَيْراً لَهُمْۜ مِنْهُمُ الْمُؤْمِنُونَ وَاَكْثَرُهُمُ الْفَاسِقُونَ
“Siz, insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emredersiniz, kötülükten alıkoyarsınız ve Allah’a inanırsınız. Ehl-i kitap da inanmış olsalardı elbette onlar için hayırlı olurdu; içlerinden inananlar da var, fakat çoğu yoldan çıkmıştır.” (Âli İmran,3/110.)
وَكَذَلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أُمَّةً وَسَطًا لِّتَكُونُواْ شُهَدَاء عَلَى النَّاسِ
“Böylece, sizler insanlara birer şahit (ve örnek) olasınız ve Peygamber de size bir şahit (ve örnek) olsun diye sizi orta (mu’tedil) bir ümmet yaptık.” (Bakara,2/143.)
Vasat ümmetin manası hayırlı ve udûl (doğru ve dürüsttür, fasıkların tersidir) olmasıdır. Bu nedenle diğer insanlara şahit olacaktır. Onlar iyi amel sahibi olmaları, aşırılık ve sapkınlıktan uzak, dosdoğru, adaletli, ölçülü, mûtedil ve dengeli tutum ve davranışları sebebiyle insanlığa örnek ve rehber olmaya hak kazanmışlardır.
الَّذِينَ إِن مَّكَّنَّاهُمْ فِي الْأَرْضِ أَقَامُوا الصَّلَاةَ وَآتَوُا الزَّكَاةَ وَأَمَرُوا بِالْمَعْرُوفِ وَنَهَوْا عَنِ الْمُنكَرِ وَلِلَّهِ عَاقِبَةُ الْأُمُورِ
“Onlar öyle kimselerdir ki, şâyet kendilerine yeryüzünde imkân ve iktidar versek, namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, iyiliği emreder ve kötülüğü yasaklarlar. Bütün işlerin âkıbeti Allah’a aittir.”(Hacc,22/41.)
Kur’ani bir ilke olarak ‘Emri bi’l ma’ruf ve Nehyi ani’l münker’ in ilk uygulayıcısı hiç kuşkusuz Hz. Peygamber’dir. Hz. Peygamber bu emrin ilk ve örnek uygulayıcısı olarak, bir yol oluşturmuştur. İslam Tarihinde Emri bi’l ma’ruf ve nehyi ani’l münker, İslâm ümmetinin yükümlü tutulduğu inanç, ibadetler, hayat nizamı, siyaset ve ahlak prensipleri gibi Allah’ın dinine daveti kapsayan belli anlamlı bir terimdir. (Mustafa, Nevin A., İslâm Siyasi Düşüncesinde Muhalefet, çev. Vecdi Akyüz, İz yayn., İst., 1990., s. 114 ) Kur’ân-ı Kerîm’in birçok âyetinde önerilen “Emri bi’l-ma’ruf ve nehyi ani’l-münker” (Âl-i İmrân,3/104; Mâide,5/79; Âraf,7/199; Tevbe,71/112 ) ilkesi ideal bir insanın inşasında, faydalanılacak bir prensiptir.[2]
5- Allah Müminlere, cürümleri, ihanetler, tahrîf ve başarısızlıkları nedeniyle diğer insanlara önderlik yapma vasfı elinden alınan Ehl-i kitabın kendilerine yönelik tavırlarını haber vermektedir. Müslümanlar, insanlık tarihinde ortaya çıkarılışlarındaki amaca uygun olarak yaşadıkları ve kendilerinde bulunması gereken vasıfları taşıdıkları sürece Ehl-i kitabın, özellikle yahudilerin onların aleyhinde yürüttükleri çirkin propaganda ve faaliyetler, onlara herhangi bir zarar veremez. Bu Allah’ın garantisidir. Zaten Allah müminlere yardım etmeyi de kendi üzerine almıştır.
لَنْ يَضُرُّوكُمْ اِلَّٓا اَذًىۜ وَاِنْ يُقَاتِلُوكُمْ يُوَلُّوكُمُ الْاَدْبَارَ۠ ثُمَّ لَا يُنْصَرُونَ
“Onlar size incitmekten başka zarar veremezler. Sizinle savaşırlarsa geri dönüp kaçarlar. Sonra onlara yardım da edilmez.” (Âli İmran,3/111.)
Bununla yüce Allah, müminlere zafer ve sonuçta da selâmet vaad ediyor. Dinlerine ve Rabblerine emin olarak bağlandıkları sürece kâfirlerin düşmanlıklarından korkmamalarını açıkca ifade ediyor. Dâvânın esasını etkileyecek kadar köklü ve derin bir zarar veremeyecekleri gibi, müslümanların yapısına da etkili olup onu yeryüzünden silemezler.
Allah’ın yardımı ve nusretinin ne zaman, ne şekilde ve kimlere geleceğini ancak vahiy olan Kur’an-ı Kerim ve Rasulullah’ın hayatından en doğru ve en sağlam metotla anlamak mümkün olabilir. Bu sadece hak eden, çalışan ve aranan özelliklere sahip olan mümin kullara yöneliktir. Diğer ayeti kerimeler zaten bunu bize anlatmaktadır.
حَتَّى إِذَا اسْتَيْأَسَ الرُّسُلُ وَظَنُّواْ أَنَّهُمْ قَدْ كُذِبُواْ جَاءهُمْ نَصْرُنَا فَنُجِّيَ مَن نَّشَاء وَلاَ يُرَدُّ بَأْسُنَا عَنِ الْقَوْمِ الْمُجْرِمِينَ
“Nihayet peygamberler ümitlerini yitirip de kendilerinin yalana çıkarıldıklarını sandıkları sırada onlara yardımımız gelir ve dilediğimiz kimse kurtuluşa erdirilir. (Fakat) suçlular topluluğundan azabımız asla geri çevrilmez.” (Yusuf, 12/110)
ثُمَّ نُنَجِّي رُسُلَنَا وَالَّذِينَ آمَنُواْ كَذَلِكَ حَقًّا عَلَيْنَا نُنجِ الْمُؤْمِنِينَ
“Biz, sonra peygamberlerimizi ve aynı şekilde iman edenleri kurtarırız. İnananları üzerimize bir borç olarak kurtaracağız.” (Yunus,10/103)
إِنَّا لَنَنصُرُ رُسُلَنَا وَالَّذِينَ آمَنُوا فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَيَوْمَ يَقُومُ الْأَشْهَادُ
“Şüphesiz Rasullerimize ve iman edenlere, hem dünya hayatında, hem şahitlerin şahitlik edecekleri günde yardım ederiz.” (Gafir/Mü’min,40/ 51)
وَمَا النَّصْرُ إِلاَّ مِنْ عِندِ اللّهِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ
“Zafer –ilahi yardım ve nusret-, yalnızca Azîz ve Hakîm olan Allah katındandır.” (Enfal, 8/10, Âli İmran,3/ 126)
وَكَانَ حَقًّا عَلَيْنَا نَصْرُ الْمُؤْمِنِينَ
“Müminlere yardım etmek üzerimize borçtur.” (Rum, 30/47)
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِن تَنصُرُوا اللَّهَ يَنصُرْكُمْ وَيُثَبِّتْ أَقْدَامَكُمْ
“Ey iman edenler! Eğer siz Allah'a (Allah'ın dinine) yardım ederseniz O da size yardım eder ve ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 47/7.)
الَّذِينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ إِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُواْ لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ إِيمَاناً وَقَالُواْ حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ فَانقَلَبُواْ بِنِعْمَةٍ مِّنَ اللّهِ وَفَضْلٍ لَّمْ يَمْسَسْهُمْ سُوءٌ وَاتَّبَعُواْ رِضْوَانَ اللّهِ وَاللّهُ ذُو فَضْلٍ عَظِيمٍ إِنَّمَا ذَلِكُمُ الشَّيْطَانُ يُخَوِّفُ أَوْلِيَاءهُ فَلاَ تَخَافُوهُمْ وَخَافُونِ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ
“Bir kısım insanlar, müminlere: "Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan!" dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve "Allah bize yeter. O ne güzel vekîldir!" dediler. Bunun üzerine, kendilerine hiçbir fenalık dokunmadan, Allah'ın nimet ve keremiyle geri geldiler. Böylece Allah'ın rızasına uymuş oldular. Allah büyük kerem sahibidir. İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, benden korkun.” (Âl-i İmran,3/173-175)
وَلَمَّا رَأَى الْمُؤْمِنُونَ الْأَحْزَابَ قَالُوا هَذَا مَا وَعَدَنَا اللَّهُ وَرَسُولُهُ وَصَدَقَ اللَّهُ وَرَسُولُهُ وَمَا زَادَهُمْ إِلَّا إِيمَانًا وَتَسْلِيمًا
“Müminler ise, düşman birliklerini gördüklerinde: İşte Allah ve Rasûlü'nün bize vadettiği! Allah ve Rasûlü doğru söylemiştir, dediler. Bu (orduların gelişi), onların ancak imanlarını ve Allah'a bağlılıklarını arttırdı.” (Ahzab,33/ 22)
6- Zulümden bıkmayan ve daha önce kendilerine zillet (alçaklık) ve âcizlik damgası vurulmasına sebep olan bütün suçları daha da geliştirerek öncelikle Filistin ve Gazzedeki Müslümanlar üzerinde devamında ise bütün coğrafya da hatta küresel ölçekte yeryüzünü kana bulayıp, partnerleri olan Amerika ve Avrupa ile dünyayı kaosa sürüklemişlerdir. Yani Kur’anın detaylı bir şekilde anlattığı Yahudi figüründe bir değişiklik yoktur ve durmak için ise Allah’ın azabından başka bir şey beklememektedirler.
ضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الذِّلَّةُ اَيْنَ مَا ثُقِفُٓوا اِلَّا بِحَبْلٍ مِنَ اللّٰهِ وَحَبْلٍ مِنَ النَّاسِ وَبَٓاؤُ۫ بِغَضَبٍ مِنَ اللّٰهِ وَضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الْمَسْكَنَةُۜ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ كَانُوا يَكْفُرُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ وَيَقْتُلُونَ الْاَنْبِيَٓاءَ بِغَيْرِ حَقٍّۜ ذٰلِكَ بِمَا عَصَوْا وَكَانُوا يَعْتَدُونَ۠
“Allah’tan bir ipe ve insanlardan bir ipe tutunmadıkça, nerede bulunurlarsa bulunsunlar, onlara alçaklık damgası vurulmuş; Allah’ın gazabına uğramışlar ve aşağılanmaya mahkûm olmuşlardır. Bu, onların Allah’ın âyetlerini inkâr etmeleri ve haksız yere peygamberleri öldürmeleri yüzündendir. Bu (cüretleri de) onların isyan etmiş ve haddi aşmış bulunmalarındandır.” (Âli İmran,3/112.)
Allah Müminlere, yahudilerin böyle bir cezaya çarptırılmalarının sebebi olarak “Allah’ın âyetlerini inkâr etmeleri, peygamberlere karşı hasmane duygular besleyip içlerinden bazılarını haksız yere öldürmeleri, isyankârlık yapmaları ve Allah’ın koyduğu sınırı aşmaları” zikredilmiştir. Kur’an-ı kerim yahudilerin bu kaderlerinin, dindarlık iddiasında bulunan her topluluğa genelleştirecek sebebini açıklıyor, isyan ve taşkınlık…
“İp” anlamına gelen habl kelimesi, burada mecazen “güvence” mânasında kullanılmıştır. Râzî’ye göre burada Allah’ın ipinden maksat cizyedir; Ehl-i kitap cizye denilen vergiyi ödemeyi kabul ettikleri takdirde İslâm devletinin kendilerine sağlayacağı can ve mal güvenliğinden yararlanırlar. İnsanların ipinden maksat ise devlet başkanının görüşüne bırakılmış konularda onlara sağlanan güvencedir; devlet başkanının ictihadına göre bu güvencenin sınırları genişleyebilir ve daralabilir. (Bkz. Kur'an Yolu Tefsiri, Cilt: 1 Sayfa: 653-654.)
"Yahudilerin dünyada yaşadıkları en ufak bir güvenlik bile kendileri tarafından kazanılmamıştır; aksine, başkalarının yardımları ve nezaketi nedeniyle güvenliğe sahip olmuşlardır. Onlar bunu, ya Allah adına müslüman devletlerden ya da başka nedenlerle gayri müslim devletlerden almaktadırlar. "Eğer bazı durumlarda biraz politik güç kazanmışlarsa bunu bile kendi çabalarıyla değil, başkaları sayesinde elde etmişlerdir. Bugün de yahudiler (siyonist israil) başta Amerika olmak üzere batıyı arkalarına aldıklarından bu kadar pervasız bir şekilde hareket edebiliyorlar.
Yahudilerin alçaklık damgası yeme ve gazaba uğramalarına gelince; “Hz. Peygamber’den önceki yahudiler Allah’a verdikleri sözlerde durmadıkları, Allah’ın âyetlerini inkâr ettikleri ve kendilerinin haksız olduklarını bile bile peygamberlere karşı düşmanca duygular besleyip içlerinden bir kısmını yalanladıkları, bir kısmını da öldürdükleri için, bulundukları her yerde üzerlerine zillet (alçaklık) ve âcizlik damgası vurulmuştur. Daha sonra gelenler öncekilerin yaptıklarını benimseyip onayladıkları sürece aynı sonuç onlar için de geçerli olmuştur.
Allah’ın kanunlarının korumasına sığınmadıkça ve Allah’ın kulları olan güçlü topluluklarla anlaşma ve işbirliği yapmadıkça can ve mal güvenliklerini sağlayamamışlardır. Yahudi tarihinde bu zilletin örnekleri pek çoktur. Meselâ yahudilerin Bâbil esareti (m.ö. 586-538), Roma İmparatorluğu’nun Kudüs’ü uzun süre işgal altında tutması (F. Buhl, “Kudüs”, İA, VI, 953) ve Hz. Ömer zamanında (638) Kudüs’ün müslümanlar tarafından fethedilmesi (Mevlânâ Şiblî, İslâm Tarihi, VII, 152) neticesinde yahudilerin 2000 yıl gibi uzun süre millî devletlerini kuramamış olmaları bu zilletin örnekleridir.
Günümüzden 500 sene önce İspanya’da katliama uğrayan ve sürgün edilen yahudiler, Osmanlı Devleti’nin yardımı ve korumasıyla Türk yurduna yerleştirilmişler ve böylece yok olmaktan kurtarılmışlardır. Aynı şekilde II. Dünya Savaşı’nda Nazi katliamına uğrayan Almanya yahudilerinin önemli bir kısmı da Türkiye Cumhuriyeti’ne sığınmışlardır (Kitâb-ı Mukaddes’te yahudilere yöneltilen tehdit ve eleştirilere örnek için bk. Bakara 2/65-66, 74).” (Bkz. Kur'an Yolu Tefsiri, Cilt: 1 Sayfa: 653-654.)
Siyonistler, Kur’ân’da anlatılan “lânetli geleneğin” günümüzdeki temsilcileridirler. Bugün ise, küresel şeytani planın bir sadece bir parçası olan, Siyonizmin fikir babası Theodore Herzl’in “Büyük İsrail” planı “Mısır Nehri’nden (Nil) Fırat Nehri’ne kadar” yayılan bir Yahudi Devleti için coğrafyamız her türlü cani, barbar terör örgütleri kullanılmak sureti ile kana bulanmaktadır. Buna ek olarak ta Müslümanlar birbirlerine kırdırılmakta ve savaşmaları için zemin hazırlanmaktadır.
7- Müminler, Önceki âyetlerde kötü davranışları ve vasıfları sebebiyle Ehl-i kitap kınandıktan sonra burada da hepsinin bir olmadığına, hayırlı bir azınlığı istisna tutmayı da ihmal etmeyerek içlerinde güzel ahlâk ve iyi nitelikler taşıyan kimselerin de bulunduğuna dikkat çekilmiştir.
لَيْسُوا سَوَٓاءًۜ مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ اُمَّةٌ قَٓائِمَةٌ يَتْلُونَ اٰيَاتِ اللّٰهِ اٰنَٓاءَ الَّيْلِ وَهُمْ يَسْجُدُونَيُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُسَارِعُونَ فِي الْخَيْرَاتِۜ وَاُو۬لٰٓئِكَ مِنَ الصَّالِح۪ينَ۠وَمَا يَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ فَلَنْ يُكْفَرُوهُۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ بِالْمُتَّق۪ينَ
“Hepsi bir değildir: Ehl-i kitap’tan geceleri secdeye kapanarak Allah’ın âyetlerini okuyup duran bir topluluk vardır. Bunlar Allah’a ve âhiret gününe inanırlar, iyiliği emrederler, kötülükten menederler ve hayırlarda yarışırlar. İşte bunlar iyi kimselerdendir. Ne hayır yaparlarsa bilsinler ki karşılıksız bırakılmayacaklardır. Allah kötülükten sakınanları bilir.” (Âli İmran,3/113-115.)
Kendilerini Allah’ın çocukları ve sevgilileri sayan (Mâide 5/18), âhiret yurdunu başkaları için değil sadece kendileri için hazırlanmış bir yurt kabul eden ve kendilerinden başka hiç kimsenin cennete giremeyeceğini iddia eden (Bakara 2/111) kibirli Ehl-i kitabın egoizmine karşılık Kur’an, onlardan samimi iman sahibi olanların yapacağı en küçük bir hayrın dahi karşılıksız bırakılmayacağını haber vermektedir. (Kur'an Yolu Tefsiri,Cilt: 1 Sayfa: 654-655)
8- İnkâr edenler, sapıklığı ve dalaleti seçip Allah tarafından uzatılmış ipe sarılmaktan kaçınarak başıboşluğu tercih ettiler. Malları ve çocukları onları Allah’tan koruyamadığı gibi ateşten kurtulmaları için de bir bedel olamaz ve onları ateşten kurtaramaz. Onlar ateş ehlidirler. İyilik yapıyoruz zannıyla harcadıkları da dahil, mallarından infak ettiklerinin tümü boşa gitmiştir. Çünkü imana bağlanmayan ve imandan kaynaklanmayan yani Allah için yapılmayan hiçbir davranış iyilik değildir. Ayeti kerime bize, iman metoduna bağlanmadıkça ve imandan kaynaklanmadıkça hiçbir çabanın mükâfat ve hiçbir çalışmanın değeri olmayacağı gerçeğini öğretiyor.
اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لَنْ تُغْنِيَ عَنْهُمْ اَمْوَالُهُمْ وَلَٓا اَوْلَادُهُمْ مِنَ اللّٰهِ شَيْـٔاًۜ وَاُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِۚ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ
“İnkâr edenlerin malları da çocukları da Allah’a karşı kendilerine hiçbir fayda sağlamayacaktır. İşte onlar cehennemliklerdir; onlar orada ebedî kalacaklardır.” (Âli İmran,3/116.)
Ayrıca ayette, mal ve evlâtlarının çokluğu sebebiyle şımarmış olan dolayısıyla kendilerine azap edilmeyeceğini iddia eden (bk. Sebe’ 34/35), asıl iman edilmesi gerekenleri inkâr ederek dinden uzaklaşan herkes uyarılmakta; mal ve evlât çokluğu gibi maddî ve geçici güçlerin insanları Allah’a yaklaştırıcı ve onun katında değerli kılıcı sebepler olmadığı, bu tür zenginliklerin Allah’tan gelecek olan cezaları önleyemeyeceği bildirilmektedir. (Kur'an Yolu Tefsiri, Cilt: 1 Sayfa: 656)
9- Allah sahip oldukları nimetlerden dolayı şımaran ve Allah’a isyan eden kâfirlerin gösteriş yapmak, insanlar tarafından övülmek veya müslümanları mağlûp etmek için harcadıkları malları, zalim bir topluluğun dondurucu rüzgârın kasıp kavurarak faydasız hale getirdiği ekinine benzetmiştir. Buna göre eğer kul, Rabbinin hâkimliğini kabul etmez veya kanunsuz olarak tapınma nesneleri bulup, O’nun nimetlerini tüketmede, O'nun kanunlarını çiğnerse, suçlu olacaktır. Çünkü Allah, hem insanın, hem onun sahip olduğu servetin ve hem de onun etkinlikte bulunduğu alanın Hâkimi'dir.
Rabbimizin bizlere bildirdiği bu hakikate bu asrın Müslümanları olarak şahitlik etmekteyiz. Bugün İslam’a ve Müslümanlara açtıkları savaşta her şeylerini bu korkunç zulüm dolu kötülüğe harcayanları bekleyen acı son da ayetin bize haber verdiği gibi olacaktır.
مَثَلُ مَا يُنْفِقُونَ ف۪ي هٰذِهِ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا كَمَثَلِ ر۪يحٍ ف۪يهَا صِرٌّ اَصَابَتْ حَرْثَ قَوْمٍ ظَلَمُٓوا اَنْفُسَهُمْ فَاَهْلَكَتْهُۜ وَمَا ظَلَمَهُمُ اللّٰهُ وَلٰكِنْ اَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ
“Onların bu dünya hayatında harcadıklarının misali, kendilerine zulmeden halkın ekinine isabet edip onu helâk eden kavurucu bir rüzgârdır. Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar kendilerine zulmediyorlar.” (Âli İmran,3/117.)
10- Müminler, yeryüzünde büyük bir fesâdın çıkmaması için (Enfâl, 8/73) kâfirleri, Allah’ın düşmanlarını velî[3] edinemez, onlara yardaklık yapamaz. Çünkü onlar müminlere yâr olmazlar. Zaten bunu yapanın Allah ile bir ilişiği kalmaz.(Âli İmrân,3/28). Allah Müminlere, düşmanlarından dostlar edinmemelerini ve düşman oldukları halde sırları ve hayati çıkarları konusunda onlara güvenmemeleri gerektiğine ilişkin müslümanları uyarmaktadır. Bu uyarı, her zaman ve her yerde kanıtlarını bulabileceğimiz tarzda kapsamlı ve süreklidir.
Müslümanlar olarak kâfirlerin elinde âlet olup İslâm'ın karşısındaki kötü güçleri desteklememek ve kâfirlerin müslümanlar üzerinde baskı uygulamalarını sağlayacak hiçbir konuda onlara hizmette bulunmamak için her an tetikte olmalıyız. Kur’ân-ı Kerîm, birçok âyette müminlerin birbirlerinin dostu ve kardeşi olduklarını (Hucurât,49/10), bunların dışındakilerin, ister dinsiz isterse yahudiler ve hıristiyanlar gibi Ehl-i kitap olsun, müslümanların hayatî önem taşıyan sırlarını öğrenecek derecede dostları olamayacaklarını ifade buyurmuştur (Nisâ,4/144; Mâide,5/51).
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تَتَّخِذُوا بِطَانَةً مِنْ دُونِكُمْ لَا يَأْلُونَكُمْ خَبَالاًۜ وَدُّوا مَا عَنِتُّمْۚ قَدْ بَدَتِ الْبَغْضَٓاءُ مِنْ اَفْوَاهِهِمْۚ وَمَا تُخْف۪ي صُدُورُهُمْ اَكْـبَرُۜ قَدْ بَيَّنَّا لَكُمُ الْاٰيَاتِ اِنْ كُنْتُمْ تَعْقِلُونَهَٓا اَنْتُمْ اُو۬لَٓاءِ تُحِبُّونَهُمْ وَلَا يُحِبُّونَكُمْ وَتُؤْمِنُونَ بِالْكِتَابِ كُلِّه۪ۚ وَاِذَا لَقُوكُمْ قَالُٓوا اٰمَنَّاۗ وَاِذَا خَلَوْا عَضُّوا عَلَيْكُمُ الْاَنَامِلَ مِنَ الْغَيْظِۜ قُلْ مُوتُوا بِغَيْظِكُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ عَل۪يمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِاِنْ تَمْسَسْكُمْ حَسَنَةٌ تَسُؤْهُمْۘ وَاِنْ تُصِبْكُمْ سَيِّئَةٌ يَفْرَحُوا بِهَاۜ وَاِنْ تَصْبِرُوا وَتَتَّقُوا لَا يَضُرُّكُمْ كَيْدُهُمْ شَيْـٔاًۜ اِنَّ اللّٰهَ بِمَا يَعْمَلُونَ مُح۪يطٌ۟
“Ey iman edenler! Sizden olmayanları sırdaş edinmeyin, onlar size kötülük yapmaktan geri durmazlar, sıkıntıya düşmenizi isterler. Onların ağızlarından nefret taşmaktadır; kalplerinin gizlediği ise daha büyüktür. Gerçekten size delilleri açıklamışızdır, eğer düşünüyorsanız! Size gelince, bakın siz onları seviyorsunuz, ama onlar sizi sevmiyorlar. Siz kitabın tamamına inanıyorsunuz; onlar sizinle karşılaştıkları zaman "inandık" diyorlar; yalnız kaldıklarında ise size karşı öfkelerinden parmaklarını ısırıyorlar. De ki: "Öfkenizden çatlayın!" Şüphesiz Allah kalplerde olanı bilmektedir. Size bir iyilik gelirse bu onları üzer, ama başınıza bir kötülük gelse buna sevinirler. Eğer sabreder ve sakınırsanız, onların tuzağı size hiçbir zarar vermez. Allah onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.” (Âli İmran,3/118-120.)
“Kur’an’a göre ister dinsiz isterse yahudiler ve hıristiyanlar gibi Ehl-i kitap olsun birbirlerinin dostu, müminlerin düşmanıdırlar. Kur’an’ın bu emrinde yadırganacak bir durum yoktur. Nitekim âyetin akışında her iki tarafın birbirlerine karşı takındıkları psikolojik ve toplumsal tutum ve davranışları anlatılarak müslüman olmayanları sırdaş edinmeme buyruğunun gerekçeleri açıklanmıştır: a) Müslümanlardan olmayanların sürekli olarak müminler aleyhinde çalışmaları, onlara zarar vermeleri ve içlerinde fesat çıkarmaya gayret etmeleri; b) müminlerin sıkıntıya düşmelerinden memnun olmaları; c) müminlerin aleyhinde sürekli olarak propaganda yapmaları ve onlara karşı içlerinde kin beslemeleri; d) inançları gereği müminler, herkesin –bu arada kâfirlerin ve münafıkların dahi– iyiliğini istedikleri, onların hukukunu gözettikleri ve onlara sevgiyle yaklaştıkları halde onların müminleri sevmemeleri ve haklarında iyi davranmamaları; e) müminler ilâhî kitapların tamamına inandıkları ve bu kitapların mensuplarına saygılı davrandıkları halde kâfirlerin Kur’an’a inanmamaları, münafıkların da müslümanlara karşı ikiyüzlü davranmaları, görünüşte müslüman olduklarını söyleyip gerçekte inanmamış olmaları ve inananlara karşı kin gütmeleri; f) kâfirlerin ve münafıkların, müminlerin birlik ve beraberliklerine, başarılarına, zaferlerine ve refahlarına üzülmeleri; başarısızlıklarına, yenilgi, hastalık ve benzeri sıkıntılarına sevinmeleri.” (Kur'an Yolu Tefsiri, Cilt: 1 Sayfa: 659-661)
Kur’an’ın son derece önem verdiği ve sınırlarını çizdiği “Velâ ve Berâ” kavramlarının diğer kullanımlarını da gördüğümüzde meselenin hassasiyetini daha iyi anlayabiliriz.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تَتَّخِذُواْ الْكَافِرِينَ أَوْلِيَاء مِن دُونِ الْمُؤْمِنِينَ أَتُرِيدُونَ أَن تَجْعَلُواْ لِلّهِ عَلَيْكُمْ سُلْطَانًا مُّبِينًا ﴿١٤٤﴾
“Ey iman edenler! Müminleri bırakıp da kafirleri dost edinmeyin; (bunu yaparak) Allah’a, aleyhinizde apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz ?” (Nisâ, 4/144)
“Yoksa Allah’a aleyhinize işleyecek açık bir delil mi vermek istiyorsunuz?” Allah’ın yakalayıp intikam almasıyla karşılaşmaktan korktuğu ve titrediği kadar hiçbir şey, mümin bir kalbi korkutup titretemez. İfadenin soru şeklinde sunulması bu yüzdendir. Mümin gönüllere ulaşmak için, soru şeklindeki bir iman yeterlidir çünkü.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تَتَّخِذُواْ آبَاءكُمْ وَإِخْوَانَكُمْ أَوْلِيَاء إَنِ اسْتَحَبُّواْ الْكُفْرَ عَلَى الإِيمَانِ وَمَن يَتَوَلَّهُم مِّنكُمْ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ ﴿٢٣﴾
“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ederlerse, babalarınızı ve kardeşlerinizi(bile) veli (dost, yardımcı, önder) edinmeyin. İçinizden kim onları veli edinirse, işte onlar, zalimlerin ta kendileridir.” (Tevbe, 9/23)
إِنَّمَا وَلِيُّكُمُ اللّهُ وَرَسُولُهُ وَالَّذِينَ آمَنُواْ الَّذِينَ يُقِيمُونَ الصَّلاَةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَهُمْ رَاكِعُونَ ﴿٥٥﴾
“Sizin veliniz (dost, yardımcı ve destekçiniz) ancak Allah, O’nun Rasulü, rukü ediciler olarak namaz kılan ve zekatı veren mü’minlerdir.” (Mâide, 5/55)
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَتَّخِذُوا عَدُوِّي وَعَدُوَّكُمْ أَوْلِيَاء تُلْقُونَ إِلَيْهِم بِالْمَوَدَّةِ وَقَدْ كَفَرُوا بِمَا جَاءكُم مِّنَ الْحَقِّ
“Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar size gelen gerçeği inkar etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz.” (Mumtehine, 60/1)
تَرَى كَثِيرًا مِّنْهُمْ يَتَوَلَّوْنَ الَّذِينَ كَفَرُواْ لَبِئْسَ مَا قَدَّمَتْ لَهُمْ أَنفُسُهُمْ أَن سَخِطَ اللّهُ عَلَيْهِمْ وَفِي الْعَذَابِ هُمْ خَالِدُونَ ﴿٨٠﴾ وَلَوْ كَانُوا يُؤْمِنُونَ بِالله والنَّبِيِّ وَمَا أُنزِلَ إِلَيْهِ مَا اتَّخَذُوهُمْ أَوْلِيَاء وَلَكِنَّ كَثِيرًا مِّنْهُمْ فَاسِقُونَ ﴿٨١﴾
“Onlardan çoğunun kafirlere velayet verdiklerini görürsün. Kendileri için nefislerinin takdim ettiği şey ne kötüdür. Allah onlara gazablandı ve onlar azabda ebedi kalacaklardır. Eğer Allah’a, peygambere ve ona indirilene iman etselerdi, onlara velayetlerini vermezlerdi. Fakat onlardan çoğu fasık kimselerdir.” (Mâide, 5/80-81)
وَالَّذينَ كَفَرُواْ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاء بَعْضٍ إِلاَّ تَفْعَلُوهُ تَكُن فِتْنَةٌ فِي الأَرْضِ وَفَسَادٌ كَبِيرٌ ﴿٧٣﴾
“Kafir olanlar da birbirlerinin yardımcılarıdır. Eğer siz onu (Allah’ın emirlerini) yerine getirmezseniz, yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat olur.” (Enfâl, 8/73)
İmam Kurtubi şöyle demiştir: “Yüce Allah bu buyruğu ile kâfirlerle mü’minler arasındaki dostluk (velayet) bağını kopararak mü’minleri birbirlerinin velileri, kâfirleri de birbirlerinin velileri olarak tesbit etmiştir. Bunlar dinleri gereği birbirlerine yardımcı olurlar ve akidelerine uygun olarak ilişkilere girerler.” (Kurtubî, El Câmiu li Ahkâmi’l Kur-ân: 8/110.)
لاَّ يَتَّخِذِ الْمُؤْمِنُونَ الْكَافِرِينَ أَوْلِيَاء مِن دُوْنِ الْمُؤْمِنِينَ وَمَن يَفْعَلْ ذَلِكَ فَلَيْسَ مِنَ اللّهِ فِي شَيْءٍ إِلاَّ أَن تَتَّقُواْ مِنْهُمْ تُقَاةً وَيُحَذِّرُكُمُ اللّهُ نَفْسَهُ وَإِلَى اللّهِ الْمَصِيرُ ﴿٢٨﴾
“Mü’minler, mü’minleri bırakıp da kafirleri veliler edinmesinler. Kim böyle yaparsa onun artık Allah ile bir ilişiği kalmaz.” (Âli İmrân, 3/28)
Elmalılı Hamdi Yazır, “Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri kendilerine dost edinmesinler. Müminler iman hasletine küfür hasletini karıştıracak, müminlere şimdiki zamanda veya gelecekte zararı dokunacak, İslâm'a zarar verecek ve ters düşecek bir sûrette kâfirlerle dostluk ilişkilerine girmesin. Sevgisini, muhabbetini ve buğzunu hep Allah için yapsın.” demektedir.
Yine Elmalılı Hamdi Yazır’a göre, “şu halde müminler yahudi ve hıristiyanlara iyilik etmekten, dostluk yapmaktan, onlara âmir olmaktan yasaklanmış ve men edilmiş değil, onları dost edinmekten, yardaklık etmekten yasaklanmışlardır. Çünkü onlar müminlere yâr olmazlar. Nihayet bazıları bazılarının dostları, birbirlerinin yârânı (dostları) dırlar. Yani yahudiler birbirinin, hıristiyanlar da birbirinin dostlarıdırlar. Ne Yahudiler, kendilerinden olmayana dost olur, ne de hıristiyanlar. Bunların dostlukları kendilerine mahsustur. Bu da hepsi arasında değil, bazısı arasındadır. Ve siz müminlerden her kim onları dost tanır, veli edininirse, şüphe yok ki, o da onlardandır. Onlara benzemiş, onların huyunu kapmıştır. O artık hakka değil, onlara ve isteklerine hizmet eder. Netice itibariyle onlardan sayılır. Ahirette onlarla beraber haşrolunur. Çünkü: Allah zalimler guruhunu her halde doğru yola çıkarmaz. Şu halde Yahudileri ve hıristiyanları dost edinenler de onlardan olur, başlarını kurtaramazlar.”
Bu ayetlerden açıkça anlaşıldığı üzere iman eden birisi ancak kendisi gibi iman eden kimseleri dost, yardımcı, destekçi, sırdaş, önder ve lider edinebilir. Böylesi kimselerin haricindeki kimseleri veli edinmesi iman ilkesi ile bağdaşmayan bir tutumdur.
“Küfür ile İslâm'ın birbirlerine karşı savaş ettikleri bir dönemde, bir mümin, sırf iman ettikleri için müminlere karşı savaşan bir kafir ile -sebep ne olursa olsun- İslâm'a zarar verecek bir işe girişemez. Böyle bir davranış imanla çelişir; dolayısıyla, kişisel ihtiyaçlarını karşılamak için, niyeti kötü olmasa bile, bir müminin böyle davranması doğru değildir. Kim böyle bir girişimde bulunursa yoldan çıkmıştır.” (Mevdudi, Tefhîmu’l-Kur’an,VI/235.)
Allah’ın elçisi, âlemlere rahmet olan ve en güzel örneğimiz Muhammed Mustafa(sav)’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: «الرَّجُلُ عَلَى دِينِ خَلِيلِهِ، فَلْيَنْظُرْ أَحَدُكُمْ مَنْ يُخَالِلُ» : «هَذَا حَدِيثٌ حَسَنٌ غَرِيبٌ»
“Kişi, dostunun dini üzeredir. İnsan kiminle dostluk kurduğuna dikkat etsin!” (Tirmizî, Zühd 45 H.No: 2378; Riyâzü’s-Sâlihîn, 1/398; Ahmed bin Hanbel, 16/178)
Ahmet Hocazâde, 27.10.2017, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Muhâfız ya da Muârız'a dair
Ahmet Hocazâde Yazıları
[1] Bu çalışmada Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Meal ve Tefsir çalışması kaynak olarak alınmış olup, zaman zaman açıklamalarla zenginleştirme yoluna gidilmiştir. Ayrıca Rabbine kavuşmuş iki güzel insanın tefsir çalışmalarından istifade edilmiştir. Rabbim kendilerine rahmeti ile muamele etsin.
[2] Geniş bilgi için bkz. Ayşe Bayraktar Barış, Kur'ân-ı kerîm'de emri bi'l-ma'ruf ve nehyi ani'l-münker meselesi, Yüksek Lisans Tezi, Ankara-2007. acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/1328/1930.pdf
[3] SA4507/KY57-AHCZD20: Veli, Velâyet, Velâ ve Berâ Kavramlarının Değerlendirilmesi
http://www.sonsuzark.com/2017/06/sa4507ky57-ahczd20-veli-velayet-vela-ve.html
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz