Zenci halkının istilası, Avrupa'yı alkana boyayacak; bir eşi daha görülmemiş kıyımın öncüsü olan bu ilk darbe böyle gerçekleşmişti.
Üçüncü Bölüm
-5-
Zenciler İçin Kış- Yunanistan’a Sevk Edilen Kıta- Karadağ’ın Direnişi- Silahlı Kuvvetlerin Durumu- Japonya’nın Müdahalesi- Rusya’nın Sarı Irk Tehlikesiyle Uğraşması- Belgrad Kuşatması- Ömer’in Bir Mektubu- Soğuk Sultana Yardım Ediyor- Viyana Üzerine Hareket- Almanya’nın Askeri Gücü- Veba- Genel Yok Oluş- Çar Balonunun Ortaya Çıkışı
Sultan, on üç ordusunu ileri sürerek Belgrad’ı kuşattığı zaman Ekim ayı da son bulmuştu.
Uzun zamandan beri Sultan: Avrupa’da kışın birkaç meydan savaşı vereceğini düşündüğü için gerekli hazırlıklarda bulunmuş, askerlerine kışlık elbiseler yaptırmış, ona göre erzak hazırlamış, özetle Afrika ve Arabistan sıcaklarına alışkın bu adamları Avrupa’nın soğuğuna dayanacak bir hale koymuştu.
İşte bu yönde, soğuğa uygun hazırlıklı zencilerin coşku ve gayretini kestiremeyen savunmacılara göz açtırmamışlardı.
Ebu Muhammed dehası sayesinde gerekenleri enine boyuna pek güzel düşünmüş ve Üsküp, Dopniçe, Flibe, Eslabitçe’de istila ordusu kısımlarının hareket sınırları üstünde konserve fabrikaları kurdurmuştu. Kazanlık’ta da mısır unundan peksimet üretiyordu.
200 bin Hintliden oluşan bir kol, Makedonya ve Teselya’da olan hayvan sürülerini toplamak için Yunanistan’a kadar ilerlemişlerdi. Fakat burada Yunan ordusunun direnişine uğradılar. Yunanlılar derhal saldırıya geçtiler, Atina istihkâmını terk ederek ilerlediler.
Fakat, bir sürü sinek bir boğayı durduramayacağı gibi bunlar da istila ordusunu durduramayıp mahv-ı perişan oldular.
Hersek ve Dalmaçya’ya ulaşan istila ordusunun şiddetli ve ani saldırısına Karadağ biraz karşı koyabilmişti.
Karadağ arazisinin boğaz kaynağından oluşması bu karşı koymayı sağlamıştı.
Karadağ hükümetinin, Avrupa ordularında geçerli olan yöntemin dışında bir askerlik anlayışı vardı.
Krallık askeri koruması olup aynı zamanda jandarma görevini de gören küçük bir kıtadan başka muvazzaf ordu adına bir şey yoktu. seferberlik vaktinde, on iki yaşından itibaren herkes ve hatta kadınlar bile silah başına koşarlardı.
Bu şekilde, her biri 3:7 taburlu yedi tugay meydana getirilmek suretiyle oluşan birinci hat ordusu: 20 bin piyade, 3 bin süvari ve yedi dağ bataryasından ibarettir.
İkinci hat ise 20 tabur yani 10 bin kişiden oluşuyordu.
İşte bu şekilde ordunun varlığı 37 bin asker olup gönüllülerle bu sayı 55 bine yükseliyordu.
230 bin nüfusa oranla dörtte bir oranında bir orduyu seferber haline koymak Avrupa’da hiçbir devletin başaramadığı bir şeydi. Bu sayı Fransa ve Almanya’da sekizde bir oranındaydı..
Fakat bu da sonunda Müslümanların ayakları altında ezildi.
***
Balkan hükümeti istila-i cihan ordusuna karşı kendilerini savunmaya uğraştığı sırada, o ana kadar kimsenin aklına gelmeyen güçlü bir müttefik Sultan’a katıldı… bu her ne kadar Uzak Doğuda başlı başına hareket ediyorduysa da yine Ebu Muhammed’e pek büyük bir yardımı dokunmuştu.
İşte bu müttefik: Japonya’ydı.
Yarım yüz yıldan beri uygarlık sahasında yaşayan bu 37 milyon nüfuslu hükümet, ilerlemede dev adımlarla yürüyerek on dokuzuncu yüz yılın sonunda Çin’e indirdiği şanlı darbeyle varlığını dünyaya tanıtmıştı.
İlerlemesine Rusya, Fransa, Almanya tarafından engeller konulmuş ve bu yüzden başarılı olamamıştı. O zamandan beri kendini toplamış, kara ve deniz kuvvetlerini son derecede geliştirmiş, düzene sokmuş ve sonunda Rusya’ya büyük bir darbe indirmiş ve istila ordusunun girişimi üzerine yeninden ortaya atılmak fırsatını kaçırmamıştı.
El altından Çin’i tehdit ederek bu hattı uyandırmış, halkın düşüncesini aydınlatmıştı.
Moğolistan, Mançurya ve Tibet’te ilk İslam ayaklanması gerçekleşerek inanmışlar kitlesinin Sibirya’ya doğru yürürken Japon casusları da Ebu Muhammed’in adamlarına yardım etmiş ve İslam kitlesi Omsk, Krasnoyarsk, İrkutsk, Tomsk’a dahil oldukları sırada Japonlar da bunların arkasından 400 milyon halktan toplanan güçlü tümenler oluşturularak Fransız ve Rus arazisine karadan ve denizden saldırdılar.
Çünkü, Japonlar için en büyük düşman: Rusya, Fransa e Almanya’ydı. Almanya, Uzak Doğu entrikalarında Fransa ve Rusya’ya katılmakla önemli bir şey kaybetmişti; zira, oradaki nüfuzu azdı. Fakat, Rusya ve Fransa Japonya için en büyük bir rakipti.
İngiltere Japonya’ya yardım ettiği için Japonlar bu yardımları anarak İngiltere’nin sömürgelerine dokunmamıştı.
Birkaç hafta içinde Guşnişin ve Tunkin Yunnam’dan inen Çinlilerle büyük Haynan adasını işgal eden Japonların ortak darbesi sonunda düştüler.
Kuşkusuz, Avrupa’nın geçirdiği felaket ve sıkıntı içinde buralara yardım kuvveti ve silah göndermek olanaksızdı. Bu çevredeki Avrupa askerlerinden denize dökülmeyenler tutsak edildi.
Aynı zamanda Japon donanması Veladyovestuk’u ele geçirdi. Kore ve Mançurya’da bulunan kıtalar da Rusları püskürttü.
Özetle, İslam âleminin ilan ettiği savaş, Asyalıların ırk savaşıyla birleşti.
Ham ile Sam, Yafes’e karşı birleşerek savaş ediyorlardı.
Bu olay, dünya tarihinde pek büyük bir etki bırakacak. Zaten Avrupa büyük bir şaşkınlığa uğramıştı. Bundan çok önce, ileri görüşlü birçok tarih yazarı; sarı ırkın kendini toplayarak gelişmede ilerlerse batı için pek büyük bir felaket olacağını keşf etmişlerdi.
Fakat, İslam tehlikesinin böyle müthiş olduğu bir zamanda sarı ırkın ortaya atılacağı kimsenin aklına gelmemişti.
Japonya’nın silahla işe katılması, Rusya’nın bütün gücüyle bu iki tehlikeye karşı koymasını gerektiriyordu. Belgrad ve Transilvanya orduları yarıya indirildi.
Çarın bu girişimi, Avrupa için vahim bir darbeydi.
Çünkü, Rusya’nın askeri gücü sayıca, Fransa, Almanya ve Avusturya’nınkine üstün bulunuyordu.
Hükümetin 22 kolordusu hali hazırda:
33.829 subay, 757.948 er, 143.964 bin attan ibaret olup seferberlik vaktinde Avrupa ve Asya ordusu adıyla iki müthiş orduyu donatıyordu.
Askerlik hizmeti 20 yaşından 43 yaşına kadar herkes için zorunluydu. Bu 33 yıl süresinde 5 yıl muvazzaf, 13 yılı yedek ve 5 yılı da destekti.
Avrupa ordusu seferber sayısı
1- Sefer Ordusu
Sınıf Subay Er
Piyade 27.254 1.345.739
Süvari 7.005 180.633
Topçu 4.503 208.182
İstihkam 1.024 41.111
Nakliye-levazım 4.000 182.000
Toplam 43.786 1.957.665
Genel Toplam 2.001.451
2- Destek
Piyade 375.000
Süvari 10.440
Subay 6.016
Levazım 4.716
Toplam 396.172
3- Kale Kıtaları
235.845 asker ki, genel toplam Avrupa Ordusunun sayısı 2.673.718 kişiden ibarettir. Asya ordusu: 155.328 bin kişiden ibarettir.
Fakat, düzenli içeriğe sahip yalnız bu ordu göz önüne alınırsa Rusya’nın sağlayabileceği sayıya yaklaşılmış olur. Gerçekte anılan sayı şu şekilde olacaktır:
Kazakların da katıldığı tam eğitim ve öğretim gören kişi: 5.087.000
Az Eğitim ve Öğretim Gören kişi : 3.900.000
Hiç Eğitim ve Öğretim görmemiş kişi : 4.600.000
Genel Toplam :13.587.000
Rusya seferber ordularını sınırsız yiyecekle donatabilmesi yönünde Avrupa’da, bir savaşı, düşmanı hatta galip düşmanı bile tamamıyla yok edinceye kadar sürükleyen bundan başka bir devlet yoktur.
Şimdi, istila ordusundan kaçınarak, bütünü gücüyle istilacı sarı ırkı püskürtmek gerekiyordu.
Avrupa, Ebu Muhammed’le savaşırken Rusya da Mikado ile savaşacaktı.
Bu kere, beş kıtalı yeryüzünün üçü ateş içindeydi: Avrupa, Asya, Afrika.
Diğer ikisi her zaman ve yalnız kendi yararını gözeten İngiltere izleyici kalıyordu.
Fakat İngiltere savaştan çekilmekle iyi bir şey yapmamıştı; tersine geleceğin enkazı üzerinde bir büyük bir devlet kurmak isterken, bütünüyle mahvolmuştu.
Altı hafta, Kongo ordularıyla Massa ve Fanlar Belgrad çevresindeki Avusturya ordusuna şiddetli saldırılar gerçekleştirmişlerdi.
Sultan bunlardan birinci hattı sevk ederek Senusilerle Vahhabilere, 800: 1000 kilometrelik bir yürüyüşten sonra dinlendirmek üzere geri almıştı.
Bu eşsiz askerleri öncü yaparak Viyan üzerine yürümeyi arzu ettiğinden bunları, Avusturya ordularını gözetlemek için Besne Vadilerine gönderdi.
Fakat, bu altı hafta süresinde, Ebu Muhammed o kadar büyük bir başarı elde edemediğini gördü. Eğer düşmana çok fazla kayıp verdirmişse de Almanya İmparatoru üç kolordu gönderdiği için yaşadığı kayıplar verdirdiği kayıpları eşitlemişti.
Savunmanın ilk hattı ele geçirilmişse de, ikinci hat burasını toplarıyla dövdüğü için burası da o kadar işe yaramamıştı.
Aralık geldi. Şiddetli soğuklar başladı. Zenciler, çeşitli kışlık elbiseleriyle artık Afrikalılara yalnız renkleriyle benziyorlardı. Kar yağınca zavallıların neşesi kaçtı.
Selahaddin Asya’daki görevinden dönmüştü. Fakat Avrupa hava muhitinde yükselmeye cesaret edemiyordu. Zira, iki aydan beri, kendisininkine benzer balolar her gün ikişer üçer havada görünerek 1000: 1500 metre yüksekten müslüman ordularının hareketlerini izliyorlardı. Bu balonların sayısı da her gün artıyordu.
Bunların teknelerinde asılı Fransız bayraklarından Selahaddin, evvelce Mösyö Branten’in sözünü ettiği hava filosu olduğunu anladı.
Hatta bunlar içinde dikkatini çeken bir tane oldukça büyük ve pervasız olanında Mösyö Dörvil’in yeğeni Branten’in olduğunu ve kendisin aradıklarını anladı. Dolayısıyla Çarı bir tehlikeye uğratmaktan oldukça fazla çekiniyordu.
Sonunda balonunu gözlerden gizleyerek geceleyin yerden pek az yüksekte hareket etmeye karar verdi Çarı, yirmi metre yüksekliğinde dengede tutarak Kassungu’nun verdiği bir fil ile Surnife kadar çektirdi.
Orada, kentin Senusiler tarafından tahribinden kalan bir harabede balonu gizledi. Uygun bir fırsatı gözetleyerek atına binip, Massalıların gerisinde toplanan Kallasilerin komutasını üstlendi.
Şimdi artık bu kentin düşmesinden sonra Viyana üzerine yürümekten başka bir şey düşünülmüyordu. Çünkü orası verimli ve yüksek ürün vermesi açısından her türlü erzak elde etmek kolaydı.
***
Ebu Muhammed, dönmelerin strateji belirlemelerine yönelik düşüncelerini dinlediği zaman bunlara önem vermedi. Zira, tarih göz önündeydi. İstila orduları, hiç tek bir harekete sahip olamazlardı.
Frenkler, Vizigotlar, Lombarlar, Anglo Saksonlar, ele geçirdikleri araziye yerleşerek birer devlet kurmuşlardı; fakat, bunlardan önce Hunlar, Persler, Vandallar, Suiler kanlı bir eser bırakarak geçmekten başka hiçbir şey yapmamışlardı.
Belgrad gibi büyük bir ordu tarafından savunulan bir güçlü müstahkemi arkasında bırakarak ilerlemek Sultanın işine gelmiyordu.
Henüz kesin bir sonuç elde edilmeksizin üç hafta daha geçti. Artık erzak azalmaya başlamıştı. hayvanların yiyecekleri zora girmişti.
Bir gece, Ebu Muhammed çadırında yalnız başına durumu düşünürken içeriye bir ulak içeri girerek bir mektup bırakıp bir söz söylemeksizin çıktı.
Sultan mektubu okudu:
“Üstlendiğin kutsal görev aşkına ilerlememizi emret ve Belgrad’ı sonraya bırak. Yoksa burası İslamiyet’in mezarı olacak!”
Avrupa’ya geçtiği günden beri ilk kez olarak oğlunun yaşamına ilişkin bilgi alıyordu.
Ömer, babasıyla aralarına giren anlaşmazlık üzerine ayrılmış ve Vahhabilerin ordusuna asker yazılmıştı.
Acaba bu anda nerede bulunuyordu? Ebu Muhammed bunu bilmediği gibi bu konuya ilişkin bilgi verecek ulak da uzaklaşmıştı.
Sultan, oğlunu düşünerek babalık şefkati üstün geldi. Genç Prensin askeri bilgisinin değerini anladı.
Bu soğuk gecede, kendisine pek ağır geldi. Yalnız başına bu müthiş sorumluluğu üstüne almıştı. Oğlunun mektubunu yeniden okuyarak derin hüzünlü bir düşünceye daldı.
Bir an içinde, O’nu aratıp buldurmak ve yine eskisi gibi genel kurmay başkanı yapmak istedi. Fakat, gururuna dokunan bu düşünceyi derhal aklından sildi.
Selimi çağırdı:
- Atımı hazırlasınlar! Emrini verdi.
Birkaç saattir kar yağıyordu, maiyet askeri ve komutanı, İmam Ahmereldin ve başkanı El Mübarek’le beraber İslam mevzilerinin sol tarafına doğru gitti.
Mızraklı yirmi Sudanlı arkasından geliyordu.
Bir saat kadar sakin bir yürüyüşten sonra, şimdiye kadar farkında olmadığı geniş boş bir alana ulaştı.
Etrafından, çıplak bir tepenin yamacında bir takım çadırları gördü.
- Bunları kim? Diye sordu.
El Mübarek:
- Bunlar, Hunrizin savaşçıları. Yanıtını verdi.
Hunriz Kongo reislerinden Makua’nın takma adıydı.
- Ya bu çadırlar?
- Kasunku ordusunun.
- Ovadaki şu siyah lekeler nedir?
El Mübarek yanıt vermedi; zira bu ovayı gerektiği gibi bilmiyordu.
Ay, batmak üzere olup daha küçük bir süre bu donmuş alanı aydınlatabilecekti. Uzakta ve tarafta, düşman tarafından işgal olunan sırtlardaki zırhlı kaleler ayırt edilebiliyordu. Tepeden inen birkaç yüz adım kadar giden giden Selim birden bire boğuk bir çığlık attı.
Atı dört ayağının üstüne düşmüş olduğundan dizleri titreyen hayvana güç bela binmişti.
El Mübarek Sultana doğur koşarak:
- Efendimiz, Yüce Allah size Belgrad yolunu açıyor! Bakınız! Diye bağırdı. Ve kolunu kuzey doğu yönüne uzattı:
- Burası nehrin orta tarafında bulunan Zemlindir. Askerleriniz şafaktan önce oraya ulaşabilirler. Dedi
- Ya nehri ne yapacağız?
- Nehir mi? işte şu gördüğün donmuş ova, geçişine engel olan nehirdir. Şimdi seni ve bütün orduyu karşı tarafa geçirmek çok kolaydı! İşte yolun budur! Yürü ey Savaşçı! Tanrının muradı böyledir.
Yanıt olarak Ebu Muhammed bir işaret etti ve yirmi Sudanlı eğimin alt tarafında Selime katıldılar.
Gerçi birkaç at düştüyse de buzlar kırılmadı. Sava Nehri bütünüyle donmuştu.
Ebu Muhammed:
- Tanrının emir böyle imiş. Kâfirler, nehir yönünden kokmadıkları için istihkâm falan yapmamışlardı. Yalnız gemilerle yetinmişlerdi. İşte o gemiler de şimdi donmuş nehrin içinde kapana kısılmış tilki gibi kaldılar. Selim askerleri dağıt. Kassunku ve Makua’yı uyandırınız! Özel birliğimi çağırınız. Hemen hepsi gelsinler. Yalnız süvariler ordugâhta kalsınlar. Dedi.
Sudanlılar dağılmaya başlamışlardı.
Gözlerinde büyük bir huzur görülen Ebu Muhammed:
- Reisler yanıma gelsin! Kendilerine son emirlerimi vereceğim. Diye bağırdı.
Arası bir saat geçmeden Kongo’lu Reislerin tümüne yakınıyla Massayi ve Fan reisleri Sultanın yanında toplandılar.
Sultan bunlara gereken emirleri kısaca verdi.
İlk saldırı kolları koşarak ilerlediği zaman sabah saatin biriydi. Üç saat sonra korkunç naralar atarak dehşete uyanan kente giriyorlardı.
Bunların ani saldırısına hiçbir şey engel olamamıştı. Buzlar yüz yerden kırılarak bir çok zenciler nehre düştülerse de yine inatları kırılmamıştı. Direngen Şeyhlerin haykırışları, dindar reislerin teşvikleri zenci askerlerde büyük bir etki yarattı.
Kentte boğaz boğaz savaş başladı.
Bizzat Kassunku, kayzer adındaki zırhlı file binerek nehirden geçmiş ve kente girmişti.
Yanan kentin alevleri arasında bu, dev fil ile pek müthiş bir görüntü sergiliyordu.
Avusturyalıları, Almanları, Sırplıları büyük bir korku kaplamıştı. “Belgrad ele geçirildi!” haykırışı, hızla en uzak savunma sınırına ulaştı. Hatlarda geri çekilişin kesin olduğunu anlayan her ulustan askerler subaylarını dinlemeyerek kaçtılar.
Gerek yangından, gerek patlayan toplardan ve gerekse bir kaç saat sonra gelen Sultanın maiyetindeki bir Sudanlıdan olayı öğrenen Pamui, Pahuvinlerle, Ukana, Apfuruslar, ve Batakeler istihkâmlara saldırarak kurşun sıkmaksızın bu müthiş sınırı ele geçirdiler.
Gece saldırısı başarıyla sonuçlanmıştı. Binlerce askerler, Belgrad’ı terk ederek öteki sahilde bir sığınıp saklanılacak güvenli bir yer aramaya gitmişlerdi. Fakat, Müslümanların ele geçirdikleri Zemlin kentinin koruyucularıyla karşılaşınca korkuları kat kat arttı.
Korku o kadar çoktu ki, savunmanın erzak ambarı olan Pankurayı işgal ederek kaçaklar buradaki askeri de beraber sürükledi ve bunu izleyen birkaç günler içinde silahlarını atam binlerce askerlerin Verşiç ve Tamşvar yönlerine kaçtıkları görüldü.
Ertesi sabah Sultan, Belgrad’a girdi. İslam bayrağı kalede dalgalanıyordu. Ebu Muhammed, kışı, çok sıkıntı çeken ordularını burada dinlendirmeği düşündüğü için ovaları yaktırmadı. Sonra özel ordusun en düzenli askerlerini erzak ve gerekli olan eşyaları bulmak ve yağmayı engellemek üzere gönderdi.
Bu zaferin meyveleri sonsuzdu. Hattı istila üzerinde en önemli bir nokta ele geçirilmekle beraber hayli yiyecek ve mühimmat ve levazım ele geçirilmişti.
Oldukça fazla sayıda top da elde edilmişti. Sahra ve kale topları, Osmanlı subaylarının ustalıklarıyla pek müthiş bir saldırı silahı oldu. Artık Viyana’yı düzenli bir biçimde kuşatıp ele geçirme olanağı yaratılmıştı.
Bu maddi yararlar, manevi kazanım yanında hiç oranındaydı. Avrupada artık istila ordusunun dehşeti, komutanının dehası kesinleşmişti.
O zamana kadar, bazı Avrupalılar, bu müthiş ordunun büyük devletlerin ordularından birinin karşısında öyle kolayca duracağı ve yenilecekleri düşüncesinde bulunuyorlardı.
Ancak, artık bu düşünceler kayboldu: gece baskınlarındaki cüretleri sayesinde Afrikalılar en düzenli ve eğitimli kıtaları yok ediyorlardı. Diğerleri gibi korkudan kaçan Alman alayları da görüldü.
Eğitim ve öğretim, düzen, teşkilat yapısı, askeri bencillik bu yeni yöntem savaş karşısında geçersiz kalıyordu.
Düşmana nefes alma vakti bırakmayı düşünmeyen Ebu Muhammed derhal Senusilerle Vahhabilere savaş zaferi haberini göndererek hemen kuzeye doğru yürümelerini emretti.
Mareşal Haçfeld, Sava nehrini savunurken dört ordusunu bularak ikini Viyana’ya gönderdi ve diğer ikisini de Tirvel’e göndererek Graç ve Gologinç’i işgal ettirdi.
Beşinci ordu da Kalaganfür’te kadar geri çekilecekti.
Sava ve Drava nehirleri çatışmasız geçildi. Sultan, Şetul, Vayse, Neburg, Komron yönünü izlemeye başladı.
Ebu Muhammed, iki ay sonra, beş yüz kilometre yol alarak ve on bir savaş vererek Rabe girdi.
Kongolular, Massayiler, Fanlar, Belgrad, Zemlin ve Pankuva kentlerinde dinleniyorlardı. Senüsilerin arkasından birini hatta Uganda ordusunu, Mütemehdi Ordusunu 300 bin Somalı ve Gallasi’yi gönderdi ve kendisi de özel kuvvetleriyle merkezi oluşturdu.
Sava ve Tuna nehirlerine bağlı bölgelerde ordugâh kuran ordular, Hindistan ve İran ordularını önlerine geçirerek bunlar ikinci hattı oluşturdular.
Geride kalan diğer Afrika kıtaları da bir milyona yakın bir varlıkla yaklaşmışlardı.
Sultan, Viyana’yı ele geçirmek için en fazla Osmanlı ordusuna güveniyordu. Tuna nehrini yeniden geçerek, karşısında Avusturya ordusuyla güçlendirilen Alman ordusunu bulacağını pekâlâ biliyordu.
Aynı biçimde, Alman ordusunun gerek eğitim ve öğretim ve gerekse generallerinin zeka ve kavrayışları yönüyle Avrupanın en birinci ordusu olduğunu bildiği için buna, dünyanın en cesur askeri olan Türk ordusuyla karşılık vermek gerekiyordu.
Osmanlı ordusu Karpat dağlarını geçerek Macaristan’a girip Sekdin’i ele geçirmiş Viyana’ya yürümeğe hazırlanmıştı. Bu sırada sekiz Alman kolordusunun Mora yoluyla Persburg’dan indiğini haber aldı.
Bunun üzerine alel acele Budapeşte’yi ele geçirerek Tuna nehrini bu yeni düşmanla kendi arasında bırakmak üzere geçti. Ve Komron önünde bulunan Senüsilerin sağ yanını oluşturdu.
Sultan, böyle Avrupa’nın tam kalbine ulaşmıştı.
Bütün ordularının kendine katılması için yürüyüşünü durdurdu. Bütün gücüyle düşmanı burada da yerle bir etmek istiyordu.
Almanya imparatoru 4. Frederik, Bohemya ve Silizya’dan inen 500 bin kişiye bizzat kumanda ediyordu.
Bunu yakın mesafeden diğer dokuz kolordu izliyordu. Almanya’nın bütün kuvvetleri birleşmek üzere olup, bu kuvveti, Rusya’dan başka Avrupa’nın seferber haline koyacağı kuvvetlerin en tutkunu ve en büyüğüydü.
Almanya ordusunun temeli olan Prusya askeri makinesi pek eskiydi.
1814 tarihinde, gönüllü ve zorunlu olan askerlik ayrımsız herkesi kapsamakla devlet zorlu askeri gücünü sağlamıştı.
Eli silah tutan Almanlar on yedi yaşından kırk beş yaşına kadar askerlik yapmakla yükümlüydüler.
Her yıl silahaltına alınan kara askeri 262 bin kişi olduğundan ordunun hazır sayısı:
Üst Rütbe : 22.534
Alt Rütbe : 76.792
Er : 480.300
Gönüllü : 9.000
Askeri Memur : 6.320
Alt Derece Memur: 3.661
Toplam : 598.607
Seferberlikte bu sayı on misline çıkıyordu.
Seferber Ordu
1- Birinci Hat Kıtaları (muvazzaf orduyla iki sınıf yedeği)
2- İkinci Hat Kıtaları (Destek Birlikleri)
3- Üçüncü Hat Kıtaları (Depo Kıtaları) içeriyordu.
Özetle, Almanya savaş zamanında
Birinci Hat Kıtaları
1356 Tabur Piyade : 1.352.000
532 Süvari Bölüğü : 90.440
647 Batarya Sahra Topçusu: 116.460
İstihkâm : 29.000
Genel Kurmay : 10.000
Memur : 175.000
Toplam : 1.772.900
İkinci Hat Kıtaları
311 Tabur Piyade : 434.000 kişi
133 Süvari Bölüğü : 21.400 kişi
100 Tabur Piyade Topçusu: 100.000 kişi
Tren Kıtaları : 37.500 kişi
Toplam : 592.900 kişi
Derhal silah altına toplanacak bu kuvvetin toplamı: 2.365.800 kişiydi.
Bu sayıya oldukça iyi bir eğitim ve öğretim gören: 1.092.000 ikinci sınıf destek birliklerini de eklemek gerekir ki genel: 3.457.800 kişidir.
Özetle, bu sayıya eğitim ve öğretim görmeyen birinci sınıf destek birlikleri de eklenirse Almanya ordusunun 6.300.000 kişilik büyük bir orduya sahip olduğu görülür.
Almanya İmparatoru, birinci hat ordusu olan 1.800.000 askeri bir kuvvetin başında ilerliyordu. Bu kuvvet, Tuna nehrinde, Mareşal Haçfeld’in komutasındaki 1.200.000 Avusturya ve Macaristan ordusuyla birleşeceği için İmparator başarı elde edeceğine kuşku duymuyordu.
Seri ateşli topçu oldukça güçlü toplarla silahlıydı.
Piyadesinin büyük bir kısmı, Selahaddin’in Çar balonunda gördüğümüz gaz tüfeğiyle silahlı olup tüfek kurşunlarına karşı koyan yeni icat bir tür hafif zırhlı elbise giymişti.
Ağırlığı hafif otomatik mitralyözler tümenlerle beraber gidiyorlardı.
Bunları asıl mevzilere bağlamak ve aralarını elektrik telleriyle ulaştırmak yeterliydi. Ne çekici atlara ve ne de cephane sandıklarına gerek vardı. Sade bir Kommotanver denilen aletle, bu yeni tür mitralyözlerde ateş istenildiği zaman başlıyor ve istenildiği zaman kesiliyordu.
Büyük çaplı kuşatma topları yüklü vagonları taşıyan zırhlı lokomotifler, tren alaylarının çalışmaları sayesinde birkaç saat içinde bir savaş alanına gelebiliyorlardı. Topların büyük çaplı olması ve mermilerin barut haklarının fazlalığı dolayısıyla birkaç dakika içinde bir geriye tahrip ve bir istihkâmı alt üst edebiliyordu.
Özetle, bu orduda, savunma ve saldırı silahları, nehirlerden geçiş yöntemleri, silahların naklinin hızı, levazım yapılanması, kişi ve hayvanların eğitim ve öğretimi son derece kusursuz hale getirilmişti.
İmparator, Berlin’den çıkmadan önce, “Reichstag (Rayhştag)” meclisinde:
“Avrupa’yı kurtarmak şerefi Almanya’nın olacaktır!” demişti.
O ana kadar Müslümanlarla edilen savaşlarda kabul edilen kesin savunma yöntemini bütünüyle terk etmeye karar vermişti. Artık, zencilerin hücumun beklemek değil, bunlara nerede rastlanırsa süngü ile saldırmak ve Kuzey Avrupa sakinlerinin korkmadıklarını göstermek istiyordu.
On beş gün içinde bunları dağıtmak, püskürtmek, Travel ile Tuna nehri arasındaki harap sahaya atmayı umut ediyordu.
Ancak, İmparator veba ile kolerayı hesaba katmamıştı.
Bu iki müthiş afet, kışın sükunet bulmuştu; fakat, istila ordusuyla beraber gelmişti. Şubatta buzlar erimeye başlayınca yeniden, birinci hattı oluşturan Hindistan ve İran ordularında baş göstermiş ve yalnız Afrika zencileri bundan korunmuşlardı.
İlk çatışmalarla Alman ve Müslüman kıtaları karşı karşıya geldikleri zaman bu hastalık olanca şiddet ve hızıyla Viyana çevresinde toplanan kıtaları istila etti.
Her memleketten gelerek Viyana’da toplanan doktorlar boş yere askerleri aşılamakla uğraşmışlardı.
Henüz aşısı bulunmayan veba o kadar hızlı bir şekilde yayılmış ve yıkım yapmıştı ki Alman askerleri bunun adını duyunca korkudan titriyorlardı. Bu hastalıkla ölenleri gördükleri zaman maneviyatları büsbütün kırıldı. Almanya İmparatoru, tasarladığı büyük meydan savaşını vermeden önce, bir ay içinde düzenli ordusunun gözünün önünde yok olduğunu gördü. askerlerine vatan sevgisini, bayrağa saygıyı, fedakârlığı aşılamaya çalıştıysa da Müslümanları bu dünyanın en birinci askeri yapan tevekkül ve emre uymayı asla kendi askerlerinin yüreklerine işleyemeyeceğini anladı.
Vebadan daha korkun bir belayı, kaçışı görmeden önce ordusunu, mahvolmuş, maneviyatı kırılmış bir halde Olasilze’ye ve sonra Brendenburg ve Saksonya’ya çekti.
İşte bu dehşetli çatışmadan Almanya’nın görevi bundan ibaret kaldı. Bu da pek kısa olmuştu.
Sultanı artık Ren nehrine kadar durduracak hiçbir kuvvet kalmamıştı.
İslam ordularının saldığı dehşet her yeri kuşattığı için bunlara saldırmaya kimse cesaret edemiyordu.
İslam ordusu Hindistan ve İran ordularını Viyan önünde bırakarak batıya yönelip Tuna nehrinin geniş vadisini izlemeye başladı.
Artık, yanlarında terk ettiği devletler istila ordusuna karşı ile karşılık verebileceklerdi?
Sol tarafında iki devlet vardı: İsviçre ve İtalya..
İsviçre, batıda Karadağ’ın oynadığı rolü oynamayı yani dağlı arazisinde istila ordusuna karşı koymak istiyordu.
İsviçre Cumhuriyeti, bir orduyu seferber haline koyarak bütün geçitleri işgal etti.
İsviçre’nin sürekli bir ordusu yoktu. Devletin bir yasası vardı ki, bu da: her kentin iç güvenliği için 300 kişilik bir kuvvet beslemesiydi.
Öğretmen sıfatıyla az sayıda bir üst rütbeli subay ve küçük bir alt rütbe subaydan kadrosu sürekli olarak vardı.
İsviçre ordusu özellikle dağ savaşına alıştırılmış bir milisti. Burada:
1- Seçkin birlik
2- Seçkin birliğin sayısını tamamlayacak yedekler
3- Destek birliğinden oluşuyordu.
Eli silah tutar bütün İsviçreliler 20 yaşından 31 yaşına kadar seçkin ordudan; 31’de 33 yaşına kadar yedekten; bu iki sınıfa dahil olmayan 17’den 20 yaşına kadar olanlar da destek birliğindendiler.
Ordunun oluşumu bir şekilde şöyledir:
Piyade: 104 Tabur 98.000
Süvari: 24 Bölük 3.200
Topçu: 23 Sahra Alayı 20.200
Topçu: 3 Dağ Alayı 13.600
Toplam : 135.000 kişidir.
Yedekler
Piyade : 58.000
Süvari : 3.000
Topçu : 12.000
İstihkâm-Nakliye vs: 7.000
Toplam : 80.000
Destek Birliği: 273.000
Toplam : 353.000
Seçkin Birlik : 134.000
Genel Toplam: 487.000 kişiden ibarettir.
İsviçre o zamana kadar toprağını, Tessen kenti hakkında beslediği istila hırsı apaçık olan İtalya’ya karşı güçlü bir şekilde yapılandırmıştı. Bundan dolayı, Sengotar tüneliyle boğazlarına hâkim istihkâmlar yapmıştı.
Bu savunma sınırının istila ordusuna karşı hiçbir geçerliliği yoktu.
O zaman, Konstanz gölüyle Ren nehrin üzerinden korunma hatları oluşturmayı seçti. Radofzelden Bale kadar nehir boyunca Mütemehdi ordusu bu hattan gördüğü direnişe rağmen zorlayarak geçti.
İtalya, istila ordusunun saldırıların uğramadığı için yalnız Alp Karnik’den Adriyanik denizine kadar 100 kilometrelik bir yerde müstahkem ordugâhlar ve üç savunma hattı kurmakla yetinmişti. İsunzu, Tagliyementu ve Peya bu üç hattı oluşturmuş ve geride bulunan Verona, Ferrare, Mantu da üç müstahkem ve sağlam mevziler yaptı.
Önceleri İtalya ordusunun askeri gücünü, İntikam balonundaki Guru Gazetesi muhabirinden dinlemiştik. Bu ordunun yarısı, anılan müstahkemlerin gerisinde kalarak Tirol yönündeki boğazları kapattı. Diğer yarısı ise halkla beraber ziraatla meşgul olarak yarım adayı yıllardan beri tehdit eden bir düşmanı, kıtlığı bertaraf etmeye çalıştı.
İtalya, kendine dokunmayan istila ordusuna saldırmayı aklına bile getirmemişti.
Tehlikesizce Bern nehri yoluyla Trante’den Angadin’e bir ordu gönderir ve Tirvel eyaletinde bulunan Avusturya yedek kuvvetleriyle birleşir, Sultanın yan ordularını bekler, bu orduları Tuna, İn, İzar, Lek, İleler nehirlerinden geçerlerken oldukça büyük kayıplara uğratabilirlerdi.
Fakat, Almanya ordusu gibi güçlü bir orduyu savaşsız düşüren bu vebalı düşmanın kendinden uzak olarak geçtiğini bildiği için böyle şeylere gerek görmedi.
Gallasiler, Münih’i tahrip ettiler. Somaliler, Salzburg’u işgal ettiler, Massayiler, Augsburg’un harabelerine yerleştiler. Fanlar, Landshut’u ellerine geçirdiler.
Bu sırada, sürekli öncü oluşturarak önlerinde Vahhabi süvarileri olduğu halde ilerleyen Senusiler Passavi saldırıyla istila ettiler. Bunların arkasından Uganda ordusu Linz’i ve Mütemehdi ordusu Ratisbun’u ele geçirdiler. Bu korkunç durum içinde Viyana beş ay direnmişti.
1529 ve 1683’de Şarlken ve Sobieski orduları sayesinde Osmanlıların saldırılarını püskürten bu kent bu kere cenab-ı hakkın yardımıyla Müslümanların eline geçmişti.
Tuna nehrinin sağ sahiline kurulu bu güzel belde iki yüz yıldan beri savunmadaki yetersizliklerden ötürü Napolyon tarafından bile bir tek kurşun atılmadan işgal etmişti.
1866’da, Prusyalılara karşı Falorisduruf’da yapılan istihkâmlar tekrar yıkılmış ve belki yüz defa önerilen savunma planı ve tasarımı halkının tembelliğe meyilli olmasından ötürü ret ve terk olunmuştu.
Dolayısıyla, istila ordusu yaklaştığı sırada sağlamlaştırma gereği görülmekle iki ay durmadan bütün halk istihkâmlarda çalışmışlardı. İhtiyar Mareşal Haçfeld, kentin enkazı içinde gömülmeye yemin ederek sözünde durmuş ve kuşatmanın sonuna doğru vedan ölmüştü.
Fakat, zenci orduları çevresinde şiddetle yayılan salgın hastalı kenti istila ederek kırık geçirmişti. İlk defa olarak mikroplu mermiler Viyana savunma hattında kullanıldıysa da mucidinin umduğu derecede başarı gösterememişti; çünkü bunu kullananların ilk önce, bu mikropların yayacağı hastalığa karşı bağışıklıkları olması gerekiyordu buna da Viyana’da olanak bulunamamıştı.
Alaaddin’in komutasındaki Hintliler Elm’i de ele geçirdiler.
Tuna nehri Elm ile Strazburg arasında terk edilerek İstograt ve Strazburg üzerine yüründü. Alpdusuap içinden ve sınır dağının eteğinden geçtiği geçitlerden geçilip Ebu Muhammed Fransa’ya girdi.
Paris, işte burada İslam âlemini görmek bütün Müslümanların en büyük arzusuydu. Burası artık uygarlığın son sığınağı olmuştu.
***
İki aydan beri Bosna sınırında Suud ordusuyla beraber bulunan Ömer Belgrad’ın düştüğü haberini alınca fazlasıyla sevdin.
Viyan üzerine hareket olunduğu zaman bu süvari kütlesinin baş tarafında bulunarak ilk önce atıyla Deriva Nehrini geçti. Orduda en cesur, en çalışkan, en canlı, en fazla ün kazanan oydu.
En şiddetli arzusu bir an önce Paris’e girmekti.
Arzu etmiş olsaydı Suud’un ordusunda bir komutanlık alabilirdi. Çünkü, iki kez Emire, Elksinac önünde Sırp piyadesine karşı ne şekilde saldırılmasını öğretmişti. Hatta O’nu, Avrupa yöntemlerine alıştırmıştı.
Emirin önerisine karşı sürekli:
- Rütbeyi ne yapacağım? Yalnız senin birinci askerin olmam yeter, yanıtını vermişti.
- Bu bildiğin şeyleri nerede öğrendin?
- Gezdim.
- Seni nasıl ödüllendireyim?
- Paris’e yanında olarak girmemi vaat etmekle.
- Vaat ediyorum. Sen Paris’i biliyor musun?
- Evet..
- Büyük ve güzel bir kent olduğu söyleniyor!
- Belgrad’dan yirmi kez büyük, İstanbul gibi güzel, El Hamra gibi zengin.
- Burası aşırılıkta ve rezillikte önde giden bir kentmiş.. burasını yerle bir etmeli!
- Öyle mi sanıyordu?
- Evet.. Sultanımız bu kenti böyle bir durumda bırakmaz!
- Tersine, burasını uygarlığın bir merkezi yapacaktır.
- Nereden biliyorsun?
- Yardımcısının da burasının yönetimini istediğini duydum.
- Brunu Sultanı Mau’mu?
- Ta kendisi.
- Ya!
- Sen O’nu tanıyor musun?
- Evet..
- Bu arzusunu uygun buluyor musun?
- Hayır.. çünkü, Mau cahilin biridir.. buraya bilge ve akıllı bir kişi gerek.
- Niçin?
- Beyaz ırkın keşiflerini güzel bir sona erdirmek için.
- Ne yararı var? Onları bu hale sokan bu ilerleme değil mi? Bizim de onlara benzememizi mi istersin?
- Biz onların davranışlarını taklit etmeyeceğiz. Geleneklerimizi ve inançlarımızı koruyacağız. Tıpta, astronomide, coğrafyada, matematikte, tekstilde elde ettikleri bilgi ve becerileriyle dünyayı şaşırtan onlar değil mi?
İbn-i Suud bu soruya:
- İnşallah! Yanıtıyla karşılık verdi.
Zenci ordusu Viyana’ya yaklaştığı zaman mülteciler, bizzat Alman İmparatoru komutasında bulunan Alman ordusunun Tuna üzerine yürüdüğünü haber verdiler.
Ömer, ikinci kez babasına mektup yazı. İşte oğlunun yol göstermesi üzerine Sultan kuvvetlerini topladı ve Osmanlı ordusunu getirdi. Bu kere, Ebu Muhammed bu ikinci mektubu getiren ulağı yanına çağırıp sorgulayarak oğlunun nerede olduğunu öğrendi.
Arap soruları yanıtladığı zaman:
- Kendisine söyle, teşekkür ediyorum! Dedi.
Genç Prens, bu söz üzerine kalbinde büyük bir rahatlama duyumsadı. Çünkü, babasının artık yol geldiğini sıkıntılı bir zamanda yol göstericiliğini kabul ettiğini görmüştü.
Bir gün, Şitol ve İsenburg çevresinde, Yakunrold sırtlarının gerisinde bir kısım Somalilerle karşılaştı.
Bunların komutanının Selahaddin olduğunu anımsadı. Adamın Çar adındaki balonu önceleri büyük hizmet ettiği için Avrupa’da dahi orduların ilerisindeki keşif hizmetinde aynı hizmeti gerçekleştirebileceğini düşündü.
Eğer, bu hava gemisi bir kazaya uğramadıysa Alman ordusuna ilişkin bilgi almak üzere bundan niçin yararlanmayacaktı.
Somalilerden, kendilerine komuta eden adamın nerede olduğunu sordu.
Bunlar, kendilerine, beyaz ırka mensup bir adamın komuta ettiklerini bilmedikleri için yanıt veremediler. Zira, Şeyhleri Barbuşi’den başka kimseyi bilmiyorlardı.
Bunlar Gallasilerle beraber 300 bin kadardılar. Ömer, şeyhlerine aynı soruyu yineledi. Fakat, bu da bir yanıt veremedi.
Ömer, sonunda Selahaddin’in nerede olduğunu öğrenerek ertesi günü dönmenin yanına vardı. Adam, Sultanın oğlunu görünce şaşırdı.
Ömer:
- Beni tanıyor musun? diye sordu.
- Yüce soylu ve hakkımda lütuflarını esirgemeyeni nasıl unutabilirim? Belgrad’da size saygımı sunmak istedimse de göremedim.
- Ben öncü kuvvetlerde bulunuyorum. Fakat, balonunuz nerede, onu göremiyorum?
- Heyhat! Soylu efendimiz, kâfirlerin bir çok böyle balon yaptıklarını görmediler mi?
- Anlıyorum.. bir aydan beri, tehlikeden korktuğun için havaya yükselmiyorsun, fakat, bugün o balonlar gözden kayboldular.
- Doğru.. kayboldular; fakat, nedenini anlayamadım. Geçen gün Alpdövitröl taraflarında bunların en büyük bir tanesini gördüm.
- Bu da, diğerleri gibi bir yarar sağlayamayarak Fransa’ya dönmüştür.
- Öyle ama..
- İtiraza gerek yok. Buraya, seninle birlikte havaya yükselmek için geldim. Çünkü Alman ordusunun hareketine ilişkin bir bili alamadığımızdan bu havalanma zorunlu bir niteliktedir.
- Soylu efendimiz benden ne istiyorlar?
- Soylu efendin istemiyor, emrediyor: balonun nerede?
- Bu sabah Tine gölü sahiline ulaştı. Göze çarpmamak için geceleri getiriyorum.
- Pekâlâ! Hemen şimdi benimle beraber Tine’ye geleceksin. Yarın sabah da Persburg yöresini keşf için Komrun yönüne doğru yükseleceğiz. Aradığım şeyi orada bulamazsak Marşfel’de ve gerekirse Bohemya’ya kadar gideceğiz. Sanırım anladın değil mi? Hadi bana ve kendine bir hayvan hazırlat!
Selahaddin tam bir saygı ile eğilerek Prensin yanından ayrılıp hazırlıklara başladı.
Ertesi sabah, Çar balonu iki yolcu ve Selahaddin tarafından Avrupa kaçakları içinden seçilen dört tayfasıyla beraber Tine yarım adası üzerinde yükseldi. Komrun’a doğru yöneldi.
Heyhat ki, Selahaddin’in korktuğu tehlike yaklaşmıştı.
Cemal Çalık, 05.02.2018, Konuk Yazar, Sonsuz Ark, İstilâ-i Cihan-Kara Öfke, Roman
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.