27 Nisan 2018 Cuma

SA6029/KY57-AHCZD101: Sûre Sûre Kur'an'da Mü'minlerin Vasıfları 64: A'raf (94-102)

"Müminler,  Allah’ın kurtuluş reçetemiz olarak gönderdiği Kur’an’a sımsıkı sarılırlar ve içindekileri düşünürler, anlamaya ve hayatlarına taşımaya çalışırlar. Allah’ın kitabından uzak ve gaflet içinde bulunamazlar. ”


بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم

Bizi yaratan ve bize doğru yolu gösteren, kendine imân etme şerefini nasip eden, yediren ve içiren, hastalandığımızda da bize şifa veren, bizim canımızı alacak ve sonra diriltecek olan, hesap gününde, hatalarımızı bağışlayacağını umduğumuz (Şuara, 26/78-82) Âlemlerin Rabbi olan Allah’a sonsuz hamd’ü senâlar olsun. “Üsve-i hasene” olan Resûlü Muhammed Mustafa (sav)’e  salât u selâm olsun.


A’RAF SURESİNDE MÜ’MİNLERİN VASIFLARI (94-102. Ayetler)[1]

وَمَٓا اَرْسَلْنَا ف۪ي قَرْيَةٍ مِنْ نَبِيٍّ اِلَّٓا اَخَذْنَٓا اَهْلَهَا بِالْبَأْسَٓاءِ وَالضَّرَّٓاءِ لَعَلَّهُمْ يَضَّرَّعُونَ

“Biz hangi ülkeye bir peygamber gönderdiysek mutlaka ora halkını, Allah’a yönelip yalvarsın yakarsınlar diye dert ve sıkıntıya uğratmışızdır.” (A’râf Suresi,7/94.)

‘De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da, suçluların sonunun nasıl olduğuna bir bakın.’ (Neml, 27/69)

Kur’ân-ı Kerîm’de bu formda gelen ve yeryüzünde ibret amaçlı seyahati emreden ayetlerde, akıbetlerinden ders almamız istenen başka suç sahipleri de vardır ki, Onlar kısmen insanları helâk olmaya götüren suçların da hangi suçlar olduğunu açıklamaktadır. Allah, bu şekildeki ayetlerde üç yerde mükezziplerin (yalanlayıcıların), (Âl-i İmran, 3/137; En’am 6/11; Nahl, 16/36) bir yerde müfsidlerin (fesad çıkaranların), (Araf, 7/86) bir ayette de suç belirtilmeksizin daha genel bir ifade ile öncekilerin (Rûm, 30/42) akıbetlerinden ders ve ibret almak için yeryüzünde seyahat edilmesini istemektedir.[2]

ثُمَّ بَدَّلْنَا مَكَانَ السَّيِّئَةِ الْحَسَنَةَ حَتّٰى عَفَوْا وَقَالُوا قَدْ مَسَّ اٰبَٓاءَنَا الضَّرَّٓاءُ وَالسَّرَّٓاءُ فَاَخَذْنَاهُمْ بَغْتَةً وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ

“Sonra kötülüğü değiştirip yerine iyilik getirdik. Nihayet çoğaldılar ve "Atalarımız da böyle sıkıntı ve sevinç yaşamışlardı" dediler. (İnkârda ısrar edince) biz de onları, kendileri farkında olmadan ansızın yakaladık.” (A’râf Suresi,7/95.)

“Dert” diye çevirilen be’sâ’ kelimesi tefsirlerde “bedensel hastalıklar”; “sıkıntı” diye çevirdiğimiz darrâ’ ise “geçim sıkıntısı, yoksulluk” şeklinde açıklanır.  Sûrenin 59. âyetten buraya kadar geçen kısmında Nûh, Hûd, Sâlih, Lût ve Şuayb peygamberlerin kavimleriyle ilişkileri, mücadeleleri, tebliğ sırasında karşılaştıkları güçlükler ve peygamberlere karşı koyarak inkâr ve isyanda direnenlerin uğradıkları felâketlerin ibrete şayan kesitleri kısa fakat etkili ifadelerle özetlendikten sonra burada da, bir bakıma bu anlatılanların birer örnek olduğuna işaretle, esasen her devirde, kendilerine peygamberler gönderilen bütün toplumların, inkâr ve isyandan vazgeçerek Allah’a yönelmelerini sağlamak üzere hastalık veya yoksulluk gibi bazı sıkıntılara mâruz bırakıldığı; daha sonra kötülüğün yani hastalık ve yoksulluğun yerine iyilik (sağlık ve bolluk) verildiği, böylece onların Allah’ı tanıyıp O’na şükretmeleri için imkân ve fırsatlar yaratıldığı bildirilmektedir. (Diyanet, Kur’an Yolu Tefsiri, II/559-560.)

Her bir elçinin risalet görevi ile gönderilişinde Allah Teâlâ'nın uyguladığı genel ve müşterek usûle göre her ne zaman bir peygamber gönderilse, Allah, o halkın kibrini kırmak, mütevazi bir şekilde mesajı kabule hazır bir hale getirmek için bir takım zorluklar ve felâketlerle etki eder. Bu sünnete uygun olarak, Allah, peygamberler gönderdiği kavimlere kıtlık ve hastalık göndermiş, onları çeşitli ekonomik darboğazlara sokmuş, savaşlarda yenilgilere ve buna benzer felâketlere uğratmıştır. Bütün bunlar, onların kibir ve gururlarını kırmak, güç, kuvvet ve zenginliğe olan aşırı güvenlerini ve bağlılıklarını sarsmak içindir. Bu onlara, kendilerinin fevkinde, mukadderatlarını kontrol eden yüce bir kudretin olduğunu ikaz etmek içindir ki bu sayede kalbleri, uyarıları alıcı hale gelsin ve Rablerinin önünde diz çöksünler. Fakat bu usul eğer hakkı anlamaya yöneltmede onlar üzerinde muvaffak olamazsa, bu sefer de, o insanlar bolluk ve refah ile şımartılır. İşte bu hal artık onların sonunun başlangıcıdır. (Tefhîm, II/70.)

Evet Allah önce birbiri ardından uyarıcılar gönderir, belâlar ve musîbetler gönderir, fırsatlar yaratır, tembihlerde bulunur. Eğer onlar kendilerine gelen bu uyarılara aldırış etmezler ve tüm bu şiddetler onların kalplerini yumuşatmazsa, o sıkıntılardan ibret alıp Rablerine dönmezlerse o zaman da Allah onların bu tür sıkıntılarını kaldırıveriyor. Onlara her konuda bolluklar gönderiveriyor.

 “Onlar, kendilerine yapılan uyarıları unutunca her şeyin kapılarını onlara açtık. Nihayet kendilerine verilenler yüzünden şımardıkları zaman onları ansızın yakaladık! Böylece onlar birden bire bütün ümitlerini yitirdiler.” (En’âm Suresi,6/44.)[3]

Burada Müslüman olarak üzerinde durmamız gereken husus, Kur’ân’ın mesajları, anlattığı kıssalar, kıssalarda geçen sebep-sonuç ilişkileri, kıyamete kadarki muhataplarını ilgilendiren ve Allah’ın sünnetine göre, benzer davranışların benzer şekillerde karşılık bulacağını anlatan hakikatlerden ibarettir. Kur’ân, sadece ibret alınıp geçilecek bir “nesne” değil, her dönemde insanoğlunun hayatında aktif etkisi olan bir “özne” olarak kalmaya devam edecektir. İsyankârlara yönelik ilahi cezalandırma, kıyamete kadar devam edecektir. Allah’ın emir ve yasaklarına karşı gelen, küfür ve şirkte, zulüm ve azgınlıkta ısrar eden toplumların sonunun, önceki milletlerin akıbetinden farklı olmayacağı[4] sonucunu çıkartmamız gerekmektedir. Çünkü, hukukta genel bir prensip vardır: “Gerekçenin (illetin) umûmî oluşu, hükmün de umumi olmasını gerektirir.” Buna göre, helâk olmaya sebep eylemlerde bulunanlar, ilâhî kanuna göre, önce ve sonra ayrımına tabi tutulmadan helâk edilirler. Bu, onların her birinin helâk oluş şekillerinin farklı olmasına mani değildir. [5]

Eğer sizler de aklınızı kullanıp basîretli davranmaz, meşakkatlerin veya nimetlerin temelindeki anlamları ve hikmetleri gerektiği şekilde kavramaz, Peygamberin getirdiği hayat programıyla ilgilenmez, burunlarının doğrusuna gider ve Rablerine kulluğa yanaşmaz, gerekli dersi alarak iyiliklerin de kötülüklerin de kendisinden geldiği Allah’a yönelmez, sapıklık ve kötülüklerinizden vazgeçmezseniz o eski inkârcılar gibi sizin de bir şekilde cezalandırılacağınızı unutmayınız. Çünkü inançsızlık,  zulüm, fesâd ve isyankârlığın sonu hüsrandır, yıkımdır.

-------

وَلَوْ اَنَّ اَهْلَ الْقُرٰٓى اٰمَنُوا وَاتَّقَوْا لَفَتَحْنَا عَلَيْهِمْ بَرَكَاتٍ مِنَ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِ وَلٰكِنْ كَذَّبُوا فَاَخَذْنَاهُمْ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ

“O ülkelerin insanları inansalar ve günahtan sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık. Fakat yalanladılar; biz de ettikleri yüzünden onları yakalayıverdik.” (A’râf Suresi,7/96.)

 “İnançtaki ifsad, küfür, inkar, şirk, tekzib, fısk gibi Allah’ı inkar ve O’na başkaldırıyı ifade eden en büyük zenb, en korkunç cürüm ve zulümlerdir. Eylemdeki ifsad ise, insanları Allah yolundan alıkoymak, din aleyhine propagandada bulunmak, peygamberlere ve tüm kutsal şeylere savaş açmak, iman edenlere eziyet etmek gibi daha çok inkarın davranışa olumsuz etkisi diyebileceğimiz tarzdaki fiillerdir. Sosyal hayattaki ifsad, ölçü ve tartıda hile yapmak yani ticarî ahlaksızlık; fıtrata yönelik ifsad ise, erkek erkeğe ilişki yani cinsel sapıklıktır.” [6]

Medyen ve Eyke’nin ticari hayatın normal kurallarını alt üst eden sahtekarlıkları, (Araf 7/85) Lût Kavmi’nin eşcinsel ilişkisi, (Araf 7/81) Nuh, Ad ve Semud Kavmi’nin peygamberlerine karşı yürüttükleri inatçı ve aşırı mücadele ve varlıklarıyla şımarıp, fakirleri hor görmeleri fesad örnekleridir. Ad ve Semud ile Firavun’un yeryüzünde çok fesat çıkardığı zikredilir.( Fecr 89/6-12) Yeryüzünde fesad çıkarmak, azap sebebidir.

Kur’ân’da inançsızlıkları nedeni ile tarihten silinen toplumlardan örnekler verilmekte ve bu davranışın onları yok oluşa götürmede yeterli bir neden olduğu belirtilmektedir. Bir toplumu yok oluşa götüren bütün olumsuzlukların temelinde inançsızlık yatmaktadır ve inançsızlık bir helâk nedenidir. İnançsızlık, peygamberin kurtuluş yolu olarak gösterdiği yolu izlemeyi kabul etmemek demektir. Kurtuluşu reddetmek ise, yok oluşa razı olmak anlamına gelmektedir. Bu bakımdan helâkin tek sorumlusu ve suçlusu bizzat toplumun kendisi olmakta ve bu olumsuz davranışıyla kendi kendilerine haksızlık yapmaktadır. [7]

O ülkelerin insanları inansalar ve günahtan sakınsalardı…

Evet eğer insanlar yani âyetlerde anlatılan Âd kavmi, Semûd kavmi, Nûh kavmi, Hûd kavmi, Medyen’liler ve tün insanlar eğer iman etselerdi, Rablerine ve Rablerinin elçilerine Rablerinin istediği biçimde iman etselerdi, Rablerine karşı gelmekten sakınsalar ve Rableriyle yol bulabilselerdi, yollarını Rablerine sorsalar, hayat programlarını Rablerinin vahyinden alarak yaşasalardı, Allah’ın elçilerinin kendilerine örneklediği kulluğu yaşasalardı elbette biz de onlara göklerin ve yerin bereketlerini açıverirdik. Ama onlar kendilerine zulmetmeyi seçtiler. (Nahl,16/118.)  Bir kişinin/toplumun cezalandırmayı gerektiren bir suç işlemesi de kendisine zulmü olarak ele alınır.

Zulüm kelimesi Kur’ân’da üç yüz küsur yerde kullanılmıştır. Bu, Kur’ân’ın bu kelimeye verdiği önemi gösterir. Zulüm hak yoldan sapma, adaletin karşıtı olan cevr, kişinin başkalarının ve kendi ruhunun hakkına saldırması, insanların özgürlüklerine, mallarına, canlarına tecavüz etmek, günaha sapmak, haksızlıklar yapmak hep bu kelimenin kapsamına girer. Kişinin kendisine yaptığı en kötü iş olan şirk de zulmün başı sayılır. Ve zulüm şirk anlamında da kullanılmıştır.[8]

Mevdûdî, zulüm kavramı hakkında şu açıklamalarda bulunur. “Arapça’da zalim kelimesi çok geniş kapsamlı bir kelimedir. Zulüm bir hak veya görevi ihlal etmektir. Zalim ise bir hak veya görevi ihlal eden kişiye denir. Allah’a isyan eden kişi üç temel hakka tecavüz etmiş demektir. İlk olarak o, itaate layık olan Allah’ın haklarına tecavüz etmiştir. Daha sonra isyanına alet ettiği tüm eşya ve varlıkların, örneğin kendi organ ve yetilerinin, diğer insanların, işlerine yardım eden meleklerin ve zulmü sırasında kullandığı bütün her şeyin haklarına tecavüz etmiş olur. Çünkü bütün bunların Allah’ın dileği doğrultusunda kullanılmaya hakları vardır. Son olarak kendi haklarına tecavüz etmiş olur. Çünkü kendi nefsinin de kendisi üzerinde, kendisini ziyana uğramaktan korumak gibi bir hakkı vardır. Kendisi isyan etmek suretiyle Allah’ın azabına uğradığında da kendi kendisine zulmetmiş olur. Bu nedenle Kur’ân, günahı bir çok yerde zulüm olarak niteler.’  (Tefhîm, I, 65 .) Ayrıca zulüm, Allah’a kul olmanın hadlerini aşan insanların işlediği tüm günah biçimini kapsamına almaktadır. (Tefhîm, II, 315 .)

“Kur’ân’da Allah tarafından tespit edilip insanlara farz kılınmış davranış kurallarına hudûdullah “Allah’ın sınırları” denmektedir. Tüm yaşamı boyunca Allah’ın çizdiği sınırlar dahilinde kalana, kıyamet gününde altından ırmaklar akan cennet bahçelerine girme izni verilecekken; (Nisa, 4/13) Allah’ın sınırlarını aşan ise kendi nefsine zulmetmiş (Talak, 65/1) ve zalimlerden olmuştur. (Bakara, 2/229) Ve Cehennem’de sürekli kalacaktır. (Nisa, 4/14)

Allah hiçbir şekilde hiç kimseye zulmetmemeyi kendisine bir ilke olarak benimsemiş, zulmü sevmediği, kendisi yapmadığı, kendisine haram kıldığı gibi, kullarından da birbirlerine zulmetmemelerini istemiştir. Ayrıca Allah zalimlere lanet etmiştir. (Hud, 11/18) Zulüm konusundaki ilâhî yasa, Müslüman veya kafir ayırımı yapmaksızın tüm insanlık için aynı sonuçları doğuracak şekilde işlemekte ve zulmü kim yaparsa yapsın onun mutlaka bir şekilde helâk edileceğini haber vermektedir.” [9]

“Hiç yoldan çıkan fâsıklar topluluğundan başkası helâk edilir mi?” (Ahkaf, 46/35)[10]

‘Biz fâsıklıkları sebebiyle, zulmedenlerin üzerine gökten bir azap indirdik’ (Bakara, 2/59)[11]

“Rableri Onlara (peygamberlere) şöyle vahyetti. Zalimleri mutlaka helâk edeceğiz.” (İbrahim, 14/13.)[12]

“Biz onlara zulmetmedik. Fakat onlar, kendileri zâlim idiler.” (Zuhruf,43/76.)[13]

“Biz onlara zulmetmedik. Fakat onlar kendilerine zulmettiler.” (Hûd,11/101.)[14]

“Allah, onlara zulmetmedi. Fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlar.” (Âli İmrân,3/117.)[15]

“İşte bu, ellerinizle kazandığınız yüzündendir. Şüphesiz ki, Allah kullarına hiçbir şekilde zalim biri değildir.” (Enfal 8/51; ayrıca bkz. Âl-i İmran 3/182; Hacc 22/10; Fussılet 41/46; Kaf 50/29)[16]

-----

اَفَاَمِنَ اَهْلُ الْقُرٰٓى اَنْ يَأْتِيَهُمْ بَأْسُنَا بَيَاتاً وَهُمْ نَٓائِمُونَۜ

“Yoksa o ülkenin halkı geceleyin uyurlarken kendilerine azabımızın gelmeyeceğinden emin mi idiler?” (A’râf Suresi,7/97.)

اَوَاَمِنَ اَهْلُ الْقُرٰٓى اَنْ يَأْتِيَهُمْ بَأْسُنَا ضُحًى وَهُمْ يَلْعَبُونَ

“Veya o ülke halkının güpegündüz eğlenirlerken kendilerine azabımızın gelmeyeceği konusunda güvenceleri mi vardı?” (A’râf Suresi,7/98.)

اَفَاَمِنُوا مَكْرَ اللّٰهِۚ فَلَا يَأْمَنُ مَكْرَ اللّٰهِ اِلَّا الْقَوْمُ الْخَاسِرُونَ۟

 “Allah’ın ansızın gelen azabından emin mi oldular? Fakat ziyana uğrayan topluluktan başkası Allah’ın azabından emin olamaz.” (A’râf Suresi,7/99.)

 “Allah, inkârcıyı ve isyankârı vaktini haber vererek cezalandırmaz. Nitekim sözlükte “hile, tuzak” anlamına gelen mekr kelimesi, Allah’a nisbet edildiğinde “O’nun günahkârlara mühlet vermesi ve onları farkında olmadan, beklenmedik bir anda cezalandırması” veya bu şekilde “ansızın gelen ceza” mânasında kullanılır. Yukarıdaki âyetlerde bu şekilde cezaya uğrayıp yok olan, yurtları harabeye dönen, tarihe karışan eski toplumlardan birkaç örnek verildi. Bu durum karşısında, fıtratlarındaki akıl, fikir ve ibret alma yeteneklerini kullanmayıp hüsranı hak eden, kendilerine kötülük eden inkârcılar, sadece onlar, böyle bir ceza kaygısı ve beklentisi içinde olmadan, temelsiz bir güvenlik duygusuyla her türlü kötülüğü rahatlıkla işlerler.

Müminler ise, inkârcıların aksine, yüce Allah’ın rahmeti gibi azabının da hak olduğuna inandıkları için, daima O’nun gazabına ve azabına uğrama endişesi içinde yaşarlar. Kur’ân-ı Kerîm’deki takvâ, havf, haşyet, rehbet, hazer gibi kelimelerle dile getirilen bu endişe, sarsılmaz imanın ruhlarda meydana getirdiği olumlu, yapıcı, insanı her türlü kötülüklerden alıkoyup iyilikler yapmaya sevkeden kaygı ve korku şeklindeki yüksek dinî ve ahlâkî duyguyu ifade eder. İyi mümin ve iyi insan gibi iyi ümmet ve iyi toplum da ancak bu yüce duygunun vicdanlara hâkim olmasıyla gerçekleşir.” (Diyanet, Kur’an Yolu Tefsiri, II/561.)

Ya da bizler de Allah’ın azabının gelivermesinden emin mi olduk? 

Bunu her an düşünmek, her an Rabbimizin azabının gazabının gelivereceğinden korkup Rabbimize Rabbimizin istediği biçimde kulluk işlemeye yönelmek zorundayız. Nitekim Rabbimiz buyurdu ki: “Yoksa Allah’ın tuzağından emin mi oldular? Ziyana uğrayan kavimden başkası Allah’ın tuzağından emin olamaz.” (A’raf,7/99.)

------

اَوَلَمْ يَهْدِ لِلَّذ۪ينَ يَرِثُونَ الْاَرْضَ مِنْ بَعْدِ اَهْلِهَٓا اَنْ لَوْ نَشَٓاءُ اَصَبْنَاهُمْ بِذُنُوبِهِمْۚ وَنَطْبَعُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ فَهُمْ لَا يَسْمَعُونَ

 “(Eski) sahiplerinden sonra yeryüzüne vâris olanlara hâlâ şu gerçek belli olmadı mı! Biz dileseydik onları da günahlarından dolayı musibetlere uğratırdık. Biz onların kalplerini mühürleriz de onlar (gerçekleri) işitemezler.” (A’râf Suresi,7/100.)

Önceki âyetlerde, geçmişteki beş peygamberin (Nûh, Hûd, Sâlih, Lût, Şuayb) kavimlerinin kıssalarından örnekler verilerek, bu peygamberlerin getirdikleri açık seçik mesajlara, belgelere veya mûcizelere (beyyinât) rağmen, inkârcılıkta direnen eski toplumların mâruz kaldıkları felâketler anlatılmıştı. Bu âyetlerde ise İslâm davetine muhatap olanların, bu olup bitenlerden ders almaları istenmektedir. 100. âyette Hz. Peygamber’in muhatapları iki tehlike karşısında uyarılmaktadır: Onlar eğer iman etmezlerse ya herhangi bir yıkımla yok olup gidecekler veya –hayatta kalsalar bile– küfürde ısrar ve inat etmeleri yüzünden Allah onların kalplerini mühürleyecektir. (Diyanet, Kur’an Yolu Tefsiri, II/561-562.)

“Allah (C.C.), kafirleri şu şekilde tavsif etmektedir. Onlar, peşin fikirli, inatlarının, kibir ve gururlarının tutsağı olan insanlardır. Gönülleri hakka kapalı, basiretleri perdelidir. Allah’ın sözünü anlamaz, O’nun nurunu görmezler, Çünkü maddenin ötesinde bir şey düşünmezler. Onlar küfürde o derece ileri gitmişlerdir ki, onları uyarmak ve uyarmamak bir şeyi değiştirmez, Hakkı kabule tenezzül etmezler. Gururlarından dolayı başları odun gibi kalkıktır. Ağaç yutmuşa benzerler. İnkarcıların duyuları üstüne çekilen bu perdeler, aslında onların kendi davranışlarından oluşmaktadır. Peygambere karşı hasedleri, Hakka karşı kibir ve gururları, onların anlayış yeteneğini kapatır.’ Sonuç olarak, kafirlerin kalplerinin mühürlenmesi, Allah’ın bir eylemi olarak insanların sapkınlık ve küfrünün doğal sonucudur. Sapkınlık ve küfür ise, insanın kendi nefsinden kaynaklanan eylemidir. Bu ilişkiyi her yerde göz önünde tutmamız gerekmektedir.

Muhammed Esed, batıl inançlara inatla sarılan ve hakikatin sesini dinlemeyi reddeden kişinin zamanla hakikati kavrama yeteneğini kaybedeceği görüşündedir. Tabiat kanunları Allah’a izafe edildiği için kalbin mühürlenmesi de Allah’a izafe edilmiştir.” [17]

تِلْكَ الْقُرٰى نَقُصُّ عَلَيْكَ مِنْ اَنْـبَٓائِهَاۚ وَلَقَدْ جَٓاءَتْهُمْ رُسُلُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِۚ فَمَا كَانُوا لِيُؤْمِنُوا بِمَا كَذَّبُوا مِنْ قَبْلُۜ كَذٰلِكَ يَطْبَعُ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِ الْكَافِر۪ينَ

“İşte o ülkeler! Onların haberlerinden bir kısmını sana anlatıyoruz. Andolsun ki peygamberleri onlara apaçık deliller getirmişti. Fakat onlar önceden yalanladıkları gerçeklere iman edecek değillerdi. İşte kâfirlerin kalplerini Allah böyle mühürler. (A’râf Suresi,7/101.)

Onların başlarına gelenlere iyi bakıp ibret alasınız da onların düştüklerine sizler de düşmeyesiniz diye bunları size anlatıyoruz.

Burada iki defa geçen “kalplerin mühürlenmesi” Kur’an üslûbunda genellikle, inkâr ve kötülükte direnen insanların, zamanla akıllarını kullanma ve sağlıklı düşünme yeteneklerini kaybetmeleri, giderek artan bir taassupla sapık inanç ve yaşayışa şartlanmaları şeklindeki zihin ve ruh halini ifade eder. Genel planda evrendeki bütün oluşlar Allah’ın kuşatıcı iradesiyle gerçekleştiği için bu şartlanma “Allah’ın kalpleri mühürlemesi” şeklinde ifade edilmiştir. Nitekim 101. âyetteki “Fakat onlar önceden yalanladıkları gerçeklere iman edecek değillerdi” şeklinde çevrilen bölüm de insanın daha önce inkâr ettiği şeyleri kabul etmesinin veya inanıp benimsediği şeyleri terk ve reddetmesinin güçlüğüne işaret etmektedir. (Diyanet, Kur’an Yolu Tefsiri, II/561-562.)

“Kalplerin mühürlenmesi” tabiri Kur’an üslûbunda genellikle, batıl inançlara inatla sarılan ve hakikatin sesine kulak vermeyi ısrarla reddeden kişinin zamanla hakikati kavrama yeteneğini kaybetmesini ifade eder.[18]

Kalbin mühürlenmesi, imanın yeri kalp olduğu içindir. Kulakların ve gözlerin mühürlenmesi de kâfirin hakkı görememesi, işitememesini anlatmak için ifade edilmiştir. Yüce Allah, kullarının iman etmeleri için her türlü imkan ve fırsatı onlara tanıdığı halde kafirlerden bir kısmı aklını iman yönünde kullanmıyor, peygamberin Hakka davetini reddediyor, peygamberle alay ediyor, Yaratıcıya uyarcasına nefsine, hevâsına uyuyor. İşte Allah ezeli ilmiyle bu kulunun cüz'i iradesini Allah'a iman için kullanmayacağını bildiği için kalbini mühürlüyor.[19]

Bu tabiatı insanlar, davranışlarıyla asli fıtratını bozarak kendileri iktisap etmişler, Allah da infaz etmiştir. Kur’ânî kavramlar olan “kulaklara ağırlık konması” (En’am,6/25), “kalplerin eğriltilmesi” (Sâf, 61/5) ve “kalplerin mühürlenmesi” (Bakara, 2/7) de bu konu içerisinde mütalaa edilebilir. Kalplerin hakkı anlamaz ve kabullenmez hale gelişleri, kulakların hakkı işitmez oluşları, Mutaffifîn Sûresi 14. ayette buyrulduğu gibi, yine insanların kendi yaptıkları yüzündendir.  Yoksa bu ve benzeri kavramlar, cebr anlamında yorumlanamaz.

Firavun Kavmi’nden Mü’min bir adam da, Allah’ın her mütekebbir ve zorba kişinin kalbini mühürlediğini ifade etmiştir. (Mü’min, 40/35) Sonuç olarak büyüklenmeleri onların helâk olmalarına yol açmıştır. (Ankebut, 29/29)

Muhammed Mustafa (sav) kalplerin mühürlenmesini şöyle açıklar: "Başlangıçta bir günah işlendiği zaman, kalpte kara bir leke olur. Eğer sahibi pişman olur, tevbe ve istiğfar ederse kalp yine parlar. Günah tekrarlanırsa o leke de artar. Nihayet arta arta öyle bir raddeye gelir ki, leke bir kılıf gibi bütün kalbi kaplar."[20] Kur'an'da da şöyle buyurulur: "Karşısında ayetlerimiz okunurken onlara, "Eskilerin masalları" der. Hayır hayır, fakat onların kazançları kalplerinin üzerine pas bağlamıştır." (el-Mutaffifin,83/13-14). Demek ki şirk, küfür ve insanın devamlı işlediği ve tevbe etmediği günahlar kalbi karartıyor, paslandırıyor ve bu neticede kalbin mühürlenmesine sebep oluyor.[21]

------

وَمَا وَجَدْنَا لِاَكْثَرِهِمْ مِنْ عَهْدٍۚ وَاِنْ وَجَدْنَٓا اَكْثَرَهُمْ لَفَاسِق۪ينَ

“Onların çoğunda, sözünde durma diye bir şey bulamadık. Gerçek şu ki, onların çoğunu yoldan çıkmış bulduk. (A’râf Suresi,7/102.)

Burada ekserisini bir ahd üzerine bulamadık derken Rabbimiz onların ilk mîsâk ahdini unutup yalanladıklarını anlatmaktadır. “Hani Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının sulplerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demişti. Onlar da, “Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin)” demişlerdi. Böyle yapmamız kıyamet günü, “Biz bundan habersizdik” dememeniz içindir.” (A’râf Suresi,7/172.)

Yâni “Galu belâ” diye bilinen o ilk mîsâk ahdine pek çoğunun sadık kalmadıklarını, ekserisini bu konuda fâsık bulduk diyor Rabbimiz. Söze sadâkatleri yok adamların. O Rablerine ilk verdikleri sözlerine sadâkatleri yok. Gerek Rablerinin kendileri için kâinatta yarattığı meşhûd âyetleri, gerek peygamberleri vasıtasıyla kendilerine gönderdiği âyetler gerekse kendi içlerinde kendi enfüslerinde Cenâb-ı Hakkın kendilerine gösterdiği âyetler onlara hakka dâvet ediyordu. Allah’a verdikleri bu sözlerini unutuveriyorlardı. Allah’la sözleşme yapıyorlar ama bu sözleşmelerini hemen unutuyorlardı. İşte Rabbimiz diyor ki onları ahitlerine sadık bulmadık.[22]



    <<Önceki                     Sonraki>>


Ahmet Hocazâde, 27.04.2018, Sonsuz Ark, Konuk Yazar,  Muhâfız ya da Muârız'a dair

Ahmet Hocazâde Yazıları





[1] Bu çalışmada Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Meal ve Tefsir çalışması kaynak olarak alınmış olup, zaman zaman açıklamalarla zenginleştirme yoluna gidilmiştir.
[2] Şükrü Ulutaş, Kur’ân-ı Kerim’de Anlatılan Helâk Olmuş Kavimlerin Ortak Özellikleri, Yüksek Lisans, Ankara, s.54.   http://acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/1284/1883.pdf?show
[3] فَلَمَّا نَسُوا مَا ذُكِّرُوا بِه۪ فَتَحْنَا عَلَيْهِمْ اَبْوَابَ كُلِّ شَيْءٍۜ حَتّٰٓى اِذَا فَرِحُوا بِمَٓا اُو۫تُٓوا اَخَذْنَاهُمْ بَغْتَةً فَاِذَا هُمْ مُبْلِسُونَ
[4] Riyâzu’s-Sâlihîn (Peygamberimizden Hayat Ölçüleri), Erkam Yayınları, İstanbul, 1998, III, 38-39.
[5] Abdullah Emin Çimen, Helâk, Devam Eden Bir Süreç Midir?, Usûl 2005,  s.42-46.
http://ktp.isam.org.tr/pdfdrg/D02671/2005_4/2005_4_CIMENAE.pdf
[6] Şükrü Ulutaş, Kur’ân-ı Kerim’de Anlatılan Helâk Olmuş Kavimlerin Ortak Özellikleri, , s.156.  
[7] Şükrü Ulutaş, Kur’ân-ı Kerim’de Anlatılan Helâk Olmuş Kavimlerin Ortak Özellikleri, s.96. 
[8] Şükrü Ulutaş, Kur’ân-ı Kerim’de Anlatılan Helâk Olmuş Kavimlerin Ortak Özellikleri, s.143. 
[9] Şükrü Ulutaş, Kur’ân-ı Kerim’de Anlatılan Helâk Olmuş Kavimlerin Ortak Özellikleri, s.142.  
[10] فَهَلْ يُهْلَكُ إِلَّا الْقَوْمُ الْفَاسِقُونَ
[11] فَأَنزَلْنَا عَلَى الَّذِينَ ظَلَمُواْ رِجْزاً مِّنَ السَّمَاء بِمَا كَانُواْ يَفْسُقُونَ
[12] فَأَوْحَى إِلَيْهِمْ رَبُّهُمْ لَنُهْلِكَنَّ الظَّالِمِينَ
[13] وَمَا ظَلَمْنَاهُمْ وَلَكِن كَانُوا هُمُ الظَّالِمِينَ 
[14] وَمَا ظَلَمْنَاهُمْ وَلَكِن ظَلَمُواْ أَنفُسَهُمْ فَمَا أَغْنَتْ عَنْهُمْ آلِهَتُهُمُ الَّتِي يَدْعُونَ مِن دُونِ اللّهِ مِن شَيْءٍ 
[15] مَثَلُ مَا يُنفِقُونَ فِي هِذِهِ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا كَمَثَلِ رِيحٍ فِيهَا صِرٌّ أَصَابَتْ حَرْثَ قَوْمٍ ظَلَمُواْ أَنفُسَهُمْ فَأَهْلَكَتْهُ وَمَا ظَلَمَهُمُ اللّهُ وَلَكِنْ أَنفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ
[16] ذَلِكَ بِمَا قَدَّمَتْ أَيْدِيكُمْ وَأَنَّ اللّهَ لَيْسَ بِظَلاَّمٍ لِّلْعَبِيدِ
[17] Şükrü Ulutaş, “Kur’ân-ı Kerim’de Anlatılan Helâk Olmuş Kavimlerin Ortak Özellikleri”, s.95.  
[18] Elmalılı Hamdi Yazır, En’am Sûresi 25. ayette geçen “kulaklara ağırlık konması”nı izah ederken bu hususu vurgulamakta ve söyle demektedir: “Allah bunlara fıtraten kulak ve kalp vermemiş değildir. Fakat o kalpler, öyle müktesebata sarılmış ve öyle bir tab’u tabiat içinde örtülmüş kalmış ve binaenaleyh fıtratlarında hakka müteveccih olan kabiliyetleri öyle kapanmış hıtâma ermiştir ki bundan böyle delili dinleseler değil ya, görseler bile yine inanmazlar. Fıtratı asliyyeyi kapatan bu örtüler, bu mani’alar, akılların sihir, esâtır gibi yanlış mebde’lere tutulması, batıl itikadlere saplanması, nefislerin agrazu ihtiraslara bürünmesidir ki, herhangi bir şahısta bunlar tab’olunup tabiat haline geldi mi artık onda Hakkı dinlemek ve kabul etmek kabiliyeti kalmaz, isti’dâdı iman söner.” (III.1902)
[19] Dr. Mehmet Bulut, “Hidayet-Dalalet Ve İnsanın Sorumluluğu”,  s.246.
http://isamveri.org/pdfdrg/D00036/1995_9/1995_9_BULUTM.pdf
[20] Tirmizi, Tefsiru Sure 13/1; İbn Mace, Zühd,29; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 297.
[21] Dr. Mehmet Bulut, “Hidayet-Dalalet Ve İnsanın Sorumluluğu”,  s.247.
[22] http://besairulkuran.blogspot.com.tr/2012/05/araf-suresi-1-110-ayetler.html





Sonsuz Ark'tan
  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.

Seçkin Deniz Twitter Akışı