"Müminler, Allah’ın kurtuluş reçetemiz olarak gönderdiği Kur’an’a sımsıkı sarılırlar ve içindekileri düşünürler, anlamaya ve hayatlarına taşımaya çalışırlar. Allah’ın kitabından uzak ve gaflet içinde bulunamazlar. ”
بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم
Bizi yaratan ve bize doğru yolu gösteren, kendine imân etme şerefini nasip eden, yediren ve içiren, hastalandığımızda da bize şifa veren, bizim canımızı alacak ve sonra diriltecek olan, hesap gününde, hatalarımızı bağışlayacağını umduğumuz (Şuara, 26/78-82) Âlemlerin Rabbi olan Allah’a sonsuz hamd’ü senâlar olsun. “Üsve-i hasene” olan Resûlü Muhammed Mustafa (sav)’e salât u selâm olsun.
MAİDE SURESİNDE MÜ’MİNLERİN VASIFLARI (69-79. Ayetler)[1]
اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَالَّذ۪ينَ هَادُوا وَالصَّابِـؤُ۫نَ وَالنَّصَارٰى مَنْ اٰمَنَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَعَمِلَ صَالِحاً فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
“İman edenler, yahudiler, Sâbiîler ve hıristiyanlar, (bunlardan) Allah’a ve âhiret gününe inanıp dünyaya ve âhirete yararlı işler yapanlara korku yoktur ve onlar üzülecek de değillerdir.” (Mâide Suresi,5/69.)
Bakara 62 ve Maide 69’da Gnostik din anlayışının (Demiurg (yaratıcı güç) inancı, ruh tasavvuru, kutsal gizli bilgi (Gnosis) ve kurtarıcı (Redeemer) doktrinlerini) tüm özelliklerine sahip “Sâbiilerin”, Araplarca Ehli Kitab (Yahudi ve Hıristiyanlarla) birlikte zikredilmekte ve bunlardan her kim Allah’a ve ahiret gününe inanır ve salih amel işlerse onların kurtuluşa erecekleri vurgulanmaktadır. Sabiîler 7. yy’da yaşadıkları bölgenin Müslümanlarca fethi ile Müslüman hâkimiyeti altına girince Müslümanlar Sabiîlere Ehl-i Kitap muamelesi yapmıştır. Bu sebeple Sabiîler “anlaşmalı vatandaş” (zımmî) sayılmıştır.
Söz konusu sebep ne olursa olsun ortada güneş kadar açık bir hakikat vardır. Bu hakikat de başta Peygamberler ve Kitablara iman etmeden sonrasında da dinler silsilesinin son zincirine boyun eğmeden ve Son Peygamber’e ve ona indirilen Kitab’a inanmadan cennete girilemeyeceğidir. Çünkü âyetler ve hadisler bu konunun hükmünü düzenlemektedir.
Hâsılı bu ayet üzerinden sürdürülen “kim cennete gidecek ya da kim gitmeyecek” tartışmaları bir tarafa Allah’a ve âhiret gününe inanıp tevhîd’i koruyan, -Allah rızası için- dünyaya ve âhirete sâlih (yararlı) işler yapanlara korkmayacaklar ve üzülmeyecekler denilmiştir. Rabbimizin ne dediği de gayet açıktır. Dolayısıyla tevhidi bozan, ahireti inkar eden, iman’a küfür, şirk, fısk karıştıranlar bu listeye dâhil değildir.
لَقَدْ اَخَذْنَا م۪يثَاقَ بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَ وَاَرْسَلْـنَٓا اِلَيْهِمْ رُسُلاًۜ كُلَّمَا جَٓاءَهُمْ رَسُولٌ بِمَا لَا تَهْوٰٓى اَنْفُسُهُمْۙ فَر۪يقاً كَذَّبُوا وَفَر۪يقاً يَقْتُلُونَ
“Andolsun biz İsrâiloğulları’ndan kesin söz almış ve onlara peygamberler göndermiştik. Ne zaman bir peygamber onlara nefislerinin hoşlanmadığı bir şey getirdiyse, bir kısmına yalancı dediler, bir kısmını da öldürdüler.” (Mâide Suresi,5/70.)
Allah’a isyan ve ihanet eden, Peygamber katili, lanetlenmeyi hak edecek derecede büyük suçlar işleyen İsrâiloğulları’nın, işlerine gelmeyen ve çıkarlarıyla çelişen hükümler getiren peygamberlerin pek çoğunu ya yalancılıkla itham ettiklerine veya onları öldürdüklerine Kur’ân-ı Kerîm’in birçok âyetinde değinilmiştir (meselâ bk. Bakara 2/87; Âl-i İmrân 3/21).
وَحَسِبُٓوا اَلَّا تَكُونَ فِتْنَةٌ فَعَمُوا وَصَمُّوا ثُمَّ تَابَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ ثُمَّ عَمُوا وَصَمُّوا كَث۪يرٌ مِنْهُمْۜ وَاللّٰهُ بَص۪يرٌ بِمَا يَعْمَلُونَ
“Başlarına bir felâketin gelmeyeceğini sanıp kör ve sağır kesildiler. Sonra Allah tövbelerini kabul buyurdu. Sonra içlerinden birçoğu yine görmezden ve duymazdan geldiler. Allah onların yaptıklarını görmektedir.” (Mâide Suresi,5/71.)
İsrâiloğulları hiçbir sınava tâbi tutulmayacaklarını ve başlarına hiçbir felâketin gelmeyeceğini sanmışlardı. Yahudiler bütün bu ağır suçları işlerken yüce Allah’ın başlarına hiçbir belâ vermeyeceğini, kendilerini hiçbir cezaya çarptırmayacağını sanıyorlardı. Bu yanılgıya kapılmalarının sebebi; yüce Allah’ın değişmez kanunlarından habersiz olmaları ve “Allah’ın seçkin halkı” oldukları şeklindeki asılsız iddialarına güvenmeleri idi. “Allah’ın seçkin halkı” yerine “kötülüğün seçkin” timsalleri oldular.
لَقَدْ كَفَرَ الَّذ۪ينَ قَالُٓوا اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الْمَس۪يحُ ابْنُ مَرْيَمَۜ وَقَالَ الْمَس۪يحُ يَا بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَ اعْبُدُوا اللّٰهَ رَبّ۪ي وَرَبَّكُمْۜ اِنَّهُ مَنْ يُشْرِكْ بِاللّٰهِ فَقَدْ حَرَّمَ اللّٰهُ عَلَيْهِ الْجَنَّةَ وَمَأْوٰيهُ النَّارُۜ وَمَا لِلظَّالِم۪ينَ مِنْ اَنْصَارٍ
"Allah, Meryem oğlu Mesîh’in kendisidir" diyenler, hiç şüphesiz hakikati inkâr etmişlerdir/kafir olmuşlardır. Oysa Mesîh, "Ey İsrâiloğulları! Benim de rabbim sizin de rabbiniz olan Allah’a kulluk edin" demişti. Bilinmeli ki her kim Allah’a ortak koşarsa Allah ona cennet yüzü göstermeyecek ve onun varacağı yer cehennem olacaktır. Zâlimlerin yardımcıları da olmayacaktır.” (Mâide Suresi,5/72.)
لَقَدْ كَفَرَ الَّذ۪ينَ قَالُٓوا اِنَّ اللّٰهَ ثَالِثُ ثَلٰثَةٍۢ وَمَا مِنْ اِلٰهٍ اِلَّٓا اِلٰهٌ وَاحِدٌۜ وَاِنْ لَمْ يَنْتَهُوا عَمَّا يَقُولُونَ لَيَمَسَّنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ
“Andolsun ki "Allah üç unsurdan biridir" diyenler de kâfir olmuşlardır. Halbuki bir tek Tanrı’nın dışında hiçbir ilâh yoktur. Şayet bu dediklerinden vazgeçmezlerse, böylece kâfir olanları elem verici bir azaba çarptırılacaklardır”. (Mâide Suresi,5/73.)
“Ey Ehl-i kitap! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında, gerçek olandan başkasını söylemeyin. Meryem oğlu Îsâ Mesîh ancak Allah’ın elçisidir, Allah’ın Meryem’e ulaştırdığı kelimesidir ve O’ndan bir ruhtur. Şu halde Allah’a ve peygamberlerine iman edin, "üçtür" demeyin, bundan vazgeçin; hakkınızda hayırlı olan budur. Allah ancak bir tek ilâhtır. O, çocuğu olmaktan münezzehtir, göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Güvenmek ve dayanmak için Allah yeter.” (Nisâ Suresi,4/171.)[2]
Hristiyanlar, teslîs/üç ilâh safsatasını kabul etmekle hakikatten sapmış, tevhit inancından ayrılmış ve delâlete düşmüşlerdir. "Yahudiler, 'Üzeyir Allah’ın oğludur' dediler. Hıristiyanlar da ‘Mesih Allah’ın oğludur’ dediler. Bu onların kendi ağızlarıyla uydurdukları sözlerdir ki, kendilerinden önce kâfir olanların sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin, nasıl da saptırılıyorlar." (Tevbe, 9/30)[3]
Asırlar boyunca Hıristiyanlık âlemini meşgul etmiş ve kilise tarafından olabildiğince karmaşık hale getirilmiş olan Hz. Meryem’in ve Hz. Îsâ’nın mahiyeti meselesine Kur’an herkesin anlayabileceği bir üslûpla açık ve kesin bir cevap getirmektedir: Meryem oğlu Îsâ Mesîh sadece bir peygamberdir, Allah’ın Meryem’e ulaştırdığı kelimesidir ve O’ndan bir ruhtur; annesi de dürüst, inançlı ve namuslu bir insandır; her ikisi yiyip içerlerdi, yani beşer dışında düşünülmemesi gereken varlıklardı. (Kur'an Yolu Tefsiri, II/318.)
Dinlerinde aşırı giden ve Allah hakkında, gerçek olandan başkasını yani "Allah, Meryem oğlu Mesîh’in kendisidir" ve "Allah üç unsurdan biridir" diyenler de kâfir olmuşlardır. Kim de Allah’a ortak koşarsa (şirk) Allah ona cennet yüzü göstermeyecek ve onun varacağı yer cehennem olacaktır. Zâlimlerin yardımcıları da olmayacak ve kâfir olanları elem verici bir azaba çarptırılacaklardır. Allah ancak bir tek ilâhtır. O, çocuğu olmaktan münezzehtir, göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur.
Hıristiyanların sapıtmaları, kitaplarını tahrif ederek, Hz. İsa’ya ulûhiyet isnâd etmeleri, ruhbanları kendilerine Rab tâyin etmeleri gibi sebeplerle haktan ayrılarak sapıtmışlar, Allah’ın gazabına uğramışlar (Bakara, 2/61) ve lanetlenmişlerdir. (Maide,5/78).
Hıristiyanların kitâbî metinlerinde “teslis doktrini” ne ait açık ve seçik bir lafız görünmezken IV. Miladi asırda İstanbul’da düzenlenen İkinci Genel Konsil’den sonra “Teslis İnancı” resmen kabul edilmiş ve bunun dışındaki düşünce şekilleri “Rafizi” olarak kabul edilmiştir.[4] Bu üç ayeti kerime de gayet sarîh iken ve hükmü de Allah verecek iken, tevhîd’i bozan ve şirki inanç esası haline getiren, Allah’ın da kâfir olarak tanımladıklarını kim, hangi sıfatla cennete sokma gayretini göstermektedir?
Hristiyanlar, teslîs/üç ilâh safsatasını kabul etmekle kalmamışlar, helâl ve harâm hükmünü hahamların ve papazların ellerine teslim etmişlerdir. Sapma başlayınca durmuyor, Hıristiyanlar önce Allah’ın gönderdiği Peygamberi İsa (as)’ı ilahlaştırdıktan sonra burada kalmayıp Allah'ı bırakıp hahamlarını, papazlarını da Rab kabul ettiler.
اتَّخَذُواْ أَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ أَرْبَاباً مِّن دُونِ اللّهِ وَالْمَسِيحَ ابْنَ مَرْيَمَ وَمَا أُمِرُواْ إِلاَّ لِيَعْبُدُواْ إِلَـهاً وَاحِداً لاَّ إِلَـهَ إِلاَّ هُوَ سُبْحَانَهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ
"Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih'i rableri olarak kabul ettiler. Oysa tek Allah'tan başkasına kulluk etmemekle emrolunmuşlardı. O'ndan başka ilâh yoktur. Allah, koştukları eşlerden münezzehtir." (Tevbe, 9/31).
Adiy bin Hâtem, henüz müslüman olmadan önce, hıristiyanken Hz. Peygamber (s.a.s.)'e gelmişti. Peygamber'in bu âyeti okuduğunu duyunca; "Onlar, haham ve papazlarına ibâdet etmiyorlar ki?!" demiş ve bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştu: "Evet! Onlar helâlı harâm, harâmı da helâl yaptılar. Hıristiyanlar da onlara tâbi oldular. İşte bu, onların birbirlerine ibâdetidir."[5]
Bu hadis-i şerif, Allah'ın kitabına yetki tanımaksızın helal ve haramın sınırlarını belirleme yetkisini kendisinde görenlerin nefislerini ilah ve rabb ittihaz ettiklerini ve onlara kanun koyma yetkisi tanıyanların da onları rabbler edindiklerini göstermiş olmaktır.[6]
اَفَلَا يَتُوبُونَ اِلَى اللّٰهِ وَيَسْتَغْفِرُونَهُۜ وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَح۪يمٌ
“Hâlâ Allah’a tövbe edip O’nun bağışlamasını dilemeyecekler mi? Allah çok bağışlamakta, çok esirgemektedir.” (Mâide Suresi,5/74.)
مَا الْمَس۪يحُ ابْنُ مَرْيَمَ اِلَّا رَسُولٌۚ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِ الرُّسُلُۜ وَاُمُّهُ صِدّ۪يقَةٌۜ كَانَا يَأْكُلَانِ الطَّعَامَۜ اُنْظُرْ كَيْفَ نُبَيِّنُ لَهُمُ الْاٰيَاتِ ثُمَّ انْظُرْ اَنّٰى يُؤْفَكُونَ
“Meryem oğlu Mesîh sadece bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Onun annesi dürüst ve inançlı bir kadındır. İkisi de yiyip içen birer insandı. Bak, âyetleri onlara nasıl açıklıyoruz, sonra bak nasıl saptırılıyorlar!” (Mâide Suresi,5/75.)
قُلْ اَتَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مَا لَا يَمْلِكُ لَكُمْ ضَراًّ وَلَا نَفْعاًۜ وَاللّٰهُ هُوَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ
De ki: "Allah’ı bırakıp da size zarar da veremeyen yarar da sağlayamayan varlıklara mı kulluk ediyorsunuz! Allah her şeyi işitmekte ve bilmektedir." (Mâide Suresi,5/76.)
Cenâb-ı Allah Ehl-i kitabı bir defa daha bu büyük yanlıştan vazgeçmeye, kendisinin engin af ve mağfiretine sığınmaya davet etmekte, sapkınlıkta ısrar etmelerinin acı âkıbetini haber vermekte, dinde aşırılığa kaçmaktan sakınmaya, sapan ve başkalarının da sapmasına yol açan kişiler tarafından dinin bir sömürü aracı yapılmasına fırsat vermemeye çağırmaktadır. (Kur'an Yolu Tefsiri, II/320.)
قُلْ يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ لَا تَغْلُوا ف۪ي د۪ينِكُمْ غَيْرَ الْحَقِّ وَلَا تَتَّبِعُٓوا اَهْوَٓاءَ قَوْمٍ قَدْ ضَلُّوا مِنْ قَبْلُ وَاَضَلُّوا كَث۪يراً وَضَلُّوا عَنْ سَوَٓاءِ السَّب۪يلِ۟
De ki: "Ey Ehl-i kitap! Hakkın sınırlarını aşarak dininizde aşırılığa gitmeyin. Daha önce kendileri saptığı gibi birçoklarını da saptıran ve yolun doğrusundan uzaklaşan bir topluluğun keyfî istek ve arzularına uymayın." (Mâide Suresi,5/77.)
Burada, Hıristiyanların kendilerinden sapık itikat ve yollar edinmiş yanlış yoldaki uluslara telmihte bulunulmaktadır. Telmih, fantazileri Hıristiyanları başlangıçta kendilerine gösterilmiş olan doğru yoldan saptıran Yunan filozoflarındandır özellikle. Mesih'in ilk izleyicilerinin inançları, büyük ölçüde şahit oldukları gerçeğe ve peygamberlerinin kendilerine öğrettiğine uygun düşüyordu. Fakat, daha sonra Hıristiyanlar Mesih'e saygı ve bağlılık göstermede sınırları öylesine aştılar ve inançlarının felsefi yorumlarından ve fantazilerinden öylesine etkilendiler ki, Mesih'in gerçek öğretileriyle ortak hiçbir yanı olmayan yeni bir din icat ettiler. (Tehhîm,I/501.)
“Hıristiyanlık üzerindeki Yahudi muhalefeti ve Roma’nın baskısı üç yüzyıl kadar sürmüştür. Konstantin döneminde yayınlanan Milan Fermanı ile serbestliğe kavuşan Hıristiyanlık, Roma’nın diğer dinleri ile eşit seviyeye gelmiş, ancak resmî devlet dini haline gelememiştir. Hıristiyanlığın Roma’nın resmi dini haline gelmesi için, M.S. 380 yılını ve İmparator Theodos’u beklemek gerekmiştir.[7] Bu sefer de Hıristiyanlık putperest/pagan Roma’nın etkisi altına girmiştir.
Hıristiyanlığın bir devlet dini haline gelmesinde en büyük rolü üstlenen Konstantin M.S. 313 yılında hayalini kurduğu büyük imparatorluk birliğini sağlayabilmek için imparatorluk içindeki birliğin ancak Hıristiyanlıkla sağlanabileceğini anlamıştı. için “Milan Fermanı (M.S.313) ” diye bilinen meşhur bildiriyle bu dini himaye altına aldı, hem Hıristiyanlığı serbest bıraktı hem de ele geçirip yönlendirmenin adımını attı.
Kilise, zulme uğramış bir “gizli cemiyet” hüviyetinden sıyrılmış, güç kazanmaya başlamıştı. Kilisenin bu gücü kazanmasında en büyük rolü ise devlet oynuyordu. Ancak devlet ile kilise arasındaki düşmanlığın bir çeşit işbirliğine dönüşmesiyle, devlet kilise üzerinde baskısını hissettirmeye başladı.
Bir süre sonra Kilise artık, devletin kuklası durumundaydı. Hıristiyanlık sayısız kurbanlar verdikten sonra, Roma İmparatorluğu’nu fethetmişti.” [8]
II. yüzyıl, kilisenin Yahudi karakterden uzaklaşıp Greko-Romen medeniyetin içine girdiği dönemdi. Özellikle Yunan felsefesi ve fikri yapısı ile Hıristiyanlık iç içe girmişti. Hz. İsa’nın, bir peygamber ve insan özelliğinin zamanla tanrıya dönüşmesinde ve teslis doktrininin formüle edilmesinde, Yunan felsefesinin çok tanrılı düşüncesinin büyük etkisi varolduğu ileri sürülüyordu. Hıristiyanlaşan Yunanlı, Mısırlı ve putperest Romalı, kendi inancını devam ettirdi. Yeni girdikleri din, görüşlerini değiştiremedi. Bu ilk Hıristiyanlar arasında, bir takım felsefi sistemlere bağlanmış kimseler de bulunuyordu. Konstantin’le Roma zulmünden kurtulan kilise, din ve fikir özgürlüğünün yarattığı ortamda daha zor ve şiddetli tartışmaların içine düşmüştü.[9] Roma’yı ele geçirdiğini sanan Kilise, putperest/pagan kültür tarafından ele geçirilmişti.
Buraya kadar Hıristiyanlığı tevhidden uzaklaştıran, teslise vardıran ve ayetin ifadesiyle “daha önce kendileri saptığı gibi birçoklarını da saptıran ve yolun doğrusundan uzaklaşan bir topluluğun keyfî istek ve arzularına uymayın." Emrine dikkat etmemiz gerekmektedir.
Hıristiyanlığa bu denli etki eden mistik, putperest/pagan kültür, tercüme faaliyetleri ile Yunan filozoflarına aşık olan ve onları şeyhleri kabul eden Müslüman filozoflar eliyle İslam inancına da sızmış ve yer edinmiştir. Emeviler döneminde de çevirilerin mevcut olmasına karşılık, çeviri faaliyetleri Abbasi döneminde Beytü’l-Hikme marifetiyle yapıldı ve ciddi bir devlet politikası haline gelmiştir. Abbasilerin iktidara gelmesiyle birlikte Müslümanlar Mezopotamya, Mısır, Asur, Yunan ve Hint medeniyetlerinin düşünsel ve bilimsel ürünlerinden istifade etmeye yönelmişlerdir.
Abbasiler, kendi bilgi birikimlerini Yunan, Hint ve İran medeniyetlerinin sahip oldukları bilim ve düşünce hayatları ile ilgili kitapları Arapçaya tercüme edip kaynaştırmak suretiyle insanlık tarihi boyunca ilkini Yunanların gerçekleştirdiği ikinci kültür intikalini gerçekleştirmişlerdir (Bekir Karlığa, 2004:175).
Müslümanlar Hindistan ve Maveraunnehir bölgesinin fethi ile eski Hind bilimine dair eserleri Arapçaya çevirmeye başladılar ve Antik düşüncenin ürünlerini sadece Grek metinleriyle tanımakla kalmadılar aynı zamanda Süryanice, Kıptîce, Farsça ve Hintçe aracılığıyla da bu kültürün değişik versiyonlarını tanıyıp ortak bilim ve kültür dili olan Arapçaya aktardılar.
Fetihlerle sınırlarını genişleten Müslümanlar diğer medeniyetlerle karşılaşma fırsatı buldular. Buradaki milletlerle ve onların düşünsel ve bilimsel dünyalarıyla tanıştılar. Yozlaşmanın ilk işaretleri olarak, kitlelerin İslam’a girmesiyle birlikte tercüme faaliyetleri de başlamıştır. İlk olarak Emeviler Dönemi’ne denk gelen bu faaliyetlerle Müslümanlar ilmi açıdan çok geniş bilgi elde etmeye başlamıştır, ama bu durumun İslami açıdan olumlu mu olumsuz mu olduğu tartışılır. Bu dönemden itibaren Felsefe alanına bir anda büyük ilgi duyulmuş ve İran, Yunan, Hint, Mısır gibi kültürlerden çok sayıda Arapçaya tercümeler olmuştur. Devlet yöneticilerinin de bu faaliyetleri desteklemesi, bu durumun hızına hız katmıştır. Bu tercümelerle, Müslümanların artık zihniyetleri de değişmiştir. Şöyle ki, rüyalarında Rasulullah veya salih insanların yerine, Aristo ve benzerleri görülmeye başlanmıştır.
Beytu'l-Hikme'de altmış beş çevirmenin görev yapıp, bunlardan kırk yedisinin, Bizans İmparatorluğundan Anadolu'ya yerleşen Süryani kökenli çevirmen, geriye kalanların ise İskenderiye'den etrafa dağılan Yunan ya da İbrani kökenli bilim adamları olduğunu hatırlarsak[10] bu bilim (!) adamlarının İslam’a ve Müslümanlara ne kadar çok katkı (!) sağladıklarını da anlamış oluruz. Böylece Müslümanların düşünce hayatı ve zihinleri de değişmeye, kendilerine yabancılaşmaya başlamıştır.
İslam dünyasının müşahede ettiği bu ilk yoğun tercüme faaliyetinin tek sonucu bu olmadı şüphesiz. Babil’in mitolojisi, Yunan’ın teolojisi ve Mısır’ın kozmogonisi de Müslümanların kültürüne etki etmeye başlamıştır. Kelam kitaplarında adı geçen pek çok bid’at fırka ve akım da varlığını, büyük ölçüde bu faaliyetin vücut verdiği gelişmelere borçludur. Aynı zamanda bâtinî ve sapkın mistik fırkalarda bu elverişli ortamdan güç almışlardır.
Ama bu düşünce hayatı ve zihinleri de değişim, yabancılaşma, vahiyden kopma Müslümanlara çok pahalıya mâl olmuştur. Ne yazık ki bu tercüme faaliyetleri ve filozofların etkisi üzerine onca güzellemeler yapılırken bir hasar tespiti de yapılmamıştır.
Buraya Mâide 57. Ayeti değerlendirirken geldik çünkü pagan ve putperest kültür nasıl Hıristiyanlığı ele geçirmişse Müslümanların aynı hatayı tekrarlamaması gerekmektedir. Vahyin berrak, saf inancının bozulma çalışmalarında, ihtilaf ve fitnenin artmasında kesinlikle bu tercüme faaliyetlerin ve yunan filozof aşığı Müslüman filozofların katkısı ve günahı büyüktür. Her ne kadar resmi söylem ve genel kabul böyle olmasa da ne yazık ki hakikat budur.
İslâm medeniyetinde din, kültürü şekillendirmişken; Hıristiyan Batıda, kültür dini şekillendirmiştir. Ne yazık ki bu önerme bugün ne kadar geçerlidir? Görünen o ki aynı batı da olduğu gibi kültür dini (İslam’ı) şekillendirmeye başlamıştır. Yani Müslümanlar da teslim olup kendilerini dine uydurmak yerine, dini kendilerine uydurma yoluna girmiş bulunmaktadırlar.
Şu kadar var ki Diyanet İşleri Başkanlığı FETÖ terör örgütünü incelediği gibi İslam (!) filozofları ve bâtini mistik sufiler üzerine onların tevhide aykırı düşünceleri üzerine çalışma yapsa hayli dehşete düşürücü sonuçların ortaya çıkacağından hiçbir şüphem yoktur.
Ey Müslümanlar siz de “daha önce kendileri saptığı gibi birçoklarını da saptıran ve yolun doğrusundan uzaklaşan bir topluluğun keyfî istek ve arzularına uymayın." (Mâide,5/77.)
لُعِنَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَ عَلٰى لِسَانِ دَاوُ۫دَ وَع۪يسَى ابْنِ مَرْيَمَۜ ذٰلِكَ بِمَا عَصَوْا وَكَانُوا يَعْتَدُونَ
“İsrâiloğulları’ndan kâfir olanlar, Dâvûd ve Meryem oğlu Îsâ diliyle lânetlenmişlerdir. Çünkü onlar isyan etmişlerdi ve sınırı aşıyorlardı.” (Mâide Suresi,5/78.)
Lânet, yüce Allah’ın kulunu hoşnutluğundan, rahmet ve inâyetinden yoksun kılmasının, ona gazap etmesinin en şiddetli ifadesidir (bu konuda bk. Bakara 2/159; Âl-i İmrân 3/87). Burada İsrâiloğulları’nın taşkınlık ve nankörlükte ileri gitmeleri sebebiyle ilâhî lânete uğramalarından söz edilmektedir. (Kur'an Yolu Tefsiri, II/321-322.)
كَانُوا لَا يَتَنَاهَوْنَ عَنْ مُنْكَرٍ فَعَلُوهُۜ لَبِئْسَ مَا كَانُوا يَفْعَلُونَ
“İşledikleri kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmıyorlardı. Yaptıkları ne fena idi!” (Mâide Suresi,5/79.)
“Toplumlarda ahlâkî değerlerin erozyona uğraması ve ahlâkın çökmesi mâşerî vicdanda duyarlılığın azalma eğilimi göstermesi ile yakından ilgilidir. Bu da bireylerin kötülükler karşısında rahatsızlık duymama alışkanlığı kazanmaya başlamasıyla olur. Kısa sürede bulaşıcı bir hastalık gibi yayılan bu alışkanlık toplumsal refleksleri dumura uğratır. Âyette “İşledikleri kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmıyorlardı” buyurularak, bu hastalığın yayılmasına karşı bütün bireylerin duyarlılık göstermeleri ve karşılıklı ikaz görevinin sistemli bir biçimde sürdürülmesi gerektiğine dikkat çekilmektedir.
Müslümanların benzeri bir konuma düşmemeleri için birçok âyette ve hadiste “emir bi’l-ma‘rûf ve nehiy ani’l-münker” (iyiliği özendirme ve kötülükten caydırma) görevinin önemi üzerinde durulmuş ve bu görevin kurumsallaştırılması ideal bir müslüman toplumun övülen nitelikleri arasında anılmıştır (bu konuda bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/104). Rivayete göre Hz. Peygamber bu açıklamayı takiben tefsir etmekte olduğumuz âyeti okumuş sonra şöyle buyurmuştur: “Aman dikkat edin! Allah’a andolsun sizler de ya iyiliği emredip kötülükten sakındırır ve zalime zulmünden vazgeçinceye kadar baskı yaparsınız ya da Allah sizin de kalplerinizi birbirine benzetir, onlara lânet ettiği gibi size de lânet eder” (bu konudaki rivayetler için bk. Taberî, IV, 318-319; Tirmizî, “Tefsîr”, 6 ; Ebû Dâvûd, “Melâhim”, 17; İbn Mâce, “Fiten”, 20).” (Kur'an Yolu Tefsiri, II/322-323.)
Ahmet Hocazâde, 12.01.2018, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Muhâfız ya da Muârız'a dair
Ahmet Hocazâde Yazıları
[1] Bu çalışmada Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Meal ve Tefsir çalışması kaynak olarak alınmış olup, zaman zaman açıklamalarla zenginleştirme yoluna gidilmiştir.
[2] يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ لَا تَغْلُوا ف۪ي د۪ينِكُمْ وَلَا تَقُولُوا عَلَى اللّٰهِ اِلَّا الْحَقَّۜ اِنَّمَا الْمَس۪يحُ ع۪يسَى ابْنُ مَرْيَمَ رَسُولُ اللّٰهِ وَكَلِمَتُهُۚ اَلْقٰيهَٓا اِلٰى مَرْيَمَ وَرُوحٌ مِنْهُۘ فَاٰمِنُوا بِاللّٰهِ وَرُسُلِه۪ۚ وَلَا تَقُولُوا ثَلٰثَةٌۜ اِنْتَهُوا خَيْراً لَكُمْۜ اِنَّمَا اللّٰهُ اِلٰهٌ وَاحِدٌۜ سُبْحَانَهُٓ اَنْ يَكُونَ لَهُ وَلَدٌۢ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ وَكَفٰى بِاللّٰهِ وَك۪يلاً۟
[3] وَقَالَتِ الْيَهُودُ عُزَيْرٌ ابْنُ اللّهِ وَقَالَتْ النَّصَارَى الْمَسِيحُ ابْنُ اللّهِ ذَلِكَ قَوْلُهُم بِأَفْوَاهِهِمْ يُضَاهِؤُونَ قَوْلَ الَّذِينَ كَفَرُواْ مِن قَبْلُ قَاتَلَهُمُ اللّهُ أَنَّى يُؤْفَكُونَ
[4] Prof. Dr. Mehmet Aydın, Teslis Doktrini ve Hıristiyan İ’tizalleri, s.142-143.
[5] Tirmizî, Tefsîru Sûre, 10, H.No:3095.
{اتَّخَذُوا أَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ أَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللَّهِ} [التوبة: 31] ، قَالَ: «أَمَا إِنَّهُمْ لَمْ يَكُونُوا يَعْبُدُونَهُمْ، وَلَكِنَّهُمْ كَانُوا إِذَا أَحَلُّوا لَهُمْ شَيْئًا اسْتَحَلُّوهُ، وَإِذَا حَرَّمُوا عَلَيْهِمْ شَيْئًا حَرَّمُوهُ» : «هَذَا حَدِيثٌ غَرِيبٌ، لَا نَعْرِفُهُ إِلَّا مِنْ حَدِيثِ عَبْدِ السَّلَامِ بْنِ حَرْبٍ، وَغُطَيْفُ بْنُ أَعْيَنَ لَيْسَ بِمَعْرُوفٍ فِي الحَدِيثِ» رواه الترمذي وحسنه الألباني
[6] SA4478/KY57-AHCZD18: Nefsini İlah Edinen İnsan
http://www.sonsuzark.com/2017/06/sa4478ky57-ahczd18-nefsini-ilah-edinen.html
[7] Aydın, Mehmet, Hıristiyan Kaynaklarına Göre Hıristiyanlık, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1995, s. 22.
[8] Alparslan YALDUZ, Konsillerin Hıristiyanlık Tarihindeki Yeri ve İznik Konsili, s.270-271.
http://ucmaz.home.uludag.edu.tr/PDF/ilh/2003-12(2)/10.pdf
[9] Alparslan YALDUZ, a.g.m., s.271.
[10] Gürkan Dağbaşı, Abbasi Dönemi Çeviri Faaliyetleri, s.183.
http://isamveri.org/pdfdrg/D02895/2013_27/2013_27_DAGBASIG.pdf
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.