Kitabı okumaya başladığımda edineceğim bilginin formuna ilişkin bir kanaatim olurdu ve bu kanaatimin açtığı hafıza odaları kitap bittiğinde dolardı. Pazarlıklı bir alışveriş gibi. Güzel günlerdi o günler.
Kitaplardan kuşkulanmaya başladığımda kaç yaşındaydım; hatırlamıyorum. Kitap yazabilmiş birinin, insanları aldatacak bir 'alçaklık'la yaşayabileceğini tahmin edemezdim de. Sonsuza dek bunun bedelini ödemesi gerektiğini bilen yazar olabilmiş bir yetişkin, elbette yalan söylemez, insanları yanlış bilgilendirmez ve kesinlikle iyi biri olurdu.
Kitap yazan biri nasıl kötü olabilirdi ki? Kitap yazmak iyiliktir zaten. Okuyana bilmediğini öğretmek, onu bilinen bilginin kollarına taşımak ve onu iyi biri yapmak, gözümde çok büyük bir iyilikti. Peygamber mesleği idi öğretmek; zaten peygamberler de iyiydi.
Kitaplar zihnimin saç diplerini besliyor, tarıyordu, güzelleştiriyordu. Okumayanlardan çok daha fazla şey biliyor, onların göremediği şeyleri görüyordum. Stratejik aklım sürekli besleniyordu ve kendimce olasılıklı düşünme biçimleri geliştirmeyi öğrenmiştim.
Ian Fleming, Agatha Christie, Clive Cussler, Alexander Dumas, Conan Doyle, Mark Twain, Jules Verne çok hızlı akan romanlar yazıyorlardı ve ben roman okuyarak öğrenmeyi seviyordum. Gezginler gibi... Hatırlıyorum geçmiş çocukluk zamanımı; bir ata, gemiye, uçağa, balona binip dünyayı gezmek gibiydi roman okumak, roman okuyarak öğrenmek. Keyifliydi.
Tarihî, dinî romanlar, özellikle macera içeren her türden roman, hikaye okuyordum. Hikayeler kısaydı ve hemen bitiyorlardı. Hikaye kitapları ise birbirinden bağımsız kahramanlar ve kurgularla doluydu; bu yüzden pek sevmezdim. Seri romanlar, karakterlerle yakın dostluk kurmamı sağlıyorlardı ve onların hangi olaylarda hangi düşünme biçimleri ile organizasyon örgüsü kurduklarını tahmin edebiliyordum. Zaten hatırladıklarım ise, seri roman yazarlarıydı. Diğerleri, o kadar çok sayıda ve hatırlanmazdılar ki.
Yerli romanları okurken de, macera arıyordum. Peyami Safa'nın Server Bedi müstearı ile yazdığı romanlar, Cingöz Recai'yi aklımda kalacak kadar iyi tanıtmıştı. Niyazi Birinci'nin Yavuz Bahadıroğlu'nun asıl adı olduğunu biliyorum mesela... Ergenlik döneminde Sunguroğlu serisini okumuştum... 80'li yılların ortalarında neredeyse her ay bir roman yazıyordu Niyazi Birinci. Hikayelerini okumazdım, hatta Sunguroğlu serisini sona erdirdikten sonra yazdığı romanları göz ucuyla okumuştum. Niyazi Birinci'nin kahramanları müslümandı, namaz da kılıyorlardı, savaşıyorlardı da. Sürekliliği seviyordum ve tanıdıklarımla yol almak daha keyifli geliyordu.
Murat Sertoğlu'nu hatırlıyorum, sonra Abdullah Ziya Kozanoğlu'nu... Kahramanları biraz daha milliyetçi biraz daha az dinî motifler taşıyorlardı. Gönül maceraları da renkliydi. Bazen yüzüm kızararak okuduğum aklımda.
Geçmiş zamanın saflığını, kitapların damıtılmış saydığım tekdüze iyilik kafesinde epey koruduğuma inanıyorum. Madame Bovary'yi yarıda bıraktığımda da esas nedenim ahlaktı. Sefiller'in o kirli dünyasında aradığım Ömer Seyfettin'in alıştırdığı yardımsever iyilikti. Victor Hugo'ya iyi adam diyen müslümanlar vardı o zaman. Herhalde Hugo'nun Müslümanları sevmediğini onlar da bilmiyordu. Tıpkı Cervantes'in Don Kişot'la gelen tanıdıklığı içinde atalarımıza karşı savaştığı da gizli saklıydı. Ya da bizden saklanmıştı. Voltaire, duyup da okumadığım...
Aslında ben ağır anlatımlı klasik romanları okumaktan hoşlanmıyordum. Saatlerce bir bakışı ya da fikri hastalıklı bir şekilde anlatmak ne işe yarayacaktı ki? İnsanın dikkati o kadar basit ayrıntılara boğulduğunda ruhu da kabalaşıyordu. Aç birine vereceğiniz bir lokma ekmeğin saatlerce felsefesini yapmak o lokmanın iyiliğini de öldürüyordu. Ya da bir kadın yüzünü sayfalar dolusu harften fırça ile tasvir etmek tipik bir hayalî karakter bağımlığı oluşturmak değil miydi?
Binlerce kitap okuduğumu binlerce kitap bittikten sonra durup dinlendiğim bir zaman aralığında fark etmiştim. Aklımda yazar ismi kalmazdı; aklımda o kadar çok tutmazdım da okuduğum kitapları. Hızlıca okur, aldığım yere iade ederdim. Günde iki-üç yüz sayfalık kitaplardan en az iki- üç tane okuyan bir çocuk, bir ergen, hangi kitabın adını ve yazarını aklında tutabilirdi?
Okuduğum kitapların özetini çıkarmayı düşünmüştüm, hatta bunun için kalın bir defter de aldım. Ama okumaktan yazmaya fırsat bulamadığım için vazgeçmiştim. Adana İl Halk Kütüphânesi'nin adı Hacı Ömer Sabancı Kültür Sitesi idi, şimdi 'Site', 'Merkez' olarak değiştirilmiş; ad aynı.
8. sınıfta artık Çocuk Bölümü'nden sıkılmaya başlamıştım. Yüzlerce sayfalık Bin bir Gece Masalları'nı da o dönemde okumak zorunda kalmıştım. Yetişkinler Bölümü'ne kayıt yaptırmak istediğimde, bana Lise'ye geçmeden Yetişkinler Bölümü'ne kayıt yaptıramayacağımı söylemişlerdi. Üzülmüştüm de, karnemi aldığım Mayıs'ın son Cuması'nda İstiklal Marşı'nın bitimini beklemek ne kadar zor gelmişti.
Tören bittiğinde yarım saatim vardı. Kültür Sitesi'ne koşmuş, yetişkinler bölümüne karnemi göstererek kayıt yaptrımış ve o gün ilk kitabımı kütüphane kapanmadan seçip alabilmiştim. Üzülmüştüm de. Çünkü; alışmıştım, iki veya üç kitap almama, ancak prosedür gereği sadece birini kaydetmeye izin veren, diğerlerini de artık bana alışmış ve güvenmiş oldukları için kaydını da tutmayan kütüphane görevlilerine. Zamanla Yetişkinler Bölümü 'de bana alışmıştı; görevliler kayıtlı kayıtsız dilediğim sayıda kitap almama izin vermişlerdi; kitapların geri geleceğine eminlerdi.
Faydalandığım üç yer vardı; Okul Kütüphânesi, Kültür Sitesi ve Fetih Kitabevi... Binlerce kitap... Lise sonda üniversite sınavları için bu koşuya ara verdiğimde çok sıkılmıştım.
Ben kitapları seviyordum, hâlen de seviyorum. Ama 'iyi ki okudum' dediğim kitap hatırlamıyorum. Montaigne'nin 'Denemeleri'ni okuduğumda da 'Deneme'nin bir şeyi denemekten geldiğini sandığım için pek önemsememiştim; kitap yazma denemesi gibi. Fakat 'Denemeler', bana kralların,, cumhurbaşkanlarının, valilerin bizim gibi sıradan insanlar olduklarını anlatmıştı.
Onların daha başka varlıklar, üstün insanlar olduklarını sanıyordum. Çünkü; kitaplar öyle anlatmışlardı, insanlar onları öyle yüceltmişlerdi. Upuzun unvanları olan yerli yabancı bir sürü adam vardı. Övgüler, yağdanlıklar, soytarılıklar... Meğer yazarların çoğu soytarıymış; çok sonra öğrendim bunu. Damıttıkları şey de iyilik değil; bencillikmiş.
Kitaplardan ilk kez kuşkulandığımda sanırım klasiklere bakmıştım. Tolstoy'dan, Goethe'ye, Nietszche'ye, Kafka'ya, Dostoyevski'ye kadar ne kadar adam varsa, güzelce istiflemiş ve bir kenara koymuştum. İyi ki öyle yapmışım diyorum şimdi.
Kitaplar zihnimin saçlarını taramış ve güzel göstermişlerdi; evet. Fakat içerdikleri kimyasallar saçlarımı dökmeye başladığında, hemen el yapımı defne sabunlarına dönmem gerektiğine karar vermiştim. Kitapların, başlangıçta kazandırdığı zihinsel güzellik, çok sonra büyük bir kelleşmeye, çölleşmeye neden oluyordu.
Yeni bin yılın kitaplarına bakıyorum. Sapsarı, simsiyah ve bir o kadar da ahlaksız; bencil, hastalıklılar çoğu. Arındırmıyorlar, aksine kirletiyorlar insanların zihnini. Kitap iyilik olmaktan geçmiş, kötülüklerin tek kaynağı hâline gelmiş... İyi adamlar kitap yazmıyorlar, iyi kitaplar pazarlanacak kadar değer bulmuyorlar.
Kur'an nasıl basılıp satılıyor hâlâ? Merak ediyorum; 'İyiliğin Tek Kaynağı' olan Kur'an'ı gerçekten asıl iyilik için mi basıp dağıtıyorlar, yoksa meallerini değiştirip iyiliği gizlemek için mi?
Doğa Toprak, Sonsuz Ark, 03.10.2012
Doğa Toprak Yazıları