13 Ağustos 2012 Pazartesi

SA31/MEY3: Çocukların İstismarı ve Faşizm'in Dar Kapısı


"Çocuklarımıza beynimizin tamamını kullanmadığımızı öğretiyoruz, ama beynimizin tamamını kullanamayan bizler, çocuklarımıza beyinlerinin tamamını kullandırtmamaya çalıştığımızı söylemiyoruz."
 

“İnsan, beyninin tamamını kullanmıyormuş, baba!”, demişti bizim evin tomurcuklarından biri. “O zaman kullanılmayan kısımları çıkaralım, oğlum!”, diyerek gülümsemiştim. “O zaman yaşayamayız ki, baba!” diye şaşkınlıkla yüzüme bakmıştı. “Demek ki, hepsini kullanıyormuşuz. Sadece hangi kısmın ne için kullanıldığını henüz bilmiyoruz, babacığım!”, dediğimde de rahatlamıştı. Ön yargıların başkahramanı biz büyükleriz, en çok öğretmenlerimiz. Bazen öyle büyük lokmalar yutuyoruz ve çocuklarımıza yutturuyoruz ki; büyük lokmaların çocuğun boğazında kaldığını yıllar sonra fark ediyoruz. Ama iş işten geçmiş oluyor.


Çocuklarımız beyinlerinin bilmem kaçta kaçını kullanan dâhileri öğreniyorlar. Ardından bir dâhi olamayacaklarını düşünüp, ilk ve en kolay yola sapıyorlar; boğazlarında kalan en büyük lokma ile kaçıyorlar. Böylelikle o muhteşem eleştirel bakışlarını hayatın karmaşık olmayan ayrıntılarına yöneltmeye alışamıyorlar. İsyancı karaktere sahip olanlar, dâhilerin kendileri gibi çocukken dâhi olacaklarını bilmediklerini düşünüyorlar arada bir. Bu buluşları da onları kışkırtıyor.

Zamanla bu isyancı çocuklar kendilerini taşıyamayacağına inandıkları her türlü sisteme başkaldırıyorlar ve enerjilerini ailesiyle, çevresiyle mücadele etmeye ayırmak zorunda kalıyorlar. Onları anlamakta zorlanıyoruz. Onları kendi düzeneklerimizle uyumlu olmaya zorluyoruz. Çatışmalarımız çeşitlendikçe, onları yakın çevremize şikâyet ediyoruz. Sanki bizden kendisini eleştirmemizi istemişler gibi onları sık sık eleştiriyor ve karşılığında eleştirilerimizi önemseyip tam istediğimiz gibi olmalarını bekliyoruz. Biraz değil çokça faşizan bir duygu bu aslında; hepimizin içine çöreklenmiş bir yılan.

Meclis’te bir vekil şöyle haykırmıştı: “Varlığım, niye Türk varlığına armağan olsun ki; ben Kürdüm!” Diyenin temsil ettiği siyasi düşünce, söylediği hakikate perde olsa da gerçek buydu. 18. Milli Eğitim Şurâsı’nda ilköğretim okullarında her gün törenlerde okunan ‘Andımız’ın pedagojik olmadığı fikri ileri sürülmüş ve kaldırılması oylanmıştı. Aslında yerinde bir öneriydi. Faşizan duygulardan uzak demokratik bir anket düzenlense, çocukların hemen hepsinin haftanın beş günü bu angarya ile meşgul olmaktan sıkıldıklarını öğrenebilirdik. Onları özellikle ilköğretim üçüncü sınıfa kadar hiç izlediniz mi bilmiyorum; o kadar masumlar ki. Her sabah yemin ettiklerinin o kadar farkında değiller ki.

Onlar ilk üç yıl ne dediklerinin farkında olmadan, masum bir şekilde öğretilenleri ve istenenleri yapmaya devam ediyorlar. Büyüklerinin kendileri için iyi ve güzel şeyler düşündüğüne ve bu amaçla kendilerine bir şeyler yaptırdıklarına inanıyorlar. Fakat dördüncü sınıfta yemin ettiklerini fark edince bunu yapmak istemiyorlar. Altı ve yedinci sınıflarda her gün yemin eden çocuklar ‘bir gün çarpılacaklarını’ düşüne düşüne andı söylemekten çekiniyorlar. Büyüdük sıra azarlanmamak için dudaklarını kıpırdatıp duruyorlar. Beğenilmeyince and tekrarlanıyor. Bu böyle sürüp gidiyor. O masum çocukları ikiyüzlülüğe zorluyoruz.

Hele bir de etnik olarak Türk olmayan öğrencilerin çoğunlukta olduğu yerlerde ‘Andımız’ı söylemek ve söyletmek öğrenci, öğretmen ve idare için gerçek bir işkenceye dönüşüyor. Çocuk sorguluyor, gereksiz bir gerginliğe ve ayrımcılığa taşınıyor düşünceleri. Yılan zehrini ilk kez burada beyinlere enjekte ediyor. And, birlikteliğe değil, ayrımcılığa zemin hazırlıyor. Bir defa bu anayasaya aykırı bir eylem.

1982 Anayasa’sının Kanun Önünde Eşitlik’ten bahseden 10. Maddesi “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.” Fıkrasına ek olarak 12 Eylül 2010’da yapılan halk oylaması ile eklenen “Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.” fıkrası ‘Andımız’ın anayasal dayanağı olmadığını göstermektedir.

Bu eylemin açıkça Türk ırkı lehine eşitliği bozduğunu hiç kimse inkâr edemez. Ve Devlet organlarından biri olan Milli Eğitim Bakanlığı bu işleminde eşitlik ilkesine aykırı davranmaktadır. Yeni düzenlemeye göre de çocuklar için alınacak eşitlik tedbirlerinden biri olarak ‘Andımız’ kaldırılabilir. Çocuk, kanun önünde ırkı dolayısıyla eşit haklara sahip bulunmamaktadır.

Anayasa’nın, Kişinin Hakları ve Ödevleri Kişinin Dokunulmazlığı, Maddî ve Manevî Varlığı’ndan bahseden 17 Madde: “Herkes, yaşama, maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir. Tıbbî zorunluluklar ve kanunda yazılı haller dışında, kişinin vücut bütünlüğüne dokunulamaz; rızası olmadan bilimsel ve tıbbî deneylere tâbi tutulamaz. Kimseye işkence ve eziyet yapılamaz; kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya veya muameleye tâbi tutulamaz.” Sınırlamasıyla da işkence ve eziyet yapılamayacağını söylemektedir.

Burada dikkat edilmesi gereken mesele ‘Andımız’ın bir işkenceye dönüp dönüşmediği meselesidir. Buna elbette hukuk karar verecektir. Şurâ’da ‘Andımız’ın pedagojik olmadığı söylenmişti, kaldırılma teklifinin gerekçesi de buydu. Kendi ırkı dururken diğer bir ırkı yüceltmek bir çocuk üzerinde nasıl bir baskı oluşturur, hiç tartışıldı mı? Buna cesaret edilebildi mi? Çözüm bulalım deniyor, çocukken kendi ırkı ile ilgili sorunlarla karşılaşan bir zihnin/beynin yutabileceği bir lokma mıdır bu lokma? Bu çocuklar beyinlerinin kaçta kaçını dâhi olmak için kullanabilecekler?

Onaylamadıkları zorlamalara karşı harcayacakları enerjilerini, daha gerçekçi ve kucaklayıcı pedagojik eylemlerle yönetemez miyiz? Herkesin maddî, manevî varlığını korumasını sağlayamaz mıyız? Bir çocuğun ırkı hangi varlık türüne girer? Taş atan çocukların kollarındaki gücü işte bu faşizan dayatmalar besliyor. Yüreğinden yakalıyorlar çocukları.

Yine Anayasa’nın, Sosyal ve Ekonomik Haklar ve Ödevler Ailenin Korunması ve Çocuk Hakları’ndan bahseden 41.Maddesi’nde:” Devlet, her türlü istismara ve şiddete karşı çocukları koruyucu tedbirleri alır.”emri var. Andımız istismara girmiyor mu? Devlet neden üstüne düşen görevi yerine getirmiyor peki?

Eski Milli Eğitim Bakanlarından Reşit Galip tarafından yazılan andın hikâyesi çok tuhaf. 1932 yılında bakanlık görevine getirilen ve bir yıl bu görevi sürdüren Reşit Galip, 23 Nisan 1933’te Çankaya Köşkü’nde Atatürk’ü ziyaretinde, “Sabah çocuklara bir şey söylemek istedim o anda bu ant çıktı. Çocuklara armağanım olsun.” diyerek, metni Atatürk’e sunmuş. Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Kurulu da 10 Mayıs 1933’te 101 sayılı kararı ile öğrenci andını uygulamaya koymuş. Ne sosyoloji, ne psikoloji ne de başka bir vizyon. Sebep olduğu milyonlarca travmaya göre bu hikâye gerçekten hafif kaçıyor.

Atatürk’e isnad edilecek olan bu akıl dışı tutumlar değildir. Bilhassa ““Ben size hiçbir dogma veya doktrin bırakmıyorum. Benim doktrinim müspet ilimdir!” (Falih Rıfkı Atay, Çankaya, 1968, s.13)diyor Mustafa Kemal Atatürk. Müspet ilmin, yani sosyoloji’nin, pedagoji’nin, psikoloji’nin ne dediğini bilmemiz gerekiyor.

Bu tehlikeli konu hakkında araştırma yapanlar da var.‘İlkokul Çocuklarında Atatürk Algısı” konulu yüksek lisans tezini “Sevgili Atatürkçüğüm” adıyla yayımlayan İstanbul Bilgi Üniversitesi’nden Esra Elmas, “Andımız” hakkında: “Resmî söylemin kurguladığı “makbul vatandaş”ın bütün bileşenleri var bu andda. Türk olmak ya da kendini Türk olarak tanımlamak konusundaki güçlü vurgu, Türk milletinin varlığının bireyin varlığından daha önemli olması ve tüm bu bileşenlerin Atatürk’e referansla çocuğa öğretiliyor olması... Öncelikle bu, hiyerarşik olarak çocuğun dezavantajlı olduğu bir iletişim biçimi. İkincisi, farklı kültürlerin yasadığı bir coğrafyada tek bir etnik kimliği öne çıkaran, milliyetçilik dozu yüksek bir uygulama. Bu ritüeli, okulda çocuğun tükettiği fiziksel ve zihinsel yapıyla birlikte ele alacak olursak, kısaca özgür bir birey olma potansiyelinin daha ilkokulda doğrudan sınırlandırıldığı söylenebilir. Baskıcı ritüeller bireyler için hakiki bir anlam yaratmaktan ziyade içi boşaltılmış semboller ve ezberlenmiş refleksler yaratmaktan öteye gidemiyor.” Diyor.( Sevgili Atatürkçüğüm: İlkokul Çocuklarında Atatürk Algısı – Esra Elmas, Hayykitap, 2007)

Her şey bir tarafa Andın en can sıkıcı tarafı, henüz reşit olmamış bir çocuğa yemin ettirmek. Onun yemin algısı üzerinde tahrifat oluşturduğumuz zaman, ondan hiçbir mahkemede tanıklık ederken samimiyet bekleme hakkımız olmadığını, diğer insanlara güven verme hususunda yaşayacağı zaaflardan sorumlu olduğumuzu da unutmamamız gerekir.

Çocuklarımıza beynimizin tamamını kullanmadığımızı öğretiyoruz, ama beynimizin tamamını kullanamayan bizler, çocuklarımıza beyinlerinin tamamını kullandırtmamaya çalıştığımızı söylemiyoruz. Söyleyelim isterseniz; yalanlarımızı besleyen yılanı söküp atalım içimizden. Türkçü, Kürtçü, bölücü, ayrılıkçı olmadan Faşist olmadığımıza önce biz karar verelim, sonra çocuklarımıza biliyorsak demokrasiyi anlatalım. Anayasa’ya uyalım önce. Çocuklarımızın beyinlerinde kullanılacak alanı genişletelim devletçe, hükümetçe, milletçe… O zaman bütünlüğümüze zarar gelmez.


 Mustafa Eyyüboğlu, YirmiYedi Kasım İkiBinOn- Onbir
Mustafa Eyyüboğlu Yazıları

Seçkin Deniz Twitter Akışı