17 Ekim 2012 Çarşamba

SA84/AS9: Tasavvuf Ölü Adamların Yapılmış İşidir; Ekmek Kapısı’dır.




“Yağmur varsa bulut da vardır.” Moustapha Meditérrané

Berzah âleminden çıkıp gelemeyeceklerine eminim. Söyleyeceklerime itirâz edemeyeceklerini de biliyorum. İtiraz edemedikleri için söyleyeceklerim doğrudur, demeyeceğim. Söyleyeceklerim, onlar iz sürücülerinin iddia ettiği gibi ‘gelemeyecekleri için’ doğrudur. İddia ediyorum ki; tasavvuf ölü adamların yapılmış işidir ve onlar tasavvuf işini yaparak geçinmişlerdir. Tasavvuf onların diri iken ekmek kapısıydı, şimdikiler de dimağlarına sürülmüş parlak mistik yağlar için heveslenip aynı ekmek kapısında dileniyorlar.
***
Her müddei iddiasını ispatlamakla mükelleftir. Ben değilim. Zirâ; ispatlanması gereken iddia, elde kanıtları olmayan iddiadır; kanıtları bulup gelmek müddei’nin işidir, mecburiyetidir. İddiam, kanıtları herkes tarafından bilinen iddiadır; tıpkı yağmur yağdığında göğün bulutsuz olamayacağı iddiası gibi apaçık meydandadır. Ben iddiamı izah etmekle mükellefim. Bu iddia’yı bir muhkem hakîkat olarak bilip idrâk edenlerin -ki, bunların çoğu pamuk şekerinden mâmül zincir ile birbirine bağlanan, birbirinden beslenen tasavvuf pirleri ve müridleridir- hakîkate ihanet edip bu hakîkati saklamalarından mütevellit bir izâhât mecburiyeti vardır. Birer aslan’a dönüşmüş olduklarından ağızlarından elimizi uzatıp, karınlarındaki hâkikati ışığa çıkarma işi de hâkikâti Kur’an’da izleyenlerin işidir, işi olmalıdır.
***
Ekmek, Âdem’den bu yana insanın bedenin ve ruhun ihtiyaçlarını karşılaması bâbında bir simge’dir. Bedenin ihtiyaçları, yemek-içmek, cinsî vukuât, barınmak ve korunmaktan ibarettir; bunlardan herhangi biri olmazsa beden sağlığını yitirir. Ruhun ihtiyaçları ise daha başkadır. Birileri eski zamanlardan bu yana, ruhun ihtiyaçları bâbını sırf insana hasretseler de, hayvanların da ruhları bazı şeylere ihtiyaç duyar; bu ihtiyaçlar her hayvanda farklı şekiller ve hasletler hâlinde görülür. İşte tam burada derin hakîkatlerden birini tasavvuf pîrlerinin karnından çekip alalım.
***
Çekip aldığımız bu hakîkate göre: hayvanlar ile insanlar arasındaki mükellef olma ayrıklığı unutularak/unutturularak hikâyecilik mesleği daha yüksek bir inşirah ile kutsanmış; insanların zihin kadranlarına hakîkat maskesi altında tarizler ve zulümler yapılarak ferdi ve ictimâî pâyeler kesbedilmiştir. -Yağmur varsa bulut da vardır-. Neredeyse insanlık tarihi kadar eski hikâyecilik/masalcılık mesleği dergâhlarda din ve dine dair sohbetler ve benzeri diğer faaliyetler ile uhrevî ve mânevî kıyafetlere bürünmüştür.
***
Mesnevî hammaliyesinin sayfalarında sık sık rastlanan konuşan hayvanlar korosu tek elden yönetilmemiştir, besteler ve güfteler insanlığın hikâyecilik mâzisinde her bir kafası çalışan-uyanık adam tarafından icat edilip aynı mesleğin çıraklarına miras olarak bırakılmıştır. Hint, Mısır, Çin, Mezopotamya ve en nihayet İyonya, hayvanlar korosunun ve hayvanlarla yükseltilen imaj/simge/heykel kumpanyasının gösteri yaptığı memleketler olmuştur. İntak sanatının inceliklerinin serdedildiği hikâyelerin tümünde, hayvanların bedenî ve ruhî ihtiyaçlarının temininde karma bir maslahat ile insanlara özel nasihatler icat edilmiştir. Ruhî ihtiyâçlarının gerektirdiği arayış içerisinde olan insan, hayvan ile mukayese edilmiş, bu mukayese neticesinde irâdî hükümlülüğü bulunmayan hayvanlardan üretilen misallerde yüksek hikmetler olduğu mesajı verilmiş; irâdî yükümlülükleri bulunan insan, intak sanatı ile görünürde hayvanâttan esasta mesleği hikâyecilik olan insandan ders almaya teşvik edilerek insanlığın Allah’tan ders alabilmesi engellenmiştir.
***
Takdir edilecektir ki; insanın Allah’tan ders alması, Allah’ın gönderdiği elçiler ve kitaplar vesilesiyle mümkün olabilmektedir. Hikâyeler ve hikâyeciler, her vakit ekmek kapılarının kapanmasına mâni olabilecek sebepleri ortadan kaldırmakla meşhurdurlar. Elçilerin Kutsal Kitapları tebliği ile başlayan tarihî akışların her biri hikâyeciler tarafından inkıtâ’a uğratılmış, hatta nihayete erdirilmiştir. Daima ekmek kapısı olarak görülen Hikâyecilik Mesleği, eskiden beri konaklarda ve saraylarda beylerin, padişahların, sultanların, şehinşahların, kralların, nemrudların, firavunların, imparatorların, hahamların, papaların ve halifelerin düşünen ve üreten adamlarca üstlenmesini istedikleri bir meslektir. Ve bu meslek modern zamanlarda basın-yayın, basım-yayım, sinema ve televizyon gibi kanallar vasıtasıyla icra edilmekten geri kalmamıştır. Hâlen de aynı işi görmekte ve aynı işe yaramaktadır. Kısaca ve kesince/keskince bu bir meslektir; yapılmış/yapılacak bir iştir; ekmek kapısıdır.
***
Tasavvuf pîrlerinin hemen hepsi, görüneni görünmeyen ile tevil etmiş; basit ve gündelik ihtiyaç temin meselelerini karmaşık hâle getirerek, insanların kendilerine muhtaç olmalarını da işlerinin vazgeçilmez gereği olarak temin ve tesis etmişlerdir. Yine takdir edilecektir ki; basit herhangi bir şey insan için câzip değildir. Dinî hakîkatlerin hepsi, her insanın anlayabileceği ve üzerinde tefekkür edebileceği kadar basittir. Kutsal metinlerin hepsi anlaşılabilecek sıfatlar ve dil ile insana ulaştırılmıştır. Çöl bedevisinin anlayabileceği metnin, bir kral yahut emir tarafından anlaşılmaması için zorlayıcı bir sebep de yoktur. Ancak ve muhakkak ki; bedeviyi bedenî ve ruhî ihtiyaçların temini hususunda iknâ eden ve sınırlayan ayetlerin, krallar ve kral efrâdı için rahatsız edici özellikleri mevcuttur.
***
Şimdi pîrlerin karınlarından ikinci hakîkati çekip alalım. Kendilerini birer meslek erbâbı olarak kabul ettiren pîrlerin, hakîkati, kralların ve diğer hüküm menfaatdârlarının keyiflerini rahatsız etmeyecek bir şekle koyma mecburiyetleri vardır; hakîkati ilâhi kaynaklardan olduğu gibi alıp anlatmak değil. Avam’a anlatılanların karmakarışık olmasındaki derin hakîkat alenen budur. Hikâyecilik mesleğinin özü de bu sırada kendiliğinden dile gelmektedir. Hüküm sahiplerinin bedenî ve ruhî ihtiyaçlarının temini için ayetlerle muhkem olan hakîkat’ın eğilip bükülmesi gerekmektedir. Zira hüküm sahipleri, üzerlerinde hükümdâr oldukları diğer insanlar ile aynı hükümlere tabi olmayı tahdit edici ve küçültücü olarak telakki etmekte bir beis görmemektedirler. Aynı zamanda hükmedebilmeleri için, hakîkate ters düşmemeleri de gerekmektedir. Krallara yarı tanrılık, tanrılık yahut sultanlara Allah’ın yeryüzündeki gölgesi gibi münasebetsiz sıfatların verilmesindeki sır da burada yatmaktadır.
***
Allah’ın bildirdiği hakîkati kendi suflî istek ve ihtiyaçlarının temini için yeterli görmeyenlerin hakîkati eğip bükmeleri yetmemiş, Yüce Tanrı fikri tedavülden kaldırılmış; hükümdarlar için yeni hakîkatler ihdas edebilecek birer tanrı olma fikri geliştirilmiştir. Bu fikrin gelişebilmesi için de saraylarda ikamet eden ve konaklarda konaklayan hikâyecilere ihtiyaç duyulmuş ve insanlar peyderpey yeni hakîkate alıştırılmışlardır -Yağmur varsa bulut da vardır-. Bu hakîkat yalnızca insanları aldatan hikâyecilerin hakîkatı olmuştur ve her devrin hakîkatı kendisine göre kıyafet değiştirmiştir. Ve elbette saraylardan ve konaklardan ekmek temini devam etmiştir.
***
Hikâyecilik Mesleği’ne duyulan ihtiyaç hükümdârlar tarafından da kabul edildikten hemen sonra, onlar üstünde de hüküm sahibi olduklarına, onların kendilerine hürmette kusur etmediklerine şahit olan pîrlerin karnından üçüncü hakîkati çekip alalım. Bu hakîkat bize pîrlerin ulaştıkları hesapsızlığı ve ihtirâsın boyutlarını anlatacaktır. Çok eskilerden beri elden ele getirdikleri hikâyecilik mirâsı, onları, kendilerini, hükmedebildikleri krallardan ve sultanlardan daha yüksek bir makamda olduklarına ikna etmiş; ancak bu makam’ın yalnızca Tanrı’ya ait olduğu fikrini ileri sürerek öncelikle bu makama göz dikecek olanların önünü kapatmayı fısıldamıştır. Bilahare, her bir pîr kirli ve şeytanî mirâsın fısıltılarını ilâhi emirler gibi kabul ederek yeni hikâyelere yeni masallar ve efsaneler eklemiş, bu efsaneleri kendince dinî metinler ile desteklemiş ve mesleğinin zirvesine tırmanarak tüm hikâyelerin yaratıcısı olduğunu iddia etmiştir.
***
Önce insanların, sonra hükümdarların ihtiyaçlarını sömürüp dinginleştikleri tasavvuf perdesi ile dergâhlarda Allah’ın kendilerinde hulul ettiğini iddia ederek bütün insanlar üzerinde hak iddia etmelerindeki esas hikâye tamamıyla bu kadardır. Bu hikâye, hemen hepsinin hem bedenî hem de ruhî ihtiyaçlarını sonuna kadar temin eden pîrlerin hayat hikâyesidir. İnanmayanların, maddiyata ehemmiyet vermeyip, görünürde aç, sefil ve dünyadan vazgeçmiş çok büyük pîrlerin, birden fazla eşleri, cariyeleri, zengin sofraları bulunan o muhteşem karakterlerin, atalarından gelme hangi maddî mirasa konduklarını veya hangi meslekle para/altın kazanarak bu zevk-u safa dolu hayatı idame ettirdiklerini kanıtlaması ve bize anlatması gerekir.
***
Anlatılan hikâyelerde sıklıkla vurgulanan bazı ölü adamların beyliği, zenginliği bırakıp da dervişliği tercih edişlerini ballandıra ballandıra anlatanların, aynı adamların bedenlerinin ihtiyaçlarını hangi şekilde temin ettiğini, insanlardan dilenmemeyi şiar edinen dervişin hayatına nasıl devam ettiğini anlatmaları gerekir. Müddei benim, ama kanıt bulmaları gereken onlardır. Zira,“Yağmur varsa bulut da vardır”.
***
“Ey Muhammed! Biz, Allah’a karşı gelmekten sakınanları Kur’an ile müjdeleyesin, inat eden bir topluluğu da uyarasın diye, onu senin dilin ile kolaylaştırdık. Biz onlardan önce nice nesilleri helâk ettik. Onlardan hiçbirini hissediyor yahut onların bir fısıltısını olsun işitiyor musun? “ (Meryem 97-98)



Alper Selçuk, 02.11.2009, Antiseptik Anafor 19


Not: Pîr’den murâd, pîrlik’ten beslenenlerdir.

Seçkin Deniz Twitter Akışı