"Müminler, Allah’ın kurtuluş reçetemiz olarak gönderdiği Kur’an’a sımsıkı sarılırlar ve içindekileri düşünürler, anlamaya ve hayatlarına taşımaya çalışırlar. Allah’ın kitabından uzak ve gaflet içinde bulunamazlar. ”
بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم
Bizi yaratan ve bize doğru yolu gösteren, kendine imân etme şerefini nasip eden, yediren ve içiren, hastalandığımızda da bize şifa veren, bizim canımızı alacak ve sonra diriltecek olan, hesap gününde, hatalarımızı bağışlayacağını umduğumuz (Şuara, 26/78-82) Âlemlerin Rabbi olan Allah’a sonsuz hamd’ü senâlar olsun. “Üsve-i hasene” olan Resûlü Muhammed Mustafa (sav)’e salât u selâm olsun.
NİSÂ SURESİNDE MÜ’MİNLERİN VASIFLARI (141-161. Ayetler)[1]
اَلَّذ۪ينَ يَتَرَبَّصُونَ بِكُمْۚ فَاِنْ كَانَ لَكُمْ فَتْحٌ مِنَ اللّٰهِ قَالُٓوا اَلَمْ نَكُنْ مَعَكُمْۘ وَاِنْ كَانَ لِلْكَافِر۪ينَ نَص۪يبٌۙ قَالُٓوا اَلَمْ نَسْتَحْوِذْ عَلَيْكُمْ وَنَمْنَعْكُمْ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَۜ فَاللّٰهُ يَحْكُمُ بَيْنَكُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِۜ وَلَنْ يَجْعَلَ اللّٰهُ لِلْكَافِر۪ينَ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ سَب۪يلاً۟
“Sizi gözetleyip duranlar; eğer size Allah’tan bir zafer nasip olursa, "Sizinle bereber değil miydik?" derler. Kâfirler kazançlı çıkarsa (bu defa onlara) "Üzerinize kol kanat gerip müminlerden sizi korumadık mı?" derler. Artık kıyamet gününde Allah aranızda hükmedecek ve kâfirlere, müminler aleyhinde asla yol vermeyecektir.” (Nisâ Suresi,4/141.)
Münafıklar her dönemde dilleriyle müslüman olduklarını söyleyerek ve sözde İslâm topluluğuna katılarak İslâm'ın sağladığı kolaylıklardan yararlanmışlardır. Aynı zamanda kâfirlerin arasına karışıp; "Biz onlarla birlikte görünsek de gerçekte müslüman olmadık. Kültürde, düşüncede, hayat tarzında, size daha yakınız. Menfaatlerimiz ve bağlılığımız sizinkilerin aynısı. Bu nedenle İslâm ile küfür arasındaki çatışmada sizin yanınızda yer aldığımızdan emin olun" diyerek onlardan da menfaat bakımından faydalanırlar. Münafıklar iki tarafı da idare ettikleri için daima zarardan ve kayıptan uzak kalma, menfaati ve kazancı yakalama arzusu, tertibi ve taktiği üzerinde olurlar.
Münafıklardan bahsedilen nasslarda nifak konusuna geniş yer verilmiş, münafıkların nitelikleri ve hileleri uzun uzun anlatılarak, müminlerin bu konuda uyanık olmaları istenmiştir. Buradan hareketle de müminler için, münafıkların niteliklerini ve tehlikelerini bilmenin, hem nefsini hem de dinini nifak fitnesinden koruma bakımından önemli olduğu anlaşılabilir.
Ayette iman, zayıflaması, yok olması söz konusu olmayan en büyük güç olan Allah’a bağlanmaktadır. Küfür ise, bu güçten kopmak, Ondan ayrılmak ve O’na isyan etmektir. Bu nedenle sınırlı, kopuk, parçalanmış ve yok olmaya, kaybetmeye mahkum bir gücün tüm evrendeki güçlerin kaynağı olan Allah’a bağlı bir güce galip gelmesi mümkün değildir.
Hatta bu yanar döner, kalplerinde hastalık bulun (Bakara,2/10; Mâide 5/52.), menfaatperest bir yapıya sahip (Nisâ,4/141.) münafıklar zamanla kendilerini de geliştirerek sızdıkları ve faydalandıkları yerlerden samimi Müslümanların da ayaklarını kaydırmaya, onlara haksız ithamlarla bulunup, Müslümanlar arasındaki güveni zayi etmeye ve aralarında fitne çıkarmaya çalışmışlardır. Ama her daim nabza göre şerbet vererek ve her zaman doğru yerde (!) konuşlanmayı başararak güç, kuvvet ve idarenin yanında olmaya çalışmışlardır.
Müslümanların uzak ve yakın tarihinde münafık, dönme, kripto ya da nasıl tanımlanacaksa bunlar çok büyük tahribatlar vermişler, bütün İslam düşmanları ile bir araya gelebildiklerinden içerden ve dışarıdan hep destek görmüşlerdir.
“Allah’ın, müminler aleyhine kâfirlere yol vermeyeceği” bu ilâhî vaadi ise, müminlerin bölünüp aralarında savaşmamaları, ahlâkî eğitim ve kontrol (emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker) vazifelerini ihmal etmemeleri ve günah girdabına gömülmemeleri şartına bağlıdır; “Başınıza gelen her musibet kendi yapıp ettikleriniz yüzündendir” meâlindeki âyet (Şûrâ 42/30) de bu mânayı desteklemektedir (Kur’an Yolu Tefsiri, II/165-167.)
Allah’ın, müminlere karşı, kafirlere zafer ve üstünlük imkanı tanımayacağı hususunu şu ayetlerle beraber düşünmek gerekir: “Ey iman edenler! Eğer siz Allah'a (Allah'ın dinine) yardım ederseniz O da size yardım eder ve ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed,47/7.) “Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.” (Ra’d,13/11.) ve “Bir toplum kendilerinde bulunan (iyi davranışlar)ı değiştirmedikçe, Allah onlara verdiği bir nimeti değiştirmez.” (Enfâl,8/53.)
Allah’ın verdiği söz/vaadi gerçektir, (Mü’min,40/77; Rûm,30/60.) kesindir ve sözünden caymaz. (Rûm,30/6; Zümer,39/20.) Onun hükmü geneldir. Buna göre; ne zaman iman gerçeği mümin gönüllerde iyice yer etmişse ve bu iman hayatlarında bir sistem ve bir sosyal düzen olarak somutlaşmışsa, her türlü düşünce ve davranıştan Allah için tamamen soyutlanmışlarsa ve ibadeti-kulluğu tamamen Allah’a has kılmışlarsa; düşünce ya da davranış alanında inançlarında bir gedik söz konusu olmadığı zaman yüce Allah, müminlere karşı kafirlere bir fırsat vermeyecektir. Yeterki biz Allah’ın razı olduğu kullar olabilelim.
“Allah’ın, müminler aleyhine kâfirlere yol vermeyeceği” bu ilâhî vaade rağmen bugün ki perişan ve darmadağınık Müslümanların dünyası niçin bu haldedir? Bu soru aklımıza ne zaman gelir? Genelde; zulmün, haksızlığın, vahşetin çok şiddetlendiği, yabancı ve yerli kâfirlerin ve zalimlerin Müslümanlara karşı bir olup onları yok etmeye çalıştığı ve Müslümanların kendilerini bu durumda aciz, savunmasız ve yapayalnız hissettikleri ve ümitsizlik gibi bir durum olduğu vakit. Doğru soru ise kanaatimce şöyledir: Biz Allah’ın razı olduğu Müslümanlar olduk ta Allah bizim aleyhimize kâfirlere yol mu verdi ya da Allah’ın yardımı bize gelmedi mi?
اِنَّ الْمُنَافِق۪ينَ يُخَادِعُونَ اللّٰهَ وَهُوَ خَادِعُهُمْۚ وَاِذَا قَامُٓوا اِلَى الصَّلٰوةِ قَامُوا كُسَالٰىۙ يُرَٓاؤُ۫نَ النَّاسَ وَلَا يَذْكُرُونَ اللّٰهَ اِلَّا قَل۪يلاًۘ
“Münafıklar Allah’a oyun etmeye kalkışıyorlar. Halbuki Allah onların oyunlarını kendi başlarına çevirmektedir. Onlar namaza kalktıklarında üşenerek kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar, Allah’ı da pek az hatıra getirirler.” (Nisâ Suresi,4/142.)
مُذَبْذَب۪ينَ بَيْنَ ذٰلِكَۗ لَٓا اِلٰى هٰٓؤُ۬لَٓاءِ وَلَٓا اِلٰى هٰٓؤُ۬لَٓاءِۜ وَمَنْ يُضْلِلِ اللّٰهُ فَلَنْ تَجِدَ لَهُ سَب۪يلاً
“Arada bocalayıp duruyorlar; ne onlara, ne bunlara! Allah’ın şaşırttığı kimseye asla bir yol bulamazsın.” (Nisâ Suresi,4/143.)
Namaza kalktıklarında üşenerek kalkmak, insanlara gösteriş yapmak, Allah’ı pek az anmak ve hatırlamak, imanla küfür arasında bocalamak, gelip gitmek samimi bir müminle münafığı ayıran kıstas olarak kabul edilmiştir.
Allah münafıkların yaptıklarını müminlere bildirmek suretiyle onları rezil ve rüsvâ etmiştir. Bunun içinde 145. âyette geleceği üzere münafıkların cehennemdeki yerleri, açıkça inkâr yolunu seçenlerin yerlerinden daha aşağılayıcı ve daha ziyade acı veıstırap verici bir kattır.
إِنَّ الْمُنَافِقِينَ فِي الدَّرْكِ الأَسْفَلِ مِنَ النَّارِ وَلَن تَجِدَ لَهُمْ نَصِيرًا
“Şüphesiz ki münafıklar, cehennem ateşinin en aşağı tabakasındadırlar. Onlara hiçbir yardımcı da bulamazsın.” (Nisâ Suresi,4/145.)
Münafıklar daha dünya hayatındayken kendilerini bu aşağılık yere hazırlayıp alıştırıyorlardı. Hak ettikleri sonuçla karşılaşacaklardır.
İnsanlar, iyinin ve doğrunun ne olduğu konusunda dürüstlükle, inanarak bir noktada buluşabilirler; bu sakıncalı olmadığı gibi istenen bir sonuçtur. Bu sonucu elde etmek için duruma göre bazı feragat ve fedakârlıklardan da çekinmemek gerekir. Buna rağmen hoşgörü, tâviz ve içinde sakladığı farklı bir gündem adına iyi, doğru ve gerekli olduğuna inanmadığı şeylere inanıyormuş gibi görünmek, ona göre hareket etmek iman ve İslâm ahlâkıyla bağdaşmadığı gibi insan haysiyetiyle de çelişen küçültücü bir durumdur. Kur’ân-ı Kerîm’de münafıkların (inançta iki yüzlülük sergileyenler) cehennemin en dibinde gösterilmesinin (Nisâ4/145) sebebi de budur. (Kur'an Yolu Tefsiri, III/509.)
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تَتَّخِذُوا الْكَافِر۪ينَ اَوْلِيَٓاءَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِن۪ينَۜ اَتُر۪يدُونَ اَنْ تَجْعَلُوا لِلّٰهِ عَلَيْكُمْ سُلْطَاناً مُب۪يناً
“Ey iman edenler! Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmeyin. Allah’a aleyhinizde apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz?” (Nisâ Suresi,4/144.)
Allah müminleri bırakıp kâfirleri veli edinmemeyi ve müminleri ihmal ederek kâfirleri velî/dost tutmamayı emretmiştir. Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri kendilerine dost edinemezler. Müminler iman hasletine küfür hasletini karıştırarak, müminlere şimdiki zamanda veya gelecekte zararı dokunacak, İslâm'a zarar verecek ve ters düşecek bir sûrette kâfirlerle dostluk ilişkilerine giremezler. Müminler, sevgi, muhabbet ve buğzunu hep Allah için yaparlar.
Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinenler, onlarla düşüp kalkanlar, dinleri ve dindaşları aleyhine de olsa kâfir dostlarının yapıp ettiklerine ses çıkaramayanlar, kâfirlerin kendilerine hâkim olmasına itiraz etmeyenler; bütün bunları –ki hepsi “velâyet, veli edinme” kavramına dahildir– mecbur olmadıkları halde yapanlar, kâfirlere dünyada ve âhirette verilecek cezaya katılmaya lâyık ve müstehak olurlar. Allah vereceği cezaya –âdeti gereği– bu yapılanları gerekçe gösterir. (Kur'an Yolu Tefsiri, II/168-169.)
Bu ayetlerden açıkça anlaşıldığı üzere iman eden birisi ancak kendisi gibi iman eden kimseleri dost, yardımcı, destekçi, sırdaş, önder ve lider edinebilir. Böylesi kimselerin haricindeki kimseleri veli edinmesi iman ilkesi ile bağdaşmayan bir tutumdur.
Mü’minlerin kendileri dışında kalan İslâm ve Müslümanlara alenî düşmanlık eden ve onlarla savaşan kimseleri ister ehli kitap olsun, ister kafirler olsun isterse de münafıklar olsun farketmez veli edinmeleri kesinlikle yasaklanmıştır.
اِلَّا الَّذ۪ينَ تَابُوا وَاَصْلَحُوا وَاعْتَصَمُوا بِاللّٰهِ وَاَخْلَصُوا د۪ينَهُمْ لِلّٰهِ فَاُو۬لٰٓئِكَ مَعَ الْمُؤْمِن۪ينَۜ وَسَوْفَ يُؤْتِ اللّٰهُ الْمُؤْمِن۪ينَ اَجْراً عَظ۪يماً
“Ancak tövbe edip hallerini düzeltenler, Allah’a sımsıkı bağlanıp dinlerini yalnızca O’na özgü kılanlar başkadır. İşte bunlar müminlerle beraberdirler ve Allah müminlere ileride büyük bir mükâfat verecektir.” (Nisâ Suresi,4/146.)
“İnsanların şuuru yerinde bulunduğu müddetçe tövbe kapısı açıktır. İşlenen günah büyük de olsa, sapılan inkâr ve küfür şirk ve nifak da olsa tövbe kapısı açıktır. Münafıklar durumlarını düzeltir, gücü ve şerefi Allah’ta ve O’nun hak dinine girmekte, müminlerle beraber olmakta arar, dinlerini gösteriş için değil, Allah’a olan iman, sevgi, saygı ve bağlılıklarından dolayı yaşarlarsa müminlerle eşit hale gelirler.” (Kur'an Yolu Tefsiri, II/169.)
مَا يَفْعَلُ اللّٰهُ بِعَذَابِكُمْ اِنْ شَكَرْتُمْ وَاٰمَنْتُمْۜ وَكَانَ اللّٰهُ شَاكِراً عَل۪يماً
“Eğer siz iman eder ve şükrederseniz Allah size niçin azap etsin? Allah şükre karşılık veren ve her şeyi bilendir.” (Nisâ Suresi,4/147.)
وَإِذْ تَأَذَّنَ رَبُّكُمْ لَئِن شَكَرْتُمْ لأَزِيدَنَّكُمْ وَلَئِن كَفَرْتُمْ إِنَّ عَذَابِي لَشَدِيدٌ
Hani Rabbiniz şöyle duyurmuştu: “Andolsun, eğer şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım. Eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir.” (İbrahim,14/7.)
Müminler, iman eden ve verilen imkânları Allah’ın razı olduğu yerlerde kullanan, Allah’ın kendisine sunduğu imkanı kullanarak bütün azaları ile kulluğunu izhâr eden, buna ek olarak diliyle de nimetin sahibini zikredip O’na şükranlarını sunan kullardır. İnkar edenler ise, İman yerine küfre, ibadet ve iyilik yerine kötülüğe sapan, şükür yerine nankörlüğe sapan ve bunların karşılıklarını göreceklerini akıllarına getirmeyen insanlardır.
Müminler, şükreden kullar olarak, kendilerine nimet veren Allah’ın lütfunu iyice bilirler ve şükürde başkasını Allah’a ortak kabul etmezler. Müminler, kendilerine nimet veren Allah’a kulluk eder, O’na sevgi ve bağlılık duyar, Allah’ı velî kabul ederler, bu tür duyguları O'nun düşmanlarına karşı beslemezler. Üçüncüsü, kendisine nimet veren Allah’a itaat etmeli ve O'nun isteğine aykırı hareketlerde bulunmamalıdır. Müminler bilirler ki, nankörlük ederlerse Allah’ın azabı şeddetlidir. Âlemlerin Rabbi olan Mevlâmız, iman eden ve şükreden kullarına karşı ise rahmeti ile amellerini cömertçe takdir eder; ayrıca kullarının hizmette yaptıkları kusurları görmezden gelme konusunda çok halim ve affedicidir.
لَا يُحِبُّ اللّٰهُ الْجَهْرَ بِالسُّٓوءِ مِنَ الْقَوْلِ اِلَّا مَنْ ظُلِمَۜ وَكَانَ اللّٰهُ سَم۪يعاً عَل۪يماً
“Allah kötü sözün açığa vurulmasını sevmez; ancak haksızlığa uğrayan başka. Allah her şeyi işitmekte ve bilmektedir.” (Nisâ Suresi,4/148.)
Bir kimse hakkında başkalarına kötü, o kişinin aleyhinde, incitici bir söz söylemek kaide olarak câiz değildir. Âyete göre bunun istisnası haksızlığa uğrayan kimsedir; böyle bir kimse uğradığı haksızlığı, kendisine yapılan kötülüğü açıklamak, ilgililere duyurmak mecburiyetindedir. Aslında bu da “vuran, kıran, çalan, çarpan, yalan söyleyen, sözünde durmayan...” bir kimse hakkında kötü söz söylemektir. Ancak bundan zarar gören kimse için bunları açıkça söylemek, başkalarına duyurmak câiz görülmüş, Allah tarafından izin verilmiştir. Bir kimseye karşı haksızlık yapan ve zarar veren kimsenin yaptığı kötülüğü açıklamak câiz olunca, zulmü ve kötülüğü, bireyi aşarak bir gruba veya topluma zarar veren kimsenin durumunu açıklamak elbette câiz olacaktır. Açıklamanın ötesinde beddua etmenin de câiz olduğu ifade edilmiştir. (Kur'an Yolu Tefsiri, II/170.)
İslâm’ı ciddiye alan ve ümmetin dertleriyle dertlenen Müminlere, her ne söyler ve her ne yaparlarsa ihsân (iyilik ve güzellikle) üzere yapmaları emredilmiştir. Allah iyilik edenleri (muhsinleri) sever. (Bakara,2/195.)
Allah, kötülüğü (söz, fiil, proje), haksızlığı, nankörlüğü, zulmü yasaklamıştır. Allah inkar edenleri (Âl-i İmrân ,3/32), zâlimleri (Şûrâ,42/40), hâinleri (Enfâl,8/58), haddi aşanları (Bakara,2/190), müsrifleri (A’raf,7/31), müstekbirleri/kibirlenenleri (Nahl,16/23), kendini beğenen ve övünenleri (Nisa,4/36), şımaranları (Kasas,28/76), fesâdı ve müfsitleri (Bakara,2/205), çok günah işleyenleri/ esîm (Hac,22/38), kötü sözlerin açıkça söylenmesini (Nisa,4/148), nankörleri (Bakara ,2/276), fuhşu (her türlü çirkin söz, fiil ve davranışları ve fuhuş sahiplerini) (Nahl,16/90) sevmez.
Her ne şekilde olursa olsun dille kötü söz söylemek, vicdanda sakınma ve Allah korkusu yoksa, dile kolay gelir. Bu kötülüğün yaygınlık kazanması, toplum vicdanında derin etkiler bırakır. Bu toplumda çoğu zaman karşılıklı güven yok olur. İnsanlar gittikçe kötülüğün her tarafı kapladığını düşünürler. İçlerinde kötülük işleme isteği bulunmasına rağmen, bunu yapmaktan çekinen çoğu kimsenin, kötülüğün toplumun alışkanlığı haline geldiğini ve yaygınlaştığını görmesi onu işlemesine neden olur.
اِنْ تُبْدُوا خَيْراً اَوْ تُخْفُوهُ اَوْ تَعْفُوا عَنْ سُٓوءٍ فَاِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَفُواًّ قَد۪يراً
“Bir iyiliği açıklar veya gizlerseniz yahut bir kötülüğü affederseniz şüphesiz Allah da ziyadesiyle affedicidir; O her şeye kādirdir.” (Nisâ Suresi,4/149.)
Rabbimizin ilahî eğitim sistemi, mümin bireyi ve müslüman toplumu eğitmeye devam etmektedir. İlk derecede, yüce Allah’ın kötülüğün, açıklanmasından hoşnut olmadığından söz etmektedir. Bu arada zulme uğrayan; birinin intikam almak ya da adaletin gerçekleşmesini istemesi durumunda, zulme uğradığı konuda ve uğradığı oranda, zulmedenin kötülüğünü açıklamasına için verilmektedir. İkinci derecede ise, hepsini birlikte iyilik yapmaya yöneltmektedir. Zulme uğrayan kişiyi de -zulmü açığa vurmak şeklinde intikam alması mümkünken- affetmeye ve vazgeçmeye yöneltmektedir.
Bu durumda, iyilik açıklandığı zaman, müslüman toplum içinde yaygınlık kazanır. Gizli tutulduğu zaman ise, ruh terbiyesindeki rolünü gerçekleştirir. Çünkü, iyiliğin gizlisi de açığı da güzeldir. Böyle bir durumda bağışlamak duygusu, insanlar arasında yaygınlaşır.
Bu ayette bahsedilen ahlâkî değerler, en yüce değerlerdir. Müslümanlara faziletli olmaları, en azından sinirli anlarında sabretmeleri, affetmeleri, merhametli olmaları gerektiği öğretiliyor. Ayette Müminlere siz affedin ki, Allah’ta sizleri affetsin denilmiştir. "İnsanlara merhamet etmeyen kimseye de Allah merhamet etmez" (Müslim, Fezail, 66). "Siz yerdekilere merhamet edin ki göktekiler (Allah ve melekler) de size merhamet etsin" (Ebu Davud, Edeb, 58; Tirmizi, Birr, 16)
Yardım mı istiyorsun, önce yardım et. Merhamet mi istiyorsun önce merhamet et. “Ey iman edenler, eğer siz Allah'a (Allah adına İslam’a ve Müslümanlara) yardım ederseniz, O da size yardım eder ve sizin ayaklarınızı sağlamlaştırır.” (Muhammed, 47/7.)
اِنَّ الَّذ۪ينَ يَكْفُرُونَ بِاللّٰهِ وَرُسُلِه۪ وَيُر۪يدُونَ اَنْ يُفَرِّقُوا بَيْنَ اللّٰهِ وَرُسُلِه۪ وَيَقُولُونَ نُؤْمِنُ بِبَعْضٍ وَنَكْفُرُ بِبَعْضٍۙ وَيُر۪يدُونَ اَنْ يَتَّخِذُوا بَيْنَ ذٰلِكَ سَب۪يلاًۙ
اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ حَقاًّۚ وَاَعْتَدْنَا لِلْكَافِر۪ينَ عَذَاباً مُه۪يناً
﴾150-151﴿ “Allah’ı ve peygamberlerini inkâr edenler, Allah ile peygamberlerini birbirinden ayırmak isteyenler, "Bir kısmına inanırız ama bir kısmına inanmayız" diyenler ve bunlar arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu, işte gerçek kâfirler bunlardır ve biz kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.” (Nisâ Suresi,4/150-151.)
Kur’an, Allah ve peygamberlerinin, ayrıca bütün peygamberlerin arasını ayırmaksızın iman etmeye ilişkin kapsamlı ve eksiksiz İslam düşüncesini yerleştiriyor. İşte bu kapsayıcılığıyla “din”, İslâm’dır. Allah, bunun dışında insanlardan başkasını kabul etmeyecektir. Çünkü yüce Allah’ın birliğine ve bu birliğin gereklerine uygun tek din budur.
Allah’ın ve peygamberlerinin arasını ayıranlar, peygamberlerden bazısını bazısından ayıranlar, iman kervanından ayrılmış, Allah’ın topladığı birlikten ayrılmış ve Allah’a iman etmenin dayandığı birliği inkar etmiş oldukları ortaya çıkmış oluyor.
وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا بِاللّٰهِ وَرُسُلِه۪ وَلَمْ يُفَرِّقُوا بَيْنَ اَحَدٍ مِنْهُمْ اُو۬لٰٓئِكَ سَوْفَ يُؤْت۪يهِمْ اُجُورَهُمْۜ وَكَانَ اللّٰهُ غَفُوراً رَح۪يماً۟
“Allah’a ve peygamberlerine iman edip onlardan hiçbirini diğerlerinden ayırmayanlara gelince; işte Allah bir gün onlara mükâfatlarını verecektir. Allah çok bağışlayıcıdır ve sonsuz rahmet sahibidir.” (Nisâ Suresi,4/152.)
Allah’ın gönderdiği peygamberlerin bir kısmına inanırken diğer kısmını inkâr edenler, iman bakımından O’nunla peygamberlerini ayırmaktadırlar. Şu halde bunlar, son peygamberi inkâr etmekle Allah’a iman bakımından da inkâra sapmış, dinli olmakla kâfir olmak arasında bir yol tutmuşlardır. Bir şeye din diye inandıkları için imanlıdırlar, imanları içerik bakımından düzgün ve tam olmadığı için kâfirdirler.
“Allah’ı ve peygamberlerini inkâr edenler” müşrikler, ateistler ve benzerleridir; “Allah ile peygamberlerini birbirinden ayıranlar”, Allah’a inanan ama peygamberleri inkâr edenlerdir; “ bir kısmına inanırken bir kısmını inkâr edenler” yahudiler, hıristiyanlar ve benzerleridir; “bunlar arasında bir yol tutanlar” ise münafıklardır. Bunların tamamı inkârcıdırlar, kâfirdirler, Allah Teâlâ’nın murat ettiği, hoşnut olduğu bir dinden, bir inanç düzeninden uzaklaşmışlardır. Muteber, geçerli, kurtarıcı iman, İslâm’ın âmentüsünde ifadesini bulmuş olan imandır, 152. âyette özetlenen inançtır (ayrıca bk. Bakara 2/62). (Kur'an Yolu Tefsiri, II/172-173.)
Müslümanlar, Hz. Âdem’den Resûl-i Ekrem’e kadar gelmiş geçmiş bütün peygamberlere ve onların getirdikleri kitaplara iman ederler. Müslümanların itikadî düşünceleri, Allah’a ve peygamberlerine aralarını ayırmaksızın topluca iman etmeyi kapsamaktadır. (Bakara,2/136, 285.)
يَسْـَٔلُكَ اَهْلُ الْكِتَابِ اَنْ تُنَزِّلَ عَلَيْهِمْ كِتَاباً مِنَ السَّمَٓاءِ فَقَدْ سَاَلُوا مُوسٰٓى اَكْبَرَ مِنْ ذٰلِكَ فَقَالُٓوا اَرِنَا اللّٰهَ جَهْرَةً فَاَخَذَتْهُمُ الصَّاعِقَةُ بِظُلْمِهِمْۚ ثُمَّ اتَّخَذُوا الْعِجْلَ مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ فَعَفَوْنَا عَنْ ذٰلِكَۚ وَاٰتَيْنَا مُوسٰى سُلْطَاناً مُب۪يناً
“Ehl-i kitap senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar. Onlar bundan daha büyüğünü Mûsâ’dan istemişler, "Bize Allah’ı apaçık göster" demişlerdi de bu haksız davranışları yüzünden onları hemen yıldırım çarpmıştı. Bilâhare kendilerine açık deliller geldikten sonra buzağıyı (tanrı) edindiler; biz bunu da affettik. Ve Mûsâ’ya apaçık bir delil verdik.” (Nisâ Suresi,4/153.)
وَرَفَعْنَا فَوْقَهُمُ الطُّورَ بِم۪يثَاقِهِمْ وَقُلْنَا لَهُمُ ادْخُلُوا الْبَابَ سُجَّداً وَقُلْنَا لَهُمْ لَا تَعْدُوا فِي السَّبْتِ وَاَخَذْنَا مِنْهُمْ م۪يثَاقاً غَل۪يظاً
“Ant içmeleri sebebiyle (sözleşmeyi desteklemek ve önemine dikkat çekmek için) dağı başlarına diktik ve onlara "Baş eğerek kapıdan girin" dedik; onlara, "Cumartesi günü sınırı aşmayın" dedik; kendilerinden sağlam söz aldık.” (Nisâ Suresi,4/154.)
“Peygamberleri inkâr edenler, onları yalancılıkla suçlayanlar mûcize istediklerinde genellikle bundan maksatları o mûcizeyi görüp imana gelmek değildir; asıl gayeleri peygamberleri güç duruma düşürmek, mûcize gösterememeleri halinde yalancı olduklarını ortaya çıkarmaktır. Ancak inkârcılara –beklediklerinin aksine– mûcizeler geldiğinde de iman etmek yerine çeşitli bahaneler ileri sürmüşler, mûcizeyi sihir olarak değerlendirmişler ve daima bir başkasını, daha büyüğünü, daha zorunu istemişlerdir. Hz. Peygamber’e en büyük ve en anlamlı mûcize olan Kur’ân-ı Kerîm gelip dururken gerek müşriklerin (Yûnus 10/20; İsrâ 17/93) ve gerekse burada ifade edildiği üzere Ehl-i kitabın “ona gökten bir kitap gelmesini” istemeleri bu isteklerinde samimi olmadıklarını, inkâr ve inatları sebebiyle böyle davrandıklarını göstermektedir. Allah peygamberini teselli etmek üzere İsrâiloğulları’nın Hz. Mûsâ’ya yaptıklarını hatırlatmaktadır.” (Kur'an Yolu Tefsiri, II/175-176.)
Allah'ın gazabından söz eden diğer âyetler ise, Hz. Muhammed‟in (sav) Kur'ân âyetlerini tebliğ ettiği ilk toplum ile sınırlı olmayıp bu toplum ile tarihte benzer davranışlar sergileyen insanlar arasında bağ kurarak nüzul öncesi dönemi de kapsamaktadır. Bu yüzden Allah'ın gazabını konu alan Kur'ân âyetlerinin önemli bir kısmı Yahudilerin gazaba uğramasından söz etmiştir.( Bakara 2/90, Âl-i İmrân 3/112; el-Mâide 5/10; el-Arâf 7/152; Tâhâ 20/86.)
Allah'ın gazabına uğrayan Yahudilerin küfür (Tevbe,9/30.), hevâ, isyan, nankörlük, iftirâ, yalancılık, büyüklenmek, inançsızlık, Allah'ın elçisine tâbi olmamak, Kur'an'a inanmamak, kalpleri katılaşmış, şirk koşmak, âhirete inanmamak, hakka karşı aldırışsızlık, inançta şüpheli davranmak, bilgisizce âyetler hakkında tartışmak, haklara tecâvüz etmek, vahiyle alay etmek, haddi aşmak, fâsıklık, fâcirlik, zâlimlik, müsriflik, Allah'ın indirdiği ile hükmetmemek gibi özellikleri olduğu anlaşılmaktadır.
Kur’an bizlere Nisâ 153 ve 154. Ayetlerde ehl-i kitabın sapma ve gazaba uğramalarının sebeplerinden bir kısmını hatırlatmaktadır. Böylece hem Peygamber teselli edilmekte hem de Müslümanlara sapmamak/gazaba uğramamak ve aynı âkibete düşmemek için kendi önlemlerini almaları emredilmektedir. Yoksa nasılsa sapan ve gazaba uğrayan belli deyip enseyi karartma şeklindeki rahatlık, tehlikeli sona/âkibete götürebilir. “Kur'an-ı Kerim'de tarihi bir olay anlatılmış veya tarihi haberlere yer verilmişse bu sadece ve sadece ders ve İbret içindir” gerçeğini de unutmamak gerekmektedir.
فَبِمَا نَقْضِهِمْ م۪يثَاقَهُمْ وَكُفْرِهِمْ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ وَقَتْلِهِمُ الْاَنْبِيَٓاءَ بِغَيْرِ حَقٍّ وَقَوْلِهِمْ قُلُوبُنَا غُلْفٌۜ بَلْ طَبَعَ اللّٰهُ عَلَيْهَا بِكُفْرِهِمْ فَلَا يُؤْمِنُونَ اِلَّا قَل۪يلاًۖ
“Sözlerinden dönmeleri, Allah’ın âyetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ve "Kalplerimiz kılıflanmıştır" demeleri sebebiyle... Dahası inkârları sebebiyle Allah o kalpler üzerine mühür vurmuştur. Pek azı müstesna artık iman etmezler.” (Nisâ Suresi,4/155.)
وَبِكُفْرِهِمْ وَقَوْلِهِمْ عَلٰى مَرْيَمَ بُهْتَاناً عَظ۪يماًۙ
“Bir de inkâr etmelerinden ve Meryem’e büyük bir iftira atmalarından;” (Nisâ Suresi,4/156.)
وَقَوْلِهِمْ اِنَّا قَتَلْنَا الْمَس۪يحَ ع۪يسَى ابْنَ مَرْيَمَ رَسُولَ اللّٰهِۚ وَمَا قَتَلُوهُ وَمَا صَلَبُوهُ وَلٰكِنْ شُبِّهَ لَهُمْۜ وَاِنَّ الَّذ۪ينَ اخْتَلَفُوا ف۪يهِ لَف۪ي شَكٍّ مِنْهُۜ مَا لَهُمْ بِه۪ مِنْ عِلْمٍ اِلَّا اتِّبَاعَ الظَّنِّۚ وَمَا قَتَلُوهُ يَق۪يناًۙ
"Allah elçisi Meryem oğlu Îsâ Mesîh’i öldürdük" demeleri yüzünden... Halbuki onu ne öldürdüler ne de çarmıha gerdiler; (başkası ona benzer kılındığı için) şüphe içine düşürüldüler. Onun hakkında ihtilâfa düşenler bu konuda tam bir kararsızlık içindedirler. Bu hususta zanna uyma dışında hiçbir bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmemişlerdir.” (Nisâ Suresi,4/157.)
بَلْ رَفَعَهُ اللّٰهُ اِلَيْهِۜ وَكَانَ اللّٰهُ عَز۪يزاً حَك۪يماً
“Bilâkis Allah onu kendine kaldırmıştır. Allah izzet ve hikmet sahibidir.” (Nisâ Suresi,4/158.)
وَاِنْ مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ اِلَّا لَيُؤْمِنَنَّ بِه۪ قَبْلَ مَوْتِه۪ۚ وَيَوْمَ الْقِيٰمَةِ يَكُونُ عَلَيْهِمْ شَه۪يداًۚ
“Ehl-i kitap’tan her biri ölümünden önce ona mutlaka iman edecektir; o da kıyamet gününde onlara şahit olacaktır.” (Nisâ Suresi,4/159.)
فَبِظُلْمٍ مِنَ الَّذ۪ينَ هَادُوا حَرَّمْنَا عَلَيْهِمْ طَيِّبَاتٍ اُحِلَّتْ لَهُمْ وَبِصَدِّهِمْ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ كَث۪يراًۙ
وَاَخْذِهِمُ الرِّبٰوا وَقَدْ نُهُوا عَنْهُ وَاَكْلِهِمْ اَمْوَالَ النَّاسِ بِالْبَاطِلِۜ وَاَعْتَدْنَا لِلْكَافِر۪ينَ مِنْهُمْ عَذَاباً اَل۪يماً
﴾160-161﴿ “Yahudilerin zulmü sebebiyle, bir de pek çok kimseyi Allah yolundan engellemeleri, kendilerine yasaklandığı halde faizi almaları ve haksızlıkla insanların mallarını yemeleri yüzünden önceden helâl kılınan temiz ve iyi şeyleri onlara haram kıldık ve içlerinden inkâra sapanlara acı bir azap hazırladık.” (Nisâ Suresi,4/160-161.)
Bu yedi âyette İsrâiloğulları’nın, başta kendilerine gönderilen peygamberler olmak üzere insanlara yaptıkları çeşitli zulüm ve kötülüklerden örnekler verilmektedir. Daha önce müslümanlara yaptıkları zulümler, Hz. Muhammed’den önce kendilerine gönderilen peygamberleri yalanlamaları ve öldürmeleri, davetlerine karşı direnmeleri ve “kalplerimiz kılıflıdır” diyerek onları dinlemeyeceklerini abartılı bir şekilde ifade etmeleri gibi işledikleri suçlar anlatılmıştı.
Burada Hz. Îsâ’ya yönelik ihanetleri ve bunun sonucunda meydana gelen olaylarda anlatılmaktadır. Elde bulunan İnciller’deki Hz. İsa’ya yapılan iftiralar anlatılmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’in açık ve kesin ifadesine göre Hz. Îsâ bir peygamberdir (4/171), düşmanları tarafından çarmıha gerilerek öldürülmemiştir. Kesin olan, Hz. Îsâ’nın yahudiler tarafından çarmıha gerilerek, omurgası parçalanarak öldürülmediği, Allah Teâlâ’nın kulu ve elçisini onların elinden bir şekilde kurtardığı, onu daha sonra vefat ettirdiği ve kendine yükselttiğidir.
Buradaki diğer bir mesele de, Mehdî ve Îsâ Mesîh beklentisidir. Mesih yani "beklenen kurtarıcı" inancı bilhassa Yahudilik ve Hıristiyanlığın vazgeçilmez inanışları arasındadır. "Beklenen bir kurtarıcı" fikri yalnız Yahudilik ve Hıristiyanlığın değil, hemen bütün dinler ve kültürlerin sahip olduğu ve yaşattığı bir ümid ve kurtuluş idealidir.[2]
Yahudi tarihiyle özdeşleşmiş olan, tarihin belli zaman dilimlerinde Yahudilerin maruz kaldıkları işgaller, sürgünler, felaketler, zulümler ve onları bu sıkıntılardan kurtaracak sahil-i selamete çıkaracak, arz-ı mev’ud’a kavuşturacak bir “kurtarıcı” beklentisi ve düşüncesine hep sahip olagelmişlerdir. Bu düşünce Mesih inancını doğurmuş, bir Yahudi doktrini halini almıştır.
Tevrat’ta açık bir şekilde “Mesîh” adında bir kurtarıcının geleceğine ve yeryüzünü adaletle dolduracağına dair açık bir bilgi yoktur. Sadece buna işaret eden ifadeler vardır.[3]
Yahudilikte Mesîh inancı çok önemlidir ve o, er geç gelip Yahudileri kurtarıp dünyada barışı sağlayacaktır. Böylece Tanrının Krallığı kurulacak ve Yahudilerin dünya hâkimiyeti ülküsü gerçekleşmiş olacaktır. Onlara göre yeryüzü dinsizlik, ahlaksızlık, bereketsizlik, haksızlık ve karışıklıklar ile dolmuştur. Yeryüzünü kaplamış dinsizliği, ahlaksızlığı, bereketsizliği, karışıklığı giderecek; bereketi getirecek, çölleri cennetleştirecek, insanları düzeltecek, vahşi hayvanları evcilleştirecek, Kudüs’ü kuşatacak, mabedi yeniden kuracak, Tevratı bütün milletlere öğretecek ve Yahudi olsun olmasın herkese hükmedecek kimse Mesîh’dir ve Kral David (Hz. Davud) soyundandır.[4] Yahudilerin büyük bir bölümü halen Davut soyundan gelecek bir Mesihi beklemekte ve Mesihin gelmesiyle bütün milletlerin efendisi olacaklarına inanmaktadırlar.[5]
Mesîh İnancı, Yahudilerin Allah yolunu yeniden bulacağı Mesîhe ait bir ütopyadır. Bu, öncelikle katı bir milliyetçilik ümididir. Bu tarz beklentilerden dolayı bir takım sahte Mesîhler çıkmıştır.[6]
Bu anlayışta asıl vurgu geçmişteki altın çağ fikrinden ziyade, gelecekte kurulacak yeni ve mükemmel düzen üzerine olduğu ileri sürülmektedir.[7]
Hıristiyanlara göre Mesîh, Hz. Îsâdır; o “ikinci defa gelecek” ve bozulan düzeni yeniden kuracaktır. Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam dinlerinde Mesîh/Mehdi ortakbir “fenomen” olarak vardır. Ancak yüklenen anlamlar farklı farklıdır.[8]
“Ne yazık ki Hz. İsa’nın bütün çabalarına rağmen, onun hakikati ve mesajı anlaşılamamış, Yahudiler ve Hıristiyanlar ihtilafa düşmüşlerdir. Başka bir ifadeyle somut düşünmeye alışmış Yahudilere Hz. İsa’nın kesinlikle yüzyıllardır beklenen Mesih yani, Allah’ın elçisi olduğu ayan beyan bir şekilde ve bizzat Allah’ın müdahalesiyle gösterilmesine rağmen onu kabul etmemişlerdir. Bir nevi Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın ayrışmasının gizli nedeni olan Grek-Yahudi düşüncesinin çatışmasının temel argümanı olarak kullanılan bu mesele, Hıristiyanlık inancıyla birlikte gerçek anlamından çıkarılmış ve söz konusu mucizeler tanrılaşmanın bir alameti olarak kabul edilip Hz. İsa aslî hüviyetinden soyutlanmış ve anlamsız bir hale getirilmiştir. Ancak Kur’an-ı Kerim son vahiy olması itibariyle bu işin hakikatini açıklamış ve doğru bir anlayış geliştirmek isteyenlerin önünü açmıştır.”[9]
Hicrî birinci asrın sonlarına doğru İslâm toplumu içerisinde yaşanmaya başlayan birtakım sosyo-ekonomik adaletsizlikler, “mehdî” kavramının adalet ve eşitlik talepleriyle birlikte kullanılmasına sebep olmuştur. Bu şekilde, özel ilahî bilgiyle donatılmış ve zalimlere karşı gerçek İslamî adaleti yerine getirecek bir kurtarıcı Mehdî anlayışı gündeme gelmiştir.[10]
Bazı yazarlar, Müslüman mehdî inancının kökenlerini Mazdeizm veya Mecusîlik gibi Fars düşüncesinde ararken diğer bazıları da bunu Yahudi Hıristiyan geleneğindeki “Mesih” öğretisine bağlarlar. Gerçekte Müslümanların her iki dinden de etkilenmiş olma ihtimali daha tutarlı gözükmektedir.[11]
Müslümanlar, her ne kadar farklı din ve kültürlerdeki kurtarıcı fikirlerinden etkilenmiş olsa da, son hali Şiîler’in on ikinci imamı mefhumunda şekillenmesine kadar, kendi tarihi, kültürel ve sosyal şartlarına uygun yeni bir mehdî anlayışı ortaya koydular.[12] Kendi kurtarıcı beklentilerini daha çok Yahudi ve Hıristiyanlarda var olan modele göre dokuyarak,[13] artık kurtarıcı olarak yeni bir şahıs beklemek yerine, ölen bir kimsenin ölmeyip gaybete girdiği ve bir zaman sonra tekrar ortaya çıkacağını ileri sürmeye başladılar.[14]
Şiî kesim, Mehdîyi ve onu beklemeyi bir inanç esası haline getirmiştir. Mehdî’ye birçok vasıflar yükleyerek, hakkında birçok rivayet uydurdular.( İlhan, Avni, Mehdîlik, s. 56.) Allah’ın dine mehdî ile birlikte yardım edeceği, Allah’ın devletinin kurulacağı ve düşmanlarından intikam alınacağı dilden dile dolaşmaya başladı.[15]
Hicrî üçüncü asrın ortalarına doğru gelindiğinde ise, dünyanın sonu gelmeden önce ortaya çıkacak bir nihai kurtarıcı inancı, birçok Müslüman grubun ortak özelliği olmuştu. Bu yüzden bir takım Mehdî rivayetlerinin Sünnîler arasında da kabul görmeye başladığı görülmektedir. İslâm toplumu içerisinde yaşanan sosyal ve siyasal sıkıntıların insanları umutsuzluğa itmesi, Mehdînin dönüşünden önce cemiyette din, iman, nizam kalmayacağı, Allah’ın açıkça inkâr edileceği, toplumda ihtilâflar yaşanacağı, en yakın kimselerin bile birbirlerinin yüzlerine tükürecekleri ve birbirlerinin boyunlarını vuracakları şeklinde Peygamber hadislerini gündeme getirmiştir.[16]
Mehdî beklentileri her ne kadar Sünnîler arasında da yaygınlık kazanmış olsa da, konuyu yoğun bir şekilde gündemlerinde tutmaya devam edenler, İsmailiyye ve Kat’iyye’nin başını çektiği Şiî gruplardır. Daha sonra Kat’iyye içerisinden doğan İmamiyye Şiası, mehdîliği Onikinci İmam’ın önemli vasfı yaparak ona, kıyamete kadar gerçek inancı devam ettirip, bir an önce zalimlerden dünyayı kurtaracak tek meşru idareci olan “el-kaim” imâsını ilâve etmiştir.[17]
Ezilen kitlelerin ortak psikolojisi olan “beklenen kurtarıcı” düşüncesi, iktidarlara muhalif ve baskı gören Müslüman gruplar arasında “Mehdî” terimiyle ifade bulmuştur. İslâm tarihinde mehdîlik iddialarının gündeme gelmeye başlaması, hicrî birinci asrın sonlarından itibaren, ilk olarak Muhammed b. el-Hanefiyye’nin mehdîliğini ileri süren Keysaniyye ile birlikte olmuştur. Daha sonra pek çok kişi hakkında gündeme gelen bu iddialar, zamanla daha da çoğalarak hicrî üçüncü asırdan itibaren toplum hafızasında yer etmeye başlamıştır. Mehdîlikle ilgili üretilen pek çok rivayet, Sünnîler arasında kabul görmesine rağmen konuyu asıl gündemlerinde tutanlar, Şiî gruplar olmuştur.
İktidar muhalifi pek çok Şiî fırka, ölen liderlerini Mehdî olarak beklemişlerdir. Ancak İmamiyye Şiasının on birinci imam olarak kabul ettiği Hasan el-Askerî (ö.260/873)’nin vefatıyla durum yeni bir boyut kazanmıştır. Onun, ardında bir halef bırakmadan vefat etmesi, onun gizli bir oğlu olup gaybete gittiği iddialarını gündeme getirmiştir.[18]
Netice olarak mehdi inancı, imamet öğretisi ve imamet tarihinin nihayete ermesidir. Şii düşünceye göre Peygamberlik, Hz. Muhammed ile son bulmuştur, ancak sürmekte olan velayetin mührü ikilidir. Umumi velayetin mührü birinci imamda, önceki dinlerin de batınlarının batını olan velayetin mührü de On İkinci İmam’dadır.[19]
“Kanaatimizce Şia’da mehdi inancının oluşmasında Fars kültürü- nün önemli bir etkisi vardır. Çünkü Müslümanlar fetihlerle artan nüfusla birlikte dini siyasi birçok problemle karşı karşıya kaldılar. Hz. Muhammed’den sonra bir peygamber gelmeyeceği de nas ile bildirilince Peygamber’in vefatından sonra Müslümanlar kendilerini sıkıntılarından kurtaracak, Peygamberin boşluğunu doldurabilecek peygamber kadar karizmatik bir karaktere ihtiyaç duymaya başladılar ve bu boşluğu da mehdi olarak isimlendirdikleri kişilikle doldurdular. İslam öncesi İran coğrafyasının alt kültürünü oluşturan eski Fars dinlerine ait birtakım inanışlar da bu düşüncenin ortaya çıkması için doğal bir zemin oluşturuyordu.”[20]
İslam kültüründe, yalnızca Mesih değil, onunla birlikte, "zulümle dolmuş dünyayı adaletle dolduracak" bir Mehdi de beklenmektedir. [21] Şiiler için bir inanç konusu olan "Mehdi", Sünni-İslam dünyasında usuliddin'e dahil bir akide olarak yerleşememiş olmasına rağmen, renkli ve canlı süsleriyle birtakım maceracıların, dünyevi ve siyasi emel sahiplerinin ve çaresiz kitlelerin alaka merkezi olmuş ve olmaktadır.[22]
Bilindiği gibi Müslüman dini düşüncesi, köklü kültür çevreleriyle karşılaşınca, bunların hafı- zasında önemli bir yere sahip olan Mesihçi kültürden de etkilenmiştir. Bu etki altında gerek Hz. İsa’yla ilgili olsun gerekse olmasın ayetlerin yorumlandığı ve zorlama te’vîllere gidildiği söylenebilir.[23]
Mehdîlik fikri genellikle tasavvuf ve mistik hayatta yer bulması da ayrıca istismarı artırıcı unsurlardan biri olduğunu göstermektedir. Bu nedenledir ki hidayet ve kurtuluş fikrininin çözümleri kişi ve guruplarca ayrı olunca her cemaat ve milletin Mehdîsi de ona tezahür etmektedir.
İktidar mücadelesini kaybedenler veya siyasi mücadelesinde güç kazanmak isteyen pek çok siyasi lider ve isyancı, dinin motive edici yönünden yararlanmak maksadıyla tarihte sık sık mehdilik inancını kullanmıştır.
Bu husus çeşitli zamanlarda birtakım sahtekârların ortaya çıkıp mehdîlik ve mesîhlik iddiasında bulunmalarına sebep olagelmiştir. Şiilerde 12 imam ve tekrar geri kurtuluş için gelecek kayıp imam Mehdi, Mesih anlayışının bir ürünü olduğu açıkça görülmektedir. İslam’ın ilk dönem fitne hareketinin içindeki önemli şahsiyetin Yahudi Abdullah İbni Sebe olması, bazı konularda bizlere ipucu vermektedir. Mirza Gulam Ahmed ve taraftarlarının, yani Kadiyaniler veya Ahmedilerin görüşlerini de hatırlamak lazımdır. Terörist başı Fethullah Gülen’in, Hıristiyan dünyasında da kendini kabul ettirmek, koyu Hıristiyan Amerikalılarla yan yana yaşamak ve ılımlı-hoşgörülü (!) bir dindar imajı sağlayarak Mehdiliğini ilan çalışmalarını da unutulmamalıdır. İnsanlık tarihi, kendini egosuna tapan ve kendini Tanrı yerine koyan bir sürü meczubun hikâyeleri ve enkazları ile doludur.[24]
''İsa'nın nüzûlü” ile ilgili olarak ''Livâ'ul- İslâm'' adlı bir dergi, Sudan'da 1960 yılının Nisan'ında bu mevzu ile ilgili bir toplantı tertip etti. Bu toplantıya katılanlar, İsa'nın nüzûlü konusunda görüş birliği içinde değildiler. Oradaki çoğunluğun ittifak ettikleri görüş şöylece özetlenebilir:
a) Kur'an-ı Kerim'de Hz. İsa'nın cismiyle göğe çıktığına dair açık ve bağlayıcı bir nass yoktur.
b) İsa (a.s.)'nın dünyaya yeniden dönmesi hakkında, sahih hadis kitaplarında hadisi şerifler vardır fakat bunlar âhattır. Âhat hadisler, amele ve ibadete esas olabilir, fakat itikatı mucip olmazlar. Burada konu itikatla ilgilidir, mesele bu hadislerle çözümlenemez.” [25]
Evanjelikler, Siyonist Yahudiler, Masonlar, Şiiler, bâtinî tarikatler, Armageddon Savaşı ve kıyamet inancı doğrultusunda, "zulümle dolmuş dünyayı adaletle dolduracak" bir “beklenen kurtarıcı” nın gelmesi için “Kıyamete zorlamak” ta, dünyayı kaosa ve savaşlara hazırlamaktadırlar. Önce dünyayı yakıp sonra kurtaracaklardır (!)
İslam öncesi dönemde bölgedeki Zerdüştlük, Maniheizm, Hıristiyanlık ve Yahudilikte mevcut olan bu inanç İslam tarihinde de önemli sonuçlar yaratmıştır. Beklenen ve herkesi kurtaracak bir Mehdi anlayışı insanları atalete sevketmiş ve kendi problemlerini Mehdi’nin gelip çözeceği hissiyatına yöneltmiş, zulmü sadece Mehdi’nin giderebileceği fikrini yaygınlaştırmıştır. Son iki yüz yıldır İslam dünyasında yaygın olan Batı karşısında yenilmişlik duygusu, sömürgecilik, kötü yönetimler, sosyal adaletsizlikler ve bunun yol açtığı ümitsizlik, Müslüman coğrafyada da bugün de bu tür inançların popülarite kazanmasında ve kullanılmasında etkili oluyor. Hâlbuki ümitsizliğe asla yer olmayan İslam inancında her insan etrafında olanlardan sorumludur ve zulme karşı bizzat direnmekle mükelleftir.[26]
Mesih inancı ve tasavvurur su-i istimal edilebilecek bir konudur. Bu araştırmamız sırasında gördük ki her dönem kendisini Mesih veya kurtarıcı ilan eden insanlar ortaya çıkmış, insanların kalplerine nifak tohumları atılmıştır. Müslümanlar için son Peygamber Hz. Muhammed'dir. O'ndan sonra bir peygamber gelmeyecektir. Hz. Muhammed'in ölümünden hemen sonra yalancı peygamberlerin ortaya çıkması gibi yine kendisini peygamber ilan etmeyerek mesih olduğunu söyleyen kişilerin ortaya çıkabileceğini, ahir zaman ümmetini inanç anlamında sıkıntıya sokabilecekleri unutulmamalıdır. Bu şahısların kim olduğu ve kimler tarafından desteklendiği de iyi bilinmelidir.[27]
Burada önemli olan Yahudilerin hatalarına düşülerekten Hz. Muhammed’ (sav)’e de Hz. İsa örneğinde olduğu gibi anlamsızlaştırıcı bir kimliğin atfedilmesinin önünü kesmek olmalıdır. (Tevbe 9/30-33. Ayrıca bkz. Buhârî, Ehâdisu’l-Enbiyâ, 48 (3445).)
Âlemlerin Rabbi olan bizlere sımsıkı sarılmamız için kurtarıcımız olan Kur’an-ı Kerim’i ve en güzel örnek olan Muhammed Mustafa (sav)’i vermiştir. Kıyamete kadar gelecek olan bütün insanlığın kurtuluşu Allah’ın kitabına sarılmak ve bu kitabı nasıl anlayıp, hayata taşıyacağımızı bize gösteren en iyi muallim ve ahlakı Kur’an olan Peygamberin rehberliğine sarılmaktır. Eğer bunlar bizi kurtarmayacaksa başka bir şey zaten bizi kurtaramaz. Müslüman olarak bize düşen son nefesimize kadar Allah’ın belirlediği ve sınırlarını çizdiği, razı olduğu esasları hayatımızda yaşamak ve Müslüman olarak ölebilmektir. “Yâ Rasûlallâh! Kıyâmet ne zamandır?” sorusunu sorana “Kıyamet için ne hazırladın?” diye soran Peygamber (sav)’in bakışı ortadadır. (Müslim, Birr, 163)
Ne yazık ki hayatımız yapmamız gerekenlere odaklanmakla değil de sorumlu tutulmadığımız şeylere odaklanıp asıl olanı ıskalamakla, aldanmak ve oyalanmakla geçiyor. Ya da şöyle denebilir, bizi ve tüm insanlığı kurtaracak esasları barındıran Kur’an’a sarılamayınca kendi ihmal ve açığımızı yine kendi beklentilerimiz doğrultusunda çözmeye çalışıyoruz. Niye Müslümanlar imtihanda olduklarına iman etmelerine rağmen üzerlerindeki sorumluluk ve gayreti savsaklamaya yelteniyorlar? Bizler sırf Rabbimize kul olabilmek için yaratılmışken (Zâriyât,51/56.), nasıl daha iyi kul olabileceğimize kafa yormak varken kulluk dışında başka şeylere niye bu kadar kafa yorar insan? Sahi bizi Kur’an kurtarmayacaksa ya da Kur’an’ın kendisi kurtarıcı değilse bizi ne kurtarabilir? Hâtemü’l-Enbiyâ olan, âlemlere rahmet ve en güzel örneğimiz olan neyi eksik bırakmış ki bir başkası gelip o eksiği tamamlayacak olsun? Rabbimiz şöyle buyurmuştu:
الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيتُ لَكُمُ الإِسْلاَمَ دِينًا
“Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim.” (Mâide Suresi,5/3.)
“Yüce Allah son peygamber Hz. Muhammed’e insanlığın muhtaç olduğu itikadî ve amelî ilkelerin en mükemmellerini içeren Kur’ân-ı Kerîm’i indirmek suretiyle ilk peygamber Hz. Âdem’den beri insanlığa göndermiş olduğu ve kendi katında İslâm diye isimlendirdiği dini (Âl-i İmrân 3/19, 85), kıyamete kadar farklı iklim ve coğrafyalarda yaşayan muhtelif cemiyetlerin düşünce, hayat ve medeniyet alanındaki ihtiyaçlarını karşılayacak bir nitelikte ve mahiyette olmak üzere kemale erdirmiş; bu dinde insanî sorunların çözümü için ana ilkeleri koymuş, ayrıntılar ve ortaya çıkacak yeni sorunların çözümü için de genel prensipleri çerçevesinde ictihad yolunu açık tutmuştur.” (Diyanet, Kur'an Yolu Tefsiri, II/208-217.)
Hâsıl-ı kelâm, Allah müminlerden, ıslahatçıyı bekleyip beklemediklerini değil, bunun için kendilerinin ne yaptıklarını soracaktır (bu konuda bilgi için ayrıca bk. İlyas Çelebi, “Îsâ [Kelâm]”, DİA, XXII, 472-473).” (Kur'an Yolu Tefsiri, II/176-181.)
Ahmet Hocazâde, 15.12.2017, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Muhâfız ya da Muârız'a dair
Ahmet Hocazâde Yazıları
[1] Bu çalışmada Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Meal ve Tefsir çalışması kaynak olarak alınmış olup, zaman zaman açıklamalarla zenginleştirme yoluna gidilmiştir.
[2] ETHEM RUHİ FIGLALI, s.197, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/771/9812.pdf
[3] Yrd. Doç. Dr. Muharrem YILDIZ, Erken Dönem Hıristiyanlık, s.37.
http://www.academia.edu/8015817/Erken_D%C3%B6nem_H%C4%B1ristiyanl%C4%B1k
[4] Muharrem YILDIZ, Erken Dönem Hıristiyanlık, s.41.
[5] İlknur DAŞBADEM, GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE YAHUDİ MEZHEPLERİNİN MESİH ANLAYIŞI VE MESİHİ HAREKETLER, YÜKSEK LİSANS TEZİ, KONYA – 2008, s.110.
http://acikerisim.selcuk.edu.tr:8080/xmlui/bitstream/handle/123456789/578/%20lknur_Da%20badem_Tez.pdf.pdf?sequence=1
[6] Muharrem YILDIZ, Erken Dönem Hıristiyanlık, s.39.
[7] Muharrem YILDIZ, Erken Dönem Hıristiyanlık, s.40.
[8] Muharrem YILDIZ, Erken Dönem Hıristiyanlık, s.40.
[9] Mustafa Selim YILMAZ, AHİT GELENEĞİNDEKİ MESİH KAVRAMININ ANLAM SERÜVENİNE GENEL BİR BAKIŞ, s.321. http://www.islamiarastirmalar.com/upload/pdf/bd651c176c9e4fd.pdf
[10] Sachedina, Abdulaziz Abdusselam, Islamic Messianism: The Idea of Mahdi in Twelver Shíʹism, Albany: State University of New York, 1981, s. 68.; Bkz. Cemil Hakyemez, Mehdî Düşüncesinin İtikadîleşmesi Üzerine, s.129.
http://ktp.isam.org.tr/pdfdrg/D02476%5C2004_5/2004_1_HAKYEMEZC.pdf
[11] Cemil Hakyemez, Mehdî Düşüncesinin İtikadîleşmesi Üzerine, s.130.
[12] Mustafa Vaziri, The Emergence of Islam: Prophecy, Imamate, and Messianism in Perspective, Ph.D. NewYork 1992, ss. 142-143.
[13] Avni İlhan, Mehdîlik, İstanbul 1993, s. 47; Mustafa Öz, “Gâliye”, DİA, c. XIII, s. 335.
[14] Cemil Hakyemez, Mehdî Düşüncesinin İtikadîleşmesi Üzerine, s.131.
[15] Cemil Hakyemez, Mehdî Düşüncesinin İtikadîleşmesi Üzerine, s.134.
[16] Geniş bilgi için bkz. Mehmet Hatiboğlu, Hz. Peygamber’in Vefatından Emevilerin Sonuna Kadar –Siyasi İctimai Hadiselerle Hadis Münasebetleri, (Basılmamış Doçentlik Tezi), Ankara, ts., ss. 13-17. Geniş bilgi için bkz. Cemil Hakyemez, Mehdî Düşüncesinin İtikadîleşmesi Üzerine, s.135.
[17] Cemil Hakyemez, Mehdî Düşüncesinin İtikadîleşmesi Üzerine, s.136.
[18] Cemil Hakyemez, Mehdî Düşüncesinin İtikadîleşmesi Üzerine, s.141-142.
[19] Fatih TOPALOĞLU, ŞİA’DA MEHDİ İNANCININ OLUŞUMUNDA FARS KÜLTÜRÜNÜN ETKİSİ, s.140.
http://isamveri.org/pdfdrg/G00004/2012_2/2012_2_TOPALOGLU.pdf
[20] Fatih TOPALOĞLU, ŞİA’DA MEHDİ İNANCININ OLUŞUMUNDA FARS KÜLTÜRÜNÜN ETKİSİ, s.141.
[21] ETHEM RUHİ FIGLALI, MESİH VE MEHDİ İNANCI. ÜZERİNE, s.196,
[22] ETHEM RUHİ FIGLALI, a.g.m., s.214. http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/771/9812.pdf
[23] Bu bağlamın önemli bir kritiği için bkz. Mahmut Şeltut, “Hz. İsa’nın Göğe Yükseltilmesi ve Tekrar Dönüşü”, çev. Mustafa Baş, Dini Araştırmalar 7/21, (2005): 291 vd.
[24] Seçkin Deniz, http://www.sonsuzark.com/2016/02/sa2431sonsuz-ark-yd-26-masonluk-kabala.html
[25] Ahmed Çelebi, Mukarenetu'l- Edyân (El- Yahudiyye), Kahira, II, 1966, s. 35-36.; Ayrıca bkz. Hatice ÖZDEMİR EKİNCİ, İSLÂM KELÂMINDA NÜZÛL-İ İSA RETORİĞİ, Yüksek Lisans Tezi, ÇORUM 2013, s.80.
http://cdn.hitit.edu.tr/sbe/files/44797_2322015144840527.pdf
[26] Prof. Dr. Cengiz Tomar, İslam dünyasında kurtarıcılık: Mesihlik ve Mehdilik
http://www.aljazeera.com.tr/gorus/islam-dunyasinda-kurtaricilik-mesihlik-ve-mehdilik
[27] Hatice ÖZDEMİR EKİNCİ, İSLÂM KELÂMINDA NÜZÛL-İ İSA RETORİĞİ, s.93.
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.