"Dershaneler, ideolojik anlamda merdiven altı enjeksiyon işlemlerinin yapılacağı yerler olmaktan; ancak okulların eğitim kalitesi arttırılarak kurtarılabilir. "
Eğitim, aile, okul ve toplum trigonunda ömür boyu devinen ve içerik olarak çeşitlenen, bireyleri olumlu ya da olumsuz zihinsel dönüşümlerle yoğuran bir süreçtir. Eğitim'in temel amacı da, kurgulanmış sistem algısına göre, bireylerin zihinlerinin nasıl şekilleneceğini planlamak; nesillerin düşünme biçemlerini oluşturmak, neyi, nasıl düşüneceklerini onlara öğreterek müdahale etmektir. Doğal olarak zihinsel müdahalenin gerçekleşmesi için tasarlanmış bir ideolojiye ve realizasyon için de paraya ihtiyaç duyulur.
Resmi ya da özel eğitim kurumlarının örgün/örgün olmayan okul ve dershane olarak tanımlandığı ülkemizde geçmişte yaşanmış olan ve hâlen de devam ettiği açıkça anlaşılan ideolojik çatışmaların, eğitimin eğitsel ve ekonomik profilini olumsuz etkilediğini biliyoruz.
Türkiye Cumhuriyeti'nin 61. Hükümetine Başbakanlık yapan Recep Tayyip Erdoğan, partisinin 4. hükümetinin icraatı olarak, 2002'den beri süregelen yapısal değişim sürecine atıfta bulunarak, eğitim sisteminin neredeyse temel bir birimi hâline getirilen dershanelerin kapatılacağını ilan ettiğinde, Başbakan'ın dershane sahipleri ile çalışanlarının şiddetli tepkilerine maruz kaldığına şahit olduk. Bu tepkilerin en mâkul olanı şu: "Eğitim sistemi dershanelere olan ihtiyacı ortadan kaldırırsa, dershaneler kendiliğinden kapanırlar, herhangi bir müdahaleye gerek yok!"
Evet, dershaneleri üreten etken güç dershaneciler değil, yetersizliğini kabul ederek dershanelerin varlığını bir yönetmelikle tespit eden ve onları sistemin içine alan Milli Eğitim Bakanlığı, yani sistemin kendisidir. Bunun için dershaneleri suçlamak doğru değil; ancak özellikle 1980 sonrası resmi ve özel okulların yetersizliğine paralel olarak palazlanan dershanelerin oluşturduğu toplumsal sorunları fark ederek eğitim politikalarını değiştiren Hükümet, 2005'ten beri uyguladığı öğrenci merkezli yeni yapılanma, 12 yıllık eşit üç dilimli zorunlu eğitim ve FATİH projesi ile devlet okulları sistemini güçlendirerek büyük bir vaatte bulunuyor ve bu vaade uygun olarak dershanelerin kapatılacağını söylüyor. Bu, ne olursa olsun toplumun artık kronikleşen okul-dershane karmaşasını toplum lehine değiştirecek/ortadan kaldıracak olan bir söylemdir ve bizim dikkate almamız gereken de toplumun talebidir.
Başbakan'ın, süreçle ilgili tartışmalar devam ederken, 10 Eylül 2012 'de "Dershanecilik olayını kaldıracağız. Bunlar kim gücenirse gücensin bu benim halkımın ortak talebidir. Şunu soruyor haklı olarak okullar niye var? Biz iktidara geldiğimizde çok ilginç bir şeyle karşılaştık. Üniversite sınavı soruları ortaöğretim müfredatına göre değil dershane müfredatına göre hazırlanıyordu. Tamamen dershanecilere çalışıyorlardı. Benim parası olmayan gücü olmayan vatandaşım elinde davarı varsa onu satıyordu. Bu adalet mi? Bunu nereye kadar savunacağız." dediğinde de çok ciddi karşı tepkiler almaya hazırlandığını görüyoruz. Bununla birlikte Başbakan'ın teklifi dershanelerin özel okula dönüştürülmesi ve devlet tarafından sübvanse edilmesi. Bu teklif de çok ciddi bir dönüşüm fırsatı anlamına geliyor.
Başbakan'ın "Üniversite sınav soruları ortaöğretim müfredatına göre değil dershane müfredatına göre hazırlanıyordu" cümlesi bilgilendirme eksikliği taşıyan ve teknik olarak mantık hatalarıyla dolu olan bir cümle. Başbakan, üniversite sorularının dershaneler tarafından hazırlanmadığını, başkanı devlet tarafından atanan resmi bir kurum olan YÖK/ÖYSM tarafından hazırlandığını, böyle bir sorun varsa bu sorunun dershanelerden değil ÖSYM'den kaynaklandığını fark etmiş görünmüyor ya da fark edilmesi istenmeyerek hatalı söylemler üretilmesine neden olunuyor.
Öğrencilerin, kurulduğu tarihten (1981) beri YÖK'e bağlı olarak çalışan ÖSYM tarafından kasıtlı olarak müfredat dışına sürüklendiğini ve dershanelerin çok yüksek olasılık hesaplarıyla sınavlarda sorulan sorularda isabet kaydettirme yarışlarına girdiğini unutmuş değiliz. Son olarak 2012 LYS soruları, yine müfredat dışına taşırılarak hazırlanmış ve dershanelerle birlikte öğrenciler de şaşkınlığa uğratılmışlardır.
Başbakan'ın güceneceğini düşündüğü kesimlerle doğru bir bilgilendirme ve soft bir söylemle daha sağlıklı iletişim kurması mümkünken, yanlış bilgilendirme ile birlikte çatışmacı bir yöntem kullanılması hükümetin hedeflerinin doğru anlaşılmasına yardım etmiyor.
Ortaya çıkan durum daha karmaşık bir konseptle karşı karşıya olduğumuzu düşündürüyor ve 'Dershane' nin tek boyutlu bir konu olmadığını sorgulamamız gerektiğini söylüyor. Daha teknik bir çok boyutu olmasına karşılık şu andaki çatışma ortamını oluşturan boyutları muhtemelen üç tane; Eğitsel, ekonomik ve ideolojik boyutlar.
Zaman Gazetesi Genel Yayın Editörü Veysel Ayhan'ın 16.09.2012 tarihli ' Dershaneler Kapanınca Neler olur?' (1) başlıklı yazısında 2 milyar dolarlık bir dershanecilik piyasasını, öğretmeni ve diğer personeli ile 100 bin kişilik istihdam sorunlarını, fırsat eşitsizliğini ve oluşacak vergi kaybını belirtikten sonra 'KİT'leşen Liseler' çerçevesinde bakanlığın resmi okullarında çalışan öğretmenleri küçümseyerek, hatta aşağılayarak 'tüm liselerin öğretmen düzey ve yetkinliğini dershane öğretmenleri seviyesine çıkarmak'tan ve buna ek olarak 'onları mutlu bir şekilde derse girecek ekonomik rahatlığa eriştirmek'ten bahsetmesi konuyu profesyonel olmayan, ideolojik bir perspektifle irdelediğini gösteriyor; konunun gücenecek bir tarafı olduğunu da açıkça ilan ediyor.
Oysa Zaman Gazetesi'nin bir cemaat unsuru olarak toplum yararını koruması gerekirdi. Fethullah Gülen Cemaati olarak anılan sivil toplum organizasyonunun en aktif olduğu alan dershanecilik ve özel okullar, yani eğitim-öğretim faaliyetleri. Çokça tartışılan bu okullar verdikleri kaliteli eğitimle küresel anlamda büyük tecrübeye ve bilinirliğe sahipler. Ancak bu durum dershanecilikte onları haklı ve başarılı kılmıyor.
Zaman Gazetesi Genel Yayın Editörü'nün aşağıladığı devlet okullarındaki öğretmenlerle yücelttiği dershane öğretmenleri arasında iddia edildiği gibi dershane öğretmenleri lehine herhangi bir olumlu fark yok. Aksine dershane öğretmenleri, eğitim-öğretim sürecinde devlet okullarında yüzlerce davranış kazanan hazır öğrenciye makyaj yapmakla meşguller.
Dershane öğretmenleri, ilgili yönetmelikte belirtildiği gibi temel eğitim vermiyorlar, ayrımcılık yaparak temel eğitimi yeterli olan öğrencileri, ÖSYM tarafından yükseltgen hale getirilerek müfredat dışına çıkarılmış sorulara, onlara özel dersler vererek hazırlıyorlar; temel eğitimi yetersiz olan öğrencileri de herhangi bir yükseköğretim kurumuna yerleştiremiyorlar. Bu da dershane öğretmenlerinin lise öğretmenlerine sımsıkı bağımlı olduğunu gösteriyor, lise öğretmenlerinin kaliteli olmadığını değil.
Dershane öğretmenlerinin bordroları, dershanelerde çalışan öğretmenlerin devlet okullarında çalışan öğretmenlerden çok daha yüksek bir gelir sistemine sahip olmadığını, aksine daha düşük olduğunu gösteriyor. İlgilenenler bordroları karşılaştırabilirler. Dershanelerin hemen hemen tamamında asgarî ücretle çalıştırılan stajyer öğretmen sorunu dershanelerin kapitalist döngüye ne kadar hazır olduğunun da başka bir kanıtı.
Zaman Gazetesi'nin liberal görüşleriyle öne çıkan diğer bir yazarı Siyaset Bilimci Prof. Atilla Yayla'ya geçmeden önce, belirtmemiz gereken bir şey var; tartışmanın tarafları eğitimci kimlikleri olmayan isimlerden oluşuyor ve karşıt taraf cemaat dershanelerinin kapanmasını istemiyor; henüz dershanecilerin tümünü temsil eden bir karşı söylem üretilmiş değil.
Atilla Yayla'nın 14.09.2012 tarihli Zaman Gazetesi'nde yayınlanan 'Dershaneleri Değil Okulları Kapatın' (2) başlıklı yazısında doğa kanunları ile beşerî kanunlar arasında bir analoji yapıldıktan sonra, iktisadî arz-talep ilişkisi analiz edilerek doğru çıkarımlarla konu dershanelerle ilişlendirilmekte: "Üniversitelileşme oranı nispeten düşük olan ülkemizde üniversite eğitimine büyük bir talep var. Buna karşılık, arz sınırlı. Sebep, eğitimde piyasanın işlemesine müsaade edilmemesi, devletin bu alanda katı bir tekel olmayı on yıllardır sürdürmesi. Arz ile talep arasındaki dengesizlik ister istemez sınav yaparak üniversiteye girmek isteyen öğrenciler arasında bir eleme yapılması mecburiyetini doğuruyor. Bu yüzden lise öğrencileri neredeyse daha ilk yıllarından itibaren çılgın bir sınav kazanma yarışına başlıyor. Dershaneler, işte bu eğitim sisteminin ürünü. Her öğrenci yarışta daha avantajlı konuma gelmek için formel eğitim sisteminin dışında bilgi ve ders kaynağı aramaya başlayınca, ilave ve formel yapı dışı ders almanın kurumsallaşmış ve ticarileşmiş yapılanması olarak dershaneler ortaya çıktı."
Ancak Yayla'nın yaptığı doğru çıkarımlar, özgeçmiş dökümü, sonraki adımda söyledikleriyle ilişkisizdir:
"Dershaneler toplumdan çok ilgi gördü, çok da iyi işler yaptı. Bunu nereden anlıyoruz? Ayakta kalmalarından, gelişmelerinden ve devamlı "müşteri'' bulabilmelerinden. Üniversitede okumuş ve okuyan pek çok öğrencinin yolunun dershanelerden geçmiş olmasından."
Toplumun ÖSYM'nin bilinçli olarak ittiği yolda çocuklarını dershanelere göndermek 'zorunda kalması' gerçeği, 'ilgi' ile açıklanamaz; 'ilgi' iradî bir eylemdir ve icbâra karşıttır. Yayla'nın dershanelerin 'iyi işler yaptığı'na dair iddiasına sunduğu kanıtlar da 'dershanelerin ayakta kalmaları, gelişmeleri, müşteri bulmaları ve üniversite öğrencisi olabilen öğrencilerin dershanelere gitmiş olması'. Bunlar bir makale yazarının kullanamayacağı, zayıf ve aldatıcı belirteçlerdir. Çünkü; açılıp kapanan dershanelerle ilgili istatistikler, tröstleşen dershanelerin ayakta kaldığını, diğerlerinin kapandığını ve tröstleşenlerin geliştiğini, ÖSYM sorularının onlara müşteri sağlamaya devam ettiğini ve bu vahşi yarışta doğal olarak kısıtlı kontenjanlara dershanelerde ve dershanelerin dışında 'özel ders' alanların yerleştiğini objektif ilgi duyan herkes kolaylıkla irdeleyebilir.
Yayla'nın yazısının sonraki kısmı, dershane popülizmi adına liberalizmi 'güçlü olan ayakta kalır' şeklindeki vahşi kapitalizme kurban edişine şahit olmamızı sağlıyor:
"Son açıklamalarına bakılırsa Başbakan, dershanelere kötü bakışı sanki kafasında sabit fikir hâline getirmiş. Üslubu da yakışıksız, kırıcı ve otoriteryen tınılı. "Dershaneler kapanacak!" diyor. Niye? Dershanelerden insanlar ne zarar gördü? Dershanelere gidenler kendileri için, dershanelere çocuklarını gönderenler çocukları için neyin iyi olduğunu bilmiyorlar mı? Dershaneleri kapatmak fakire yararlı olur zannediyorsanız tamamıyla yanılıyorsunuz. Devlet tekelini kırıp yükseköğretim piyasasını serbestleştirsek ve böylece arz ile talebi dengelesek bile, özel-ek-formel eğitim sistemi dışı ders ihtiyacı ortadan kalkmaz. Bazı okullar her zaman daha çok ilgi göreceği için yarış sürer. Zengin çocukları, en pahalı hocalar kiralanarak sınavlara hazırlanırken fakir çocukları ilave dersin maliyetlerini kendileri gibi fakirlerle paylaşarak karşılanabilir miktara indiremeyeceği için, yarışta geri kalmaya mahkûm olur."
Öğrencilerinin ancak %20'sini üniversitelere yerleştirebilen dershanelerin diğer %80'e verdiği zararın ekonomik, psikolojik ve sosyolojik boyutlarını araştıracak ciddî araştırmacılara ihtiyacımız varken bu kadar yüzeysel değerlendirmeler yapmak, liberal olsun ya da olmasın en azından dünyanın bütün ülkelerinde devlet okullarının neden var olduğunu anlayamamak çok ciddi bir önyargının işaretlerini hâiz görünüyor. Atilla Yayla'nın alanıyla ilişkili olmayan konularda pürhiddet çıkarımlar yaptıktan sonra, teklif ettiği şey de çok ilginç:
"Bana sorarsanız, dershaneleri değil Milli Eğitim okullarını kapatmak daha doğru ve faydalı. Baksanıza, okulların 10 senede kazandıramadığını dershaneler bir senede kazandırıyor. Bu başarının izahı da gayet basit. Herkes MEB okullarına zorla gidiyor. Yani okula gidiş gönüllülüğe dayanmıyor. Öğretmenler, iş garantisine sahip. İşe hangi donanımla başladılarsa onunla, hatta daha azıyla, emekli olabilirler. Rekabet yok denecek kadar az. Öğrenciler ve veliler eğitimin maliyetini hissetmiyor ve üstlenmiyor. Böyle bir sistem etkin ve verimli olabilir mi? Dershanelerde bunların tam tersi söz konusu. Gönüllülük esas. Maliyeti müşteri ödüyor. Her bakımdan rekabet müthiş. Kaynaklar çok daha etkin kullanılıyor. MEB kaynakları dershanelere aktarılsa, dershaneler eğitim sistemini uçurur."
Yayla'nın önerdiği şey, ticarî bir işletme mantığı ile kodlanmış ve çağlar boyunca zengini, varsılı gözeten bir yapıya hizmet etmiş, yoksulu eğitimsiz bırakmış bir yapı ve bu yapının lehine tartışılması bile 21. yüzyıla aykırı. İnsanların zorla gittiği o kadar çok yer ve kurum varken devlet okullarını dershaneler gündemde olduğu için öne çıkarmak samimi bir bilim adamı bakışıyla örtüşmüyor. Yayla, MEB öğretmenleri hakkında da yeterince bilgisi olmadığını kanıtlıyor; özel sektörün Amerika Birleşik Devletleri'nde ne türden kapitalist araçlara dönüştüğünü, mevcut ekonomik krizi, artan işsizliği ve oluşan toplumsal tepkiyi yeterince anlayamamış görünüyor.
Yazı, bilimsel bir bakış açısı ile kaleme alınmadığını son parağraflarda dikkatle açıklıyor:
"Başbakan'ın dershanelere karşı anlaşılmaz tavrının başka implikasyonları da var. Dershanecilik, bir özel teşebbüs işi. Dershaneleri siyasî güçle ve hukuku araçsallaştırarak budama, girişim özgürlüğüne darbe indirir. Kâr etmeye çalışmak ahlâklı ve meşru, elde edilen kâr da müteşebbisin anasının ak sütü kadar helâldir. Ayrıca müesseselerin kâr etmesi topluma çok faydalıdır. Kâr eden kurumlar kaynakları etkin şekilde kullanıyor ve topluma arzu edilen bir hizmet veya mal arz ediyor demektir. Keşke, kamu kurumlarının çalışmalarını ve performanslarını da kâr açısından düzenlemek ve denetlemek mümkün olsaydı. Dershanelerle uğraşmak, sanal bir probleme zaman ve enerji harcamaktır. Bir sürü ağır ve acil problemi olan bir ülkede bunu yapmanın ne lüzumu, ne gereği ne de yararı var."
Atilla Yayla, son cümlesinde dershane sorununu hatalı bir yaklaşımla sanal bir sorun olarak tanımlıyor ve dershane ihtiyacının ürettiği toplumsal, ekonomik sorunları örnek uzayına dahil etmiyor. Kamu kurumlarının kâr amacı gütmediğini ve doğal olarak denetlemenin kârla değil kaliteyle ilişkili olduğunu unutuyor; eğitim hizmetlerini, özel sağlık hizmetleri gibi görüyor. Oysa hiçbir hasta, hem devlet hastanelerinde hem de özel hastanelerde ya da laboratuarlarda aynı anda tedavi görmez. Devlet'in sosyal sorumluluklarına ilişkin yapısına dair itirazlar ürettiğinin de farkında değil yazar.
Başbakan'ın dershanelere karşı bakışını anlaşılmaz bulan bir bakışın, anlaşılmaz olarak betimlediği şeyin ideolojik bir tabanı olduğunu fark etmemiş olması beklenemez.
Gülen Cemaati'nin oluşturduğu dershane tröstlerinin toplumun gelecek neslinin zihinsel profiline tasarım ve içerik konulu müdahalelerde bulunduğunu, dershanelerle ilgili tartışmalarda esasın toplum yararından daha çok cemaat yararı olduğunu, her iki yazarın itirazlarının temelinde net bir şekilde görebiliyoruz. Aksi halde ilk okul 2'den itibaren dershanelerin hiç de merhametli olmayan ellerine terk edilen toplumun cebinden, öğrenci başına yıllık ortalama 2500-3000 lira gibi büyük bir meblağın çıkması her toplumsal yarar kaygılısı kişiyi, kurumu rahatsız etmesi ve Başbakan'ın dershanesiz bir gelecek kurgusuna sevinmesi, onu desteklemesi gerekirdi. Dershaneler tarafından icra takibine maruz kalan veliler, dershanelerin acımasız başarı sınıfları, temel eğitimi yetersiz olan öğrencilere karşı ayrımcılık gibi temel hususların özellikle samimi müslüman bir algıyı mağdur lehine harekete geçirmeliydi.
1980-90 arası dershanecilikle, özellikle laik-sol-kapitalist nitelikleri yüksek girişimcilerin öğrenciler üzerinde kurdukları profesyonel olmayan, bilhassa arz-talep ilişkisinin dışına çıkarak ahlaksızlaşan ideolojik müdahaleler, 1990- günümüz arasında, müşterinin aslında arzu etmediği ya da toplumsal bozunmaya karşıt muhafazâkar olduğu için kısmen tercih ettiği tek tip-eş profil-şakird üretim merkezi olarak cemaat müdahalesine dönüşmüş durumdadır. Bu, oy verenlerin sorumluluğunu taşıyan 'Muhafazakâr Demokrat' bir iktidarın asla göze alamayacağı ve devam etmesine izin veremeyeceği bir ideolojik müdahaledir. Gülen Cemaati'ni temsilen Zaman Gazetesi'nin verdiği tepkiler bu çerçevede değerlendirilmelidir.
1970-80 arası çatışmacı bir gençlik tasarlayan yasalar ve yönetmelikler, ideolojik müdahalelerin eseriydi. 1980-90 arası farklı bir ideolojik müdahale de 'Askerî Darbe'nin kurduğu bir kuşatma ağıydı. 1990-2002 arasında ise büyük bir 'Din Düşmanlığı' vardı (3) ve Gülen Cemaati bu anlamda hem dinî hem vicdanî hem de toplumsal bir sorumluluk taşıyordu. Ancak bugün, yerel ve küresel derin yapılanmalara direnen ve 10 yıldır iktidarda olan, 'Dindar bir nesil' yetiştirmek isteyen ve bunu da cemaatlerin dar kalıplarına terk etmek istemeyen bir iktidar var. Gülen Cemaati'nin İktidar'ın kararlarına saygı duyması ve kendi sınırlarına çekilmesi gerektiği açık bir taleptir.
Atilla Yayla, son cümlesinde dershane sorununu hatalı bir yaklaşımla sanal bir sorun olarak tanımlıyor ve dershane ihtiyacının ürettiği toplumsal, ekonomik sorunları örnek uzayına dahil etmiyor. Kamu kurumlarının kâr amacı gütmediğini ve doğal olarak denetlemenin kârla değil kaliteyle ilişkili olduğunu unutuyor; eğitim hizmetlerini, özel sağlık hizmetleri gibi görüyor. Oysa hiçbir hasta, hem devlet hastanelerinde hem de özel hastanelerde ya da laboratuarlarda aynı anda tedavi görmez. Devlet'in sosyal sorumluluklarına ilişkin yapısına dair itirazlar ürettiğinin de farkında değil yazar.
Başbakan'ın dershanelere karşı bakışını anlaşılmaz bulan bir bakışın, anlaşılmaz olarak betimlediği şeyin ideolojik bir tabanı olduğunu fark etmemiş olması beklenemez.
Gülen Cemaati'nin oluşturduğu dershane tröstlerinin toplumun gelecek neslinin zihinsel profiline tasarım ve içerik konulu müdahalelerde bulunduğunu, dershanelerle ilgili tartışmalarda esasın toplum yararından daha çok cemaat yararı olduğunu, her iki yazarın itirazlarının temelinde net bir şekilde görebiliyoruz. Aksi halde ilk okul 2'den itibaren dershanelerin hiç de merhametli olmayan ellerine terk edilen toplumun cebinden, öğrenci başına yıllık ortalama 2500-3000 lira gibi büyük bir meblağın çıkması her toplumsal yarar kaygılısı kişiyi, kurumu rahatsız etmesi ve Başbakan'ın dershanesiz bir gelecek kurgusuna sevinmesi, onu desteklemesi gerekirdi. Dershaneler tarafından icra takibine maruz kalan veliler, dershanelerin acımasız başarı sınıfları, temel eğitimi yetersiz olan öğrencilere karşı ayrımcılık gibi temel hususların özellikle samimi müslüman bir algıyı mağdur lehine harekete geçirmeliydi.
1980-90 arası dershanecilikle, özellikle laik-sol-kapitalist nitelikleri yüksek girişimcilerin öğrenciler üzerinde kurdukları profesyonel olmayan, bilhassa arz-talep ilişkisinin dışına çıkarak ahlaksızlaşan ideolojik müdahaleler, 1990- günümüz arasında, müşterinin aslında arzu etmediği ya da toplumsal bozunmaya karşıt muhafazâkar olduğu için kısmen tercih ettiği tek tip-eş profil-şakird üretim merkezi olarak cemaat müdahalesine dönüşmüş durumdadır. Bu, oy verenlerin sorumluluğunu taşıyan 'Muhafazakâr Demokrat' bir iktidarın asla göze alamayacağı ve devam etmesine izin veremeyeceği bir ideolojik müdahaledir. Gülen Cemaati'ni temsilen Zaman Gazetesi'nin verdiği tepkiler bu çerçevede değerlendirilmelidir.
1970-80 arası çatışmacı bir gençlik tasarlayan yasalar ve yönetmelikler, ideolojik müdahalelerin eseriydi. 1980-90 arası farklı bir ideolojik müdahale de 'Askerî Darbe'nin kurduğu bir kuşatma ağıydı. 1990-2002 arasında ise büyük bir 'Din Düşmanlığı' vardı (3) ve Gülen Cemaati bu anlamda hem dinî hem vicdanî hem de toplumsal bir sorumluluk taşıyordu. Ancak bugün, yerel ve küresel derin yapılanmalara direnen ve 10 yıldır iktidarda olan, 'Dindar bir nesil' yetiştirmek isteyen ve bunu da cemaatlerin dar kalıplarına terk etmek istemeyen bir iktidar var. Gülen Cemaati'nin İktidar'ın kararlarına saygı duyması ve kendi sınırlarına çekilmesi gerektiği açık bir taleptir.
Sonuç olarak hem devlet hem de cemaatler, eğitim yoluyla dilediği nesil profilini gerçekleştirmek isteyebilir; ancak devlet özel bir tercih gerektiren herhangi bir cemaatin nesil profilini devlet okullarına yayma hakkına sahip değildir. İnsana ve İslam'a değer veren hiçbir cemaat hakkı olmayan bu talebi gerçekleştirmek için elindeki gücü kullanamaz. Özel dershaneler değil, ancak özel okullar özel taleplerin gerçekleştirilmesi için uygun ve yasal mekanlardır.
Dershaneler, ideolojik anlamda merdiven altı enjeksiyon işlemlerinin yapılacağı yerler olmaktan; ancak okulların eğitim kalitesi arttırılarak kurtarılabilir. Şu anda devlet, projeleri ve seçmeli derslerle de bunu sağlamayı vaat etmektedir.
Adil Çelik, Sonsuz Ark, 16. 09.2012