Zenci halkının istilası, Avrupa'yı alkana boyayacak; bir eşi daha görülmemiş kıyımın öncüsü olan bu ilk darbe böyle gerçekleşmişti.
Üçüncü Bölüm
-1-
Avrupada
Necme’nin Ölümü- Pire’de- Atina’da- Marsilya’da- Paris’te
Sultan Ebu Muhammed görevinin birinci bölümü tamamlayarak ikinci bölümünü gerçekleştiriyor ki bu bölümde: istila devridir.
Sultan, beraberindeki bazı Emir ve Reislerle Dersaadet’te bulunduğu sırada bir taraftan da ordusunu düzen ve eksikliklerini gideriyordu.
Buradaki durumdan uzun uzadıya söz etmeye gerek olmadığından yalnız bizi ilgilendirecek bir olayı anlatacağız.
Bir gün Maluel, Mata’nın koruması altın olan Necme’nin bulunduğu evine gidiyordu. Buraya yaklaştığı sırada:
- Yüzbaşım! Yüzbaşım! Diye çağrıldığını duydu.
Başını çevirdi. Bu sesi tanıyordu. Siyah bir bornoza bürünen ve kukuletasını başına çeken bir Arap meydana çıktı.
Subay buna doğru giderek:
- Kim o? Bana ‘Yüzbaşım!’ diye seslendiğin için herhalde tanıyor olmalıyım.. sen kimsin? Dedi.
Arap, yüzünü açarak:
- Baba.. yanıtını verdi.
Büyük bir şaşkınlığa düşen subay:
- Nasıl! Sen misin? Diye şaşırıp kaldı.
Çünkü iki yıldan beri Baba, Sultanın özel birliğine katılarak birkaç ay önce de Reis Yardımcısı rütbesini almıştı. Hatta Maluel, bunun eski subaylarıyla ilişki kurmaktan kaçındığının da farkına varmıştı.
Acaba bu gece gelmesinin nedeni neydi?
- Cesur Baba.. hareketinden önce seni görmekten mutlu oldum.. Sahra-i Kebir’i anımsıyorsun değil mi?
Arap, parmağını dudaklarına götürerek, kimsenin kendilerini gözetleyip gözetlemediğinden emin olmak için, çevresine bakındı. Sonra yavaş sesle:
- Sen iyi Yüzbaşısın, Çahner çapkın, eğlenceli bir teğmendir. Gideceğinizi haber aldım. Fakat, kendinizi iyi koruyunuz.
Ani bir endişeye düşen Maluel sordu:
- Kendimi neyden koruyacağım?
- Munza’nın kötülüğünden.. bu gece çok dikkat et!
Bunun üzerine Arap Yüzbaşının eline bir şey sıkıştırarak veda edip gözden kayboldu.
Bu, değerli taşlarla süslü ve müthiş bir hançerdi.
Subay bir saniye kadar bu hançere baktı. Sonra tabancasını yokladı.
Doğruca kaldığı eve gitti. İçeri girdi. Ortalık karanlıktı, seslendi.
Kimse yanıt vermedi.
Maluel, büyük bir endişe ile yukarı çıkmaya başladı. Birden bir üst katta bir gürültü işitir gibi oldu.
Yeniden:
- Mata.. Necme! Diye seslendi.
Fakat hiçbir yanıt almayınca keder ve endişesi arttı.
Gözünün önde bir takım hayaletler gördüğü sanısına kapılıyordu. Şakaklarından soğuk bir ter boşandı.
Yukarı ulaştığı zaman bir kenarda iki beyaz gölge gördü.
Acaba bir hayal miydi? Elinde Baba’nın hançeri olduğu halde ileriye fırladı. Fakat, duvara çarptı. Kuşkusuz, kuruntuyla aldanmıştı. İlerdeki odanın kapısı kapalıydı.
Maluel, kapıyı itti. Biraz aralık olduysa da bütünüyle açılmadı. İçeriden kapının önüne yatan biri bunun açılmasına engel oluyordu.
İte ite açtı. Derhal karşısına bir zenci çıkarak bileklerini öyle bir güçle sıktı ki hançer, subayın elinden düştü.
Yüzbaşı:
- Mata, diye bağırdı.
Gerçekten bu güvenilir Mata idi; Necme de korkuyla uykudan uyanmıştı. Maluel hemen buna koştu.
Artık bütün endişeleri yok olmuştu; zira kız yaşıyordu.
Mata, ne kuşkulu bir şey görmüş ve ne de duymuştu. Fakat artık gece olduğu için rıhtıma inerek Çahner’le Hilariyon’u bulup hareket zamanına kadar birlikte beklemek daha uygundu.
- Haydi inelim! Dedi.
Fakat, Necme’nin yüzüne dikkatle bakarak kızın ağlamış olduğunu gördü.
- Nen var? Niçin ağladın, benim küçük yıldızım? Diye sordu.
Kız yanıt vermedi.
Maluel ısrarla sordu:
- Sen ağlamışsın! Bak halen daha ağlıyorsun, Necme.. nedeni ne?
Kız başını eğdi..
- Niçin ağladın?
O hala yanıt vermiyordu.
Kız, sonunda üzüntülerini, korkularını söyledi.
Maluel:
- Yavrum, artık son gün üzülmeye, korkmaya gerek yok.. diyerek kızı teselli etti.
Dik merdivenden inmeye başladılar.
Mata, aşağısını gözden geçirmek üzere önden indi.
Arkada, Maluel ile Necme iniyordu. Bu sırada, bir cismin düşmesinden kaynaklanan gürültüler ve boğuk sesler ikisini de titretti.
Necme durarak:
- Bu Mata’nın sesi, dedi.
Maluel:
- Çabuk inelim..
Fakat, birkaç basamak iner inmez her ikisi de, diz boyu gerilen bir ipe çarparak düştüler. Yeniden kalkmaya çalışırlarken, duvarda açılan karanlık bir oyuktan üç kişi çıkarak bunların üzerlerine atıldılar.
Bunlardan ikisi Maluel’i tutarken üçüncüsü de Necme’nin belinden yakaladı.
Necme, kendisini tutanın Munza olduğunu tanıdı. Munza bu son gece arzusuna kavuşmak istemişti.
Kız, bu canavarın eline geçtiğini görünce olanca gücünü toplayarak zalimin pençesinden kurtulup yeniden yukarı koştu ve odaya girdi. Kapıyı kapayıp, arkasında dayandı.
Manbutu Kralı vahşice bir haykırışla bunun arkasından fırladı.
Kapıyı itti. Kız yere düştü. Munza kollarını açtı. Gözleri kan çanağına dönmüştü. Necme bu anda, Maluel’in, adını haykırdığını duydu. Sevgilisinin yaralandığı yargısına vardı.
O vakit ayağa kalkarak pencereye koştu. Artık başka bir çıkış yolu kalmamıştı.
Dışarı bakınca, korkunç yüksekliği dehşetle gördü. Korkudan geri çekildi. Maluel’in geleceğini umut ediyordu.
Fakat, derhal arkasındaki bornozdan tutulduğunu duyumsayınca artık gözü bir şey görmeyerek geri çekildi ve pencereden aşağı atıldı.
Talihsiz kız, kollarını açarak yaralı bir kuş gibi düşmüş ve hemen ruhunu teslim etmişti.
Munza ise, umduğundan daha fazla olan bu cesaretten şaşırarak kızın düşüşü sıradan bıraktığı bornozu tutuyordu.
Acı bir ses, başını çevirmesine neden oldu.
Maluel, kanlı hançeri elinde olduğu halde içeri girmişti.
Kendisini tutan diğer iki Manbutu’tuluyu tepeledikten sonra, kızın imdadına koşmuştu.
Munza’nın dışarı doğru eğilip baktığını görünce işi anladı.
Canavarın geri çekilmesine fırsat vermeden hançeri göğsüne sapladı.
Munza, biraz debelenerek öldü.
Maluel, çıldırmış gibi son defa: Necme! Diye bağırıp merdivenlerden koşa koşa indi. Mata, düşüşün şiddetinden doğan acılarla ayağa kalkmıştı.
- Bu ne haldir? Diye sordu.
Subay:
- Gel, dedi.
Dışarı çıkarak pencerenin altına geldikleri zaman, ayın donuk ışığı altında yerde yatan bir ceset gördüler.
Bu; zavallı.. Fas yıldızıydı.
Tambukutu katliamı gecesi, Subaya söndürüleceğini söylediği Sankor yıldızı gibi Necme de genç yaşında sonsuza dek sönmüştü.
Maluel hıçkıra hıçkıra ağladı.
***
Maluel ile Çahner ve Hilariyon Pire’ye çıktılar.
Son derecede bir yorgunluk içinde olduklarından dinlenmeye muhtaçtılar. Özellikle giysilerini çıkarmaları da gerekti.
Atina, buradan yedi kilometre uzaklıkta olduğundan her üçü de trene binerek Atina’ya gittiler.
İki yıldan beri ilk kez olarak bir Avrupa kentinde bulunuyorlardı. Karşılaştıkları şeyler karşısında uğradıkları şaşkınlık oldukça fazlaydı.
En çok dikkatlerin çekmeye neden olan şey: gördükleri çalışmaydı. Serhas zamanında olduğu gibi Yunanlılar başkenti savunma haline getiriyorlardı. Truva surlarına benzer bir hayli yüksek ve kalın duvarlardan oluşturulmuş bir sur, kenti bütünüyle kuşatmıştı.
Betonla yapılan ve en büyük top mermilerine direnecek derecede sağlam olan istihkâmlara gerek yoktu. Çünkü İstila-i Cihan Ordusunda top yoktu.
Bütün halk çalışıyordu. Ticaret bırakılmış, yalnız gereken mermi üretimine özel kalmıştı.
Çalışmayanlar silah kullanmasını öğreniyorlardı. Hâkim noktalara toplar konulmuştu. Kuzeydeki kentlerle içte yaşayanlar Atina’ya doğru geliyorlardı.
Müstahkem ordugâhın merkezinde dik bir kayanın üstünde “Ovada demirlemiş büyük bir gemi gibi” meşhur Akropol tapınağı göze çarpıyordu. Zirvesinde, Yunanlılar: sanki özgürlüklerinin son durağı imiş gibi bütün gemilerindeki topları yığmışlardı.
Airupaj ve Peniks yönünden Perofile kenarına kadar ekleme yapılmış ve Viknovar Apter tapınağı 150 metre yüksekliğinden bu surun yanında, sanki hurafe devrinin bütün Şehir Tanrıları, Atina kentinin savunmasına çağrılmış gibi bir görünüm kazanmıştı.
Mora yarım adasında da Korint merkez geçidi direnmek üzere seçilmiş ve adalar denizini Yunan denizine bağlayan kanalın her iki yakasında, su ile dolu derin hendekli istihkâmlar yapılarak koruması Lakoni, Arkadi, Meseni, Arkiled halkına bırakılmıştı. Başlangıçta, Mora halkını bütün saldırılara karşı savunma ve koruma yapan Range sıradağlarının sırtlarında Tesalya ve Patras’tan göç eden halk gerçek bir kent inşa etmişlerdi.
Bizim üç Fransız, bu ayrıntıyı; rastlantıyla karşılaştıkları bir Fransız’dan almışlardı.
Çahner:
- Nesine derseniz bahse varım, bu adam Marsilyalıdır.. Dedi.
Hemen teklifsizce yanına giderek elini uzattı ve nezaket için Fransa’nın güney şivesiyle konuştu.
teğmen, bu sanısında yanılmamıştı. Bu adamın adı Keynel’di.
Yirmi yıl önce Yunanistan’a gelerek bir zeytin yağı fabrikası açmış ve pek çok kazanmıştı.
Fakat, iki aydan beri ihracat olmadığından ticareti bozulmuştu.
Çahner sordu:
- Herkes asker mi oldu?
- Hayır, zira, İstila-i Cihan ordusu yavaş ilerliyor. Her yerde şiddetli bir karşı duruş görecek.. belik ilk kıta Makedonya’da üç ay kadar görülecek.
- İyi ama, Yunan ordusu seferber haline konulmadı mı?
- Evet. Asker olmayanlar da siper yapımında çalışıyor, ziraatla uğraşıyor, mermi yapımında çalışıyor.
- Yunanistan bu orduyu nasıl besleyecek? Zaten sürekli bir iflas içinde..
- Sözünüz pek doğru.. fakat, bundan dolayı hükümet sıkıntıda değil. çünkü para buluyor, hem de borçlarının faizini ödemediği halde.
- Yunan ordusunun sayısı ne kadardır? Sanırım çok olmamalı..
- Yunan ordusunun hazır sayısı 6 bin subay, 62 iki bin er, 4 bin hayvandır. Ancak yedekler ve destek birlikleri ile beraber 180 bin askeri savaş haline sokuyor. Lakin, bu mevcuda bütün Yunanlıları da eklemek gerek.
- Pekâlâ! Avrupa kuvvetlerini nerede topluyor?
Mösyö Keynel bir saniye kadar yanıt vermeksizin Çahner’e baktı.
- Uzaydan düşmüşe benziyorsunuz.. gazeteleri okumuyor musunuz?
Çahner gülerek:
- Gazeteler mi? iki yıl var ki bir tane bile görmedim.
- Amma tuhaf şey! Öyle ise nereden geliyorsunuz?
Çahner birkaç sözcükle maceralarını anlatınca zavallı Keynel’in şaşkınlığı sınırı aştı.
Sevinçle iki subayın ellerini sıktı.
Birkaç hafta önce Paris’te herkesin sözünü ettiği ve verdiği sözden dönmemek için Pirim adasından kaçmak istemeyen iki subay bunlar olduğunu anlayınca artık ne yapacağını şaşırdı.
Pirim felaketinden kurtulan bir deniz subayı bu olayı Paris’te anlattığı zaman Fransa heyecan içinde kalmıştı. Paris’e döndükleri zaman ne kadar büyük bir törenle karşılanacaklardı.
Çahner rahatlayarak:
- Demek Fransa’da bizi unutmadılar öyle mi?
- Ne söylüyorsunuz siz? Orada herkes sizi tanıyor. Devlet büyüklerine olduğu gibi hakkınızda saygı besleniyor. Paris’e gelmek üzere yola çıktığınızı duydukları zaman hakkınızda ne büyük bir tören hazırlandığını göreceksiniz. Ben hemen telgrafhaneye koşuyorum.
- Niçin?
- Marsilya’daki ortağımı ve Paris’teki temsilcimi haberdar etmek için! Herkes sizin burada olduğunuzu öğrensin ve hakkınızda parlak bir resmikabul hazırlasınlar.
- Acele etmeyiniz; sabırlı olunuz.. daha vakit var!
- Ne kahramansınız! İlk kez aynı yerde, aynı yolculukta bulunduğum için kendimi gerçekten bahtiyar sayıyorum. Şimdi, hangi yolla gitmek düşüncesindesiniz?
- Deniz.. sanırım en kestirme yol budur.
- Bin defa hakkınız var. trenler biraz bozuk. Paris’e ancak Marsilya yoluyla gidebilirsiniz.
- Elbette..
- Doğum yerim de sizi öyle parlak bir şekilde karşılayacak ki, Dahumiden Yiremike dönen General David bile buna gıpta etsin. Orada size ziyafetler verilecek.. ve,
- Bunlara vaktimiz yok.. hemen Paris’e ulaşmak istiyoruz.
- Adam sende! Şimdi elektrik treni sayesinde Marsilya adeta Paris’in bir mahallesi kadar uzaktır. Artık Marsilya’dan Paris’e sekiz saatte gidiliyor. Pire’den de benim vapurumla gideceğiz.
- Sizin vapurunuz mu var?
- Evet.. hatta yarın Pire’den hareket edeceğiz.
- Azizim Mösyö Keynel, teklifinizi memnuniyetle kabul ederiz, fakat ücretini ödemek koşuluyla.
- Sizin gibi kahramanlardan para almak! Aklınızı kaçırmışsınız! Bu olmayacak şey! Paranız parmaklarımı yakar. Özellikle, iki yıldan beri maaş almadığınız için şimdi biraz da sıkıntıdasınız. Şimdi sizden ayrılacağım.. yarın erkenden Pire’de rıhtımda buluşuruz.
***
Ertesi günü, Mösyö Keynel tam vaktinde rıhtıma gelmişti…
Hal ve tavrından anlatışından her yöne telgraflar gönderdiği anlaşılıyordu. Maluel buna biraz sıkıldı; zira o Paris’e sessizce girmek istiyordu.
Mösyö Keynel konuşmaktan bıkıp usanmıyordu. Leiv adındaki vapurundan, bunun çifte uskurlu olduğundan, 17,5 mil hızından, savaş sırasında kruvazöre dönüştürülebileceğinden söz etti. nihayet demir alındı; gemi harekete başladı.. Pire artık yavaş yavaş gözden kayboluyordu.
Mösyö Keynel Çanher’i yakalayarak, dün bıraktıkları konuşmaya yeniden başladılar.
- Demek Avrupa’nın aldığı karardan haberiniz yok öyle mi?
- Hayır.. fakat, keşfediyorum.. kendilerini tehdit eden bu müthiş tehlike karşısında Avrupa hükümetleri galiba birleştiler. Birleşik orduları da, güçlendirilmiş uygun noktalarda İstila-i Cihan Ordusunun hareketini engellemek için toplanacaklardır.
- Aziz dostum, aldanıyorsunuz.. gerçekte ortada bir ittifak var; fakat, bu eylemden çok sözde kalıyor. Bu birleşme için, Paris’te, Berlin’de, Londra’da, Roma’da, kongreler yapıldı. Hatta, merkezi Viyana’da olmak üzere uluslararası bir savunma komisyonu bile oluşturuldu. İstila-i Cihan Ordusu henüz uzakta her şey yolunda gitti, çünkü, gazeteler bu ordunun kesinlikle Avrupa’ya ulaşamayacağını yazdılar..
- Ne yanlış düşünce.. Bab El Mendab boğazından Kızıl Deniz geçilmiş, uyuyan gözleri açmak gerekmez mi?
- Pek doğru; bu olay büyük bir etki meydana getirmişti.. ancak, bu felakete sebep olan bir İngiliz anarşisti olduğu caninin de Pirim adasında gebertildiği duyulunca yine herkeste eski kanı oluştu.
- E niçin Küçük Asya’nın her yönüne güçlü ordular göndererek İslam ordusunun hareketini durdurmadılar.
- Buna da kalkışıldı; ancak, kuvvetler, ordular gönderilecek yerde bazı kıtalar gönderilmek istenildi. Bilmem ne oldu.. İngiltere vaz geçti.
- İngiltere mi?
- Evet, size bugünkü hali anlatayım. İstila-i Cihan Ordusunun Avrupa’ya yaklaştığı haber alınınca Londra’da son bir kongre yapıldı. Düşmanın saldırı yönü bilinmediği için çeşitli uluslara mensup kıtaların uzağa gönderilmesi, bunların iaşe şekillerindeki sorunlar nedeniyle olanaksız gibi kabul edilerek bu şekilde karar verildi.
- Hay Allah cezalarını ersin! Napolyon, Avustralyalılardan, Prusyalılardan, Bavyeralılardan, İtalyanlardan oluşan bir orduyu Niyemen nehrine nasıl gönderdi? O zaman tren var mıydı?
- Her hükümet kendi toprağının savunmasını ve tehdit olunan müttefikine para vesaire araç göndermek suretiyle yardım edilmesi kararlaştırıldı.
- Ben İngiltere’yi iyi bilirim. O “Herkes kendi hesabına” kuralına göre hareket eder.
- Evet…
- O şimdi adasına çekilerek uzaktan rahat rahat izleyici olacak!
- Dahası var.. hep savaş gereçleriyle uğraşılarak ticaretten uzak duran Avrupa’ya bir de garip teklifte bulundu. Bütün ihracat ve taşımayı kendi ticari gemileriyle yaptırarak Avrupa’yı bu yandan da tekel altına almak istiyor.
- Vay canına! Zaten bunların yararcıperest olduklarının biliyordum; göreceksiniz, herkes savaşla uğraşırken bunlar da bu uğraşıdan yararlanarak para kazanacaklar…
- Avrupalılar bunların tarihlerinin biliyorlar..
- Diğer hükümetler ne yaptılar? Fransa, Almanya, Avusturya, Rusya ne yapıyor?
- Bunlar birlikte savunma kuralını onayladılar. Her hükümet hem kendi ülkesini savunacak ve hem de diğerlerine yardım edecek.
- Bu, İstila-i Cihan Ordusuna karşı köşe kapmaca oyununa benzer. Niçin birleşmiş devasa bir ordu halinde düşmana atılarak büyük bir meydan savaşıyla öncüleri parça parça etmiyorlar.
- Buna da gerekçe var: kolera!
- Evet, kolera! Veba! Sarı Humma! Gerçekte bu üç afet Bulgaristan ve çevresini kasıp kavuruyor. Halk korkudan Tuna nehrinin ötesine geçiyor. Romanya ordusu buna engel olmaya çalışsa da o da bulaşık.. büyük devletler ve ilerde bulunan Rusya ve Avusturya, İstila-i Cihan Ordusunun bu korkunç öncülerinden daha çok koleradan korkuyor. Bunlardan haberiniz yok mu?
- Vay canına! Betimlediğiniz hal ve durum pek acıklı! Ben ise başka türlü düşünüyorum.
- Dostum bereket versin ki Fransızız.. gerek hastalık ve gerekse istila ordusu Paris’e gelmeden önce bir çok darbeye uğrayacak.. belki de büsbütün ortadan kalkacak..
Çahner sustu.. O, Avrupa’yı bu halde göreceğini umut etmiyordu.
- Demek, bütün Tuna bölgesi terk ediliyor öyle mi?
- Evet, küçük devletler bu hastalık felaketi önünde geri çekiliyorlar; savaş haline getirilen orduları Rusya ve Avusturya ordularına katılıyor. Bulgaristan 250 bin ve Romanya 160 bin kişilik ordusuyla Rusya ordusunu güçlendirecek. 50 bin kadar olan Karadağlılar, dağlık arazilerini savunacaklar.
- Anlıyorum ki bu küçük devletlerin güçlerine ilişkin epey bilgi toplamışsınız.
- Gazeteler her gün bunlara ilişkin bilgiyle dolu. Ben de bunları okuyarak sayıları anlağıma kazıdım. Henüz savaş haline girmeyen devletler de yakında hazırlanacaklardır. Avrupa’nın çıkarabileceği genel kuvvete ilişkin şimdiden yaklaşık olarak bir bilgimi var.
- Genel kuvvet ne kadar?
- 11 milyon 600 bin.. Bundan 420-450 bin İngiliz’i çıkarmak gerek.
- Evet, bunlar kendi memleketlerinde rahat rahat oturacaklar. Fakat, düzgün 11 milyon bir kuvvet kötü değilse de maneviyat pek kırık doğrusu ya ben Avrupa’nın geleceğinden korkuyorum. Biraz da Afrika’dan bilgi verir misiniz?
- Oradan geldiğiniz için sizin benden fazla bilginiz vardır.
- Hayır; amacım Cezayir’den haber almaktır.
- Cezayir hayli bir zamandan beri boşaltıldı. Cezayir kentiyle diğer kentler tamamen tahrip edildi. Yalnız Konstantin bir yıl kadar bir savunma yapabildi. Şimdi sahil zencilerle dolu. Bu kitleler Avrupa’ya geçmek için her türlü araca başvuruyorlar.
- Nasıl? Avrupa’ya geçmek için mi?
- Evet; Müslümanlar geceleyin kayıklarla Cebel-i Tarık boğazını geçmek için çok çalıştılarsa da İspanyollar engel oldu.
- Zavallı Cezayir! Diye bir ah çeken Çahner düşünmeye başladı.
Deniz güzeldi. Leiv gemisi tam yol ile gidiyordu. Birden bire ufukta bir takım gemiler göründü.
Mösyö Keynel, dürbünüyle bakarak:
- İngiliz donanması.. dedi.
Çahner:
- Donanma bu savaşta bir iş göremeyecek.
- Doğru ama, istila ordusunun arkalarına asker indiremezler mi?
- Adam sende! İstila ordusunun gerisine asker dökülmüş ne geçerliliği olabilir? Soldan geri dönerler ve bunları ezerler. Özellikle bu ordunun sürekli gerisinden destek birlikleri geldiği için donanmanın getireceği kuvvet bir içim sudur.
- İstila ordusu nasıl geçiniyor?
- Arabistan’da iyi yiyip içtiler. Bunlar, pek az bir şeyle yetindikleri için Avrupa’da yeterli yiyecek bulabilirler.
- Bunlar şimdi yaklaşıyorlar.. ben de artık kuşkuya düşüyorum. Ah! Şu İngilizler ah! Ne şanslı adamlar! Adalarına çekilerek her saldırıdan uzak bulunuyorlar.
- Bunların bu hareketlerini onaylıyorsunuz?
- Bu düşüncenizde yanılıyorsunuz.. ben ölürüm de yararperestliği onaylamam.
- Öyle mi sanıyorsunuz? Bir kere istila ordusunu iş başında görürseniz o zaman sözüme hak verirsiniz.
***
Akşam olmaya başlamıştı. Ufukta hiçbir kara görünmüyordu. Gayet samimi dost olan Çahner ile Mösyö Keynel pusulanın yanında bir asma rafın önünde durmuşlardı. Rafın üzerinde içki şişeleri ve kadehler bulunuyordu.
Teğmen, uzaktan Yüzbaşı Maluel’in geldiğini görünce:
- Er geç yanımıza geleceğini biliyordum. Gel de şu nefis Sisam şarabından iç.. bu, Fransa’da bu adla satılanlara hiç benzemez.
- Teşekkür ederim; çoktan beri alkol içmediğim için başım belki dayanamaz.
- Adam sende! Ne zararı var! Bir bardak şarap!
Mösyö Keynel üçüncü kadehi de doldurarak:
- İngilizlerden söz ediyorduk. Bir kere bu adamlarla ilgili söz açıldı mı yılan hikâyesi gibi uzar. Tuhafıma gidiyor, öfkemi alevlendiriyor. Yirmi beş milyon nüfus olsun da zayıf bir ordu kursun. Asıl tuhafıma giden nokta burası.
Otuz yedi milyon nüfusu olup iki yüz bin asker çıkaran Fransa ile arasında karşılaştırma yapılamaz.
Maluel:
- Bunun nedeni açıktır, Avrupa’da genel askerliğin olmadığı bir ülke varsa o da İngiltere’dir. Ordu, gönüllü şeklinde katılımlarla kuruludur. Sanırım iki yıldan beri bu yöntemi terk etmemiştir.
Keynel:
- Hayır…
Çahner:
- Hala gönüllü, paralı askeri yöntem! Askere katılan, çavuşu tarafından bol maaşla toplanan adamlara başka ne isim verilir?
Maluel:
- Ben Port Land’da gezim sırasında bunların askeri yöntemlerini açıkça gördüğüm için teşkilat ve varlıklarına ilişkin tam bir bilgim vardı.
- O halde, bize bilgi verirsiniz değil mi?
- Memnuniyetle.. kuvveti; sürekli ordu, ulusal yedek ve gönüllülerden oluşmuştur.
Sürekli ordunun askerleri 12 yıl süresince gönüllü şeklinde edinilen kişilerden oluşur ki bu sürenin 7 yılı silahaltında geçer, beş yılı da destek birliği olarak. İhtiyat sınıfı üç kısma bölünmüştür.
Yalnız birinci kısım yurt dışında istihdam olunur. Diğerleri yurt dışına çıkmazlar. Hali hazırda muvazzaf ordunun varlığı: 220 bin er e 25 bin hayvandır. Fakat, bu kuvvet: Mısır’a Cebel-i Tarık, Malta, Kıbrıs, Hindistan gibi yerlere dağıtılmıştır.
Yalnız, bu kuvvetten 80 bin kişisi Hindistan’dadır.
Çahner:
- Yine de bu kadar asker Hindistan’daki isyanı bastıramadı. Oradan kovuldular. Mösyö Keynel, bundan haberiniz var mı?
- Elbette duydum.. hem de Hintlilerin zaferini duyunca sevinçle süt içtim..
Maluel:
- Milis de, tıpkı gönüllü şeklinde toplanıyor, fakat, milisler askerliklerinin ilk senesi altı ay için hizmetle yükümlüdürler. Süre altı yıl olduğu için diğer beş buçuk yıl da yirmi yıllık yirmi gün eğitim görüyorlar. Milislerin sayısı da 130 bindir.
Çahner:
- Yüzbaşım, geçirdiğimiz iki yıllık bir garip yaşamdan sonra böyle rakamlı ve ayrıntılı şeyleri anımsadığınızdan ötürü siz kutlarım. Doğrusu ya, belleğiniz pek sağlam..
Maluel:
- Gönüllüler elbise ve silahı kendi paralarıyla elde ederler. Savaş zamanında da 200 bin kişi kadar bir kuvvet meydana getirirler. Özetle İngiltere’nin tüm askeri varlığı en son: 470 bin kişidir.
Çahner:
- O halde adasında kalmakta hakkı varmış..
- Fakat donanması pek güçlüdür. Yanlış olmasın söyleyebilirim ki 400 savaş gemisiyle 100 bin deniz askeri vardır ki Avrupa’nın en güçlü donanmasıdır.
Çahner sordu:
- Gece oluyor.. Malta’ya ne zaman varacağız?
- Yarın akşamdan önce ulaşamayız.
- Ya Marsilya?
- Dördüncü günü akşamı.. korkmayınız, vakit kaybetmek istemem.. Malta’da da iki saat duracağız…
- Kömür almak için değil mi?
- Evet..
***
Malta’da gemi Lavalt limanında iki saat durmuştu. Bizim iki subay, rıhtım üzerinde halktan bir sürü insan gördüler. Mösyö Keynel, gemiye döndüğü zaman bu konuda bilgi verdi. Afrika’daki İngilizlerin tümü adaya sığınmışlar. Son derecede pahalılık varmış..
Ertesi günü Leiv gemisi Sicilya sahilinden geçerken Keynel: bu büyük adanın İtalya’dan ayrılarak bağımsızlığını ilan etmek istediğini; vergiler altında ezildiği, ticaret ve ziraatı mahvolduğu için İtalyan askerlerini denize döktüklerini, başlarda ünlü Krispi’yi öldürmeğe kalkışan korkunç mafya sosyalist grubun reisi olan Papa başkanlığında İtalyan’ın saldırılarına karşı koyduğunu anlattı.
Bu iki olaydan şaşkınlık içinde kalan Çahner:
- Beyaz ırk yeni durumda kendisini savunmak düşüncesinde değil galiba.. herkes, tehlikeden kendini kurtarmak istiyor.
Maluel:
- Beyaz ırkın varlığının son bulacağından korkuyorum. Artık iniş ve çöküş yaklaşıyor. Çünkü bu anda birleşmeden başka bir kurtuluş olmadığını anlamıyor.. acaba Fransa’da bir hazırlık var mı?
Keynel:
- Fransa’da Cezayir ordusunun karşılaştığı felaketten beri herkes gözünü dört açtı.. yeni araçlara yönlendiler.
- Genel savaş emri verildi mi?
- Henüz verilmedi.. çünkü vaktinden önce savaş haline geçmek ticarete ve ziraata önemli darbe vurur. Her şeyin mahvına neden olur. Yalnız destek birlikleriyle yedekler bir biri ardından atış eğitimi için birer ay süreyle silahaltına alınıyorlar. Birçok yeni buluşla uğraşılıyor; iki yıl önce balonuyla beraber kaybolan zavallı bir mühendisin imal ettiği balon sisteminde bir balon filosu da oluşturuldu.
Maluel:
- Mösyö Dörvil ’in değil mi?
- Bunu daha önce tanıyor muydunuz?
- Hayır.. yalnız denemelerini duymuştum. İlk balonunu da Afrika’da gördük.
- Çarı mı?
- Evet Çarı..
- Ha şimdi anımsıyorum.. halkın genelini heyecana getiren maceranızın anlatılışı sırasında balonun da İslam ordusunda görüldüğünü söylemişlerdi. Sefil bir katil, keşif birimini katlederek balonu Sultana teslim etmiş imiş..
- Bir katil mi? Keşif birimin ne şeklide öldürüldüğü biliniyor mu?
- Evet; Selahaddin adında bir çevirmen gaz tüfeğiyle hepsini katletmiş.. bütün bu ayrıntılar gazete sütunlarını doldurdu.
- Bu Selahaddin yalnız mıymış?
- Yalnızmış veya yardımcıları da varmış.. bu konudaki bilgiler Paris’e mühendisin bir yeğeni tarafından getirildi. O da balondaymış.
- O kurtulmuş öyle mi?
- Evet.. bin zorlukla Paris’e gelmiş.. bu, Branten adında birisi olup şimdi Fransa’da Mösyö Dörvil kadar ün sahibi. Mühendisin bütün planların sahip olarak biraz önce siz söylediğim hava filosunu kurdurdu.
- Balonların sayısı çok mu?
- Şimdilik on tane kadar var; fakat, bu konuda gerekli yardımlar yapıldığı için iki ay kadar altmış tane daha olacak.
- Bu savaş sırasında bunların büyük hizmeti dokunacak.
- Evet pek büyük.. bunlara fazlasıyla önem veriliyor. Hatta Mösyö Branten’in en son balonu son derece mükemmelmiş.
- Bunun diğerinden ne farkı var?
- Yine aynı kurallar üzerine yapılmış, fakat ötekilerin üç misli büyüklüğünde olup 300 kişi alıyor ve 8 bin metre yükseğe çıkıyormuş.
- Bu Mösyö Branten hala Paris’te mi?
- Evet..
- Bana, Dörvil keşif biriminin katledilişiyle ilgili bilgi verebilir değil mi?
- Sanırım..
***
Maluel’in anlağı, bu haber üzerine büyük bir düşünsel uğraşı içinde kalmıştı. Yavaş yavaş işi anlıyordu. Kristiyan’ın Selahaddin’in sevmediğini ve bu konuda bir intikam, bir garazkârene var olduğunu seziyordu.
Kendi kendine:
- Hayır, hayır.. Kristiyan bu aşağılık adamı sevemez. Onu kesin reddetmiştir. Cani, Hartum ’da beni mustarip etmek için o yalanı uydurduydu..
Fakat, yüzük, mektup! İşte bunlar anlağını alt-üst ediyordu. Yumruklarını sıkarak:
- Sabır! Vakit yaklaşıyor; her şeyi öğreneceğim, diye mırıldandı
***
Marsilya’ya ulaşmışlardı. Mösyö Keynel, önceden telgrafla bilgi vermiş olduğundan kentin hemen yarı halkı rıhtıma doluşmuştu. Leiv gemisi, Jülyen limanına yanaştığı zamanda büyük bir alkış sesi ortalığı sarstı.
Bir sürü adam ki subayı tutarak derhal bir arabaya bindirdiler. Liman işçileri atları çözüp arabayı çekmeğe başladılar.
Marsilya’da haklarında o kadar büyük bir alkış yayıldı ki tanımlanması olası değil.
Elektrik treni bunları yedi saat kırk dakikada Paris’e götürdü.
İstasyon hınca hınç olduğu gibi sokaklar dahi insanla dolmuştu. Hat istasyonunda iki bakanla yüzlerce milletvekili ve resmi üniformalı beş yüz subay bu iki kahramanı bekliyorlardı.
‘Viva!’ sesleri arasında savaş bakanı, iki subayın göğüslerine Lejyon Donör madalyasını taktı ve terfilerini duyurdu.
Sonra, Fransa Afrikası Cemiyeti başkanı ilerleyerek etkili, duygulu bir söylev çekti. Maluel de buna karşılık verdi. fakat büyük salonda bulunanlar arasında altın gözlüklü, beyaz sakallı bir adam gördü.
Bunu görünce anlağı alt-üst oldu. Şakaklarından soğuk bir ter boşandı. Kristiyan’ın babasını tanımıştı. Mühendis Füritye Maluel’in heyecanını görerek kollarını uzatıp ilerledi ve gözleri yaşarmış olduğu halde:
- Ah! Aziz çocuğum! Dedi.
Maluel şaşırıp kaldığı için yanıt veremedi.
Mösyö Füritye, yeni binbaşının koluna girdiği zaman yavaş sesle:
- Kızım şimdi ne kadar mutlu olacaktır! Diyebildi.
Kalbi heyecanla şişen subay:
- Kristiyan! Diyerek başka bir sözcük bulamadı.
- Evet Kristiyan! Dün ilk kez matem elbisesini terk eden ve sizi iki yıldan beri bekleyen Kristiyan..
Delikanlıyı arabasına götürürken:
- Kızım ne kadar mutlu olacak! Sözünü yineledi.
Cemal Çalık, 08.01.2018, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, İstilâ-i Cihan-Kara Öfke, Roman
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.